Türk
Askerleri
Bir
milletin sosyal yapısı, ekonomik ve kültürel hayatı ile devlet teşkilatı çok
mükemmel olabilir. Ama bunların özellikle dış tehlikelere karşı korunması ve
devam ettirilmesi için güçlü bir askeri düzene de ihtiyaç vardır. Ordu millet
olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de savaşçılıklarıdır. Barış
zamanında günlük işleriyle meşgûl olan halk, savaş zamanında
çoluğundan-çocuğuna top-yekûn seferberlik halinde bulunuyorlardı. Türk tarihine
ait kaynaklardan öğrendiğimize göre; savaş ve ordu komutanlığı sadece
erkeklerin işi değildir. Kadınlar birliklere veyahut da ordulara kumanda
edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde
savaşlara katılıyorlardı[1]. Özellikle harp, Türkler için bir sanat halini
almıştı. Onlar için yatakta ölmek en büyük yüz karasıydı.
Türk
milletinin tarihinde ilk sistemli ordunun büyük Hun kağanı Mo-tun (Bögü Tonga)
tarafından kurulduğu zaman zaman ilim adamlarınca ileri sürülüp, bu şekilde bir
kanaat hasıl olmuşsa da, bu doğru değildir. Türklerden haber veren en eski
vesikalara baktığımızda, M.Ö. 3000’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan
Türklerin, bu güçleri sayesinde sürekli Çin sınırlarına taarruzları söz
konusudur. Eğer düzenli bir orduya sahip bulunmasalardı, Çin imparatorluğu
Türklere karşı 9. asırdan itibaren yapımına başlanan Çin Seddi’ni meydana
getirmek zorunda kalmazdı. Bununla birlikte araştırmacılar, Türk ordusunun
diğer kavimlerin askeri yapılarından farklı olan üç yönünü tespit etmişlerdir:
1- Türk ordusu ücretli değildir. 2- Türk ordusu daîmidir. 3- Türk ordusu
temelde suvarilerden oluşur[2].
Eski
Türklerde bütün erkekler doğuştan asker oldukları gibi, yeri geldiğinde
kadınlar da usta birer savaşçıydılar. Türk ordusunun ve milletinin savaşa daima
hazırlıklı bulunmasının nedenleri arasında, Orta Asya bozkırlarında yaşamanın
güçlüğünün yanısıra, onların sosyal hayatıyla da alâkalıdır. Ekonomilerinin
esası konar-göçer hayvancılığa dayalı olan Türkler, zaten yılın yarısından
fazlasını hayvanlarının peşinde, dağlarda ve yaylalarda geçirdiğinden, bünye
olarak sağlam bir yapıya sahiptiler. Üstelik, yine yılın belirli aylarında
zaman zaman bizzat kağanın başkanlığında, bazan da beylerin sevk ve idaresinde
bir nev’i askeri talim özelliği taşıyan sürek avları düzenleniyordu ki, bu da
Türklerin savaşa ve savaş manevralarına daima hazırlıklı olmaları demekti.
Ayrıca insanlar çocukluklarından itibaren koyunların üzerinde ata binmeyi, yay
ve oklarla kuşlara nişan almak suretiyle atıcılığı öğreniyorlardı. İyi birer
savaşçı olmaya mecburdular, çünkü harp ganimetlerinden elde edilen gelirler de
önemli bir meblağ tutuyordu. Mesela bu hususta kaynaklarda şunlar
söylenmektedir: Askerler herhangi bir yere girdiklerinde, önlerine çıkan
çadırlara veya evlere üstünde kendi işaretleri olan oklarını saplıyordu. Daha
önce çakılmış bir okun yanına başkası iliştirmiyordu. Savaş bitip, kesin zafer
kazanıldıktan sonra asker, oklarının bulunduğu yerleri yağmalardı. Ayrıca bu
yaptıkları savaşlarda ele geçirilen esirlerden insan gücü olarak
yararlanılırdı. Bununla beraber kaynaklarda, Türklerin harp esirlerine ve
kendilerine sığınanlara son derece iyi davrandıklarına işaret olunuyor. Aman
dileyeni öldürmemek gibi bir geleneğin yanısıra, mağlup olanın kılıç veya
koltuk altından geçmesi de galibin himayesine girdiğinin göstergesiydi ki, bu
duruma özellikle Dede Korkut Hikayelerinde rastlamaktayız[3].
Hun
dönemine ait Çin kaynaklarına baktığımızda, orduyu idare eden yirmidört
komutanın varlığından bahsediliyor[4]. Bunların emri altında çeşitli rütbelere
mensup askerler bulunuyordu. Kök Türkçe yazıtlarda ordu kelimesi sü terimiyle
karşılanmıştır. Abidelerde en çok geçen kelimelerden birisi budur. Türk ordu
teşkilatına dair ilk kayıtlar, milattan önce 3. asra ait olup, bu ordu onlu
düzene göre yapılanmıştı. Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla bu sistem Mo-tun
Yabgu zamanında meydana getirilmişti[5]. Ordunun başında bugünkü genelkurmay
başkanı yerinde olan Sü-başılar bulunuyordu. Sü-başı terimine ilk defa Türkçe
belgelerde 8. yüzyılda rastlamaktayız. 710 yılındaki Türgiş seferi sırasında
orduya sü-başı İni İl Kağan komuta etmişti[6]. Uygurlar Türk Devletinin başına
geçmeden önce, Basmıl ve Karluklarla ittifak yapmışlar ve Börülüleri (Aşinalar)
birlikte ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Bu müttefik ordunun idaresi
Uygurların başbuğu Kutluğ Bilge Köl Kağan’ın oğlu Moyun Çor’un yönetimindeydi.
Yani Uygur şadlarından Moyun Çor da Sü-başılık yapmıştı[7]. Genellikle
sü-başılık görevlerine kağan çocukları, kardeşleri veya yeğenleri
getirilmekteydi.
