Türk göçlerinin doğu yönünde devam
ettiği asırlarda, Çin'de kurulan Chou devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle
ilgisi üzerine dikkat çekilmiş, hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve
yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla, askerî
kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin, daha çok, Türklerle meskûn
bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş olması, çeşitli ilim dallarından
bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren, Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R.
Wilhelm, W. Eberhard vb.), bu hanedanın aslen Türk olabileceği, veyahut
devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu düşüncesine sevk etmiştir. Bununla
beraber, aslında daha ziyade Türk kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet
ve cemiyeti gibi görünen Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya
kadar, Asya Türk tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır.
Çin kaynaklarında, M.Ö. 4. asırdan
itibaren, Türklerle birlikte Moğol Tunguz soyundan bazı grupların başındaki
"Kuzey Barbarları Hanedanı"nı belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu)
diye anılan kütlenin, hangi soydan oldukları hakkında, türlü görüşler ileri
sürülmüştür. Bu görüşlerde, eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili
olarak verdikleri örf, adet ve ekonomik faaliyetlere ait, iyi incelenmemiş
bilgi dikkate alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür
araştırmaları, esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk'tür (J. De
Guignes, 1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P.
Pelliot, 1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset,
1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim, 1953; H.V.
Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G. Clauson, 1960 vb.). K.
Shiratori, önce Türk kabul etmiş, sonra da Moğol olduklarını söylemiştir. L.
Ligetiye göre, Hiungnuların kimliğini tespit etmek müşküldür. A. V. Gabain,
Türk-Moğol karışımı oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük
imparatorluğunda, Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer
almaları tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda
şüphe yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil, Türk
bozkır kültürü hakim olup, Gök Tanrı'ya inanılıyor (aslında totemci olan
Moğollara, "Tanrı" sözü, sonra Türklerden intikal etmiştir); aile,
"baba hukuku" üzerine kurulu bulunuyordu.
Nihayet Hiungnu devletinde idareci
zümre ve hanedanın dili Türkçe idi. Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi
ile, Çin yıllıklarında Hiungnu dilinden zapt edilen, Tanrı, kut, börü, il (el),
ordu, tuğ, kılıç vb. kelimeler Türkçe olup Türk dilinin en eski
yadigârlarındandır. Ve nihayet devletin sahipleri, kendilerine, Türkçe'de
"kavim, halk" manasında olan "Hun" (Khun=/tü/ı) diyorlardı.
"Hun" adı, bir görüşe göre, M.Ö. 1. bin başlarında "Kwan,
Gun", 5. asırdan önce "Kun", 4. ve 3. asırlarda ise "Khun"
telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin, Orhun-Selenga ırmaklan ve Türklerce
kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi, Orhun ırmağı üzerindeki Karakum ile Ordos
bölgesi arasında bulunduğu anlaşılan Hun siyasî birliğinin kesin tarihini, M.Ö.
4. asırdan itibaren takip etmek mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski
yazılı vesika olarak, M.Ö. 318 yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O
zaman, Chou iktidarının zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük
derebeyliğin mücadele sahası olan Çin'de, birbirleri ile savaş halindeki bu
feodal "muharip devletler"den Ch'in (Ts'in)'in gittikçe
kuvvetlenmesinden endişelenen komşu beş "krallık" (derebeylik),
zikredilen yılda, Hun birliği (Hiungnu) ile ittifak antlaşması yapmıştı.
Hunlar, daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar,
uzun müdafaa savaşları sırasında, korunmak maksadı ile, meskûn sahaları ve
askerî yığınak yerlerini surlarla çeviriyorlardı. Chou'lardan iktidarı M.Ö.
256'da tamamen devralan Ch'in devletinin (Şensi'de) ünlü hükümdarı Shihhuangti
(M.Ö. 247-210), kuzey taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak için,
surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile, dış surları
birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile, meşhur Çin Seddi’ni
(15 m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde uzunluk:1845 km.) meydana
getirdi (M.Ö. 214). Böylece, Çinlilerin en tesirli korunma tedbirini
aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada, iki mühim hadise vukua geldi: Çin'de
uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han sülalesinin (İlk Han, M.Ö.
206-M.S. 22, İkinci Han M.S. 24-220) kurulması ve Hun devletinin başına da
Mo-tun'un (veya Maotun, Mavdun; eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete)
geçmesi (M.Ö. 209).
