Prof. İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI
Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal
ATATÜRK dünya döneminin liderleri içerisinden 21 nci yüzyıla geçebilen tek
liderdir. Üstelik diğer liderler kendi halkları tarafından yok edilmemin
acısını yaşamışken, o hala halkının ve dünyanın nabzında en büyük canlılığıyla,
sevgisiyle, saygısıyla hala yaşayabilen dünyadaki tek lider. Önemli olanda sanırım, yaşarken ölmek
değil, öldükten sonra da bu kadar uzun süre canlı kalabilmeyi başarmak değil
midir?
ATATÜRK’ü biz hep tarihe mal
olmuş yönleriyle tanıdık: Asker ATATÜRK ya da devlet adamı ATATÜRK olarak. Bu verdiğim örnek dünyada tek olan
örnektir. Zaten herhalde bir başkasına da rastlamamız mümkün değil. En büyük
düşmanı; hani şu ordularını denize döktüğü düşmanı, Yunan başkomutanı Trikopis.
Hiçbir zorlama olmadan, hiçbir baskı olmadan her Cumhuriyet bayramı Atina’daki
Türk büyükelçiliğine gidiyor Trikopis, ATATÜRK’ün resminin önüne geçiyor ve
saygı duruşunda bulunuyor. Böyle bir saygıyı en büyük düşmanında uyandırabilen
bir Mustafa Kemal.
Yıl 1938, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi.
Birden çok sıkılır ve yanında duran yüzyirmiden fazla kişiye döner ve aynen
şöyle der:
“Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek
için neler vermezdim” dedirten o büyük özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa
Kemal’i.
Yada, yıl 1938. Bir İran’lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir
şiir yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyorki;
“Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse
başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.” dizelerindeki bu kıskançlığı
oluşturabilen Mustafa Kemal.
Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir
cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki ”Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı
bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” Öneri nedir ? Öneri ise onun
doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO’nun 152 ülkenin devletleri
aynı anda kutlasın önerisidir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle
söyler:
“Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle
kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar
yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
”Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterimki ATATÜRK öyle dünyadaki
herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her
problemimizde çare olarak aramalıyız” sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal.
Sonra nemi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç
çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne
yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen
şunları söyler;
”Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben
atıyorum” diyecektir.
İşte o muhteşem belge diyorki;
“ ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULULARARASI
ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ
DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI
SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN
YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ
OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”
Var mı böyle bir metin! Bir filozof derki “bir ülke için kıstas
aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin” şu anda kıstas
arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin
152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet adamı metni. Peki daha
sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni
görebiliriz, soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye
benim dilim maalesef varmıyor.
Hadi gelin Haiti’ye gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Haiti’ye
baktım haritada bir kutup kadar uzak ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da
öldüğünde vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin
bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi sizlere
okumak istiyorum. Diyorki “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal
ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”
Peki yıllar bir şey değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın
kaçırdığı bir bilgi var, ABD Başkanı milenyum mesajını veriyor. Mesajın bir
yerinde aynen şunları söyler; “Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet
adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi
başarmış tek liderdir.” 2000 de ABD Başkanına işte bu gerçeği de ifade
ettirebilen bir Mustafa Kemal var. Asker Mustafa Kemal’in, Devlet adamı Mustafa
Kemal’in çok dışında bir Mustafa Kemal.
2003 de bir şey değişti mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans
veriyorum birden bir hanımefendi ayağa fırladı. Dediki “Ben Norveçliyim ve şu
anda Norveç’te çok sık kullandığımız bir deyim var, bu deyimin anlamını
anladım” dedi. Hanımefendi “nedir o deyim” dedim. “Norveççe’de “ATATÜRK gibi
düşünmek” deyimi var. Çok sık kullanırız bu deyimi” ”nerelerde kullanırsınız”
dediğimde “Hani bir problem veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz
ki ona bu problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün”. O gün
otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir de ATATÜRK gibi düşün
dediğimi hatırlıyorumki galiba Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime
fazlasıyla ihtiyacı var diye düşünmeden de edemedim.
Bir İngiliz gazeteci ATATÜRK’le bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan
Büyük Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal’e şöyle sorar
gazeteci; ”Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in
cevabı aynen şöyle:
“Şartlarımızı koyarız. Kabullerine
bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz”.
Evet, Birleşmiş Milletler sadece Türkiye’yi davet edebilmek için yasasını
değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa Kemal’in ülkesi, Türkiyesi
Birleşmiş Milletlere. Sanıyorum ondan feyz alacağımız çok şey var aslında
Mustafa Kemal’den. Ama bu arada 2005’de daha yeni iki üç gün önce yabancı
gazeteyi okuyorum. Sürmanşet büyük puntolarla şu başlığı atmış “Bu gün
Ortadoğu’ya düzinelerle ATATÜRK lazım”. dedim yazara ATATÜRK ‘ü hiç tanımıyor
herhalde. Düzineye hiç gerek yok tek bir tanesi de yeterdi aslında. Örnek vermeye devam edersem inanın
konferans böyle biter. Filipinlerden Çin’e kadar o kadar çok örnek varki. Ama
gördük 1925’de 1938’de 1996’da 2000’de 2005’de her ülkeden, her cinsten, her
statüden insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir Mustafa
Kemal’den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye’nin en büyük sorunu nedir? dersem cevap
olarak kulağıma gelenler şunlar; ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama
bence Türkiye’nin çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye
ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye’de lider yetiştirme
sorunu var.
Lider deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan
bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram. Yoksa içersindeki
tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal lider. Ama lider dediğim zaman ben
asrın lideri dünya liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız
var. Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç arkadaşım oturuyor.
Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay
Başkanı yada Başbakanı, Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana
iddia edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama bilinizki işte bugün sizlerle
paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada lider olmanın küçük sırlarını
ATATÜRK’le sizinle paylaşacağım.
İlk sırrımız; ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı kurtardım
askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen asker elbisesini çıkartıp
sivil elbisesini giymiş ve inanırmısınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o
sınırların içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına hepsinin ama
hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir de onun için Mustafa Kemal
bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?
