Atatürk’ün
dış Türklerle ilgisi onun milliyetçilik anlayışının doğal bir sonucu ve çok
önemli bir yanıdır. Çünkü Ulu Önder, tarih okuyan bir insandı. Orta Asya’da,
Kafkasya’da, Balkanlarda yaşayan insanlarla dil, kültür ve kan bağımız olduğunu biliyordu. Tarihi kaderin ayırdığı Türklerin gelecekte çeşitli birlikler oluşturabileceklerine de inanıyordu. Atatürk bu yönde çalıştı, önemli işler yaptı.
Kafkasya’da, Balkanlarda yaşayan insanlarla dil, kültür ve kan bağımız olduğunu biliyordu. Tarihi kaderin ayırdığı Türklerin gelecekte çeşitli birlikler oluşturabileceklerine de inanıyordu. Atatürk bu yönde çalıştı, önemli işler yaptı.
Pek çok
Atatürkçü, Atatürk’ün bu yönünü bilmez veya bilir de hiç gündeme getirmez.
“Herkes işine geldiği kadar Atatürkçüdür” desek, gerçeği işaret etmiş oluruz.
Anayasa’nın
Başlangıç bölümünde “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı”na vurgu
yapıldığı hâlde, bunun gereklerini kim yapıyor? Atatürk’ün kurduğu parti bile,
altı oktan birinin “milliyetçilik” olduğunu daha yeni hatırlamadı mı? Ne zaman
“dış Türkler” desek, ağzımıza bir yumruk vurup bizleri susturuyorlardı. Oysa
“Türk Cumhuriyetleri Birliği”, Atatürk’ün kimselere açamadığı, uluorta
dillendirmediği rüyasıydı. Önce, büyük birliğin alt yapısını oluşturacak dil,
tarih ve kültür çalışmaları yapılmalıydı. Bu çalışmaları büyük bir şevkle
başlattı. Yapmayı tasarladığı diğer önemli işleri ise ecel engelledi. Her şey
durdu. Atatürk’ün hedefleri unutuldu ve unutturuldu.
Atatürk’ten
ilk sapmalar, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasıyla başladı. İnönü’nün ilk
işi, Atatürk’ün millî hedefler için kurdurduğu ve çok önem verdiği “Türkiyat
Enstitüsü”nü kapatmak oldu.
O Türkiyat
Enstitüsü ki Türkiye dışında yaşamakta olan Türklere ulaşmak, onlarla gönül
bağı kurmak amacıyla kurulmuştu. Yıl 1924… Türkiye savaştan yeni çıkmış.
Ekonomi oldukça bozuk, zayıf ve küçük… Toplu iğnenin bile bulunamadığı yıllar…
Böyle imkânsızlıklar içinde bütçeden 200 bin lira tahsisat ayrılabiliyor ve
Türkiyat Enstitüsü kuruluyor. Başına da Profesör Fuat Köprülü getiriliyor.
Atatürk’ün Köprülü’ye söylediği şu sözler, Enstitü’ye verilen görevin açık
ifadesidir:
“Size, önem
verdiğim bir görevi veriyorum. Bilgili ve özellikle zeki arkadaşlarınızı
toplayın! Onlara görev verin; oralara gitsinler, oradaki insanlarla dostluk
kursunlar ve toplumlar arasındaki benzerlikleri, kültür ve tarih
beraberliğimizi hatırlatarak canlandırsınlar! Siz onları memleketimize davet
edin. Cumhuriyetimizi yakından görüp tanısınlar. Oralarda gereken araştırmaları
yapın, bilime hizmet edin! Ortak bir tarihten geliyoruz, birbirimizi tanımakta
yarar var! Haydi, göreyim sizi!..”(1)
Anlaşılacağı
gibi Atatürk, Türkiye dışındaki Türk topluluklarına karşı asla ilgisiz değildi.
Gönlünde daima “Türkiye Cumhuriyetleri Birliği” ülküsü vardı. Ancak bunun
devlet adamları tarafından ifade edilmesini doğru bulmazdı. Şöyle demiştir:
“Elbet bir
milletin bir ülküsü olacaktır. Ama bu ülküler, devletler tarafından açıklanmaz;
millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla her
şeyi görüyorsak… Ülkü de onun gibi farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve
her şeyi ona göre yaparız.” (2)
Atatürk,
söylemekten çok yapmıştır. Özellikle Türk İstiklal Savaşı sırasında dostluk
kurduğu Sovyetler Birliği’nin karşı politikalarını engellemek amacıyla titiz ve
dikkatli davranmıştır. Şu sözleri ne kadar açıktır:
“Bugün
Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir… Devlet olarak bu
dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı
Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan imparatorluğu gibi
parçalanabilir! Bugün, elinde tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilir.
