Henüz düşülmemiş tarihler MÖ 114
yılını işaret ediyordu. Ulu Hun Hakanı İçisiye Tanhu uçmağa varmış, yerine oğlu
Huvei Tanhu oturmuştu, altın Hun Tahtına. Ulu Mete Tanhu’nun ikinci kuşak
torunuydu Huvei Tanhu. Yiğitliğini, gözükaralığını, aklını ondan almıştı.
Sıkıntıdaydı, Hun Yurdu. Ardı arkası
kesilmeyen savaşlar, bitmez tükenmez akınlar yorgun düşürmüştü Hun Budunu.
Budun savaşmaktan üretmeye, sürülerini beslemeye bile zaman bulamaz haldeydi.
Akıllı Han Huvei, en azından bir zaman ordularının dinlenmesini, yeni
yiğitlerin yetişmesini ve atlarının bakıma alınması gerektiğini biliyordu.
Bunun için de barış gerekiyordu. Uzun süreli bir barış…
Otağında düşünüyordu Han. Barışı
sağlamalı, budununa zaman kazandırmalıydı. Bunun için gerekirse Çin
İmparatoru’yla barışı konuşacak, ondan elçi isteyecekti.
Hun Ülkesi’nin aksine, çok güçlenmiş,
dingin ve zengindi Çin. Batıya yönelik hareketleri ile bin bir oyun ederek pek
çok budunu yanına almıştı. Bunları sürekli olarak Hunlara karşı kışkırtıyor,
ayrıca Hun Ülkesi içinde ikilik çıkarmak için beyler arasında, kardeş savaşını
körüklüyordu. Ticaret yollarında da etkinlik kurmuş, elde ettiği gelirlerle
büyük bir ordunun sahibi olmuştu.
İflah olmaz bir Türk düşmanıydı Wu.
Mete Han’ın, Atalarına yaptıklarını bir türlü unutmayan ve halkına da
unutturmamak için sık sık fermanlar yayınlayan, hatta bunların başına
"Mete’nin ve çocuklarının yaptıklarını unutma!” diye başlıklar atıyor, 100
bin kişilik ordusunun başında, Hun sınır boyunda dolaşıyor, zaman zaman Hun
Ülkesine girerek rahatsızlık veriyordu.
Hun Ordusunun bütün özelliklerini
taklit ederek kurmuştu orduyu Wu. Hafif savaşçılardan, ağırlıklı olarak
hareketli okçulardan oluşan ordusunun içinde hain Hunlardan birlikler ve
komutanlar da yer almıştı. Soylarında bozukluk olduğu kesin olan, benzerleri
daha önce görülmüş, daha sonra da mutlaka görülecek olan bu satılıkların, Çin
İmparatorundan emir alarak kendi budununa karşı savaşması ne kadar utanılacak
bir durumdu!
Huvei Tanhu, ordusunun durumunu
bildiği için sürekli geri çekilme ve vur kaç taktikleri ile savaşıyor, Çin
İmparatorunu oyalıyordu.
"Zaman kazanmalıyım!” diyordu,
"Mutlaka zaman kazanmalıyım! Ben yapamasam bile yarın, Hun Budun yeniden
güçlenince, oğullarım, torunlarım gerekeni yapacaktır. Şimdi benim görevim,
budunumu korumak ve çoğaltmaktır. Yoksa geleceğimiz çok karanlık olacak!”
Sabır bilinen ve denenen bir özellik
değildir Hunlar için. Onlar yaşadıkları her günü yaşanmış sayarlar. Sonu ise
düşünmezler. Çünkü son kaçınılmazdır. Tanrı Buyruğudur. O nedenle o günün
gereğini yapmak, ölmek gerekiyorsa ölmek gerektir.
