Tanınmış büyük evliyâdan. Asıl adı Muhammed, lakabı
Celâleddîn, ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-Âşıkîn,
Sultân-ül-Mahbûbîn, Molla-yı Rûm ve Molla Hünkâr gibi lakapları da vardır.
Babası, Sultân-ül-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) ismiyle
meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled hazretleridir. Soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır.
Annesi sâlihâ ve evliyâ bir hanım olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem
hazretlerinin neslindendir. 1207 senesi Rebîulevvel ayının altıncı günü Güney
Türkistan'ın Belh şehrinde doğdu. 1273 senesi Cemâziyelâhir ayının beşinci günü
Konya'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Konya'nın en meşhur ziyâret yerlerindendir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir
müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sâhibi kimseleri kendisine
hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün
vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Onda,
bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer hususları da kemâl derecede mevcuttu.
Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün
olur.
Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi
düşünmek ve o şekilde anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği
içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ'yı çok eksik ve yarım
anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebeb olabilir. Nitekim hazret-i Mevlânâ'yı, sözlerini,
yolunu anlamanın anahtarını, kendisi bir rubâisinde şöyle dile getirmektedir:
Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr'ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına
dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan
saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarîkat kurucusu değildir. Yeni usûller ve
ibâdet şekilleri ihdâs etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı
âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defâ on beşinci asırda
ortaya çıkmıştır. İlk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamâna rastlar.
Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun
Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı
âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin
ney çalıp dinlediği sanılmıştır.
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden
olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney ve başka hiç bir çalgı çalmadı.
Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Yâni dans etmedi. Mesnevî'de yirmi dört bin,
Dîvân'da kırk sekiz bin beyit bulunmaktadır. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri
Mesnevî'sini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân
bırakmamıştır.
Mesnevî'sinden başka; Dîvân-ı Kebîr, Fîhi Mâfih,
Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri de vardır. Mesnevî'sine her
memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek
kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin kitabı, bunu da birçok kimse ayrıca
şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş'et Efendinin şerhinden elli
altı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, Sultan Abdülmecîd Han zamânında,
1847 'de Matba'a-i Âmire'de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî
(kuddisesirruh) buyuruyor ki:
"Mesnevî'nin
birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor]
ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve
her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır.
Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok
olmuştur.
Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan
her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi
varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve
kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü mânâsı, kamış kalem demektir ki, bundan
da, insan-ı kâmil kasdedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden
olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın
ilhâmı iledir.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında Ankara vâlisi
olan, Âbidin Paşa, Mesnevî Şerhi'nde, ney'in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz
türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden,
"ney"i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe
başlamışlar, ibâdete harâm karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i
Rûmî'nin (kuddisesirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak,
o tasavvuf üstâdının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir
kısmı, bunları, onun kullandığını zannederek aldanmakda ise de, (Mesnevî
şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.
Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun,
Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim
Mesnevî'sinde;
Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab! buyuruyor.
Yâni, "O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden
iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!"
demekdir. Sonradan gelen, Mevlânâ'yı tanımayanlar, ney, saz, def gibi çalgılar
çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu,
dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din
adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun
yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.
Halbuki Celâleddîn-i Rûmî yine, Mesnevî'de bir çalgıcı
ile hazret-i Ömer'in hikâyesine yer verir. Hikâyede yer alan çalgıcı uzun ve
boşuna geçen bir ömrün sonunda mezarlığa gelmiştir. Sonunda pişman olmuş ve
hazret-i Ömer'in elinde tövbe etmiştir.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri;
"- Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur'ân-ı kerîm,
Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir." buyurdu. Yâni evliyâlık yolunun kemâlâtını
bildiren kitapların en üstünü Mesnevî'dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet
kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât
kitabıdır.
Mevlânâ hazretleri, ölüme, "Şeb-i Arûs= düğün
gecesi" adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir
felâket değildir, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allah'a dönmek olduğundan,
ancak bir sevinç vesîlesidir. Tasavvufta keder ve ümidsizlik yoktur. Yalnız
sevgi ve tecellîler vardır. Bunun için Mevlânâ'nın
"Gel, gel, her kim olursan ol gel!
Allah'a şirk koşanlardan, mecûsîlerden, puta tapanlardan
da olsan gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni yüz defâ bozmuş olsan bile gel!" buyurduğu
söylenmektedir.
Mehmet Can
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…
Not: İçerik, internetten alıntılanarak derlenmiştir…