ATATÜRK’ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık
araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı
sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama ben
yine de anlatacağım. O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise
gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK o
iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde
ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”, “Eee o
demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En
az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var”. Yani “niye şaşırıyorsunuz?”
der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim...” derken
bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam”
diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bitek
bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha
fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde
hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır.
Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri
olduğu için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa
Kemal’in omuzlarındadırda onun için.
Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı.
Hani “Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim”
diye. Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.
Yıl 1930 ATATÜRK Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir
bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir. “Yahu” der “sen hayatında hiç
böyle bir ağaç yetişdirdinmiki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye ?”
der. Bahçıvan derki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı,
yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya
ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”. Bir an
düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der. Derlerki bu gün
Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutupta ağaçtan uzaklaştırmak? Ama
inanırmısınız mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar
biliyormusunuz? İstanbul’daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya
taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de kazma kürek temelini
kazar ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80
santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar
ağacının kurtuluşunu temin eder.
Yıl 1930. Dünya çevre lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra.
1980 den önce, 1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir Mustafa
Kemal aslında. Ama, biraz acı parantezlerim olacak bu konferansımda. İlk acı
parantezimi ATATÜRK kimdir belgesiyle açmıştım, ikinci acı parantezim burada
olacak. Hadi gelin 5 Mart 1996 ya gidelim yani günümüze yakın bir gün. “ATATÜRK
ve Türk kadını” konulu tiyatrolu konferansımı 25 gençle sunuyorum. 25 gençle
birlikte prova yaptık, yorulduk, oturduk, televizyonu açtık. ikinci haber
olarak 6 dakika müddetle ve 5 kere görüntü zumlanmak üzere önemli bir haber
verildi televizyonda. Haberi aynen aktarıyorum, diyordi ki “Amerika da eski bir
ünlü bir müzikhal hiç yıkılmadan dünyada ilk kez uygulanan bir yöntemle raylar
üzerinde iki metre kenara çekilerek yerine yeni bir binanın yapıldığı”
haberiydi. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi. gençlerden biri kalktı bana
ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim biz tarihe pek bir daldık. Bakın el
alem neler yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da onlara baksak” diyince arşivimde
1930’da ATATÜRK’ün bu işi yaparken çekilmiş resimleri, raylar üzerindeki
çekilen resimleri gösterdim kendilerine ve dedim ki ”şu anda ne söyleyeceksiniz
bana?”. Bir genç kalktı ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim suç bizde mi?
Biz bu konuyu ilk defa sizden duyuyoruz, sizden görüyoruz bu resimleri”. Ama o
haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25 genç, bu haberi
veren televizyona bir faks çektiler. Faksta aynen şu yazıyordu “İkinci haber
olarak 6 dakika müddetle ama beş kez şu resimleri göstermek suretiyle bu arada
da mutlak suretle mesajı iletin dediler “Bu gün 1996, Amerika çekiyor raylar
üzerinde iki metre, yerine yeni bir bina yapıyor, 1930 ATATÜRK çekiyor 4 metre
80 santim, bir ağaç kurtarmak için” bu mesajı da çok iyi verin dediler. Yıl
1996 idi. Yıl 2005 hiçbir televizyonda izlediniz mi? İzlemediniz.
Ya hocam siz bize bir tek çınar ağacı ve iğde ağacı anlattınız bunlar
ATATÜRK’ün hayatında tek tek örnekler olabilir. Hadi gelin Söğütözü’ne gidelim,
hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane söğüt ağacının olduğu yere.
Söğütözüne ATATÜRK hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba
düşündüğünü sesli olarak aktarmış; “Ah ! burda bi kulübem olsaydı keşke”. “Ya
paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya“ demişler. “Buradaki
ağaçlara ne olacak peki”. “Paşam burdakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır.
Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur, “Bir tek
şartla kabul ederim” der. “Burda yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle
sökeceğim, kendi ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe
yapımına izin vereceğim”. Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence
en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne taşıtır
hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır
ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra
bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü’ndeki
küçük ATATÜRK kulübesinin yapılmasına izin verir.
25 yıllık araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre
hareketine bedenen katıldığına dair. Sade bende 130 belge, kim bilir kaç belge
var. Keşke diyorum, keşke bu belgeler, bazı günler bizi okullar da bu kulübeye
götürüpte burada anlatılsaydı. sanıyorum bugün betonu yeşile tercih eden hiçbir
belediye başkanı yetişmezdi.
İşte bu anlamda sahneye şimdi Tahsin ÇOŞKAN’u davet edelim. Tahsin
COŞKAN o zamanın genç bir ziraat mühendisi. “Gel Tahsin seni bir yere
götüreceğim fikrini almak istiyorum” diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar
Tahsin Bey. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir
arazidir. “Ya paşam hayrola” der. Atatürk, “Buraya bütün masrafı cebimden olmak
üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum” der. “Ya paşam buranın ıslahı ya
sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken
gelip de burayı tercih ettiniz?” der.
ATATÜRK’ün cevabı ATATÜRK’çedir. Derki ”Ben en zor olanı yapayımda siz
arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk
yıkabildiğimizi ama, bu aradaTahsin ÇOŞKAN “Paşam burda hiçbir şey yetişmez,
pek uğraşmayın” der. Ama dinleyen kim. Derki “Tahsin buraya ziraatçileri getir
ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili”. Biraz sonra Tahsin
COŞKAN çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde “Burada hiçbirşey
yetişmez“yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa
Kemal’in önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme alır, bu
kağıdın yanına aynen şunları yazar “BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK
EDEMEYİZ”. Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır,
çam ve köknarı oraya 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün,
lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor
musunuz? Hani 5 Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi?
Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra. Peki 25 Mayıs 1933,
ATATÜRK ne yaptı? İlk Çevre günü kutlamasını yaptı. Hem de bugün okullara
soruyorum diyosunuz ki ne yaptınız diye “ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp
topladık” öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya
getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz
yapılmıştır, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir
ama karı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri
üretilmektedir, herkes yamektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa
Kemal ATATÜRK.
Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade’nin kafa çok karışık. “Yahu
paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen
nasıl anladın burda orman olacağını?” der. “Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım
sana. Hani Tahsin ÇOŞKAN’ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili
kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni
tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en
kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. “Al dediler”, bana bir testi su
verdiler, bir de kazma kürek. “Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne
olacağını söyleriz” dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah
bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su
bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana “ağa testide su kalmamış, toprak
su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen
biçersin”. Ve hani Tahsin COŞKAN’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan
projeye başlamış epey de ilerlemiştim” diyecektir.
Dünya lideri olmak öyle kolay değil biliyor musunuz. Hani ATATÜRK’e
kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin COŞKAN’dı. Onu da ATATÜRK buraya müdür
tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil. Bu arada biz bu 130
belgeye hiç çalışmamışız. Çalışmadığımızın en acı örneğini Türkiye yaşadı
zaten. Neydi o örnek “17 Ağustos depremi”. Evet deprem bir kaderdir ama kader
olmanın ötesinde dolgu alan çöktü, dolgu binalar çöktü. Oysa 1930’dan beri bize
“lütfen tabiatla oynamayın, tek bir ağaçla bile oynamayın” diye bize örnek olan
bir liderimiz varken yaşadık bu acıyı.
Bizler iyi değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne
güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek için 1919
başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve dergileri tarıyorum. Taramam
sırasında 28 Temmuz 1933 günün Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum.
İnanılmaz bir haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye
götürüyoruz ve adına da “ATATÜRK Çiçeği” diyoruz. O ATATÜRK çiçeğinin adını biz
koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi aynen okuyorum. Gazete haberi şu
“Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk
Landın laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni
bir çiçek elde edilmiştir Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran
ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK’le tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine
hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini
önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve ATATÜRK’ün yaptığı
çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir”. Yani
dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi ATATÜRK adıyla üretiliyor ve satılıyor.
Peki başka bir lider varmı diye araştırdım bir çiçeğe adını veren, başka
hiçbir lider yok. Çünkü tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri dünya
tarihi yazmamıştır. Diyorki Mustafa Kemal ”çevre hareketi dışında eğer lider
olacaksanız eğer lider olmaya kalkıştıysanız ki içinizde öğrenci arkadaşlar var
mutlaka sınıf başkanları vardır eğer sınıf başkanı olacaksan bu bi liderliktir
sınırın nedir? sınıftır sınıfın içerisindeki tek bir tebeşir tanesi tek bir
sıra tek arkadaşının problemiyle ilgilenemeyeceksen o liderliği kabul
etmeyeceksin demektedir Mustafa Kemal.
Peki ikinci sırrımız ne? İkinci Sırrımız; dünya tarihi sadece bir sıfatı
Mustafa Kemal’e vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır
bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var aranızda, hoşgörülü
evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen sıfatları ATATÜRK’ün ama soruyorum
sizlere bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet
adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya arkeologdur bir şeydir.
Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu
için dünyada “kültür antropoloğu” sıfatı verilebilen tek lider Mustafa
Kemal’dir.
“Kültür Antropoloğu” nedir ne değildir uzun uzun başınızı
ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel’e gidelim. Ahlatlıbel
Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji
kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren
de Mustafa Kemal. Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil.
Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım. Bakıyorsunuz
Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya‘da Asar kazıları başlıyor
başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak
alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Ya ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya
gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için alnına ıslak
bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor bir heyecan bir
telaş. Üç gün sonra “gelin diyor Ahlatlıbel’e gidiyoruz”. Hemen geliyor diyorki
“arkeologlar toplanın”. Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir
KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR’ın bir e bir anısıdır. Toplanıyor ve diyorki
Mustafa Kemal heyecanla; “kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir”.
Yabancı arkeologlar “el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet adamısın
ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun” der gibi aralarında birkaç şey
oluyor ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri
kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular ordan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi
ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir bulguya
rastlamıycaklardır.
Bunun üç gün sonrası, ATATÜRK Galip
ARCAN’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar
piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra bitince
“bana Galip ARCAN’ı çağarın!” der. Galip ARCAN gelince “bu piyesi siz mi
yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. ”Hayır, bu bir Bolunun Flor Doranj
adlı boldvilin’in aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma
açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim
biliyormusunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki “a be Atam
boldvilin’e varıncaya kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın”. Ve o
sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık araştırmacıydım, ATATÜRK’le
iddiaya girmek gibi, dedim “senin başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın
bir alan bulmak benim boynumun borcu olsun”.
O sırada da “Sanat ve ATATÜRK” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde
Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor
ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne? Sinema. dedim “herhalde burda iddiayı
kazandım”. Hey hat, baş yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film
çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle
dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk “Gel Cezmi gel,
burda başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana
da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” der. Cezmi AR hayatının son günlerinde
“ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir.
Yıl 1937, Münir Hayri EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya’ da ne mi
yaparlar? ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur; “Ben bir
İnkilap Çocuğuyum” dur adı. Kendi yazdığı film senaryosunu Münir Hayri EGELİ
çekecektir, ATATÜRK oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim
ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok daha faydalı
olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.
Bu arada ATATÜRK’ün her şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim.
Kesinlikle iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak
ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider
eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen
diyorki ATATÜRK için “Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider
Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı
etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on
yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”.
Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.
Peki, tamam laf iyid e diyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır
nerde çok merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf
öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri
oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme
hesabını yapıyor, Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda
şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki nasıl? Ben esas
sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki
bu sözü okuyunca keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine
şu sözünü yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı biyerde olurdu şu anda.
ATATÜRK diyor ki” Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara
vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”. Esas sır bence
burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35
yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında
dünyada pek çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret
edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir. İşte bunu
yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak tarihimize geçecektir Mustafa
Kemal.