Çin kaynaklarında, Hunların Tuku
(=Türk?) adlı aile veya kabilesine mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun),
kendi oğlunu tahta getirmeyi tasarlayan üvey anasının teşviki ile, babası
T'uman tarafından tahttan mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki,
demir disiplin altında yetiştirilmiş, 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek
avında Tuman'ın öldürülmesi üzerine, Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö.
209-174), Hun dilinde "imparator" manasında "sonsuz genişlik,
yücelik, ululuk" ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar
kullanılan Tanhu (türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince
işaretin bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı. Devletini yeniden
düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghuların (doğudaki
Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri karşısında savaş
açarak, onları perişan etti. Böylece, hakimiyetini kuzey Peçili'ye kadar
genişlettikten sonra, Orta Asya'da Tanrı dağları, Kansu havalisindeki,
Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçileri (Yüehch'ih) mağlup etti (M.Ö. 203). O
sırada, Hun devleti "Sol Bilge eligi"nin Shangku'da, "Sağ Bilge eligi"nin
Shangkün'de (Şensi) ikamet ettiği tahmin edildiği bu dönemde Mo-tun, daha
sonra, Çin topraklarına yöneldi, 3 yıl kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu
savaşlarda Mai, Taiyuan bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu
imparator Kaoti'nin (M.Ö. 206-195) 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng'de bozkır
usulü sahte ric'at gösterisi (Turan Taktiği) ile çember içine aldı. İmparator,
bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve yıllık
vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu. Doğu Asya
tarihinde, iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk milletlerarası mukavele
olduğu belirtilen bu antlaşma (M.Ö. 201) gereğince, Mo-tun'un bir Çin prensesi
ile de evlenmesi sonucu, Çin ile dostluk havası içinde, imparatoriçe Lü (M.Ö.
195-179) ve imparator Wenti (M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan
ticarî münasebetler geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından İrtiş
yatağına kadar olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling'ler, bazı Ogur
(Hochieh = 0k'ue) kollan ile meskûn
araziyi, kuzey Türkistan'ı zaptetti ve oradaki Yüeçi'lerin komşusu Wusun'ları
himayesine aldı. Bu suretle Büyük Hun hükümdarı, o çağda Asya kıtasında yaşayan
Türk soyundan hemen bütün toplulukları, kendi idaresinde tek bayrak altında
toplamış oluyordu. İmparatorluk sınırlarının, doğuda Kore'ye, kuzeyde Baykal
gölü ve Ob, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral Gölüne, güneyde Çin'de Wei
ırmağı - Tibet yaylası - Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde,
Hunlara tabi olanlar arasında, Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de
vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine gönderilen, M.Ö. 176 tarihli mektuptan
anlaşıldığına göre, yalnız İç Asya'da Türk devletine bağlı kavim ve şehir
devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu'nun ifadesi ile "yay
geren"lerle "tek bir aile" halinde birleşmişlerdi.
Mo-tun, M.Ö. 174 yılında öldüğü
zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve dış siyaseti, dini, ordusu, harp
tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün
Türk devletlerine örnek olan, tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü olan
"Büyük Hun Devleti", kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü
üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade,
otlağı bol, besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin
temeli, başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre, sosyal
durumu da, toprağa bağlı "köylü" kültüründeki geniş arazi sahibi Çin
"gentry" tabakası ile köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere,
ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile
birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasî birlikler olarak,
disiplinli ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde
yaşıyor ve devlet, bu kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında sıkı
işbirliği yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve bilhassa
ordunun Mo-tun tarafından tanziminden sonra, merkezden idare edilen bir
"askerî teşkilat" niteliği kazanması sebebi ile askerî karakterde idi
ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu için de
fütuhata açıktı. Bu yönden de, "köylü" Çin devletinden ayrılıyordu.
Çin'de esas rejim "feodalite" olduğu halde, Hun devletinde
merkeziyetçilik, dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük memurlar ve bazı
müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı kuvvetlerle, aynı
zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler ile birinci derecede
sorumlu makam sahipleri, hep Hun asıldan oldukları gibi, devlet teşkilatının da
(mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu.