Sü-başıdan
sonra orduda en büyük rütbe, bizim kanaatimize göre Çabış[8] lıktır. Bilge
Tunyukuk şahsına ait yazıtında, kendisinin İl-teriş’in çabışı olduğunu;
bilgesi, çabışı ben ök ertim[9], sözüyle açıklıyor. Çin sınırlarından harekete
Aşina Kutlug ile birlikte başlayan A-shih-te Tunyukuk’un, Kutluğ’un önde gelen
komutanı olma özelliği de bulunmaktadır. Kök Türk tarihinin ünlü devlet
adamlarından Köl İç Çor da, Bilge Kağan’ın çavuşluğunu yapmıştır. Onun batıdaki
Tarduş beyleri üzerindeki faaliyetleri ve Beş Balık seferlerindeki üstün gayreti
artık bilinmektedir. Köl İç Çor da haklı olarak yazıtında bu unvanını şöyle
dile getiriyor: Köl İç Çor ançak bilgesi, çabışı erti[10]. Yine Uygur
komutanları arasında Çabış Sengün[11]adında meşhur bir şahsiyete
rastlamaktayız. 753-754 tarihinde, Uygurlardan Türgiş ülkesine Çabış Tun
Tarkan’ın[12] gitmiş olduğunu tespit etmiş durumdayız. Zamanını
belirleyemediğimiz Yula Beğ adına dikilen Kemçik-Çirgak Yazıtında ise bir Baş
Çabış[13] ile karşılaşıyoruz.
Kitabelerde
asker manasına sü’den başka çerig kelimesi
de kullanılmıştır[14]. Askeri terimler bakımından dünyanın en büyük kültürüne
sahip Türk milleti ve ordusunda bütün rütbeler birer birer ayrılmıştır. Her
rütbenin vazifesi farklıdır. Bugüne kadar gelmiş olan bu rütbeleri kaynaklardan
yola çıkarak ortaya koymak mümkündür.
Eski
Türk ordusunda en büyük askerî birlik tümen[15] denilen on bin kişilik
kuvvettir ve bunlar “tümen başı” denilen komutanların emrindeydi. Ondan sonra
beşbin kişilik birlikler gelir. Beş bin kişinin başkanına ise, Beş bıng er
başı[16] denmektedir. Ordunun idaresinde daha sonra Bınga başılar yer alıyordu.
Uygur kağanlığının başlangıç yıllarında Köl Bilge Kağan’ın, oğlu Moyun Çor’u
binbaşı tayin ettiğini;özümin öngre bınga başı ıdtı[17], cümlesinden
anlamaktayız. Terhin Yazıtında ise, Tölös ve Tarduş beylerinin oğullarından
bınga başıların çıktığı görülmektedir[18]. Yine, Terhin Yazıtında ilk defa
Tokuz yüz er başı deyimiyle karşılaşmaktayız ki, burada; Tokuz yüz er başı
Tuykun Ulug Tarkan Bukug[19], diye birinin ismi geçiyor. Beş yüz kişinin
komutanı ise, Beş yüz başı denmektedir. Terhin Yazıtında, Moyun Çor’a bağlı
beyler arasında Beş yüz başı Külüg Ongı ve Beş yüz başı Ulug Öz Inançu[20]’nun
adları sayılıyor. Bundan sonra yüz başılar[21] gelmektedir. Bir de askeri rütbe
olarak er başılar[22] vardır.
Savaşta
askerler, komutanlarına yüzde yüz itaat etmek zorundaydılar. En küçük bir
uygunsuzluk veya isyan hareketinin cezası ölümdü. Savaşa girecek er atının
kuyruğunu bağlar veya keserdi ki, buna eski Türkler “tullama” diyorlardı.
Kelimenin aslı bugün de Türkçemizde kullandığımız “dul” sözüyle ilgilidir.
Atını da bir eş gibi gören Türk, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve
evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra
ediyordu. Yine bu suvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve
hepsinin bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgarla yarışıyorlardı.
13.
asır Türkiye Selçuklu hükümdarlarından İzzeddin Keykavus hakkında bilgi veren
İbn Bibi’de, bir sultanın erlerine nasıl davranması gerektiği hususunda da
şunlara rastlıyoruz: “Askerlerini ara, onların hayvanlarının beslenmesine
yardımcı ol. Çünkü asker mertlik ve yiğitlik kaynağı olup; devletin ve halkın
koruyucusu, ülkenin kılıcı, padişahın mızrağı, şehirlerin ve beldelerin
kalesidir. Onlar felaketleri önleyip, düşmanları uzaklaştırır. Açıklar onlarla
kapatılır, işler düzene girer. Erin yoksulunu kolla ki, sırtın sağlam olsun.
Başına bir iş gelmeden önce onları dene. Birşey buyurmadan evvel imtihana çek.
Aralarındaki vefakâr, yiğit ve er meydanından kaçmayanları seçip, ödüllendir.
Çünkü askerin fazlası değil, güçlü ve cesur olanı işe yarar. Şavaşta başarı
gösterenlere bol bağışta bulun ve rütbesini yükselt. Birisi senin bayrağının
altında şehit düşerse, çocuklarına kucak aç. Ailesine ve akrabalarına onun
yokluğunu hissettirme ki, zor anlarında devletine ve sana yardım için canlarını
vermek onlara kolay gelsin”. Yine Kitab-ı Diyarbekriyye’de; “hükümdarın
askerinin, düşmanlarından ona bir zarar gelmemesi için efendisini gözetmesi
gerekir. Emin olmalıdır ki onun hayatı, hükümdarın hayatına bağlıdır”,
deniyor[23]. Aynı şeyler bugün de her ordu için geçerlidir.
Silah
konusunda Türkler Orta Çağda oldukça ileriydiler. Savaş esnasında çok cesur
olan Türk milleti, aynı zamanda zengin maden yataklarına sahipti ve silah
işçiliğinde de ustaydılar. Mesela Türk kabilelerinden Bayırkular, sadece at
yetişitirciliğinde değil, demircilikte de maharetliydiler. Yine batıdaki On Ok
Türkleri demir ticareti de yapmışlardır. Çin kaynakları, Kırgızlardan söz
ederken; her yağmurdan sonra topraklarında demir çıkar ve bundan gayet keskin
silahlar yaparlardı, diyor. Özellikle arkeolojik kazılar bize Sayan ve
Altaylarda çelik üretildiğini, Tanrı Dağlarıyla, Kazakistan’nın güneyinde
altın, gümüş, bakır ve demir bulunduğunu göstermektedir[24]. Türk milleti
açısından madenciliğin gelişmesi, Türk kağanlarının ordularını en iyi
araç-gereçle silahlandırması, Çin kaynaklarında Börüler diye adlandırılan
vurucu güce sahip zırhlı suvarilerin bulunması ayrı bir üstünlüktü[25]. Savaş
malzemeleri de dahil olmak üzere madenden imal edilen herşeyleri gayet
mükemmeldi[26]. Buna dair kalıntılar da elimizde oldukça fazladır.