Huvei Tanhu’nun beklemesine
şaşırıyordu Soylu Hun Beyleri. Çin İmparatoru sınırlarında dolaşırken daha
önceden yaptıklarını yapmaları, hemen savaşa girmeleri ve bu kendini bir şey
sanan Wu ukalasına gereken dersi vermeleri gerekiyordu. Kurultayda bunu
seslendirdiklerinde, "Hayır!” diyordu Tanhu, "Bekleyeceğiz! Buna
mecburuz. Hun Budunun geleceği için sabretmek zorundayız. Yakında Çin
İmparatoruna haber salacak ve ondan barış için elçi göndermesini isteyeceğim.
Sessiz bir çığlık gibi uğuldadı otağ.
Beklenmeyen bir şeydi. Ulu Tanhu’nun bir bildiği vardı mutlaka, ama nasıl
dayanacaklardı. Elçi istenmesi demek, Çin İmparatoruna taviz vermek demekti.
Wu, onların korktuklarını sanacak ve şımaracaktı. Çin şımarınca ne istekleri
biterdi ne de ukalalıkları. Birkaç soylu bilge bey fikirlerini açtı. Bu
düşünceleri dillendirdi. Ama hakan kararlıydı.
"Böyle olacak!” dedi,
"Gelecekte benim ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz. Şimdi bana
kızıyorsunuz ama…”
Yapacak bir şey yoktu. Buyruk demiri
bile keserdi.
Haber ulaştığında çok sevindi
İmparator Wu! Adeta yerinden zıpladı mutluluktan. Bağırdı…
"İşte!” dedi, "İşte! Sonunda
korkuttum Hunları. Düşlerim, atalarımın düşleri gerçek oldu. Mete’nin Çocukları
dize geldiler. Benden elçi istiyorlar. Barış yapacakmışız. Göstereceğim onlara
barışı. Kim olduğumu göstereceğim!” Sonra da sesini alçaltıp mırıldandı,
"Barış öyle mi? Barış… Dünyadan son Hun göçene kadar barış olur mu? Son
Hun’un kellesi uçana kadar durur muyum? Atalarımın öcünü almadan sona erer mi
bu savaş? Ben bunun için yemin ettim. Halkımı bu günlere hazırladım!”
Beklediği gün gelmişti. Hun Hakanı
Huvei, ondan elçi istiyordu.
Ne yapmalıydı? Bir tilki kurnazlığında
çalışan aklına gelen bütün ihtimalleri sıralıyordu. En kötüsü, en uygunu, en
acımasızı…
"Buldum!” dedi, sevinçle,
"Buldum! Hun Hakanına elçi göndereceğim, ama öyle bir elçi ki benden elçi
istediğine pişman olacak!”
Budunlar arasında elçi göndermenin
değişmez kuralları vardı. Bu kuralı da güçlü olan budun koyardı. O zamana dek
Hunların dediği olmuş, elçiler Hun töresince gelip, gitmişlerdi.
"Hun Hakanı’na gelecek olan elçi
mutlaka soylu ve üst orunlu olmalıdır. Türk dilini çok iyi bilmelidir. Yanında
mutlaka elçilik emaresi olan asayı ve doğrudan imparatorun mühürlediği ‘İtimat
mektubunu’ taşımalıdır.”
Hun Hakanı Otağında, üst buyruk
beyleri ile karşılardı elçileri. Onlarla doğrudan muhatap olmaz, sözler,
mektuplar ve armağanlar doğrudan aracılarla sunulurdu. Otağın kapısında, Han
Kapıcı Başısı, gelen elçinin asasını ve itimat mektubunu alır, içerde Ayguçi
bunları kontrol eder, elçinin yüzü örtülür, başı yerde girerdi otağa. Asla
oturmaz, dik de duramazdı.
Büyük devlet olmanın bir özelliği
olarak elçilere dokunulmazlık vermişti Hunlar. Hun ülkesinde ne olursa olsun,
bir tek elçinin canına tasallut edilmezdi.