Mo-tun tarafından gerçekleştirilen ve toplulukta kabilecilik gayretlerini
kırarak adeta devlete millî topluluk havasını getiren ordudaki 10'lu tertip de
Türk idi. Esasen devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair
bazı davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng'de, imparator idaresindeki Çin
ordusunu kuşatan Mo-tun'un, Çin içlerine dalarak bozkırdan uzaklaşmasına,
zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel olunmuştu. İnanç yönünden
de, ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak tanrıcılığı ile ilgisi bulunan,
bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun devletinin meydana gelişinde, "Çin
imparatorluğu"nun model olduğuna dair yaygın görüş, normal ölçülerdeki
karşılıklı kültür tesirleri dışında, doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin
gerekçesinde ileri sürülen, "Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru
gibi Gök'ün (Tanrı'nın) oğlu olarak görünmek ve Çin'dekine benzer saray
erkânına sahip olmak lüzumu", Hun devleti için zarurî değildi. Önce,
devlet, Çin topraklarında değil, "Hiungnu"lar sahasında kurulmuştu;
dolayısıyla Çin meşruiyet prensiplerini, bu devlette aramakta isabet yoktur.
İkincisi, Mo-tun'un "Gök'ün oğlu" diye bir unvan takındığı şüphelidir,
çünkü onu tavsif eden: T'engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile,
Ch'engli kut'u) tabirindeki şimdiye kadar "oğul" manasına geldiği
sanılan ikinci kelimenin "kut" (siyasî iktidar) demek olduğu
anlaşılmıştır. Üçüncüsü, Çin devletinde "Gök'ün oğlu" kavramı da
aslen Çin değil, Türk menşelidir. Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında
kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet
anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik üniteler,
devlet meclisi = toy, sağ sol teşkilatı, bilge elig'ler vb.) dini ve dünya
görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli etkilerini, iki bin yıl
sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok
büyük önem taşır.
Mo-tun'un oğlu tanhu Kiok (Chiyü
/Kök?/ veya Laoshang, M.Ö. 174-160), Hun İmparatorluğunun bu büyüklüğünü
muhafaza etmeğe çalıştı. Yurtlarından oynattığı Yüeçilerin, Afganistan'a
giderek Baktria (Belh) bölgesinde, vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan
Grek hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile Çin'e
girerek, başkent Ch'angan yakınındaki imparator sarayını yakan Kiok, bu
seferdeki gayesine uygun olarak, Çin ile iktisadî ilişkilerini dostane bir
şekilde sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi. Şüphesiz, Çin sarayı ile
devam ettirilen akrabalık, siyasî mahiyette bir davranıştan ibaretti. Fakat bu
suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk devletleri bakımından
kötü neticeler verecek olan bir çığır, derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar
arasındaki bu yakınlaşmalar, her zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi
için, fırsat teşkil etmekte idi. Hun merkezinde, Çinli prensesin himayesinden
faydalanan Çin diplomat ve vazifelileri, Hun imparatorluğu topraklarında
serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türkler ve tâbi kavimler arasında kötü propaganda
yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan başka,
ticaret malı olarak memlekete sokulup, Hun ileri gelenleri arasında revaç bulan
Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta idi. Kiok devrinde fazla
hissedilmeyen bu menfî durumlar, onun oğlu Künçin (Chünch'en) zamanında (M.Ö.
160-126), gerçek bir huzursuzluk kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza, Han
sülalesine damat olan bu tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker
ruhlu bir hükümdar olmadığı için, Hun iktidarında sarsıntılar belirdi.
Çinlilerin, bu devirde (imparator Chingti, 157-141), sınır boylarında ufak
çaptaki akınları durdurduğu görülüyordu. İlk defa, imparator Wuti (M.Ö.
141-87), kalabalık ordular teşkil ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef
tutan planlarını tatbike girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de,
Çin için büyük gelir kaynağı olan ipeğe, batı bölgelerinde yeni pazarlar bulmak
ve İç Asya-İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan, meşhur
"İpekyolu"nu emniyet altına almaktı. Dolayısıyla, Orta ve Batı
Asya'da, yabancıların kudretini kırması lâzımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı
M.S. 1. bin sonlarına kadar, Türk-Çin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri,
bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur. Wuti'nin, İpekyolu üzerindeki
memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla işbirliği sağlamak
maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir asker olan Çangk'ien'in
(Changch'ien), gizli vazifesini yaparken Hunlar tarafından bir süre gözaltında
tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği uzun müddet içinde (M.Ö. 138-126)
edindiği bilgiyi, temaslarını ve hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim
rapor, imparatoru memnun etmiş ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber
vazifesini görmüştür. Bu arada Çinliler, çok ehemmiyetli bir başarı daha elde
etmişlerdi ki, o da, ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun
silahları ile teçhiz etmeleri idi. Daha Mo-tun'dan çok önceleri, 318 andlaşması
ile ilgili olup, Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao (Şansi'de)
krallığında Wuling (M.Ö. 325-298) zamanında başlayıp, daha sonra, Kuzey Çin'de
feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch'in devletinin imparatoru Shihhuangti
zamanında hızla devam eden bu askerî ıslahat hareketleri, Han imparatoru
Wuti'nin kumandanlarından Weits'ing ile Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari
kuvveti çıkaran Ho K'üping tarafından, büyük başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö.