Kısaca
kitabeler ve Divanü Lûgat-it-Türk gibi kaynaklarda geçen savaş araç ve
gereçlerinden bazıları şunlardır: At, ok, yay, kılıç, bükte, kıngırak (hançer, kama), keş, kurman, sadak (okluk),
kın (kılıç ve bıçak kabı), kalkan, süngüg, kargı, cida, gönder (mızrak), çomak
(bir nev’i topuz), batrak (ucuna bez bağlanan süngü), tug (birliklerine göre
değişiyordu), ukruk (kement), kargu (ateş kulesi), köbrüge (davul),yarık,
cevşen (zırh), yoşuk, tubulga (tulga/ miğfer), küpe-yarık (vücudu kuşatan
zırh), yelme eri (öncü, keşif kolu)[27].
Bundan
başka savaşla ilgili kullanılan birtakım deyimler de vardır ki, onlardan
bazıları da şunlardır:Tokımak, süngüşmek (savaşmak), sülemek (ordu göndermek),
atlıg (suvari), yadag (piyade), akınçı(düşmana baskın yapan), yizek (ordunun
önde giden bölüğü), karakol (bekçi, devriye), yortug (hakanın yanında bulunan
koruma görevlilerinden), içgirmek (itaata almak)[28]. Ancak Türkçe kitabeler ve
diğer vesikalarda savaşla alâkalı daha yüzlerce kelime ve deyim mevcuttur.
Bununla birlikte Çin yıllıkları ve Bizans kaynaklarının bildirdiğine göre;
Hunlar ve Kök Türkler boynuzdan yaptıkları yaylar, ıslık çalan oklar (arkasında
kartal ya da akbaba tüyü olan düz, yivli, çengelli oklar), süngü, bıçak, kılıç,
kement ve kuşatmalarda faydalanılan koç başları vs. değişik silahlara sahip
oldukları gibi, davulun yanında boynuz veya diğer madenlerden imal ettikleri
boru ya da zurnaları da bulunuyordu. Hatta ordu bandolarının kuruluşunun
temelinde bile eski Türk askeriyesindeki davul ve onu izleyen Mehter olgusu
yatar[29]. Keza Uygurlar ve Basmıllar da aynı özellikteydiler. Kırgızların
ağaçtan yapılmış kalkan ve zırhları kullandıklarına dair kayıtlar mevcuttur.
Herhalde atları da zaman zaman ince bir zırhla kaplıyorlardı. Çünkü Asya’nın
değişik bölgelerinde buna dair figür ve motiflere rastlanmaktadır[30].
Uygurlar,
yaylarının kirişlerini at kılından yapıyorlardı. Hem kaya resimlerinde, hem de
Orkun Vadisi’nde yer alan Bilge Kağan ve Köl Tigin anıt mezarlıklarında
gerçekleştirilen kazılarda ise değişik ebatlarda ve özelliklerde ok uçları
görülmüştür. Mo-tun devrinden beridir bir savaş aleti olarak vazife gören ıslık
çalan okları, herhalde Moğollar da kullanmıştır. Gündelik hayatta karınlarını
doyurmak amacıyla, avlarda yararlandıkları ok ve yaya öyle maharetle
hükmediyorlardı ki, at üzerindeyken dahi ileriye, geriye, sağa ve sola oklarını
gönderebiliyorlardı. Anna Komnena bu hususta şöyle diyor: “Bir Türk kovalamaya
geçmişse, düşmanını ok atarak haklar. Kendisi kovalanıyorsa, okları sayesinde
üstün gelir. Fırlattığı ok uçarak ya ata, veya atlıya saplanır. Ok çok güçlü
bir elle gerilmişse, gövdeyi delip, geçer. Türkler gerçekten çok usta
okçulardır”. Ok sadece bir savaş aleti değil, aynı zamanda hakimiyet sembolü
olduğu gibi, resmi evrakları da bal mumu ve ok ile damgalıyorlardı[31]. Bunlar
altın, gümüş, bakır, pirinç ve demir nev’inden madenlerden yapılırdı. Okların
ucundaki demir parçaya “temren”, arkasındaki tüye “yülek” veya “yelek”, yaya
sarılan sırmaya “toz” denmekteydi. Yaylar için yapılmış herhangi bir özel kaba
rastlanmamakla beraber, umumiyetle kola veya omuza asılarak taşınırdı. Yakın
çarpışmalarda kılıç, mızrak, balta gibi araçlardan yararlanmışlardır. Ayrıca en
eski Türk kılıçlarının hafif kavisli, bazan tek tarafı keskin, bazan da her iki
tarafının parçalayıcı olduğunu biliyoruz. Kılıçların ve bıçakların kabzaları
ağaçtan veya kaplumbağa kabuğundan işleniyordu. Ok ve kılıçları koymak üzere
özel olarak hazırlanmış ve süslenmiş kılıflar mevcuttu. Kazılarda başı koruyan
pek tolgaya rastlanmamasına rağmen, onları da kaya, duvar veya para
resimlerinde görmemiz mümkündür. İlk Hunlar çağında deriden yapılan zırhların
üzerine çeşitli motifler işleniyordu. Küpe-yaruk adı verilen halka ve plaka
zırhlara ise Aral ve Orkun’daki araştırmalarda da tesadüf edilmiştir. Böyle
zırhların hazırlanarak Çin imparatoruna da yollandığını kaynaklar yazmaktadır.
Hunlar hakkında bilgi veren eski belgelerden anlaşıldığına göre, onlar
düşmanlarını kement ile de tesirsiz hale getiriyorlardı[32].
Özellikle,
Türklerin harp usûlleri de çok ilgi çekmiştir. Bu hususta geçmişte ve günümüzde
birçok araştırma yapılmıştır. M.Ö. 140’larda Türk ordu sistemi hakkında bilgi
veren Çinli bir vezirin tespitlerine göre; Türk askerleri insanı şaşırtan bir
çeviklikle hareket ediyorlardı. En yalçın dağları çok kısa bir sürede
tırmanırlar ve inerlerdi. Selleri ve ırmakları elbiseleriyle yüzüp, geçerler.
Rüzgara, yağmura ve susuzluğa dayanırlar. Hertürlü arazide dinlenmeden zorlu yürüyüşler yaparlar. Onların atları en
dar yarıklardan bile geçmeye alışıktır. Türkleri yenmek için düz ovaya
çekilmeliler. Savaş arabaları olmadığı gibi, atları da yavaş kalır.
Mızraklarının kısalığı ve zırhlarının da inceliği sebebiyle yakın dövüşe
zorlanmalılar. Ayrıca onların savaş usullerini bilen halklardan da yardımcı
kuvvetler alınmalıydı[33].