Okumayla, ama nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma
değil. Sizi 1914 Anafartalar’a götürüyorum. Anafartalar’da savaşın bir dinlenme
yerinde çadırınıza gelirsiniz postalları çıkarır rahatça dinlenmek istersiniz.
Öyle bir şey yok. Macar Türkoloğu Nemet’in, Fransız Türkoloğu Devin’in
Türkoloji albümleri duruyormuş. Açıyor onları okuyor Mustafa Kemal. Diyorlar ki
“niye bunları okuma gereği duyuyorsun” verdiği cevaba bakın. onlara diyor ki
“Savaştan sonra bu dilin değişme ihtiyacı var onu tespite çalışıyorum”. Yıl
1914, gelelim 1916’ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa Kemal Bitlis cephesinde
çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin
ÇALIŞLAR’ı çağırıyor ve eline bir not veriyor. Notta ne yazıyor biliyor
musunuz? “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu
erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak”. Yıl 1916, Türk kadının değil adı,
değil kimliği, hiçbir şeysi yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını.
Peki sizce tam savaşın en hararetli zamanında neden Türk kadını geldi Mustafa
Kemal’in aklına. Ha, Kurtuluş Savaşında gördüğümüz kadın manzarası, değil
ATATÜRK’ü, dünyayı şaşırtan bir manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama
topyekün savaş örneği ilk defa Kurtuluş Savaşında görülmektedir.
Atatürk bu savaşta Ayşe Hatun’u tanımıştır. Ayşe Hatun’u hepimiz
tanıyoruz. Bilmeyen var mı içinizde? Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin
kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Benim bir kızım bir
oğlum var inanın bu kadar araştırmacıyım düşünüyorum. Biliyorsunuz sekiz aylık
kızı kucağında omuzunda mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız
dinler mi düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem değil
Hatun’un, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye
gidemeyecek, bütün düşüncesi o Ayşe Hatun’un. Ve bu arada çocuğunu göğsüne
yaslar, düşman biraz geç gider, indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunu şehit
ettiğini görecektir Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe Hatun. Peki ne yapar?
Çocuğunu koyar üzerini bayrakla örter ve aynen şunları söylemiştir. Kafile
başkanı komutanımız aktarıyor bunu. “Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak
Türk çocukları için şehit oldun” (yani şurada oturan bizler için şehit olan)
“bu benim içinde senin içinde bir şereftir. Yeterki vatan sağolsun” diyor,
omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor. Hanımefendiler içinizde anne
olanlar var. Lütfen bir an için düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek
gül bebek büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz, tercih yapın sizden sonraki
kuşak mı? çocuğunuz mu? İşte bu Ayşe yada diğer adıyla Tayyibe Hatun’u tanıdı
Mustafa Kemal.
Kurtuluş Savaşında Kütahya sırtları, -30oC, -40 oC. Ve 75-80 yaşlarında
bir nine. Gerisini gelin kafile komutanı Mustafa Necati’den dinleyelim. Mustafa
Necati neyi görür? Bütün yorgan battaniye ne varsa cephanenin üstüne örtmüş
kendisi pazen elbiseyle. Aynen şunları söyler “nine kar sepeliyor hava çok
soğuk bari şu yorganı alsan sırtına” dediğinde aldığı cevap ”dokunma ona, o
millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla binler doğacak binler.
hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum, soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara
girdi gireli benim içim yanıyor içim a oğul” diyen bir nineyi tanıdı Mustafa
Kemal.
Albay Hulusi ATAĞ’ın kafilesinde olan genç bir kadınımız hastadır ve
cephane taşırken yere düşmüştür, ölmek üzeredir. Hulusi ATAK sorar “bacım bana
adını söyle seni tarihe yazdıracağım” dediğinde aldığı cevap “adımı ne
yapacaksın a oğul yaz benim adım Anadolu” cevabındaki adımın ne önemi var
önemli olan ülkemin adı ve gururu düşünüşü keşke, keşke uygarlık savaşımızda
aynı şiddetiyle sürebilseydi bugün. Üzerinde ATATÜRK yazılı kapsülü inanın,
inanın hiç mübalağa etmiyorum ilk uzaya fırlatan ülke mutlaka ama mutlaka biz
olurduk.
Evet bu savaşta ATATÜRK dünyaya tek geçen Zekiye Hanım’ı tanıdı. Zekiye
Hanım ne yaptı biliyor musunuz? Dünyaya ilk ve tek geçen kadınımızdır. 10
Aralık 1919 öğretmen okulu bahçesine 3000 kadını toplamış, dedim herhalde
sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3000 kadın, yapımcısı, dinleyicisi,
konuşmacısı. Kadın olan dünyada ilk mitingdir bu, onun için dünyaya ilk
geçmiştir. Peki Zekiye Hanım nasıl toplamıştır, cep telefonu yok faks yok,
hiçbir araç yok. Hadi bunlar oldu farz edelim. Kadının sokağa çıkma hakkı
yokken 3000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Evet bunu incelediğimde
inanılmaz bir hem hayranlık hem de üzüntü duydum neden biliyor musunuz?
Cep telefonunuz var, faksımız var. Pek
çok kulübün, pek çok derneğin davetlisi olarak gidiyorum. Hanımlar 50 kişi
geldi mi aman diyorlar bu gün çok kalabalığız. 3000 kadından bahsediyorum ama
projesinin adını da söylemek istiyorum Zekiye Hanım’ın “MUTFAK PROJESİ”,
inanılmaz bir proje. Daha sonra bir yerde tekrar geçecek bu proje.
