Semerkand, Türkistan’ın Maveraünnehir
bölgesinde Zerefşan Irmağı kenarında Orta Asya’nın en eski şehirlerinden
biridir. Şehirde ilk yerleşim yeri, adını İslamiyet öncesi Türk ve İran
efsanevî kahramanından alan Afrasyab Tepesi’dir. En eskisi M.Ö. binli yıllara
uzanan çeşitli medeniyetlerden sonra, 8. yy.’da Afrasyab müslümanların eline
geçmiştir. Bundan sonra hızla gelişen şehir 11-12. yüzyılda güneydeki ovaya
inerek bölgenin kültür ve ticaret merkezi haline gelmiştir.
Semerkand, Samanîler’in (892-999),
Karahanlılar’ın (840-1212), Selçuklular’ın (1038-1157), Moğollar’ın (12-14.
yy), Timurlular (14-15) ve Özbekler’in hakimiyetini gördü. Sonraları önemini
kaybetmeye başlayan şehir 19. yy’da Ruslar’ın istilasına uğradı. Günümüzde
komünizmin çöküşünden sonra yeni kurulan Özbekistan Devleti’nin önemli
şehirlerinden biri olmuştur.
Semerkand ve çevresi, tarih boyu ilim ve
sanat merkezi olarak bir çok medeniyete beşiklik etmiş, İslamiyete büyük
hizmetleri geçen ünlü kişiler yetiştirmiştir. Ayrıca Anadolu’ya ışık tutarak
Müslüman Türk’ün vatanı haline gelmesinde büyük rol oynamıştır.
Semerkand’ın manevi coğrafyasının köşe
taşlarından ilki, İslâm ordularının şehri fethi sırasında şehit düşen Kusem
İbn-i Abbas’ın (R.A.) türbesidir. Ona karşı tarih boyu gösterilen ilgi sonucu,
çevresi Eyüp Sultan’da oluşan manevî yoğunluk benzeri türbelerle sarılı bir
mezarlık haline gelmiştir. İbn-i Batuta şehri gezdiği zaman, türbenin dört
sütun üzerine oturan kubbeyle örtülü çok süslü bir yapı olduğunu anlatır.
Ancak, türbenin sonradan bugünkü şekli ile yeniden yapıldığına ileride
değinilecektir.
Ehl-i Sünnet’in itikadî mezheplerinden
Mâturidî mezhebinin kurucusu Ebu Mansur Muhammed (9. yy), Semerkand’ın Mâturid
köyündendir, Semerkand’da yaşamıştır.
Semerkand çevresinde yetişmiş Şeyh Ahmed
Yesevî (K.S.)(12. yy) ile başlayıp Şah-ı Nakşibend (K.S.) (14. yy) ile devam
eden muhtelif tasavvufî akımlar Türk illerinde yayılmış, bilhassa Anadolu’ya
gelen temsilcileriyle Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin yücelmesinde çok
büyük emekleri geçmiştir.
Semerkand’ın tarih boyu kültürel hayatının
göstergesi olarak, bazıları günümüze kadar gelebilmiş medrese, çarşı, cami,
hanigâh, kale, türbe ve saray gibi çeşitli yapılar mevcuttur. Şehrin tarihinde
Timur ve torunu Uluğ Bey’in önemli bir yeri vardır. Onların yürüttükleri imar
ve kültürel hareketlerle 14. ve 15. yüzyıllarda Semerkand eşsiz abidelere
kavuşmuştur. Timur, başşehri Semerkand’ı dünyanın en muhteşem şehri yapma
sevdasına tutulmuştur. Semerkand’da geniş cadde ve meydanlar açtırıp bunların
etrafına anıtsal çarşılar, depolar, camiler, saraylar ve parklar yaptırmıştır.
Tuğla ile yapılmış mimari eserler, genellikle muhteşem giriş kapıları, bir
kısmı dilimli iri ve yüksek kubbeleri, iç ve dışlarının sırlı tuğla ve
çinilerle süslenmeleriyle dikkat çekiyorlardı.
Şehrin en eski yapıları Afrasyab
Tepesi’ndeki kale ve duvar resimleriyle süslü 6-7. yy’a ait saray
kalıntılarıdır.