Bununla
birlikte Türkler savaşa başlamadan önce, esas kuvveti saklama ve yedek güç
ayırmaya büyük önem veriyorlardı. Tarihte Türk savaş taktiği Kurt Kapanı, Kaz
Ayağı ve ençok bilinen şekliyle Turan Taktiği olarak anılmıştır. Turan
taktiğinin en büyük hususiyeti sahte ricattır. Düşmanla karşılaşılmadan evvel
Türkler, savaş meydanının sağına ve soluna birtakım kuvvetlerini saklarlar.
Daha sonra düşman ordusu Türk akıncılarıyla karşılaşıp, onların da geri
çekildiğini görünce, bütün güçleriyle saldırırlar. Bu geriye çekiliş esnasında bile,
arkalarına dönerek çok mükemmel ok atabilirlerdi. Nitekim 2003 senesinde,
Prof.Dr. Gömeç’in heyetinin Bilge Kağan’ın Anıt Mezarlığındaki kazı çalışmaları
sırasında bulduğu resimli kiremitin üzerinde böyle bir sahne vardır. Neticede
önceden gizlenmiş olan Türk askerleri düşmanın sağını ve solunu çevirerek,
çember içerisinde rakiplerini yok ederler. Ayrıca Türk-Hunlar savaşa girmeden
evvel hasımlarını ok atışlarıyla yıpratıyorlar ve bunu onları yorana kadar
sürdüyorlardı. Uygurları anlatan Çin vesikalarında, savaş sırasında onların
sahte bir karargah oluşturduklarına ve düşman askerleri buraya doğru hücuma
kalkıştıklarında, etrafta saklanan esas ordu tarafından tuzağa düşürüldüklerine
dair haberler de vardır[34].
Türk
ordusunun savaş sırasında saf tutması da belirli bir düzen dahilindedir. Mesela
Çin kaynaklarından elde ettiğimiz bilgilerde; millattan önce 3. yüzyılın
başlarında Hun orduları Çin imparatoru Kao-ti’yi kuşattıklarında, Türk
suvarilerinin atlarının rengine göre dizildikleri söylenir. Buna göre batıda
kır atlar, doğuda gök, kuzeyde yağız, güneyde de doru atlar yer alıyordu. Hatta
batıdaki Peçeneklerin yurt dağılımları bile atların rengi esasında oluyordu.
Hiç şüphesiz askeri araç ve gereçlerin içerisinde atın yeri çok önemlidir.
Adeta Türk, at ile özdeşleşmiştir. Onlar hakkında bilgi veren Batılı yazarlar;
at başka bir kavmi sırtında taşır, fakat Türkler at üstünde ikamet eder. Onlar
ata sanki yapışmış gibidirler, diyorlar. Alış-verişlerini at sırtında yaparlar,
yerler, içerler. Mübalağasız onun boynuna sarılarak, tatlı rüyalara dalıp,
uyurlar. Görüşmeleri bile at üzerinde olan bu insanların, çiftçi halkların yaya
ve durarak savaşmalarına karşılık, atlarıyla çok süratli muharabe taktikleri
geliştirdiklerini görüyoruz[35].
286568_2[1]Bundan
başka Hazar Kağanlığından bahseden kaynaklar; ordu sefere çıktığında her asker
yanında iki metre boyunda, ılgın ağacından kazıklar bulundurduğunu,
konakladıkları zaman herkesin yanındaki bu kazıkları düzgünce yere sapladığını,
kalkanların bu direklere dayandırıldığını ve böylece kısa bir zaman içerisinde
karargahın etrafının sanki surlarla çevrilmiş gibi olduğunu söylerler. Buna
bağlı olarak meşhur Moyun Çor Kağan’ın da 750 senesinde Tez Başı’nda otağını
kurdurduğunu, burayı çitlerle güvence altına aldırdıktan başka, kitabesini
yazdırttığını bilmekteyiz[36]. Bununla beraber ordu yeri arabalarla
çevrelenmekteydi ki, bu da bir nev’i savunma tedbiriydi.
Savaşın
vakti de iyi seçilmeliydi. Türk-Hunlar düşmanlarına dolunay vakitlerinde
saldırıyorlar, ay küçülmeye başlayınca da geri çekiliyorlardı[37]. Yağmurlu,
karlı ve tozlu günlerden kaçınırlardı. Çünkü yağmur yağdığında yayların
kirişleri gevşer; tozlu ve bulutlu zamanlarda da hedefler iyi görünmezdi.
Türk
devlet anlayışında, dış ilişkilere de büyük önem verilmiştir. Dosta dost,
düşmana düşman ilkesi esas tutulmakla beraber, herşeyde Türk devletinin ve
milletinin menfeatları gözetilmiştir. Dış işlerinden sorumlu bir buyruk
bulunurdu. Onun emri altında elçiler ve yalabaçların çeşitli vesilelerle
ülkelere yollandıklarını daha önceden de biliyoruz. Kök Türkçe yazıtlarda
elçiler ve elçilerin gittikleri yerler zaman zaman da zikredilmiştir. Bunların
askeri unvanları da vardı.
Not:
Eski Türk ordusu konusunda geniş bilgi için bakınız, S. Gömeç, Türk Kültürünün
Ana Hatları, Ankara 2006
Prof.