127-117 yılları arasında, Ordos'daki Hunlara karşı kazandıkları zaferler, Hun
ağırlık merkezinin, Gobi'den kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep
olmuştu.
Hunlar, artık eskisi gibi
değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa Tanhu Tsütihoü (Chut'eho) zamanından
itibaren (M.Ö. 101-96) 40 yıl devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı
dağları, Cungarya, Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile
devlet geliri azalmış, o zamana kadar Çin'den vergi ve hediye olarak sağlanan
malî destek kesilmişti. İç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını açmağa
yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun prenslerinin
birbirleri ile olan anlaşmazlıkları, mücadeleyi şiddetlendirdi. İktisadî darlık
ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî yardım temin edilir düşüncesi ile, çıkar yol
olarak Tanhu Hohanyeh'in (M.Ö. 58-31) Çin himayesini isteme meyli, durumu
büsbütün karıştırdı. Sol Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih,
Tsitki), bu kardeşinin tanhuluğunu tanımadı. Mesele, Hun devlet meclisinde
(Türkçesi: toy) ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh'in teklifi; istiklâlin
feda edilmesini "gülünç ve utanç verici" bir davranış sayan ve
kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul eden Çiçi
taraftarlarınca reddedildi. Tanhu'nun fikrinde direnmesi, Hunları ikiye ayırdı
(M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile, Çin üzerindeki Hun tehdidi
ortadan kalktığı için, Doğu Asya tarihinde bir dönüm noktası olan bu yıllarda,
Hun prensleri arasında iyice alevlenen açık mücadele sonunda, rakiplerini
mağlup, bu arada tanhuluk merkezini de işgal ederek Hun imparatoru durumuna
yükselen Çiçi karşısında, Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte,
desteğini sağladığı Çin'in kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi
(M.Ö. 54).
Devletini güçlendirmek ve iktisadî
imkanlara kavuşturmak bakımından, hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören
Çiçi Tanhu, M.Ö. 51'de harekete geçti. Önce, Tanrı Dağları kuzeyi Isık Göl
havalisindeki Wusun'ların mukavemetini kırdı; Tarbagatay bölgesindeki Ogurları,
daha kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling'leri tabiiyetine aldı.
İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının
tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çu, Güney Kazakistan bozkırı,
Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine, bu devleti himaye etmek vesilesi ile
Aral Gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi altına alarak, geniş Orta Asya
Hun İmparatorluğunu ihya etti. Çiçi, hükümetinin kuzey Moğolistan'daki ağırlık
merkezini de, Çu-Talas nehirleri arasına kaydırarak, orada etrafı surlarla
çevrili yeni bir başkent inşa ettirdi (M.Ö. 41) ki, böylece, mevkii dolayısıyla
İran, Afganistan, Hindistan, Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından, Asya
tarihinin bundan sonraki gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan Türkistan
sahasına, Türk halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı Hunları) ve
Fergana, Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan sonra, Çin kaynaklarına
göre, Ansi bölgesini, yani güneybatı sınırları, ta Anadolu'ya kadar uzanan
Parth İmparatorluğunun kuzeydoğu kısmını zaptetmek için planlar hazırlıyordu.
Fakat Çiçi'nin hakimiyeti uzun
sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun devleti bu bölgelerde henüz iyice
yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tâbi kütleler ve komşuları ile normal
münasebetlerini geliştirmiş değildi. Çiçi'nin harekâtını, adım adım takip eden
Çin, Wu'sun'ları, Kangkü devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya
geçti. Etraftan aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile,
baskın şeklinde, Hun topraklarına girerek süratle ilerleyen Çinliler tarafından
kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti, tamamıyla tahrip edildi
(M.Ö. 36). Başkentte, hayrete değer bir müdafaa yapılmış, sokaklarda kanlı
savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda oda çarpışılmış ve Çiçi,
oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518 kişi, ellerinde kılıç,
devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdi.