Semerkand yakınlarındaki Tim’de bulunan
977/978 tarihli Arap Ata türbesi, Samanîler devrinde tuğladan yapılmış, kare
planlı, kubbeli bir yapıdır.
Semerkand’ın Afrasyab Tepesi eteklerindeki
Şah-ı Zinde türbelerinden bazıları Timur devrinden önce yapılmıştır. Selçuklu
geleneğinde içi ve dışı çinilerle süslü bu türbelerin farklı yönü, kubbelerin
yüksek kasnaklı olmasıdır. Bazıları iç içe geçmiş biribirine bitişik 20 kadar
yapıdan oluşan Şah-ı Zinde türbeleri arasında; 1334 tarihli ziyarethane, 1347
tarihli Kadızade-i Rumî diye meşhur olan ünlü astronom İznikli Musa Paşa’nın
türbesi, 1335 tarihinde yenilenen ve şehrin manevî merkezini teşkil eden
sahabeden Kusem İbn-i Abbas (R.A.) türbesi, 1360 tarihli Hoca Ahmed türbesi,
1371 tarihli Türkan Aka türbesi, 1372 tarihli Sadi Mülk Aka türbesi, 1376
tarihli Tuğlu Tekin türbesi, 1385 tarihli Şirin Bike Aka türbesi, 1386 tarihli
Emirzade türbesi, 15. yy’dan Tuman Aka mescidi ve türbesinin isimlerini saymak
mümkündür.
Timur’un Semerkand’da yaptırdığı en önemli
yapılardan ilki, karısına ait 1404 tarihli Bibi Hanım Camii’dir. Yapıldığında
anıtsal özelliklere sahip bu yapı halen harabe halindedir. Timur, 1404
yıllarında yaptırdığı Gûr-i Mîr (Gur Emir) türbesine öldüğü zaman
defnedilmiştir. Türbe mimarisinin abidevî örneklerinden olan bu yapı, aslında
bir külliye olarak yapılmıştır.
Timur’un torunu Uluğ Bey’in Semerkand’ın
Registan denilen çarşılarının bulunduğu merkezî meydana 1421′de yaptırdığı
medrese ile günümüze kalıntıları gelen rasathanesi önemli yapılardır. Onun
yaptırdığı eşi benzeri olmayan cami, hamam gibi yapılar ise yıkılıp gitmiştir.
Aynı hanedana mensup Ebû Said Han’ın 15.
yüzyılda yaptırdığı medreseden, Çihil Duhteran (Kırk Kızlar) diye anılan türbe
kısmı günümüze kadar gelebilmiştir.
Semerkand şehrini 15. yüzyıldan beri
merkezi sayılan Registan meydanında, Uluğ Bey medresesinin yanında 15. yy’dan
kalma Mirsoî kervansarayının temelleri üzerine 1660 tarihinde yapılan Tilâkâri
Medresesi, karşısında 17. yüzyılda yapılan Şîr Dâr Medresesi ve bu medresenin
arkasında sekizgen planlı bir çarşı yer almaktadır. Bütünü ile ayakta kalan ve
günümüzde onarılan bu yapılar âdeta geçmişi günümüze taşımaktadırlar.
Türkistan’ın tarih boyu kültür, sanat ve
ticaret merkezleri arasında Semerkand, bilhassa günümüze kadar gelmiş abidevî
eserleri ile ayrı bir önem taşımaktadır. Zengin çini süslemelere sahip bu
eserler tarihimizin ihtişamını yeni nesillere göstermektedir. Artık teknolojik
imkanlarla iyice küçülen dünyamızda eski ata yurdu ile ilişkilerin artmasını,
aradaki maddi ve manevî uzaklıkların azalmasını diliyoruz.
O
diyardan bir velî: Hâce Ubeydullah Ahrar k.s.
“Hâcegân” yolu diye adlandırılan tasavvuf
kolunun büyüklerindendir. Manevî nisbetini ve zikir talim ehliyetini Yakup
Çerhî (K.S.)’den almışlardır. Yakup Çerhî (K.S.)’nin üstadı da Şah-ı Nakşibend
Muhammed Bahaüddîn (K.S.)’dir.
