YÜREĞİN
SESİ KIBRIS - Prof. Dr. Ulvi KESER
22 Ekim 2013
“ Prof. Dr.
Ulvi KESER Yazdı... „
Dünyanın en
çok basılan, yayımlanan, satılan ve okunan kitabını bilir misiniz? Peki bu
kitabın özellikle Batı dünyasında İncil
sonrasında en çok talep gören, merak edilen ve neredeyse her evde başucu kitabı olarak değerlendirildiğini hiç duydunuz mu? “Bana İsmail derler.” diye bir giriş cümlesiyle başlayan bu eşsiz, muhteşem başyapıt “Beyaz Balina” ismini taşıyor veya hepimizin bildiği ismiyle “Moby Dick.” Amerikalı Herman Melville’in 1851 yılında tamamladığı ve ülkemizde de çok büyük rağbet gören bu romanı esasında yaklaşık 150 yıl önce bugün karşılaştığımız ırk ayrımı, küreselleşme, sınıf farklılığı, sömürgeci zihniyet, uygarlık tarihi, teoloji, Batı/Doğu çatışması gibi sorunlara değinen ağır ve bir o kadar kolayca sindirilebilen türden psikoloji, tarih, mitoloji, hukuk, insanlık kitabıdır.
sonrasında en çok talep gören, merak edilen ve neredeyse her evde başucu kitabı olarak değerlendirildiğini hiç duydunuz mu? “Bana İsmail derler.” diye bir giriş cümlesiyle başlayan bu eşsiz, muhteşem başyapıt “Beyaz Balina” ismini taşıyor veya hepimizin bildiği ismiyle “Moby Dick.” Amerikalı Herman Melville’in 1851 yılında tamamladığı ve ülkemizde de çok büyük rağbet gören bu romanı esasında yaklaşık 150 yıl önce bugün karşılaştığımız ırk ayrımı, küreselleşme, sınıf farklılığı, sömürgeci zihniyet, uygarlık tarihi, teoloji, Batı/Doğu çatışması gibi sorunlara değinen ağır ve bir o kadar kolayca sindirilebilen türden psikoloji, tarih, mitoloji, hukuk, insanlık kitabıdır.
Her bir
cümlesi alınıp veciz söz olarak duvara asılabilecek türden bu kitabın bizim
için başka bir özelliği var mıdır diye sorulacak olursa cevabı da “Evet”
olacaktır. Yaklaşık 1000 sayfalık bu
kitabın mükemmel İngilizcesi, akıcılığı, öğreticiliği, çıkarımları ve dersleri
yanında bizden özellikleri de söz konusudur.
Kitabı
güzel dilimize kazandıranlar Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu’dur ve yazar
Melville’e haksızlık etme pahasına onların Türkçesi kelimelerle ifade
edilemeyecek kadar güzel ve olağanüstüdür.
Sizi bir
anda uçan halının üzerine oturtup pasaportsuz, vizesiz sınır tanımadan uçuran,
ruhunuzu dinlendiren, bir küçük pınarın şırıltısı gibi gönül derinliklerinizde
huzur ve sükûnetle buluşturan işte o güzel dil, Türkçedir.
Basit,
sıradan ve olur olmaz şeylerle gurur duyma alışkanlığı sarmalında boğulan
yurdum insanı işte övünülecek şeyler tam karşımızda duruyor.
İster bu
muhteşem başyapıtın Türkçesiyle, ister Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu gibi
dünya çapında iki büyük dil ustasıyla ve isterseniz gelir geçer maç
sonuçlarıyla değil de onun Trabzon Maçkalı bir edebiyatçı olmasıyla gurur
duyabilirsiniz göğsünüzü gere gere.
Türkçenin
kabalığından, zorluğundan, yetersizliğinden dem vuranların suratına atılacak
bir şamardır aslında Erhat’la Eyüboğlu’nun şiir tadındaki Türkçeleri bu eserde.
Dilimizin
güzelliği sadece onlarda mı ortaya çıkar? Şüphesiz hayır. İşte Türk
edebiyatının ulu çınarlarından Y. Kemal Beyatlı’nın “Türkçe ağzımda annemin
sütüdür.” sözüyle yücelttiği, işte yakınlarda kaybettiğimiz Türk edebiyatının
bir diğer ulu çınarı F. Hüsnü Dağlarca’nın herkesin bildiği “Türkçem benim ses
bayrağım.” sözüyle yüceltmekle kalmayıp kutsallaştırdığı dilimiz ve bugün
ayaklar altına alınmış, acınacak hali.