Çin Ülkesinden bir elçi geldiği haberi
ulaştı Huvei Han otağına. Han Buyrukları, hakkında kısa bir araştırma yapmış,
gelen elçinin bırakın soylu olmayı, sıradan biri bile sayılamayacağını, sanki
seçilmiş gibi, orunsuz, cahil birinin Hun Hakanına elçi gönderildiğini
öğrenmişlerdi. Haber Huvei Han’a ulaştığında olmayan neşesi iyice kaçmıştı
Han’ın. Tilki akıllı imparatorun ne yapmak istediğini anlamıştı. Onu kızdırmak,
savaşa çekmek… Ya da en azından elçisini öldürtüp töreyi bozarak Hun Budunun
gözünde küçük düşürmek…
"Kabul etmeyelim bu elçiyi Ulu
Tanhu! Geri gönderelim!” dedi Ayguçisi, "Wu’nun amacı belli! Hemen geri
gönderelim…”
"Hayır!” dedi Huvei Han,
"Wu’nun amacı belli ama benim de bir amacım var! Zaman kazanmalıyız. Bu
zaman kazandıracak her şeye razıyım ben! Bırakın gelsin Çin Elçisi…”
Çin Elçisi geldi. Yanında yalnızca iki
orunsuz asker vardı. Sıradan bir beye bile gönderilemezdi böyle bir elçi ki
huzuruna çıkacağı kimse, Acunun en büyük hükümdarı, Mete Han’ın torunuydu.
Dişler gıcırdıyor, eller hınçla sıkılıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Hakan
buyruk vermişti. Duracaklardı.
Cahil ve sıradan bir adam olan elçi,
bunun getirdiği pervasızlıkla yöneldi Han Otağına. Sanki kendi çadırına girmek
ister gibi attı adımlarını. Otağ Kapıcı Başısı durdurdu onu.
"Dur! Nereye?”
"Hakanla görüşeceğim!” dedi adam
pervasızca, "Beni Yüce İmparatorum Wu gönderdi. Diyeceklerim var!”
"Hani elçilik asan! İtimat
mektubun!”
"Yok!” dedi elçi, "Ben varım
ya! Bunlara ne gerek” diyerek bir de kahkaha attı.
Onu kapıda bekleten Otağ Kapıcı Başısı
başı yerde girdi içeriye. Olanları anlattı Hakana ve buyruk bekledi.
Sinirden titriyordu Huvei Han. Düşündü
bir süre. Sonra buyruk verdi.
"Boşaltın otağımı. Sen de Ayguçi…
Yalnız birkaç Böri Muhafızım kalsın içerde. Sonra da alın elçiyi. Bakalım ne
diyecek!”
İlk kez oluyordu böyle bir şey. Ulu
Hakan, Ayguçisi olmadan, ulu buyruk beyleri bulunmadan, otağına bir elçi kabul
edecekti. Yalnızca, ardında duran birkaç böri eşlik edecekti ona. Şaşkınlık
içinde buyruğu yerine getirip otağdan çıktılar.
Hepsi düşünceli ve tedirgindi.
Onlar çıktıktan sonra Otağ Kapıcı
Başısına seslendi Hakan.
"Elçiyi içeriye al ve sonra sen
de çık!”
Bu kez Kapıcı Başıya gelmişti
şaşkınlık sırası. Çünkü elçilik seremonisinin değişmez öğesiydi Otağ Kapıcı
Başısı. Elçileri dinler, söylediklerini hakana aktarır ve onların hemen
yanıbaşında dururdu. Gerektiğinde başlarını eğdirir, sözlerini susturur, ne
yapacaklarını belletirdi.
"Buyruk Hanımın!” diyerek geri
geri terk etti otağı. Çıktığında, yanında gelen Çin askerlerini dışarıda tutup,
elçiyi içeri saldı.
Dışarıdan çok sade görünen otağın
içindeki muhteşemlik bir anda aptallaştırdı elçiyi. Zaten az olan aklının
kalanı da uçtu gitti. Sağa sola şaşkın gözlerle bakarken, ne yapacağını bilmez
halde altın tahtının üzerinde, bütün görkemi ile oturan Huvei Han’a baktı.
Gözlerini yumup açtı birkaç. Hele Hakanın ardında, onu parçalamak istercesine
üzerine atılmak için bekleyen, devasa yapılı, beli kılıçlı börileri görünce
iyice tırstı.