Dünya, yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını
bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir
kardeşlerimiz vardır. Onları arkalayamaya hazır olmalıyız!
Hazır
olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lazımdır… Milletler
buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak!.. Dil, bir
köprüdür; inanç bir köprüdür; tarih bir köprüdür!.. Bugün biz, bu toplumlardan
dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa
düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını
yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim onlara
yaklaşmamız gerekli… Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım.
Dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette biz!” (3)
Atatürk’ün
bu sözleri, bir dilek ve temenni olarak kalmadı, gerçekleşmesi için güçlü
adımlar atıldı.
• Türkiyat Enstitüsü kuruldu.
• Türk Dilini Tetkik Cemiyeti kuruldu.
• Türk Tarih Kurumu kuruldu ve Tarih
Kongreleri toplandı.
Atatürk
Rusya’daki Sovyet rejiminden kaçıp Türkiye’ye sığınan Türk ilim ve tefekkür
adamlarına kucak açarak onlara önemli görevler verdi. Prof. Dr. Sadri Maksudî
Arsal, Prof. Dr. Zeki Velidî Togan, Prof. Dr. Yusuf Akçura, Prof. Dr. Reşit
Rahmeti Arat, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Cafer Seydahmet
Kırımer, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala gibi dil ve tarih bilginleri
Cumhuriyet’in kurulup kökleşmesinde ve Türkoloji’nin gelişmesinde ciddi
katkılar sağladılar.
Atatürk,
Türklükle ilgili sorunlara romantik duygularla yaklaşmamıştır. Uzak hedefleri
vardır ama sadece gerçekleştirebileceklerini öylemiştir. Örneğin: “Güvenlik
kuşağı stratejisi bağlamında gerçekleştirdiği “Balkan Antantı”, “Sadabat Paktı”
gibi uluslar arası yapılanmaların ve de ikili anlaşmaların özünde, sadece
bölgesel güvenlik değil, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı zamanda taraf
ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların durumları da yer almıştır. Bir başka
ifadeyle, Türkiye ile dost olmanın olmazsa olmaz türünden en önemli koşulunun,
bünyelerindeki Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken önemi vermek olduğunu
dost-düşman bütün bölge ülkeleri kavramışlardır.”(4)
“Hürriyet
ve istiklal benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal, elbette ki boyunduruk
altında yaşayan Türklerin sorunlarına ilgisiz kalamazdı. Çünkü O, sadece
Türklerin değil, tüm mazlum milletlerin atası ve önderiydi. Türklerin birliğini
ülküsü bilen her Türk çocuğu, O’nun şu sözlerini kalbine yazmalıdır:
“Türk
milleti Kurtuluş Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile, mahkûm
milletlerin hürriyet ve istiklal davası ile ilgilenmeyi, o davalara müzaheret
etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve
istiklallerine kayıtsız davranması elbette tecviz edilemez. Fakat milliyet
davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa edilmemelidir.
Milliyet davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce, şuurlu bir ülkü
meselesidir. Şuurlu bir ülkü demek, müspet ilme, ilmi usullere dayandırılmış
bir hedef ve gaye demektir… Türkiye dışında kalmış olan Türklerin ilkin kültür
meseleleriyle ilgilenilmelidir. Nitekim biz Türklük davasını böyle müspet
ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına,
zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki
Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”
Mustafa
Kemal Atatürk, dış Türklerin bulundukları ülkelerde millî kimliklerini
koruyarak varlıklarını sürdürmeleri için ne gerekiyorsa yapmıştır. Bu ülkelere
en seçkin ve en çok güvendiği bürokratları görevlendirmiştir. Mesela Tahran
elçiliğine büyük şairimiz Yahya Kemal, Kâbil elçiliğine Memduh Şevket Esendal,
Romanya büyükelçiliğine de Türk Ocakları başkanı millî hatip Hamdullah Suphi
Tanrıöver gönderilmişlerdir.