Çiçi'nin batıya uzaklaşmasından
sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet
meclisinin kararı ile başkentini Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36'dan
itibaren tekrar Çin tâbiliğine giren Hohanyeh'e (ölm. M.Ö. 31) bağlı kütleler,
onun evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar
toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan Yu
(Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M.S. 18-46), Çin'e karşı istiklallerini elde
ederek, doğuda Mançurya'ya, batıda Kaşgar'a kadar olan geniş bölgeyi tekrar
idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat Yu'nun ölümünden itibaren iç
anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok
sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık, Hunları müşkül duruma
soktu. Yu'nun oğlu Tanhu P'unu'ya karşı mücadele açarak, kuzeydeki Hun
kabileleri arasına çekilen Pi'nin (P'unu'nun yeğeni) orada kendini tanhu ilan
etmesi hadisesi (M.S. 48), Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere
ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya Dış Moğolistan'da) ve Güney Hunları
(Güney veya İç Moğolistan'da).
Böylece, M. 48'de, ayrı siyasî
vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti arasındaki büyük fark, güneydekinin
Çin tabiiyetini devam ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima
koruması idi. Bundan başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç
Asya'da iktisadî ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de, Kuzey Hun
Devletinin idaresinde idi. Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana
hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun İmparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç
mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki Moğol-Tunguz
karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış, bunların sürekli
baskıları neticesinde Hun Devleti, Doğu Moğolistan'da kontrolü kaybederken,
batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile karşılaşmıştı. Bu sebeple, en
tesirlisi Yarkent Krallığı olmak üzere, Şanşan (Loulan, Lobnor'un güneyi),
Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile uğraşmak zorunda kalındı (46-60
yılları). Hun Devletinin buralarda, bilhassa Çin'in sömürücü tutumu ile Yarkent
kralı Kien'in çok merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından, kurtarıcı
gibi karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı
Çin'i, sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65), Çin'i tam
kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekâtla Hun Devletini çökertmek
hazırlığına sevk etti. İmparator Mingti (58-75), Ç'engti (75-89) ve Hoti
(89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç'ao'nun yüksek kumandasında kalabalık
Çin ordularının, 30 yıl süren harekâtı sonunda Kangk'ü'ye kadar (Kaçgar, Hami,
Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50'yi bulan zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu
için, iktisadî yönden önemli şehir, Çin idaresine geçti. Bilhassa 73-74,
89-90-91 yılları harekâtında ağır kayıplara uğrayan Hunlar, İç-Asya'da
hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da Sienpi'lerin hücumlarına (en şiddetlisi
89-91 arasında) maruz bulunuyorlardı. İki cephede, sürekli savaşlar vermek
zorunda kalan Kuzey Hun Devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen,
kuvvetten düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini, Güney Sibirya'ya ve
Cungarya'ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi'lerin hükümdarı Tanshihhuai
(aş. yk. 147-156) tarafından, nihayet saf dışı edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal
Tanhu Avitokhol zamanında) toprakları, düşman kabilelerin istilasına uğradı.
Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde, esasen memleketi terk
etmeğe başlayan Hunlardan (büyük çapta göçler 91'de ve 155'e doğru), Kuça
civarında kalan Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler, batıya
çekilmişlerdi ki, bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına
(Çiçi Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.
M. 48'den beri, Çin sınır
bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek saldırılar için Çin'in ileri karakolu
bir tampon devlet durumunda olan Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla
tanhulara karşı, Hun kabileleri, sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140
yıllarında görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158
isyanları takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan'ı işgal eden Sienpi'ler,
güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa
başladılar (177'den itibaren). 188'de Çin hükümetince tayin edilen tanhunun
tamamen Çin'e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından öldürülmesi, devleti
başsız bıraktı. Kabileler, diğer tayinli iki tanhuyu da tanımadılar ve dağınık
kabile hayatına döndüler. Son tanhunun, Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin
5 eyalete bölünerek Çinli askerî valilerin gözetimine verilmesi ile, Güney Hun
Devleti de sona erdi (M. 216).