ATATÜRK Zekiye Hanım’ı, Nakiye Hanım’ı tanıdı bu savaşta. ATATÜRK Melek
REŞİT’i tanıdı, Atatürtk Şuküfe Nihal’i tanıdı ve ATATÜRK ekmek pişirerek
askere götüren ama bu düşmanlar tarafından tespit edilip askerimizin yerini
öğrenmek için çok işkence gören ama söylemediği için ekmek pişirdiği fırına
atılarak yakılan Nazife Kadın’ı tanıdı bu savaşta. Bu savaşta ATATÜRK
Taccülcalala hanımı tanıdı ATATÜRK üsteğmenlerimizi, binbaşı hanımlarımızı
tanıdı, bu savaşta Tuğgeneral rütbesi verilmesi öngörülen 8 yaşındaki, evet
yanlış duymadınız 8 yaşındaki Nezahat kızımızı tanıdı. İşte Nezahat kızımızın
yanında şehit olan bir erimizin cebinden çıkan bir mektubunda annesine şöyle
yazmış “anne Nezahatle babasının arasındaki konuşmayı duyaydın benim burada
niye olduğumu anlardın” demiş ve bu arada şöyle yazmış” biz Mehmetçik Nezahat’e
Türklerin Jean d’Arc ’ı diyoruz” demiş. Bu bana acı geldi. Ben Jean d’Arcı
ortaokuldan beri tanıyordum ama Nezahat’i ancak bu araştırmam da tanıdım. Bunun
acısını da o mektupla birlikte yaşamış oldum. Bu kadınlarımızı ben ATATÜRK ve
Türk Kadını konulu konferansımda anlattığım için burada sadece adlarını anmadan
geçemeyeceğimi gördüm.
Bu arada ATATÜRK okumuş da yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bizler için
bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri
teriminin isim babası bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal’dir. İyi ki de
yazmış eşkenar üçgen demek için “müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek
gerekir. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki
yazmışsın dedim. Bu arada ATATÜRK her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne
de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı “Mimber”, 52 sayı çıkmış gazetesi, ve
bu gazeteleri okuduğum zaman bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim. “Sansür”
kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk
gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral
bulurlardı çünkü.
Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri 1908 Şanlı Ordu dergisinde
yayınlanmış. Keşke vaktimiz olsa da şiirlerinden de aktarabilseydim. Bu arada
nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış
yazmış. Peki okumuş yazmışta sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş
Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da
bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?
İşte günümüzde 25 yıllık araştırmacılığım sonunda size bir itirafta
bulunmak istiyorum, diyorum ki ATATÜRK inanın, bugün sanıyorum 7 Şubat 2005, bu
günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, birde bu gün kullanacağımız kadar
güncel geçerli ve çözümsel önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin
bana hangi ülkede var böyle bir lider. Diyeceksiniz ki lafı bırak bize somut
örnek göster. İşte ilk örneğimiz; dedinizki demin Türkiye’deki sorunları
sorduğumda size, dediniz ki önemli olan sorunların bir tanesi de ekonomik
sorun. Peki Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Jhons bize
şunu öneriyor, diyor ki “ekonomiyle savaşta bir tek ATATÜRK’ü örnek alsın yeter
Türkiye”.
ATATÜRK’ün ekonomi ile de ilgili ne görüşleri var acaba, ve bunun
üzerine oturdum, Maliye arşivine indim, Maliye arşivini incelememde ATATÜRK’ün
ekonomide en önem verdiği şey ne biliyor musunuz? Türk parasının değerini
korumak. Peki, 1919’a baktım Türk parası Sterlin karşısında, o zaman dolar yok,
Sterlin karşısında 605 kuruş. Ha bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar
yapıldı. Peki 1938’de kaç kuruş biliyor musunuz? 19 sene sonra inanılmaz bir
şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim ki herhalde
yanlış okudum banknot artış hacmine baktım, banknot artış hacmi 1919’dan 1938
son dört ayına kadar, son dört ayı ilgilenemiyor sağlığından dolayı, son dört
ayına kadar 19 sene sadece %8, bu çok büyük bir başarı. Peki son dört ayda ne
oldu diye baktım, gülüyorsunuz tahmin ettiniz mi? %15. 19 senede %8. Bari
ölümünü bekleseymişiz, ama işte problem bir takım yerlerde sanıyorum.
Bu arada bir arşiv belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927
tarih. 5 Aralık 1927’de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman 2 dolar
alabiliyormuşuz karşılığında. Eğer bizim nesil vazifemizi yapaydık size karşı,
bugün 20 milyon liralık banknotu götürecektiniz, karşılığında 40 milyon dolar alacaktınız
bizim nesil vazifesini yapaydı. Ama diyorum ki lütfen gençler lütfen, ilerde
maliye bakanı olabilirsiniz, ilerde başbakan olabilirsiniz, ilerde aile
kurabilirsiniz o da bir ekonomik sektördür ve ekonomiye yön vereceksiniz. Bizim
yaptığımız, size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik
görüşleriyle ATATÜRK’ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum.
Bu arada biliyorsunuz 1929 da çok büyük ama çok büyük bir şey var.
Ekonomik kriz var. Bütün dünyayı sarsmış ekonomik kriz. Peki soruyorum size
sarsılmayan bir ülke söyleyin. Türkiye tabîi ki. Peki 1929’da bütün dünya
buhran yaşıyor en gelişmiş ülkeler bile. Hadi etkilenmedin de, rakamlara bakın
kişi başına düşen milli gelir %51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma
kelimesi garip geliyor bize. Enflasyon ne kadar? % -1.2, bunlar resmi rakamlar.
Peki ikinci örnek, günümüze örnek;1996 İngiltere’de bir seçim yapılır.
Meclisteki kadın millet vekili sayısı seçimden önce 13, seçimden sonra birden
123 olur. Hiii derler kim yaptı bu başarıyı, Leslie Abdela diye bir
hanımefendi. Leslie Abdela’yı tüm ülkeler çağırır, “ya bize de öğret metodunu
da bizde kadını fazla sokalım meclise” derler. Leslie Abdela’yı Türkiye de
çağırır. Şile’ye gelir, dolar alır anlatmak için. Ve işte sözlerinin özeti “İngiliz
kadını bu başarıyı ATATÜRK’e danıştı”. Yani ben Türkiye ye tereciye tere
satmaya geldim. Peki Leslie Abdela’nın uyguladığı projenin adını biliyor
musunuz? “Mutfak Projesi” peki şöyle yazıyor şurada; “1919 dan beri biz Türk
kadını ve ATATÜRK’ün peşindeyiz merak ediyorum iki kadın milletvekilinizde
benim peşimde niye acaba” diye de ironi yapmış burada. Bu arada eğer biz bu
metodu uygulasaymışız Türkiye’de sanıyorum Türk erkekleri şu anda meclise nasıl
girebiliriz diye arayış içinde olacaktı, hiç şüphe yok buna.