"Konuş!” dedi Hakan… Han Otağında
ilk kez bir hakan, bir elçiye doğrudan hitap ediyordu. Elçi ağzını açtı. Sesi
çıkmadı. Bir iki öksürdü. Sonra sıradan bir yerde, sıradan bir sohbet yapar
gibi konuşmaya başladı. Selamsız sabahsız, hitapsız girdi lafa. Sesi gittikçe
yükseldi. Açıldı. Cahilliğin de etkisi ile rahatladı.
"Beni Ulu İmparatorum gönderdi!”
diye başladı söze, "Ben Yeryüzünün tek hakimi, İmparatorum Wu’nun
elçisiyim!”
Pervasızlık ve ukalalık, en beceriksiz
şekilde sunuluyordu. Dişlerini sıkmaktan çenesi ağrıyordu Hakanın.
Devam etti elçi.
"Yüce İmparatorum, beraberinde
yüz bin savaşçı ile sınırda sizi bekler ne zamandır. Hatta savaşmak için
çağırmıştır. Ama Hun Hakanı cesaret edip de ordusunu İmparatorumun karşısına
çıkaramamıştır. Hatta aramış, taramış, savaşacak bir tek Hun Eri bile
bulamamıştır! Ne zaman bir Hun Birliğine rastlasa, onlar savaşmak yerine tavşan
gibi kaçmayı seçmişlerdir. Bunda da haklıdır Hunlar.”
Durdu. Çok önemli bir şey söyleyecekmiş
gibi hazırlandı.
"Güney Çin’deki Yüeh Kavminin
Kralının kafası, Çin’de Kuzey Sarayı’nın kapısında asılı durmaktadır. Neden?
Çünkü söz dinlememiş, İmparatoruma karşı gelmiştir!”
Artık iyice havaya girmişti Çin’den
elçi diye gönderilen akılsız ve cahil adam. Derin bir nefes aldı. Sonra
sürdürdü tek yanlı nutkunu.
Söylenenleri duyan börilerden bir
kaçının gözünde yaş belirmişti. Olanlara anlam veremiyorlar onu korumak, uğruna
can vermek üzere orada bulundukları Hakanın neden beklediğini, bu adamı neden
konuşturduğunu merak ediyorlardı. Bir buyruk, bir tek buyruk bu acıya son
verir, elçi parça parça edilip leşi de köpeklere atılırdı. Ancak…
"Yüce İmparatorum der ki ‘ Ey Hun
Tanhusu! Ordunu topla, karşıma gel! Yiğitliğini göreyim! Yok eğer benimle
savaşmaya cesaretin yoksa tahtında ayağa kalk. Yüzünü, bana, güneye dön.
Elçimin tanıklığında, başını eğip diz çok ve bana biat et. Eğer bunu yapmazsan
er veya geç ordumla gelecek ve seni bulacağım. Her şeyini, ama her şeyini
alacağım!’”
Sözünü bitirdi elçi bozuntusu. Hun
Hakanına yapılabilecek en büyük hakareti yapmış, ölümü çoktan hak etmişti. Bir
süre suskunluk oldu. Sonra yavaşça ayağa kalktı Ulu Hun Hakanı Huvei. Kılıcını
çekti. Durdu. Yiğit börilerinin gözlerine baktı teker. Gözleri dumanlıydı.
Yanaklarından aşağı süzülen yaşları gördü ıstırap içinde ağlayan börilerinin
yüzünde. Gülümsedi.
"Bana yapılan hakareti duydunuz!”
dedi acı bir sesle. Bütün başlar yere eğildi. Öylece beklediler. Hakan elindeki
kılıcı, en yakınındaki börinin vücuduna sapladı. Öylece gülümseyerek Hakanını
selamladı yiğit böri. Sonra düştü yere. Aynı şeyi diğer börilerine yaptı Ulu
Hakan Huvei Han. Hepsi de sessizce uçmağa vardılar.
Elçi titriyordu durdu yerde. Az önceki
havasından, eser bile kalmamıştı. Bu Hakan, yalnız bu hakan değil bütün Hunlar
çılgındı. Neden? Neden yapmıştı bunu? Durup dururken onu korumakla görevli
adamlarını neden öldürmüştü?
O sırada başı yerde, ölen yiğitleri
için, az önce kılıcıyla canlarını aldıkları yiğitleri için dua ediyor, onları
Gök Tanrı’nın gökteki vadilerine uğurluyordu Hakan.
Görevi bitince geri döndü. Korkudan
altına yapmış olan elçiye yaklaştı, elinde kanlı kılıcıyla. Elçinin sesi
kesilmişti.
Yalnız iki kişi vardı otağın içinde,
ayakta kalan.
"Sen!” dedi Hakan aşağılayan bir
sesle, "Sen, elçi bozuntusu! Şurada yatan yiğitlerimin bir tanesinin
tırnağı kadar bile değerin yok acunda. Sen… Biliyor musun, bu yiğitler, yıllar
önce hakanları için ölmeye and içtiler. Son böri yere düşene kadar hakana kimse
ulaşamaz, bilir misin?”
Sonundan umutsuz elçi, boş gözlerle
bakıyordu Hakana.
"Bu yiğitler neden öldü biliyor
musun? Çünkü sen, kendini bilmez, akılsız elçi bozuntusu, onların önünde Hun
Hakanına hakaret ettin. Ağzından çıkan sözleri sen duymadın ama onlar duydular.
Seni daha ilk sözünde susturmalı, değersiz vücudunu parça parça etmeliydim. Ne
yazık ki yapamıyorum. Çünkü elçisin! Hun Töresi’nde elçinin canına kıyılmaz.
Seni buraya gönderen de bunu biliyordu. Bu nedenle seçti senin gibi akılsızı.
İşte bu yiğitlere senin yüzünden kıydım. Töre gereği… Senin canını alamadığım
için…”
Acıydı. Çok acı…
Çaresi yoktu hakanın. Börilerinin
yanında hakarete uğramış, küçük düşmüştü. Onlara hakanlık yapamaz, yüzlerine
bakamazdı artık. Onlar da biliyorlardı bunu.
"Sakın!” diye sözlerini sürdürdü
Huvei Han, "Sakın yaptığının karşılıksız kalacağını, cezasız kalacağını
sanma. Canını alamam, kanını dökemem ancak…”
Daha fazla konuşmadı Huvei Han!
"Kapıcı Başı!” diye var gücüyle seslendi. Ayak sesleri yaklaşırken ağır
adımlarla tahtına doğru yürüdü. Çöktü adeta. Elindeki kılıcı yere fırlattı. Son
kez baktı Hun Budunun geleceği uğruna kıydığı yiğitlerine…
"Bağışla beni Tanrım!” diye
mırıldandı…
Çin İmparatoru’nun aklındaki hainliği
yerine getirmek üzere Han Otağında yapılmayacak işi yapan Çin Elçisi, birkaç
muhafız eşliğinde, Hun Ülkesinin en kuzeyindeki, soğuk ormanlarda yaşayan
boyların yanına gönderildi. Nefes aldıkça tutsak olacak, nereye yüzünü dönse
yaşadığı o günü hatırlayacaktı…
Yanında gelen askerler, olanları
anlatmak üzere geri gönderildi.
Dokuz yıl Hun Tahtında oturdu Huvei
Han. Bu süre içinde Çin İmparatoru birkaç kez daha elçi göndererek savaş aradı.
Her seferinden başka bir yol bularak onu oyaladı Huvei Han. Bu arada, ordusunu
güçlendirdi. Budununu doyurdu ve Hunları savaşa büyük bir savaşa hazırladı.
Acundan göçtüğünde, istediğini başarmıştı.
O gün otağda Hun Budunu ve Hun Hakanı
için can veren yiğitlerin öcünü Oğlu Husilu alacaktı.
10.02.2014
.