Dr. Saadettin GÖMEÇ
A.Ü.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi
BİBLİYOGRAFYA
Abû
Hayyan, Kitâb al-idrâk li-Lisân al-Atrâk, Haz. A.Caferoğlu, İstanbul 1931
Agacanov,
S.G., Oğuzlar, Çev. E.Necef-A.Annaberdiyev, 2. Baskı, İstanbul 2003
Alpargu,
M., Diğer Kaynaklarla Karşılaştırma Yolu İle Baburnâme’nin Türk Devlet
Teşkilatı Bakımından Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1984
Artamonov,
M.I., Hazar Tarihi, Çev. A.Batur, İstanbul 2004
Baştav,
Ş., “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964
Caferoğlu,
A., Divanü Lûgat-it-Türk Dizini, Ankara 1972
Chen,
C.L., “A Study of Turkic Weapons”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm
1985
Clauson,
S.G-E.Tryjarski, “The Inscription at Ikhe Khushotu”, Rocznik Orientalistyczny,
34/1, Warszava 1971
Çandarlıoğlu,
G., Sarı Uygurlar ve Kansu Bölgesi Kabileleri, Doktora Tezi, İstanbul 1976
Deer,
J., “İstep Kültürü”, Çev. Ş.Baştav, DTCF. Dergisi, 12/1-2, Ankara 1954
Deguignes,
J.M., Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-î Umumisi,
C. I-II, İstanbul 1924
Eberhard,
W., Çin’in Şimal Komşuları, Çev. N.Uluğtuğ, Ankara 1942
Eberhard,
W., “Tobaların Hayvancılığı”, Belleten, C. 9, Ankara 1945
Ebu
Bekri Tihrani, Kitab-ı Diyarbekriyye, Çev. M.Öztürk, Ankara 2001
Ekrem,
M.A., Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi, Ankara 1993
El-Cahiz,
Hilâfet Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çev. R.Şeşen, Ankara
1967
Ergin,
M., Dede Korkut Kitabı II-İndeks-Gramer, Ankara 1963
Esin,
E., “Butân-ı Halaç (M. VII. – X. Yüzyıllarda Halaç Kültürünün Sanat Eserlerinde
Akisleri)”, Türkiyat Mecmuası, C. 17, İstanbul 1972
Esin,
E., İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978
Feher,
G., Bulgar Türkleri Tarihi, Ankara 1984
Gömeç,
S., Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. Baskı, Ankara 2000
Gömeç,
S., “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi 2001 Yılı Çalışmaları Hakkında”,
Yüce Erek, 3/24, Ankara 2001
Gömeç,
S., “Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi Çalışmaları”, Türk Dünyası Tarih
Dergisi, Sayı 202, İstanbul 2003
Gömeç,
“Türk Kültürü Açısından Önemli Bir Buluş”, Orkun, Sayı 77, İstanbul 2004
Gregory
Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, C. I, Çev. Ö.R.Doğrul, 2. Baskı, Ankara 1987
Gumilev,
L.N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001
Gumilev,
L.N., Hunlar, Çev. A.Batur, 3. Baskı, İstanbul 2003
Gülbeden,
Hümayunnâme, Çev. A.Yelgar, Ankara 1944
Hudyakov,
Yu.S., Merkezi Asya Göçebelerinin Koral-Yarakları ve Uruş Seneti, Ter. P.Cilan,
Urimçi 2003
İbn
Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara
1996
İnce,
İ., Han Hanedanlığı Döneminde Hunlarla İlgili Yer, Unvan, Kişi Adları, Yüksek
Lisans Tezi, Ankara 1996
Kafesoğlu,
İ., “Türk Ordusu”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964
Kafesoğlu,
İ., Türk Milli Kültürü, 2. Baskı, İstanbul 1983
Kaşgarlı
Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, C. I-IV, Haz. B.Atalay, Ankara 1985
Kerimüddin
Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. M.Öztürk, Ankara 2000
Khoniates,
N., Historia, Çev. F.Işıltan, Ankara 1995
Klyaştornıy,
S.G–T.İ.Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003
Koestler,
A., Onüçüncü Kabile, Çev. B.Çorakçı, 4. Baskı, İstanbul 1984
Kommena,
A., Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996
Koşay,
H.Z., “Türklerde Harp Usulü”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974
Köprülü,
F., “Ortazaman Türk Hukuki Müesseseleri”, Belleten, 2/5-6, Ankara 1938
Kuzgun,
Ş., Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985
Liu,
M.T., Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), I.
Buch, Wiesbaden 1958
Marko
Polo, Marko Polo Seyahatnamesi, C. I, Çev. F.Dokuman, İstanbul (tarihsiz)
Medoyev,
A.G., “Naskalniye iz Obrajeniya Gor Tesiktas i Karaungur”, Noviye Materiali Po
Arkheologii i Etnografii Kazakstana, Tom. 12, Alma-Ata 1961
Müneccimbaşı
Ahmed Dede, Sahaif-ül Ahbar, Çev. İ.Erünsal, C. I, İstanbul (tarihsiz)
Nizamüddin
Şamî, Zafernâme, Çev. N.Lugal, Ankara 1949
Ögel,
B., Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1, Ankara 1981
Ögel,
B., İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 2. Baskı, Ankara 1984
Ögel,
B., Türk Kültür Tarihine Giriş, C. 7-8, Ankara 1984
Ögel,
B., Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. Baskı, İstanbul 1988
Romashov,
S.A., “The Pechenegs in the 9-10th Centuries”, Rocznik Orientalistyczny, LII/1,
Warszawa 1999
Rubruk,
W., Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), Çev. E.Ayan, İstanbul 2001
Sümer,
F., “Oğuzlara Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCF. Dergisi, Sayı 17, Ankara
1961
Tryjarski,
E., “Towards a Better Knowledge of the Turkic Military Terminology”, Altaistic
Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985
Tsai,
W.S., Li Tê-Yü’nün Mektuplarına Göre Uygurlar, Doktora Tezi, Taipei 1967
Vaczy,
P., “Hunlar Avrupa’da”, Attila ve Hunları, Haz. G.Nemeth, Çev. Ş.Baştav, Ankara
1982
Venedikoff,
I., “Preslav Şehrinde Yeni Keşfedilen Proto-Bulgar Kitabesi”, Çev. F.Preyger,
Belleten, 11/43, Ankara 1947
Watson,
B., Record of the Grand Historian of China, Volume II, Third edition, New York
1968
Ziya,
Y., “Orta Asya’da Türk Boyları”, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 5/24, İstanbul
1932
“VII
ve VIII. Yüzyıl Yazıtlarına Göre Türklerde Ordu”, Türk Dünyası Tarih Dergisi,
Sayı 141, İstanbul 1988
Dipnotlar:
[1]
Eski Türk ordusunda kadınların askeri birlikler içerisinde görev almalarına çok
eski çağlardan itibaren rastlanmaktadır. Mesela 4. asrın başlarında Ordos’un
güneyinde, Türk-Hun Devletinin bir devamı gibi ortaya çıkan Chao hanedanının
son yabgularından birisi olan Shih Hu, özel seçilmiş bin kişilik bir kadın gücü
meydana getirmişti. Bunlara önce yaya, sonra at üzerinde ok atmayı ve kılıç
kullanmayı öğrettiğine dair bilgiler mevcuttur. Bakınız, Gumilev, Hunlar,
s.378.
[2]
İ.Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 2. baskı, İstanbul 1983, s.269-270; B.Ögel,
Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1, Ankara 1981, s.214; L.N.Gumilev, Hunlar,
Çev. A.Batur, 3. baskı, İstanbul 2003, s.378; A.Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun
İmparatorluğu, Ankara 2001, 35.
