Prof. Dr.Nurullah ÇETİN
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Sayın Din
Muhammed, önce bize kendinizi tanıtır mısınız? Türkiye’de ne münasebetle
bulunuyorsunuz? Burada ne yapıyorsunuz?
Dinmuhammed Ametbek: Adım Dinmuhammed.
Bu isim Sovyet döneminde Kazakistan’ı yöneten ve Kazak Türk’ü kimliğinin
korunmasında çok emeği geçen bir büyüğümüzün ismidir. Soyadım ve aynı zamanda
dedemin adı Ametbek. Büyük ihtimal adı Ahmetbek’ti, ama Kazaklarda eski
Türklerde olduğu gibi “h” sesi ya düşerdi ya da “q” olarak güçlenirdi.
Güney Kazakistan’ın Şawildir
(Çavuldur) kasabasında doğup büyüdüm. Şawildir Abu Nasr El-Farabi’nin doğduğu
Farab şehrinin yeri oluyor.
2004 yılında Almatı’daki El-Farabî
Kazak Millî Üniversitesinin Uluslararası İlişkiler Fakültesinden mezun olduktan
sonra, 3 yıl yeni başkentimiz Astana’daki Gumilyov Avrasya Millî
Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra Türkiye’ye yüksek lisans ve doktora yapmak
için geldim. Şimdi Orta Doğu Teknik Üniversitesinde Uluslararası İlişkilerde
doktora yapıyorum.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Biz Türkiye
Türkleri, Kazakistan Türklerini fazla tanımıyoruz. Bize Kazak Türklüğü hakkında
tanıtıcı bilgi verir misiniz? Kısa tarihi, coğrafî özellikleri, nüfusu,
kültürü, dinî hayatı, ekonomik konumu gibi hususlarda özet bilgilere
ihtiyacımız var.
Dinmuhammed Ametbek: Soruyu Kazakistan
Türkleri olarak koyarsak bugün Kazakistan Cumhuriyeti topraklarında yaşayan
bütün Türk halklarını kapsamış oluruz. Çünkü Kazakistan’da Kazaklarla komşu
olan Özbekler, Uygurlar ve Tatarların yanı sıra Sovyet döneminde rejimce
tehlikeli halklar olarak adlandırılıp ana vatanlarından sürülen Karaçay,
Balkar, Azeri, Ahıska Türkleri gibi çeşitli Türk boyları yaşamaktadırlar. Zaten
bugünkü Kazakistan kendini, topraklarında yaşamakta olan yukarıda saydığım Türk
halklarıyla Rus, Ukraynalı, Belorus gibi Slav halklarının bir arada barış
içinde yaşadığı Avrasya devleti olarak tanıtmaktadır.
Kazak Türklerinden bahsedecek olursak
ilk önce “Kazak” isminin 1465 yılında Altın Orda’nın sağ kanadı olan Ak
Orda’nın yerine kurulan Kazak Hanlığından geldiğini söylememiz lazım. Kazak
hanlarının Batu Han’ın ağabeyi Ordaejen torunları olduğunu göz önünde
bulundurursak, Kazak Hanlığı steplerde konargöçer hayat tarzında yaşayan Türk
boylarını birleştiren ve eski Türk devlet geleneğine göre yönetilen, