Ergenekon


Eski Türk yurdu ve coğrafyası üzerine şimdiye kadar çok değişik fikirlerin ortaya atıldığı bir gerçektir. Yani Türklerin ana yurdu meselesi çok tartışılmış ve halâ da tartışılmaya devam ediyor. Biz
de, zaman zaman çeşitli yazılarımızda ve kitaplarımızda kısmen de olsa bu konu üzerinde durmaya çalıştık. Bununla beraber eski Türk vatanı veya ana yurdu hususunda bizim görüşümüz Selenge ve Orkun Irmakları kıyıları olması gerektiği yolundadır. Ancak, özellikle Kök Türkçe kitabeleri göz önünde bulundurduğumuzda, bu tarihi belgelerde zikredilen Ötüken kelimesini ele alıp, neresi olduğu konusunda fikir yürütmek gerekirse, bu coğrafi adın çok geniş bir manası olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla eski Türk kaynaklarında “il tutulacak yer” olarak gösterilen Ötüken’in tek bir nokta olmaması lazımdır. Bizce, manası hakkında da münakaşaların sürdüğü Ötüken, büyük bir coğrafi mekânı ifade ediyordu.

Ötüken meselesini bu şekilde özetledikten sonra, Türk destanlarında geçen Ergenekon’un mevkiinin neresi olduğu hususundaki soruya da geçebiliriz. Tıpkı Ötüken’in yeri mevzuundaki tartışmalarda olduğu gibi, Ergenekon’un da ne anlama geldiği ve neresi olduğu yolunda farklı fikirlerin bulunduğunu yukarıda belirtmiştik. Eğer bu destanı hatırlayacak olursak; “her şeyin sahibi olan Tanrı bir gün yukarıda mavi gökleri yarattı. Sonra bu muazzam uzay boşluğu içerisine dünyaları yerleştirdi. Önce göğü, sonra da yağız-yeri ortaya çıkarmıştı. Bütün bunlara rağmen eksik olan şeyler vardı. Bu yaratmış olduğu evrene öyle bir şey eklemeliydi ki, hem kendisinin yarattıklarının en üstün varlığı, hem de bu dünyanın bir anlamı olmalıydı. Böyle düşünürken kendisinden de birşeyler kattığı insanı vücuda getirdi. Ve “yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer kılınmış; ikisinin arasında da insanoğlu yaratılmıştı”. Fakat Tanrı, insanların farklı farklı olmasını arzu etmişti. Onları çeşitli ırklara, kabilelere böldü. O, insan ırklarının bu şekilde birbirlerini tanımalarını ve karışmamalarını istiyordu.

Ergenekon

Binlerce yıl geçtikten sonra insanoğlu yeni yeni şeyler öğrendi, başka başka özellikler kazandı. Irklar zamanla birbirlerinden tefrik edilmek için çeşitli adlar almaya başladılar. İşte bunlardan birisi vardı ki, o zamana kadar yaratılmış olan hiçbir ırka, hiçbir soya benzemiyordu. Tanrı, bu ırka o vakite kadar meydana getirdiği hiçbir soyda olmayan meziyetler ve hünerler bahşetti. Bu ırk dünyanın en savaşçı, en zeki, en dürüst, en güzel ahlaklı ırkıydı. Bulunduğu coğrafyada ona korkuyla karışık bir saygı hissi vardı. Bu ırk zayıfların ve haklıların koruyucusu, zalimlerin ve haksızların düşmanıydı.

O zamanlar, bahsetmiş olduğumuz bu ırkın başında tıpkı kendisi gibi çok cesur, yiğit ve akıllı bir kişi vardı. Herkes onun sözünü dinler, yap dediğini yapar, yapma dediğini yapmazdı. Bu kişinin adı Türk’tü. Türk “güç, kudret, erdem” demekti. Onun soyundan gelen kişiler de bu özelliklerinden dolayı o öldükten sonra, bu adı almayı uygun buldular.

Türk’ün yeryüzünde bu kadar sevilmesi, bu ırkın üstünlükleri yüzünden dünyada bazı ayrıcalıklara sahip olması, çevredeki toplumların ve ülkelerin bazılarının ona düşman olmasına sebep oldu. Onun bu düşmanları aralarında gizli planlar yaparak; Türk milletini birgün tuzağa düşürerek büyük bir bozguna uğrattılar. Bu korkunç baskından bir çocuk haricinde kimse kurtulmamıştı. Düşman askerleri bu çocuğu öldürmemişler, fakat kol ve bacaklarını keserek bir bataklığa atmışlardı.

Yeryüzünde olup-biten bu işleri Tanrı makamından seyrediyordu. Kendi yaratmış olduğu, bu kutlu ırkın yok olmasına razı olmadı. Onun için bu çocuğun yanına bir dişi kurt gönderdi. Bu dişi börü, çocuğa et ve yiyecek getiriyordu. Bunlarla beslenen çocuk ölümden kurtuldu. Biraz büyüyen bu çocuk kurtla birleşti ve kurt ondan gebe kaldı. Etrafta kurt gibi yaşayan bir çocuğun olduğunu duyanlar, onu öldürmeye geldikleri zaman, kurt Tanrı’dan gelen buyruğu dinleyerek, çocukla birlikte yaşadıkları göl kıyısının kuzeyinde bulunan bir dağa kaçtı. Bu dağın içerisinde çok büyük bir mağara vardı. Börü çocuğa yol göstererek mağaranın içerisine girdi. Ortasında otları, ağaçları, nehirleri ve gölleri olan bir ova bulunuyordu. Bu ovanın genişliği onlarca km. idi. O kadar güzel bir yerdi ki, Tanrı bu Türk çocuğunu adeta cennetin dünyadaki bir eşi olan bu yere özellikle getirmişti. Onun burada çoğalmasını, güçlenmesini ve yeniden kendi adaletini uygulamasını istiyordu. Börü burada on erkek çocuk doğurdu. Bu on çocuk büyüyünce, bu dağı binbir güçlükle geçip, on tane kız kaçırarak buraya getirdiler ve burada çoğaldılar. Bunlardan birisi kendisine Börülü (Aşina) soyadını alarak, çadırının önüne kurt başlı bir sancak astı. Daha sonra bunların hepsinin başı oldu.

Aradan yıllar geçti, Türkler buraya sığmaz oldular. Artık Ergenekun (Kunların çoğaldığı, ergenleştiği yer-Halkın çoğaldığı yer) adı verilen bu kutlu yurttan çıkmak gerekiyordu. Çünkü onlar yıllarca atalarından çeşitli hikâyeler dinlemişlerdi. Yaşadıkları, çoğaldıkları bu yurdun dışında bir zamanlar atalarının hükmettiği çok geniş ülkeler vardı. Burada durup, oturmak onlara yakışmazdı. Türk’ün yaradılışının bir gayesi bulunuyordu. O sadece ok çekip, kılıç sallayan bir kavim değildi. Tanrı onu yeryüzünde adaleti ve düzeni sağlasın diye göndermişti. Dürüstlüğün ve iyi ahlakın timsali olması amacıyla vazifelendirmişti. Bu görevlerini icra etmesi için yeniden dünyanın içine dalmalıydı. Fakat buna bir engel vardı. Bu geniş ovadan kurtulmanın yolunu bilmiyordu. İçlerinden akıllı bir demirci çıkıp, kendisinin planı olduğunu söyledi. O, dağın bir yerinde demir madeni bulunduğunu ve burayı eriterek dışarı çıkabileceklerini söylüyordu. Buna herkes yürekten sevindi. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç herkes elinden geldiğince çalıştı. Kimi odun toplayıp-yığdı, kimi körük dikti. Dağın birçok yerinde sıra sıra kömür dizildi. Yamaçların sağına- soluna bir sıra odun, bir sıra kömür kondu. Dokuzyüz deve derisinden yapılan körükler çalıştı; en yaşlı Türk odunları ateşledi ve ellerini göğe kaldırarak ulu Tanrı’ya yalvarmaya başladılar. Türkler hep bir ağızdan “Tanrı Türk’ü korusun” diye bağırıyorlardı ve O’da yeryüzünün efendisi bu kavmi esirgedi. Tanrı yeryüzüne göndermiş olduğu bu kavmin dualarını işitti. Demir dağ eridi. Yol açıldı. Ancak onların bu günü unutmalarına imkân yoktu. Bu kutlu gün bayram ilan edildi. Hayatlarının yeniden başlangıcı, yeni yılın ilk günü olarak kabul gördü. Bütün Türk boyları yaşadıkları müddetçe bu günü unutmadılar. Ergenekon Bayramı’nda çeşitli oyunlar, eğlenceler ve spor müsabakaları düzenledikleri gibi, atalarının yeniden çoğaldıkları bu yere her sene giderek kurbanlar kestiler. Buraya “Ata sini” yani “Kutlu Atalar Mezarlığı” adını vererek, orada kurultaylar düzenlediler. Yeni yılı karşılarken, burada merasim yaptılar, hanedanlar devletin başına geçerken halkın da katıldığı, kağanlık seçimlerini burada yaptılar”.

Ergenekon 2

Her milletin mitolojik devirlerinde, böyle gerçeklerle efsanelerin birbirine karıştığı bir dönem vardır. Dolayısıyla Türklerin tarihte yaşadığı acı ve tatlı bazı hadiseler onların beyinlerine öyle işlemiştir ki, bu genler vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir. Dünyanın bütün halklarının kendilerinin türediklerini kabul ettikleri mitolojik bir yaratık mevcuttur. Türkler de kendi ataları olarak kurtu kabul ederler ki, sosyologlar ve etnologlar bunun sebebini ilmi ölçüler çerçevesinde açıklamaktadırlar. Bizim asıl söylemek istediğimiz, bir destan şeklinde kulaktan kulağa ve yazılı bazı kaynaklarda zikredilerek gelen bu kurt ata motifinin arkeolojik malzemeler ışığında desteklenmediğiydi. Ama 1956 yılında Moğolistan’ın Bugut kasabasında bulunan, kurttan süt emen çocuk motifli yazıtın yanı-sıra, şimdiye kadar gözden kaçtığı biçimiyle veya bizim öyle öğrenmemizi istedikleri şekliyle, tepesinde bir ejderha motifinin olduğu söylenen Köl Tigin ve Bilge Kağan kitabelerinin üstünde açıkça kurttan süt emen çocuk figürleri yer almaktadır.

Yukarıda anlattığımız destandan çıkan neticeye göre; bu Ergenekon denilen yerin dağlarla çevrili, içerisinde su ve otların bol bulunduğu geniş bir vadi olması gerekir. Aynı zamanda kanaatimizce, bu mekân günümüzdeki Moğolistan sınırları dâhilinde aranmalıdır. Yani, bu tarihi yurda Moğolistan dışında bakmak doğru değildir. Buna karşılık Çin ve İslam kaynaklarında sözü geçen ata yurda dair işaretlerin batıda ve özellikle de Turfan ile Turfan’ın batısında, daha doğrusu Issık Köl çevrelerinde gösterilmesi, Moğolistan’da anlatılan hikâyelerin 6-11. yüzyıllar arasında yine Türk boyları tarafından batıya taşınmalarından kaynaklanmaktadır, diye düşünmekteyiz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1993 senesinde hazırlanan ve Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi (MOTAP) olarak adlandırılan bir çalışma kapsamında yaklaşık sekiz senedir bu ülkede kazı ve yenileme faaliyetlerinde bulunmaktadır. Biz de, devletimizin sunduğu imkânlar dâhilinde bu proje kapsamında, çalışma gruplarının sorumlusu olarak iki kere Moğolistan’a gitme imkânına sahip olduk. Her ne kadar işlerimizin yoğunluğundan dolayı Moğolistan’ı pek tanıyamadıksa da, çalıştığımız mekânlar tarihi Türk yerleşim alanları, yani İslam öncesi Asya Türk devletlerinin ana merkezleri olan Orkun Havzası idi. Orkun Vadisi veya havzası olarak bilinen bu geniş bozkırlar neredeyse 11. asra kadar, Türklere başkentlik yapmış, Türk’ün beşiği olmuştur.

Ergenekon 3

Orkun bölgesinde dikkati çeken iki vadi vardır: Birincisi, yukarıda Orkun’un Selenge’ye karıştığı yerden, Kara-kurum’a kadar uzanan geniş bozkırdır ki, binlerce km3 alanı kapsayan bu vadi, Orkun ve onun kollarıyla sulanır, hayvancılığa ve şehir hayatına çok müsait bir yerdir. Zaten bugün Orkun Yazıtları veya Kök Türk Kitabeleri diye adlandırdığımız abidelerin burada dikilmesi; başta Kara-balgasun, Kara-kurum ve Türk Hanının Balığı gibi kent kalıntılarının mevcut olması bunu ispatlamaktadır. Buranın coğrafi önemi konusunda, yine daha önce bazı yazılarımızda bilgiler sunmuştuk. Kutlu Ötüken topraklarının ortalarına denk gelen bu yer, Türklerin sosyal hayatlarında vazgeçilmez bir bölge olduğu gibi, bugünkü Moğollar için de Orkun havalisi son derece mühimdir.

Orkun Havzasını teşkil eden ikinci kısım ise, Kara-kurum’dan Orkun Nehri’nin kaynağının çıktığı Altaylar mıntıkasına kadar uzanan alandır. Burası Orkun’un kuzeyinde kalan topraklardan daha dar bir vadiye sahiptir. Bölgenin üç tarafı yüksek sıradağlar ve ormanlarla çevrilidir. Buranın ilginç olan bir özelliği de, arazinin volkanik bir yapıda bulunmasıdır. Yani bazı yeryüzü şekilleri, dağ ve tepelerin oluşması birtakım volkan patlamalarıyla meydana gelmiştir. Bir başka hususiyeti de, burası bir deprem sahasıdır. Herhalde vadide bir fay hattı mevcut olup, zaman zaman yer sarsıntılarının olduğunu sanıyoruz. Bunun en büyük göstergesi, Moğolistan’ın en büyük şelalesi olan Orkun çağlayanının burada olmasıdır. Şöyle ki, Orkun Irmağı ve vadisi çıktığı dağlardan biraz yol aldıktan sonra söz konusu yerde birden seviye kaybetmekte, vadi neredeyse 100 metrelik bir çöküntüyle aşağıya inmektedir.

Biraz önce anlattığımız coğrafyaya ait güzellikleri göz önünde bulundurunca, insanın aklına Ergenekon acaba burası mıydı, gibi bir soru ister-istemez gelmektedir. Tabi ki, bazı şeyleri yazıyla anlatmak mümkün değil. Mutlaka zihinlerde canlandırabilmek için görülmesi, aklın somut bir şekilde o nesneyi algılaması şarttır.

Ergenekon Destanı’nı hatırladığımızda, işte bu geçit vermez dağların etrafında yetmiş yere, yetmiş körük konduğunu ve dağın eritildiği aklımıza geliyor. Orkun Şelalesi olarak adlandırdığımız bölge, adeta lavların püskürmesi sonucunda, toprağın üzeri erimiş demir cüruflarıyla bezenmiştir. Büyük ihtimal, binlerce yıl evvel bir deprem veya volkan patlaması sonucunda burada bir tabi felaket yaşanmış da olabilir. Ya da insanların gözleriyle gördüğü yamaçlardan inen lav akıntılarının, zamanla dağlardaki madenlerin insanlar tarafından eritilmesi şeklinde destanın içerisine de girme ihtimali vardır.

Bütün bu anlattıklarımızdan ayrı olarak, burayı gören herkesin hayran olduğu, özellikle biz Türklerin günümüzde bile cennetin bir parçası şeklinde telakki ettiği bu yeri, neden atalarımız geçmişte öyle görmesinler ve neden burası Ergenekon diye adlandırılan ana kucağı olmasın?

Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ

Alıntı Kaynağı: www.ergenekun.com (Pdf formatından aktarılmıştır.)