Türk
ordusu ücretli olmamakla beraber, bir savaşa hızla iştirak edebilmek için bütün
erkeklerin hangi komutanın emrinde yer alacağı önceden belirleniliyordu.
Tabgaçlarda 421 tarihinden itibaren 100 koyuna sahip olan herkes bir savaş atı
vermek zorunda olduğu gibi, mesela Hazarlarda boy sorumluları devlet ordusuna
gerektiğinde, durumlarına göre belirli sayıda suvari göndermekle mükelleftiler
(W.Eberhard, “Tobaların Hayvancılığı”, Belleten, C. 9, Ankara 1945, s.492;
M.I.Artamonov, Hazar Tarihi, Çev. A.Batur, İstanbul 2004, s.514;
S.G.Klyaştornıy–T.İ.Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, Çev. A.Batur, İstanbul 2003,
s.71). Bunu Türklerdeki Tımar sistemi ile karşılaştırmak gerekir. Mesela yine
Arap kaynaklarının haberlerine göre, Hazar kaganının emrinde onikibin seçme
asker bulunup, içlerinden biri öldüğünde yerine başkası atanıyordu (A.Koestler,
Onüçüncü Kabile, Çev. B.Çorakçı, 4. baskı, İstanbul 1984, s.57).
[3]
B.Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 3. baskı, İstanbul 1988, s.586;
B.Watson, Record of the Grand Historian of China, Volume II, Third edition, New
York 1968, s.155; Gumilev, a.g.e., s.113; Klyaştornıy–Sultanov, a.g.e., s.329.
[4]
Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin, 1473’teki Otlukbeli Savaşı sırasında Anadolu
Beylerbeyi Davud Paşa’nın emri altında yirmidört sancak beyinin olduğunu
bildirmesi de ilginçtir. Demek ki yirmidörtlü teşkilat halâ geçerliliğini
sürdürmektedir. Bakınız, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Sahaif-ül Ahbar, Çev.
İ.Erünsal, C. I, İstanbul (tarihsiz), s.343; F.Köprülü, “Ortazaman Türk Hukuki
Müesseseleri”,Belleten, 2/5-6, Ankara 1938, s.46.
[5]
İ.Kafesoğlu, “Türk Ordusu”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964, s.10; B.Ögel, Türk
Kültür Tarihine Giriş, C. 7, Ankara 1984, s.3; B.Ögel, Türk Kültür Tarihine
Giriş, C. 8, Ankara 1987; İ.İnce, Han Hanedanlığı Döneminde Hunlarla İlgili
Yer, Unvan, Kişi Adları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1996, s.120-121.
[6]
Bakınız, Tunyukuk Yazıtı, I. Taş, Kuzey tarafı, 7. satır.
[7]
Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Batı tarafı, 10. satır.
[8]
Çabış/Çavuş; savaşta safları düzelten ve askeri zûlm yapmağa bırakmayan,
padişahın önünde yol açan, bekçi manalarına gelmektedir. Bakınız, A.Caferoğlu,
Divanü Lûgat-it-Türk Dizini, Ankara 1972, s.29; Abû Hayyan, Kitâb al-idrâk
li-Lisân al-Atrâk, Haz. A.Caferoğlu, İstanbul 1931, s.27; M.Ergin, Dede Korkut
Kitabı II-İndeks-Gramer, Ankara 1963, s.71; S.G.Clauson-E.Tryjarski, “The
Inscription at Ikhe Khushotu”, Rocznik Orientalistyczny, 34/1, Warszava 1971,
s.18.
[9]
Bakınız, Tunyukuk Yazıtı, I. Taş, Batı tarafı, 7: Bilgesi, çavuşu bizzat ben idim.
[10]
Bakınız, Köl İç Çor Yazıtı, Doğu, 5: Köl İç Çor aynı şekilde bilgesi ve çavuşu
idi.
[11]
Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Kuzey tarafı, 4. satır.
[12]
Bakınız, Uybat I Yazıtı, 3. satır.
[13]
Bakınız, Kemçik -Çirgak Yazıtı, 7. satır.
[14]
Bakınız, Köl İç Çor Yazıtı, Batı tarafı, 9; Doğu tarafı, 3; Şine Usu Yazıtı,
Doğu tarafı, 3-4; Kemçik -Çirgak Yazıtı, 8. satır.
[15]
Bakınız, Bilge Kagan Yazıtı, Güney tarafı, 1; Tunyukuk Yazıtı, II. Taş, Batı 1;
Şine Usu Yazıtı, Doğu tarafı, 9; Batı tarafı, 9-10;Taryat-Terhin Yazıtı, Kuzey
tarafı, 1; Irk Bitig, 49. satır.
[16]
Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 7. satır.
[17]
Bakınız, Şine Usu Yazıtı, Kuzey tarafı, 6: Beni doğuya binbaşı olarak gönderdi.
[18]
Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 7. satır
[19]
Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı
tarafı, 8. satır.
[20]
Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 6. satır.
[21]
Bakınız, Taryat-Terhin Yazıtı, Batı tarafı, 7. satır.
[22]
Bakınız, Abakan Yazıtı, Ön taraf, 3. satır.
[23]
İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara
1996, C. I, s.150-151; Ebu Bekri Tihrani, Kitab-ı Diyarbekriyye, Çev. M.Öztürk,
Ankara 2001, s.97.
Benzer
ifadeler Nizamüddin Şamî’de de vardır: “Eğer sen memleket ve ordunun hayrını
düşünürsen, memleket ve ordu da senin hayrını düşünür”. Nizamüddin Şamî,
Zafernâme, Çev. N.Lugal, Ankara 1949, s.67.
[24]
Y.Ziya, “Orta Asya’da Türk Boyları”, İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 5/24,
İstanbul 1932, s.46-47; Eberhard, Çin’in Şimal…, s.68, 76; C.L.Chen, “A Study
of Turkic Weapons”, Altaistic Studies, Konferenser 12, Stockholm 1985, s.32-33;
Klyaştornıy–Sultanov, a.g.e., s.68; S.G.Agacanov, Oğuzlar, Çev.
E.Necef-A.Annaberdiyev, 2. Baskı, İstanbul 2003, s.100-101.
[25]
Bununla birlikte, beylerin idaresinde sürekli bir ordunun varlığı da inkar
edilemez. Bunların çıkabilecek bazı tatsız olayları önlemek ve doğrudan doğruya
halk ile temasını engellemek amacıyla ta Hunlar çağından itibaren kışla
geleneğinin de oluştuğunu belirtmek gerekir.