Peki bu arada dünyaya o kadar çok ilk hediye etmişiz ki bunlardan bir
tanesi de üniformalı ve rütbeli kadın asker ilk defa bizim ordumuzda, bizden
dünya orduları örnek alıyor. Kurtuluş Savaşında rütbe alan kadın askerlerimiz;
Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ, Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma ŞİMŞEK. Ama
dünya tarihine tek geçen bir üsteğmenimiz var; 700 erkek 43 kadından oluşan bir
müfrezenin reiseliğine bizzat ATATÜRK tarafından atanmış, Üsteğmen Kara Fatma.
Evet dünyadaki ilk müfreze reisesi kadın ünvanını taşır Kara Fatma. Ben
geçenlerde Erzurum’a davetliyim, Erzurum Üniversitesi rektörümüz davet etti
uçakla gittim. İndim uçaktan “off ayağım belim melim” dedim, bir an aklıma
geldi, biliyorsunuz Kara Fatma Erzurumlu; Erzurum’u 13 kadınla müdafaa ediyor,
atına atlıyor Bursa’ya kadar geliyor, Bursa’nın Kurtuluşuna da tanık oluyor.
Ben uçakla zor gittiğim yere, önümde yemeğim, arkamda suyum, sıcacık, ama bu
kadının yaptığı! Ha o zaman sanıyorum şu andaki Türk kadını asla ve asla
yoruldum demeye hakkı yok, eğer Kara Fatmaları eğer Şerife bacıları tanısaydı.
Evet anlıyorum bu hanımlarımızı tanımadan önce bir şey yaptım
zannediyordum. Şu anda hiçbir şey yapmadığıma kaniyim. Bu arada Kara Fatma’nın
savaşta yaptıklarını, dedim ya Bursa’ya kadar gelmiş, üç oğlunu şehit vermiş,
kızının parmakları İzmit muharebesinde kesilmiş, sadece savaşı anlatmak için
bir konferans gerekir Kara Fatma’nın. Ama Tamim gazetesini okuyorum, Tamim
gazetesini okurken Kara Fatma’yla yapılmış bir röportajı okudum, inanılmazdı. Gazeteci
soruyor diyorki; “çok fakirsin çok çok ihtiyacın var paraya neden üsteğmenlik
maaşı sana bağlanan maaşı kızılaya bağışladın” diyor. Verdiği cevap tarihi bir
cevap aynen şöyle:
“Ben Kurtuluş Savaşında yaptıklarımı bir menfaat ve çıkar karşılığında
yapmadığıma inandığım için en son vatani vazifem olarak maşımı Kızılay’a
bağışlıyorum” diyecektir. Bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? ATATÜRK’e
bir gazeteci sorar; “neden mal ve mülkünüzü milletinize bağışladınız” diye.
ATATÜRK’ün verdiği cevabı aynen aktarıyorum:
”Mal ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan milletime
bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar asıl zenginlik insanın
manevi şahsiyetinde olmalıdır.“ diye cevaplayacaktır. Ne güzel değil mi en son
kademeden en tabana kadar, kadınından erkeğine kadar hepsi aynı söylemde ama
alışmadığımız gibi aynı eylemdeler ne diyelim sağ olsunlar, varolsunlar.
Dileyelim sizin nesle, genç nesle, hortumcular soyguncular değil, Kara
Fatmalar, Mustafa Kemaller örnek olsunlar. Tabi Kara Fatma’nın örnek olabilmesi
içinde bir okuma kitabımızda hiç olmazsa bir okuma parçası olarak Kara
Fatma’nın olması lazım ki örnek alabilesiniz. Bu arada ATATÜRK’ün şu sözü çok
hoşuma gider diyorki; ”Geçmişi ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar
zor olur.” Biz Kara Fatmaları mutlaka hatırlamalıyız sanıyorum.
Bu arada bir kadınımızı daha vermek istiyorum, Melek Hanım. Haçin
katliamını hepiniz hatırlıyorsunuz, 535 Türk hunharca katledilmiştir. Hepsi
öldüğüne göre nerden biliyorsun hunharca katledildiğini? Şair Melek hanım diye
anılırmış Haçin’de. Şahadetinden sonra kolunun altından bir bohça çıkıyor,
bohçayı açıyorlar, 18 kıtalık bir destan yazmış. O anda gördüklerini kaleme
almış. Mektupçu Hüseyin nasıl vahşetle öldürüldü, komşu kızı Hatice nasıl
vahşetle öldürüldü hepsini kaleme aldığı bir destan. Başına ne demiş
biliyormusunuz “inşallah okuna”. Ben 45 yaşımda bunu okuyabildim en sonuna da
“bizden sonrakiler neler çektiğimizi bileler diye yazıyorum” demiş son iki
kıt’ayı sizlere okuyorum
Meydan kazanı kurdular
Tüm bebeklerimizi kaynattılar
Gün görmedik anaları
Süngü ile oynattılar
Kundakları verdiler
Kanlı kundak yu dediler
Bebelerimizi kaynattılar kaynattılar
Kuzu eti diye hepimize zorla yedirdiler
Evet biz burada kolay bulunmuyoruz, bu koltuklarda kolay oturmuyoruz.
Evet bakıyorum çok buruldunuz, çok üzüldünüz ama liderlik dedik biraz da
gülümseyelim mi?