Bu güzel
dile neden gerekli ve hak ettiği özeni göstermiyoruz? Yurdum insanı kendisini
güruhtan ve yığınlardan koparıp millet yapan o ulvi değerlere neden bu kadar
uzak, yabancı, gönülsüz ve umarsız? Türkçe sevgisi, ana dil coşkusu, dil
bilinci ve duyarlığı neden artık ayaklar altına alınmış durumda? Bu konuda bir
şeyler yapması, somut adımlar atması gerekenler neredeler? 12 Eylül 1980
sonrasında Büyük Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu
sıradanlaştıran ve bürokrasi çarkının dişlerinde ezenlerin vicdanları acaba hiç
mi sızlamaz? Oysa dil öğrenimi, insanların kendi dillerine sahip çıkması
düşünceyi geliştiren, ona şekil veren, “insan yapan” ana unsurdur ve birkaç
gönüllü Don Kişot dışında çevre kirliliği, hava kirliliği, gürültü kirliliği
yanında maalesef ve acı bir şekilde farkına varılmayan bir de dil kirliliği
mevcuttur, Türkçenin o güzel tınısına ve sıcaklığına rağmen.
Karamanoğlu
Mehmet Bey’in daha 13 Mayıs 1277’de “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda,
dergâhta, mecliste ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya.” diyerek
ferman çıkartmasının ardından köprülerin altından çok sular aktı; ancak Türk
dili sahipsiz, öksüz, perişan ve yerle yeksan olmuş durumda şu an.
1950’li
yıllarda başlatılan Türk insanını bilimden, düşünceden, okumadan ve uygarlıktan
uzaklaştırma çabaları 1980 sonrası insanların ve özellikle gençlerin toplum
sorunlarından uzak “çiçek çocuklar” haline getirilmesi, ardından bütün toplumu
saran internet ve cep telefonu salgınıyla hem Türkçe “fil adam” şeklinde bir
garabete dönüştü, hem de zaten yerlerde sürünen okuma oranımız iyiden iyiye
dibe vurdu.
Bir toplum
başka nasıl uyuşturulur, başka nasıl afyonlanır? Toplum başka nasıl ele
geçirilir, sömürülür, yabancılaştırılır ve aşağılık kompleksleriyle darmadağın
edilir? Uzatmaya gerek yok, düşünmesini, okumasını, bilmesini, tartışmasını
engellemek, dilini tahrip etmek yeter. Yetiyor da. Gönlünüzü sevmez misiniz,
canınızı düşünmez misiniz? Öz varlığınıza değer vermez misiniz? O; diliniz,
gönlünüz, yüreğiniz, hayatınız, yurdunuz, ses bayrağınız tıpkı Dağlarca’nın
“Türkçe Katında Yaşamak” diyerek söylediği gibi;
Seslenir
seni bana sonsuz
Der ki
çoğal
Der ki uzan
mutluluğuna
Usun,
iyiliğin, doğruluğun
Bir
bilinmeyenden bir bilinene dek
Türkçe, var
olduğumuz
Türkçe,
nice desem seni
Onca
güzelim
Görünmek,
derinleşmek
Dolmak
Seni
düşünürüm, düşünürüm, yarı karanlıklarda, dal
Anlarım
onca
Bir bölü
beş, bir bölü dokuz
Bir bölü
bin üç
Ayrılık
anlamların öylesine azar azar dağılır
Ta doğudaki
balık
Duyar
kokusunu
Ta batıdaki
yoncanın
Seslenir
seni bana yakın uzak
Yeryüzü mavisinden
gökyüzü yeşiline
Tutsak
uluslar var ya, geceler boyu
Onlar için
Yitik
özgürlükler için
Türkçe
haykırmak
O süre
yaradılış dar iken
Düz iken,
yassı iken
Daha'lar,
daha'lar, daha'lar daha'lara karışmış
Sınırsızlığın
getirmiş yarınları
Konuşamaz
iken, o yusyuvarlakta
Diyemez
iken
Artısı
eksisi almış götürmüş
Toprağın
bitkilerden arta kalan sağlığını
Sıcak uzun
Bir kişiler
geleceğine
Seslenir
seni bana bir duru su
İçinde
masallar, uygarlıklar saklayan
Eski
ozanlar kazımış ilk yazıları ilk anıtlara
Yankılanır
Alandan
alana, uçsuz bucaksız
Evrenden
akınlarının uğultusu
Ama bağışla
beni, unutmuşum,
Yıldızını,
güneşini, ayını, utanmadan
Öyle köksüz
günlerim gelmiş bozkır çadırlarında çırılçıplak
Unutmuşum
ana demesini bile
Öykünmüşüm
türküsünü ellerin
Ağzıma bir
kara düşmüş, bağışla beni
İşte and
içiyorum
Bütün
ölüler adına
Bütün
gençler, bütün doğacak çocuklar adına
Varacağım
deyişine gündüz gündüz
Varacağım
Tanrı'ya dek
Soluğumda
soluğun
Seslenir
seni bana ovam, dağım,
Nere gitsem
bulur beni arınmış.
Bir çağ ki
akar ötelere,
Bir ak, ki
yüce atalar, bir al, ki ulu oğullar
Türkçem,
benim ses bayrağım