[26]
Mesela türlü türlü kılıçlar yapılmakla beraber, en keskinleri hafif kavisli
olanlarıydı ki; bunlar aynı zamanda ağır da değildi. Fakat Türk kılıcının nasıl
tutulacağını ve kullanılacağını bilmeyen yabancıların elinde çok çabuk
kırılıyorlardı. Bunun da sebebi vurma tekniğinin bilinmemesinden
kaynaklanmaktadır.
[27]
Eski çağlarda savaş usullerinden birisi de, iki ordu karşılıklı vuruşmaya
başlamadan evvel, bir veya birkaç yiğit adamın er meydanına çıkarak
dövüşmeleriydi. Türkler bunlara “alplar” diyorlardı. Onlar o kadar gözükara
kişiydiler ki, tek başlarına onlarca askerle mücadeleden bile korkmuyorlardı.
Bu özelliklerinden dolayı sonraki zamanlara ait kaynaklarda onlara “deli
bahadırlar” dendiğine de şahit olmaktayız. Bakınız, J.Barbaro, Anadolu’ya ve
İran’a Seyahat, Çev. T.Gündüz, İstanbul 2005, s.31.
[28]
Bakınız, Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, C. I, s.67, 100, 134, 144, 418,
441, 465, 504; C. III, s.126, 140, 318; I.Venedikoff, “Preslav Şehrinde Yeni
Keşfedilen Proto-Bulgar Kitabesi”, Çev. F.Preyger, Belleten, 11/43, Ankara
1947, s.548-549; Gülbeden, Hümayunnâme, Çev. A.Yelgar, Ankara 1944, s.186, 202;
Ögel, Türk Kültürünün Gelişme…, s.165; B.Ögel,İslamiyetten Önce Türk Kültür
Tarihi, 2. baskı, Ankara 1984, s.208-220; H.Z.Koşay, “Türklerde Harp Usulü”,
Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974, s.92; E.Tryjarski, “Towards a Better
Knowledge of the Turkic Military Terminology”, Altaistic Studies, Konferenser
12, Stockholm 1985, s.173-182; W.S.Tsai, Li Tê-Yü’nün Mektuplarına Göre
Uygurlar, Doktora Tezi, Taipei 1967, s.38; M.Alpargu, Diğer Kaynaklarla
Karşılaştırma Yolu İle Baburnâme’nin Türk Devlet Teşkilatı Bakımından
Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1984, s.91; Klyaştornıy–Sultanov,
a.g.e., s.25, 43.
Çin
kaynaklarında Kök Türklerin silahları anlatılırken; ok, yay, gürz, zırh, uzun
mızrak, kılıç, kama gibi savaş aletlerinden söz açılmaktadır. Bakınız, M.T.Liu,
Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), I. Buch,
Wiesbaden 1958, s.9.
[29]
Ayrıca davuldan sesinin çok fazla çıkması sebebiyle, bir haber duyurma aracı
olarak da faydalanılıyordu.
[30]
Liu, a.g.e., s.39; A.G.Medoyev, “Naskalniye iz Obrajeniya Gor Tesiktas i
Karaungur”, Noviye Materiali Po Arkheologii i Etnografii Kazakstana, Tom. 12,
Alma-Ata 1961, s.72-77; Ahmetbeyoğlu, a.g.e., s.27; Barbaro, a.g.e., s.83.
Bununla
beraber eski Türklerin çarpışmalar esnasında bir tür savaş arabasından
faydalanıp, faydalanmadığı bilinmiyorsa da, Kazakistan’daki bazı kaya
resimlerinde savaş arabalı sahnelere tesadüf edildiği söylenmektedir. Bakınız,
Klyaştornıy–Sultanov,a.g.e., s.25.
[31]
Süryani tarihçisi Ebu’l-farac’ın bildirdiğine göre, Selçuklu sultanı Tugrul,
İslam halifesine kardeşiyle bir mektup yollar. Mektupta; kendisinin Horasan ve
Harezm’in hükümdarı olduğunu, Bedevilerin Hac yolunda yaptıkları yağmaları,
Mekke’ye ibadet için gidenlerin burada nasıl soyulduğunu belirtikten sonra,
Bağdat’a bir ordu göndereceğini, askerlerinin çok iyi karşılanmasını bildirir.
Söz konusu mektubun ilginç olan bir tarafı da başına bir ok ile yay tamgasının
çizilmiş olmasıdır (Bakınız, Deguignes, a.g.e., C. II, s.413; Gregory
Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, C. I, Çev. Ö.R.Doğrul, 2. baskı, Ankara 1987,
C. I, s.298). Ayrıca yine Selçuklu dönemi vakanüvinislerinden Aksarayî, Arslan
Yabgu ile Sultan Mahmud arasındaki şöyle bir olayı aktarıyor: Kara Hanlı beyi
gitgide güçlenen Selçuklu Türkmenlerini Sultan Mahmud’a şikayet edince, o da
Selçukogullarına bir elçi yollayarak; “aramızdaki mesafe kısalmıştır,
büyükleriniz ve önde gelenleriniz huzura buyursunlar ve yapılması gereken işler
kendilerine anlatılsın” der. Bunun üzerine Arslan Yabgu onbin seçkin adamıyla
yola çıkınca, Gazneli Mahmud; “bizim şimdilik orduya ihtiyacımız yok, sadece
bir bölük askerle ulaşmaları yeterlidir”, diye söyler. O da üçyüz suvari ve
oğlu Kutalmış’la beraber, sultanın yanına varır. Gazneli Mahmud onu altın bir
kürsüye oturtur ve iltifatlar da bulunur. Sohbet esnasında Arslan Yabgu
adamlarından bir yay alarak; “ne zaman bunu kavmime gönderirsem, otuzbin suvari
at biner”, deyince Sultan Mahmud şaşırır. Bunun üzerine, “daha fazla gerekirse,
ne tedbir alırsın”, şeklinde bir sual yöneltir. O, bir ok alarak; “bunu
yollarsam onbin kişi daha hazırlanır”, diye cevap verir. Sultan aynı şekilde
bir defa daha sorunca, iki ok gösterir ve “her bir okum için onarbin asker
gelir” demesi, Gazneli Mahmud’u endişeye düşürür. Bir yay ve ok ile altmışbin
adamı toplayabilen bir kişinin küçük görülmesine kanaat getirir. Böylece Arslan
Yabgu’yu tutuklatarak, Kalincar kalesine gönderilmesini buyurur (Bakınız,
Kerimüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Çev. M.Öztürk, Ankara 2000,
s.7-8). Buradan çıkan bir netice de; ordu bahsinin girişinde işaret ettiğimiz
üzere, Türk ordusunun daimi olduğunun bir göstergesidir.