Lider dedik, ATATÜRK’ün resimlerine bakıyorum hepsi asık suratlı hepsi
ciddi. Lider olmak için böyle mi olmak gerekiyor, acaba ATATÜRK hiç mi
gülmemiş, hiç mi espri yapmamış? Hadi gelin Antalya’ya gidelim. Antalya yolunda
mola verir kulağına bir türkü gelir “Ya bu türküyü çok sevdim bulun getirin bu
türküyü söyleyeni” der. küçücük bir çoban gelir. Derki “Sesin çok güzel bana da
bir türkü okurmusun”. Başlar çoban “demirciler demir döver tunç olur” diye.
bitince ATATÜRK dalmıştır “bis bis” der. Çoban böyle bakar. “Oğlum der bis” der
“Çok beğendik tekrarla anlamına gelir”. Hiç nazlanmaz gene aynı türküyü okumaya
başlar. ATATÜRK türkü bitince cebinden bir harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen
alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır ATATÜRK’e “bis bis” der. Bu espri
ATATÜRK’ün çok hoşuna gittiği için çok ünlü bir sanatçımızın yetişmesi
sağlanacaktır.
ATATÜRK’ün hayatta en hoşlanmadığı şey dalkavukluk, ama yemek masasında
hiç hoşlanmıyor. Karşısındaki adam da ATATÜRK’e “sen Türklerin şahısın şususun
bususun...”, feci dalkavuk. Yoğurt kasesi adamın önündeymiş diyorki Atatürk;“Şu
yoğurt kasesini bana uzatır mısınız”. Adam yoğurt kasesi uzatacak, el insaf
ayağa kalkıyor, önünü ilikliyor, tam yoğurt kasesini alacak parmakları içine
giriyor. “Ah...” diyorlar “...adama taktı ATATÜRK, bir de zaten sinirlenmiş
durumda, bir de çok titiz bu konuda, şimdi bir fırtına kopacak”. adam perişan,
ah paşam vah paşam derken “Ya niye bu kadar üzüldünüz demin yoğurt yiyecektim
şimdi cacık yemiş olurum”. Evet, bu espriyle 25 yılın sonunda ATATÜRK’ün müthiş
espritüel olduğunu keşfettim ve yeni hazırladığım konferansımın konusu ne
biliyormusunuz? “ESPİRİLERİYLE ATATÜRK”. Bugün onu hazırlıyorum, 6-7 ay sonra
bitecek inşallah sizlerle buluşacağız. O konferansta çok güleceğiz ama inanın
çok da düşüneceğiz.
Bir gazetecide Atatürk’e sorar “size de diktatör diyorlar ne dersiniz”.
Atatürk şöyle bir bakar, “Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu
sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız “ diyecektir. Peki diktatör mü
Mustafa Kemal bakalım.
İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler.
Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri,
açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri “ya paşam bu ne hal
hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz” der. “Ya çocuk kompartımanıma yastıkla
battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık
yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım” der. Yaveri; “aman paşam! Birimize haber
vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik” der. Ve bir ülke kurtarmaktan
dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap derki “Geç farkettim hepiniz en
az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam
değil milletimin rahat uyuması”. Var mı böyle bir şey! Bu insana diktatör
demeye kimin dili varabilir. Ayaklarının altına Yunan bayrağı serildiğinde
bayrak bir ulusun onurudur diye basmayıp kaldırtan bir insanın kendi milletinin
inancını çiğneyebileceğini düşünmek ancak onuru ve şerefi olmayan kişilerin işi
olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.
Bu arada içimizde çok değerli öğretim görevlilerimiz ve öğretmen
arkadaşlarımız var. Onların için de çok özel bir anısını anlatacağım. İstanbul
Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler, ortaya
ATATÜRK’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş.
Profesörlerle birlikte geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor
profesörlere, aynen şunları söylüyor; “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim
olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır” diyor. En kıdemli profesörü o
koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor.
Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i
görüyoruz orada. Dünya lideri olmak sanıyorum bu evet .
Bu arada İstanbul ve Ankara illerinden birisine ATATÜRK adının verilmesi
için bir kanun önergesi veriliyor meclise. ya İstanbul’a ATATÜRK diyorduk ya
Ankara’ya. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve aynen şunları söylüyor ;“Bir
ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın
bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben
bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi
yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyecek, hiçbir yere
adının verilmesini kabul etmeyecektir. Şimdi bakıyorum da hortumcunun
soyguncunun hepsinin adı bitaraflarda şey gibi yazıyor merak ediyorum nasıl
oluyor bu diye. Evet, galiba beni bıraktınız, ben 25 yıl kolay değil, beni
bırakırsanız sabaha kadar buradayız. En iyisi son iki anı ama onu en iyi
anlatan anılarla programıma son vermek istiyorum;
İşte ilki öğrenciler evet sizin için. Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut
SADİ. Şöyle anlatır Mahmut SADİ. “Yıl 1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci
olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa’ya talebe
yollanacaktır. Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923 Avrupa’ya talebe!
Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde
11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına ATATÜRK “Berlin Üniversitesine gitsin”
diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem
mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne
yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi
çağırdı “Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var” telgrafı açtım aynen
şunlar yazıyordu ”sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak
geri dönmelisiniz”. Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne
düşünebileceğini hesap edebilen bir lider dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl
1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir huyunu. Tüm
ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan yolladığı 11 öğrenci nerede, ne
zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor “gel de
şimdi gitme, git de orda çalışma, dönde bu ülke için canını verme”.diyor.
Evet bu gün en büyük şikayeti ne Türkiye’nin? Beyin göçü. En iyi
beyinlerimizi kapıp götürüyorlar ama o çocuklarımız arkalarına baka baka
gidiyorlar. Peki diyeceksiniz ki engellemek o kadar mı zormuş? Ha o gün 11
öğrenciymiş, telgrafmış. Bu gün milyon öğrenci olsun, e-mail bilgisayar var.
Yeterki şu iki cümleyi ifade edebilecek, onların sorumluluğunu alan bir
liderleri olsun.
İşte son anım, Nehire NEHİR hanımefendiden; şöyle anlatır “O zamanlar
kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda
çömezlik dönemim. Muhsin ERTUĞRUL Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış.
Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde
bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan
uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda
düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe’den ATATÜRK’ün Şehir Tiyatrolarına geleceği
haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin
Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı.