Hâce Ubeydullah Ahrar (K.S.), Hicrî 806′da
Taşkent’te dünyaya gelmişler, 895 senesinde irtihal etmişlerdir.
Reşahat sahibi Mevlânâ Ali b. Hüseyin,
Hâce Ubeydullah Ahrar (K.S.)’ın, mürididir ve bu sayede hayatına ve
menkıbelerine ilişkin önemli bilgiler günümüze kadar ulaşmıştır.
Hâce Ubeydullah Ahrar (K.S.), daha
çocukluğundan itibaren görenleri hayrete düşürecek bir takım harikulâde hallere
sahiptir. Yüzünde öyle bir nur ifadesi müşahede edilir ki, görenler ona meftun
olmaktan kendilerini alamazlar. Dilinde Allah, fikrinde Allah…
Buyurdular
ki: “Hoca Abdülhalik Gucdevânî Hazretleri ve bağlıları, çarşı ve pazarda
gezerken, halkın ve satıcıların gürültü ve şamataları kulaklarına zikir
gelirmiş. Zikirden başka hiç bir şey işitmezlermiş. Başlangıç demlerinde zikir
bana öyle hâkim ve gâlip olmuştu ki, rüzgârın seslerini ve iniltilerini hep
zikir diye işitirdim. Bir gün Semerkand zenginlerinden biri bir düğün yaptı.
Bir arkadaşın ricasiyle düğün yerine yakın bir noktaya gitmiştim. Bütün düğün
halkının bağırıp çağırmaları ve çalgı sesleri bana zikir gibi geldi. Başka bir
şey duymuyor, işitmiyordum. O zamanlar onsekiz yaşlarındaydım.”
Manevî makamâtı nasıl elde ettiklerine
dair ifadeleri: “Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde
ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır
umduğum herkese hizmet ederim.”
Hizmette
ulaştıkları nokta.
“Mirza Şahruh zamanında Heri’deydim. Para
adına bir habbem bile yoktu. Başımda bir tülbentim vardı ki, parça parçaydı.
Bir parçasını düğümlesem öbürü parçalanır ve sarkardı. Bir gün pazar yerinden
geçerken bir dilenci benden bir şey istedi. Param yok ki vereyim. Bir ahçının
önüne geldim, tülbentimi başımdan çıkardım ve dedim: ‘Bu tülbent eskidir ama
temizdir. Kap kacak yıkandıkça kurutmaya ve silmeğe yarar. Şunu al da şu fakire
bir kap yemek ver!’ Ahçı fakiri doyurduktan sonra büyük bir edeple tülbenti
önüme koydu. Fakat ben kabul etmedim ve çıkıp gittim.”
Ve ölçü: Hâcegân tarikatında vaktin icabı
neyse ona göre davranılır. Zikir ve mürakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek
bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile olacak bir
hizmet, zikir ve mürakabeden önce gelir. Bazıları zannederler ki, nafile
ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet
mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul
etmemişlerse, bu, hizmet ve tevazuu tercih etmelerindendir. İhsan edeni sevmek
zaruridir ve muhabbet miktarınca alâka daha tabiidir. Bu yolun bağlıları
kendilerini Hakkın rızası yoluna vermişler ve mukabilinde hiç bir şey
beklememeyi şiar edinmişlerdir.”
Buyurdular ki: “Hiç bir şey, insanın
bâtınını belâ ve mihnet gibi tasfiye edemez, süzüp temizleyemez. Belâ ve
mihnet, insanın kalın perdelerini söküp parçalar.”
“Dervişlik herkesin yükünü çekmek ve
kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”
“Sizden hanginizdir ki, yirmi kere, belki
daha fazla tasarruf edildiği halde ve nisbet sahibi kılındığı halde her dışarı
çıkışında onu kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor, lâkin siz onu muhafaza
edemiyorsunuz. Eline bir nur teslim edilen insan icap eder ki, onu en aziz
varlığı bilsin, fânî varlığını tasfiye etsin, karanlıkları yensin ve ışığa
çıksın.”
Allah bizleri Saadât-ı Kirâm’ın yolundan
ayırmasın ve şefaatlerine nail eylesin.
.