[32]
W.Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, Çev. N.Uluğtuğ, Ankara 1942, s.86;
Venedikoff, a.g.m., s.549-550; Ögel, Büyük Hun…, s.237-238; F.Sümer, “Oğuzlara
Ait Destani Mahiyette Eserler”, DTCF. Dergisi, Sayı 17, Ankara 1961, s.432-433;
E.Esin,İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978,
s.28; E.Esin, “Butân-ı Halaç (M. VII. – X. Yüzyıllarda Halaç Kültürünün Sanat
Eserlerinde Akisleri)”, Türkiyat Mecmuası, C. 17, İstanbul 1972, s.49;
C.L.Chen, “A Study of Turkic Weapons”,AS, Konferenser 12, Stockholm 1985,
s.29-31; A.Kommena, Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996, s.488; S.Gömeç,
“Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi 2001 Yılı Çalışmaları Hakkında”, Yüce
Erek, 3/24, Ankara 2001; Gumilev, a.g.e., s.139; L.N.Gumilev, Hazar Çevresinde
Bin Yıl, Çev. A.Batur, İstanbul 2001, s.158; Artamonov, a.g.e., s.64, 449.
Rubruck,
Mengü Han’ın iki kişinin bile geremeyeceği bir yayından, ucu delikli oklarından
ve bunların sazdan yapılmış düdükler gibi ses çıkardığından bahsediyor
(Bakınız, W.Rubruk, Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), Çev. E.Ayan,
İstanbul 2001, s.30).
[33]
Ögel, Büyük Hun…, s.530-532.
[34]
Kaşgarlı Mahmud, Divanı’ndaki şiirlerinde dahi Turan taktiğine işaret
etmektedir ve Anna Komnena da, Bizans’ın iç mücadeleleri sırasında babasının
yanında yer alan Türk güçlerinin rakiplerini bu harp usulüyle yendiğini söyler.
İlginçtir ki, Anadolu Selçuklu hanedanlığının sonunu hazırlayan 1243 Kösedağ
Savaşı’nda Baycu Noyan da Türkleri aynı taktikle mağlubiyete uğratmıştır. Marko
Polo Seyahatnamesi’nden de Hülagu’nun Abbasi ordusunu bu usulle tuzağa
düşürdüğü anlaşılmaktadır. Bakınız, Kaşgarlı Mahmud,Divanü Lûgat-it-Türk
Tercümesi, C. I, s. 472; Ögel, a.g.e., s.238; İbn Bibi, a.g.e., C. II, s.70;
Kommena, a.g.e., s.32; G.Feher,Bulgar Türkleri Tarihi, Ankara 1984, s.316-317;
N.Khoniates, Historia, Çev. F.Işıltan, Ankara 1995, s.122; S.Gömeç,
“Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi Çalışmaları”, Türk Dünyası Tarih
Dergisi, Sayı 202, İstanbul 2003; Marko Polo, Marko Polo Seyahatnamesi, C. I,
Çev. F.Dokuman, İstanbul (tarihsiz), s.26, 72.
[35]
P.Vaczy, “Hunlar Avrupa’da”, Attila ve Hunları, Haz. G.Nemeth, Çev. Ş.Baştav,
Ankara 1982, s.82-83.
[36]
Watson, a.g.e., s.165; J.M.Deguignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha
sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. I, İstanbul 1924, s.183; J.Deer, “İstep
Kültürü”, Çev. Ş.Baştav, DTCF. Dergisi, 12/1-2, Ankara 1954, s.162; Ögel, Türk
Kültürünün Gelişme…, s.73; Kafesoğlu, a.g.e., s.274; El-Cahiz, Hilâfet
Ordusunun Menkîbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çev. R.Şeşen, Ankara 1967,
s.66-71; Esin, İslamiyetten Önceki Türk…, s.73; H.Z.Koşay, “Türklerde Harp
Usulü”, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974, s.93; Ş.Baştav, “Eski Türklerde
Harp Taktiği”, Türk Kültürü, 2/22, Ankara 1964, s.45; G.Çandarlıoğlu, Sarı
Uygurlar ve Kansu Bölgesi Kabileleri, Doktora Tezi, İstanbul 1976, s.140;
Ş.Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara 1985, s.70; S.A.Romashov, “The
Pechenegs in the 9-10th Centuries”, Rocznik Orientalistyczny, LII/1, Warszawa
1999, s.25-26; S.Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı, Ankara
2000, s.28-29; S.Gömeç, “Türk Kültürü Açısından Önemli Bir Buluş”, Orkun, Sayı
77, İstanbul 2004; Artamonov, a.g.e., s.64, 206-207, 447.
Türklerin
savaş taktikleri hususunda Çin kaynaklarından şunları da öğreniyoruz: “Barış
zamanlarında Hunlar komşularının arazilerine, özellikle Çin’e akınlar
yapıyorlardı. Topraklarının verimliliği dolayısıyla Çin onlar için tükenmeyen
bir hazine idi. Devamlı oraları yağmalarlar, şansları yardım ederse Çin’in
içlerine kadar sokulurlardı. Başarısızlığa uğradıklarında kaçarlar, hatta
çekilirken daha dehşetli olurlardı. Onların yapmacık bozgunları düşmanlarının
dikkatli davranmalarını gerektirirdi. Çünkü birçok kez kaçan Hunlar, birden
geri dönüp yeni baştan saldırmışlar ve düşmanlarını perişan etmişlerdi.
Atlarının çevikliği de bu tip savaşa uygundu”. Romen kroniklerinde de buna
benzer ifadelere rastlanmaktadır. Bunlarda; “Türklerin gayet süratle hücuma
kalktıkları, aniden geri döndükleri, uzaklaşırken saflarını seyrekleştirdikleri,
bir halka oluşturup, düşmanlarını kuşattıkları” kayıtlıdır. Bakınız, Deguignes,
a.g.e., C. I, s.158-183; M.A.Ekrem, Romen Kaynak ve Eserlerinde Türk Tarihi,
Ankara 1993, s.11; A.Komnena, Alexiad, Çev. B.Umar, İstanbul 1996, s.221;
Yu.S.Hudyakov, Merkezi Asya Göçebelerinin Koral-Yarakları ve Uruş Seneti, Ter.
P.Cilan, Urimçi 2003.
[37]
Deguignes, a.g.e., C. I, s.201; Khoniates, a.g.e., s.9-10; Tihrani, a.g.e.,
s.286.