ATATÜRK 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar ATATÜRK geldiğinde Muhsin
ERTUĞRUL’un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura
anlattılar ATATÜRK “Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul’la Görüşürüz” dedi. Herkes
Muhsin ERTUĞRUL’un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür
olacaksın kavgaları bile başlamıştı. ATATÜRK piyesin bitiminde Muhsin
ERTUĞRUL’u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları
söyledi. “Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini
cidiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek
benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri
gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye
almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler “ demez mi.
Etraftakilerin suratları görülmeye değerdi o sırada”. Ama işte liderlik
diyorum. Şimdi bir an günümüze geliyorum, hadi bakalım baba iseniz başlatın
programı gelmeden. Mümkün mü! Ondan sonra artık beğenin haritadan bir yer, evet
ki bu insan bir ülkenin en büyük lideri değil asrın lideri olan bir insan bunu
yapıyor.
Evet ATATÜRK ve onunla el ele verenler sayesinde üç tarafı deniz yerin
üstünü anlatayım mı? Lütfen pazara gidelim. Yabancı ülkelere gittim. Portakalı
taneyle jelatinlere sarıyorlar, kıymetli madde, karpuzu dilimle yiyorlar, biz
kelek çıktı mı atıyoruz, bir tane daha açıyoruz var mı böyle bir nimet. Lütfen
pazara gidelim, yeşilin her tonu; geçen bir yabancı konuğum var; pazardan
geçmek zorunda kaldık dedi ki bana “Türklerin özel bir günü herhalde bu gün”.
“Neden” dedim? Eee baktı kadın naylon torba naylon torba yok öyle bir dava,
böyle bir nimet nerde, hangi ülkede. Bir tane salatalık, bir tane domates, biz
kilolarla. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? “Yahu ülkeme dönünce ne isteyeceğim
biliyor musun”. “Ne” dedim. “Türkiye’yi isterim de isterim diye tutturacağım”
dedi. Bir espriydi ama bir gerçek payı da olduğu su götürmez.
Peki yerin altına geçelim. Krom, brom , toryum, bor. Tamam güzel ama
petrolün zekasına hayranım. Neden mi? Burda çıkıyor, burda çıkıyor, burda
çıkıyor ama Türkiye’nin sınırını ezberletmişler petrole, bir kilometre girmiyor
içeri. Var mı böyle bir petrol, yani altımız petrol dolu aslında. Hadi petrolü
de geçelim, uzaydan çekilen fotoğraflara göre bugün petrolden bir derece zengin
maden var, uranyum. Bu gün dünyadaki, Türkiye’de değil dünyadaki eni iyi
uranyum rezervi bizim Karadeniz dağlarında arzı endam ediyormuş. Hoş o bize
bakıyor biz ona bakıyoruz ama Türkiye’nin dış borcunun 19 katı değeri olduğu
tespit edilmiş uzaydan çekilen fotoğraflara göre.
Yabancı ülkelere gittiğimde ufacık bir tarihi vesika buluyorlar, üç kere
etrafını çeviriyorlar, birde bol para ödüyorsunuz, böööyle bakıyorsunuz. 15
ayrı medeniyeti barındıran 10000 yıllık bir tarih var altımızda.
Romanya devlet bütçesinin üçte birini nasıl kalkındırıyor? Suni termal
tesis yapmış adamlar düşünebiliyor musunuz suni. Erzurum’a gittim kaynıyor,
Kozaklıya gittim kaynıyor, Bursa’ya gittim kaynıyor, İzmir kaynıyor. Sadece
bizim sıcak su kaplıcamız. Hakikisi var çünkü elimizde.
Geçen gün Isparta Süleyman Demirel üniversitesi beni davet etti
rektörlük, oraya gittim. Beni Davraz diye bir kayak merkezine götürdüler. Kayak
merkezinde kayakla kayıyordu herkes Davraz’ta. Birbuçuk saat sonra, Antalya
Akdeniz üniversitesinde vereceğim konferans için Antalya’ya indim. Millet
denizde yüzüyordu. Var mı böyle bir ülke söyleyin bana. Birbuçuk saatlik
mesafede. Bursa, Uludağ’a gidiyorsunuz kayak kayıyorlar, 20 dakikada Mudanya’ya
gidiyorsunuz denize giriyorlar. Hakikaten yok böyle bir ülke. Dünya yuvarlağını
çevirin hepsinin bir araya geldiği bir ülke söyleyin bana, ben bulamadım. Ya
güneşi var ya karı var ya denizi var ya dağı var birinden biri mutlaka.
Peki bu kadar özel ve güzel bir ülke bizim elimizdeyken başımız dertten
kurtulur mu? Asla. Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün
ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz
yok şu ülkede.
Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır
uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler,
yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, kürt-Türk dediler, kapışın dediler,
yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan,
ATATÜRK’çü olan–olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay
alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin-fakir alan-alamayan dediler,
gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı
buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok.
Yeni ATATÜRK’ler yetişiyor ve
gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de
sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan yada başka bir deyişle ayağa
kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası
uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı
ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız
zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de
taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan
ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz
inancıyla. sizlerden Nakiye Hanım, Kara Fatma, Mustafa Kemal gösterdiğin hedefe
henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor ve bu hedefe ulaşana dek sakın
bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle programıma son veriyorum.
ATATÜRK de et artı kemik artı kandı,
İnsanüstü değildi yani ATATÜRK,
ATATÜRK de herkes gibi kusurları olan,
Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi,
Ama güzeldi
ATATÜRK yorgunluk kahvesini bir su
başında yudumlamayı,
Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela
Safiye Aylayı,
Yemeklerden fasulye pilakisini seven,
Miri kelam bir İstanbul efendisi.
Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,
Ama Karadenizli değil Karadeniz kadar
canlı,
Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak
kanlı,
Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve
zeybek.
Velhasıl bizim mayamızdan bizim
kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
İnsan üstü değildi ATATÜRK,
Tam insandı.
.