Bununla beraber, Sienpi baskısı
yüzünden bilhassa 3. yy.'ın 2. yarısında güneye gelmek suretiyle Çin'de
sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında,
varlıklarını korumayı bildiler. Çin'de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa
yüz tuttuğu tarihlerde (180'den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen
generallerin tutumu, büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin
parçalanmasına yol açmıştı ("16 Devlet" devri). Sui hanedanının,
birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta
Tabgaç (Wei) sülalesi olmak üzere, müstakil devletler kurmuşlar ve Han
iktidarının son bulması ile, M.S. 220'lerde, tekrar sahnede görünen Güney Hun
kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak, zamanla hemen bütün
Kuzey Çin'i Türk hakimiyetine almayı başarmışlardı. Bunu sağlayan kuvvet,
yukarıda zikredilen asî generallerden biri olan Ts'ao Ts'ao'nun, savaşlarında
yardımları olduğu için, Şansi bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi.
Kalabalık olan ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (meselâ 271, 294, 296
yıllarında) bu Türk kütlesi, millî benliğini koruyor ve eski tanhu ailesi
mensuplarına karşı saygı beslemeye devam ediyordu.
19 kabileden biri T-opa (Tabgaç),
biri de büyük Tanhu Mo-tun ailesinin indiği Tuku veya T'uko idi. Hun Tuku (T'uko) başbuğu, eski tanhular
neslinden ve Hun elig'lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku ailesine
Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi verdikten sonra, dikkat
çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki atalarının, eski Han sülalesi ile
olan dostluklarını ve "kardeş"liklerini de ileri sürerek ve hatta
kendi sülalesine "Han" adını vererek, bu Çin bölgesinde (merkez:
P'ing ç'eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin
başkenti Loyang'ı zapt etti (311). Kendisinden sonra, Çin'in öteki başkentini
de ele geçiren kardeşi Liu Ts'ung'un geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru;
idare, başbuğ aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca
Hun sülaleleri: 2. Chao: 329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve bunun
devamı: Lou-lan krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur, Tsükü
(Chuch'ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti "Kuzey
Liang"ın 439 yılında Tabgaç hükümdarı T'aivvu'nun baskısı ile başkent
Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine, buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan
Türk Açına [Asena, Bozkurt] ailesinin temsil ettiği büyük Göktürk Hakanlığı'na
ulaştı.
Çin sahasında Hun adı altındaki
siyasî hayatları böylece tarihe karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi
iktidarının yıkılması neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana'nın
(Seyhun-ötesi) doğusunda, Kafkaslar'ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri
civarında ve bilhassa Aral Gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam
ettiren Türk kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2.
asrın yarısına kadar, doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca
bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır.
Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son yıllarda gelişen
yeni bir görüşe göre, 110-350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun baskısı
karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun İmparatorluğu'nu kurdukları
anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya Sibirya’ya doğru Çin sahasından
uzaklaşmalarından dolayı, haklarında, 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı
gerekçesine dayanılarak, Hiungnularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki
bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında, bütün Avrupa'da Türk hakimiyetini
gerçekleştirenlerin, bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli vesikalarla
belgelenmektedir.
Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU
TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ
Askerî Teşkilat
Sadece hafif zırhla korunmuş ve
tamamı atlı okçulardan oluşan bir ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve
hattâ iyi eğitimli, tam zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği,
ilk bakışta hayret vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar'ın
savaş taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek
gerekir.
Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel
taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları
Hunlar gibi iyi kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır.
Bunlar daha küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde
Hunlar, düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri, onlarla eşit sürede
alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve bu yedek
atlar sayısı, 5 e kadar çıkardı. Bunun, iki nedeni vardı. Eğer savaşta atı
ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve üstelik çok sayıda at,
düşmanların, Hun kuvvetlerinin miktarını tam olarak kestirmesini engelliyordu.
Hun askerleri, ikmal yolları kurmazlardı. Her asker, yiyeceğini, silahını,
çadırını, sefere çıkmadan önce ayarlamak zorundaydı ve bunları yedek atlara
yüklerdi. Hun atları da, askerleri gibi, çok hafif zırhlı idiler. Hunlar,
semeri kullanmasını biliyorlardı, fakat, üzengiyi kullanmamışlardır. Aslında
kullanmalarına gerek olmadığı da bazı Çin ve Avrupa tarihçileri tarafından bahsedilmektedir.