Mustafa
Kemal’in Türkiye dışındaki Türk coğrafyasına idealist öğretmenler gönderdiğini
de biliyoruz. Türk düşmanı karanlık güçler tarafından şehit edilen gerçek Türk
aydını Necip Hablemitoğlu, bu idealist öğretmenleri “Kemal’in Öğretmenleri”
diye adlandırmıştır. Bunlar Türkiye’den binlerce kilometre uzaklarda, o Türk
yurtlarında yaşayan soydaşlara Anadolu Türklüğünün sesini, sözünü, folklorunu
götürdüler. Türklük bilinci yaydılar. O devirde öğretmenler, yer tercihi
yapmazlardı. Devlet nereye gönderirse oraya giderlerdi. “Kemal’in
Öğretmenleri”nden kaçı Anadolu’ya dönebildi, kaçı “Türk casusu” sayılıp
zindanlarda ve toplama kamplarında çürüdü, mezarları belli mi, çocukları var
mıydı? Bilemiyoruz. Kesin olarak bildiğimiz şudur ki onlar “Kemal’in
Öğretmenleri”dirler.
Atatürk’ün
vakitsiz ölümü üzerine Türkiye gibi Türk dünyası da karardı. Türkoloji
çalışmaları durduruldu. Dış Türklere yönelik tüm programlar iptal edildi. Hatta
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, daha da ileri gitmiş, 3 Mayıs 1944’te komünistlere
karşı Ankara’da yapılan yürüyüşü bahane ederek milliyetçi üniversite
öğrencilerini ve Türkçü fikir adamlarını tutuklatmış, tabutluk adı verilen
hapishane hücrelerine attırmıştır. Tutuklananlar arasında Atatürk’ün çok değer
verdiği tarihçilerden Zeki Velidi Togan da vardı.
Atatürk’ün
zamanı, millî heyecanların coştuğu, Türklük ülküsünün fikir ve eylem alanında
zirveye ulaştığı bir devirken, İnönü’nün zamanı Türk milliyetçiliğine
(Türkçülük) savaş açılan bir devir oldu. Kendisini millî şef olarak ilan eden
İnönü, 19 Mayıs 1944’te millete hitaben yaptığı konuşmada, Türk
milliyetçilerini “ırkçı-Turancı” diye insafsızca suçladı. Bu tarihten sonra,
dış Türklerden söz eden herkes Turancı, “Türk soyu-Türk kanı” diyen her kişi de
“ırkçı” sayıldı. Türk milliyetçileri, sistemli olarak devlet yönetiminden
dışlandılar, hor ve hakir görüldüler. Dış Türklerle kurulan tüm köprüler
yıkıldı. Dış Türklerle ilgilenen kalmadı. Çünkü yasaklı bir konuydu. Gerçek
anlamıyla bir facia yaşandı.
Bugün Türk
cumhuriyetleri ve topluluklarıyla sağlıklı ilişkiler kurulamıyorsa ve
Sovyetlerin dağılması olayına Türkiye hazırlıksız yakalanmışsa bunun sorumlusu
İsmet İnönü ve O’nun Türklük karşıtı politikalarını uygulayanlardır.
Atatürk
uyarmamış mıydı? “Sovyetler bir gün dağılacak, o güne hazırlıklı olalım”
dememiş miydi? Neden Atatürk’e kulak tıkadınız? Üstelik dış Türklerin
dertleriyle dertlenenleri de düşman bellediniz. Kim haklıymış? Atatürk’ün millî
kültür ve dış Türklerle ilgili politikaları uygulanıp gelseydi, O’nun hayali
olan “Türk Cumhuriyetleri Birliği” bugün çoktan gerçekleşmiş olurdu. ABD,
bugünkü gibi efelenebilir miydi hiç?
Mustafa
ÖZTÜRK
Kaynak:
Kayseri Türk Ocağı Dergisi Sayı: 77 Mayıs-2007
Dipnotlar:
(1) İsmet
Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, 2. Basım 1999, s 62
(2) İsmet
Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, 2. Basım 1999, s 30
(3) İsmet
Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, 2. Basım 1999, s 31
(4) Dr.
Necip Hablemitoğlu, Kemal’in Öğretmenleri, Yeni Hayat
Sonaltaylı.net