Çünkü, Hun askerleri, ata, sözleri ile hakim olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç
kullanırken, çok rahat hareket edebiliyorlardı. Emirlerle atların düşman
atlarını ısırması ve yere düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu. Üzengi,
Avarlar sayesinde 5. yüzyılda Avrupa'da yayılmaya başlamıştır.
Hun atlı okçuları, "Birleşik
Yay" diye bilinen, çok güçlü ve etkili, ağaçtan yapılma, boynuz ve deriyle
kaplanmış bir yay kullanıyorlardı. Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce
yıl kaldıklarından, bugün sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir
Macar okçuluk uzmanı ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikâyelerine,
buluntulara ve arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını
üretmeyi başarmıştır. Bu şekilde bir yayla, bir asker, 2 yaya sahip olmuş
oluyordu. Bu yaylar, kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler, yanlarında deriden
yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek, genelde yarım sene
alıyordu. Öncelikle kayın ya da akça ağaç diye bilinen uygun ve şekil alabilir
bir ağaç olması gerekiyordu. Yay'ın gövdesine, boynuz ve sert odun parçaları
yapıştırılıyordu. Deriyle kaplanarak, nem karşısında önlemler alınmış oluyordu.
Bu yay sayesinde, Avrupalı askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve
hızlı bir şekilde atış yapabiliyorlar, daha az yoruluyorlardı. Şimdi düşünün,
10 000 atlı asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri ve diz
hareketleri ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani bu bir dakikadan
az bir sürede, aynı anda 40 000 ok demek.
Hun ordusu yakın savaşa pek girmese
de, mecbur kaldığında genellikle mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı.
Askerler, küçük yaştan itibaren eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve
kılıç kullanması öğretilirdi. Okçuluk talimleri, genellikle fare, kuş,
gelincik, daha sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı yaptırılırdı.
Böylece, büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay kullanan, kusursuz bir
atlı okçu savaşçı yetişirdi.
Hunlar gibi atlı göçebe milletler,
genellikle savaşlarda mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları
ve Çin piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun
askerleri, hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için, öncelikle onların
sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna tutar, iyice yıpranan
düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı. Oklara karşı kalkan kullanmayı
deneyen ordulara karşı ise, grup halindeki okçularla ateş ederlerdi. Önce
havadan ok yağmuru başlar, diğer grup da hemen, kalkanlarını havaya kaldırmış
askerleri oklardı. Genellikle, pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı.
Avrupalı ve Çinli tarihçiler, Hunlar'ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani
bizim bildiğimiz Turan Taktiğini şöyle tanımlamışlardır: Ordu bütün kuvvetleri
ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan sonra, bir işaretle
geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman, zaferi kazandığına inanıp Hun
ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle Hun atlıları, eğerlerinin
üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum hattının saldırısını kırarlar ve
bu sırada yanlara açılmış Hun okçuları, düşmanı iyice çevirmiştir. Avrupa
tarihçileri bile, bu taktikleri ve iyi organize olmuş savaş düzenini, barbar ve
kana susamış ilkel kavimlerin yapamayacağını kabul etmiştir.
İktisat
Aslında İktisat ve Hun, birlikte
düşünüldüğünde, çoğu kişi şaşırabilir. Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun
çobanları olarak bilinirlerdi. Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını
değiştirmiştir. Baykal Gölü etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları,
Hiung-nular'ın sadece koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk
etmişlerdir. Hunlar'ın şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla
koruduklarını, taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler yaptıklarını,
sadece çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu bölgelerin ticaret ve
tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok zanaatkârın bulunduğu, ayrıca
Hunlar'ın pulluğu kullandıkları, arpa ve buğdayı bildikleri ortaya çıkmıştır.
Hunlar'a ait oldukları kanıtlanmış birçok mezarda ise, bazı tarım aletleri,
bugünlerde Rusya'da bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük çukurlarda saklamışlar,
iki taşın arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak ve çömlek kullandıkları, demiri
ve bronzu işledikleri anlaşılmıştır. Ticaret kervanları, Çin'e ve İran'a kadar
ulaşmıştır. Ormanlar da Hunlar'ın ekonomisinde çok etkili olmuştur.
Burak
Türkay Kılıç
(Dolunay
Dergisi)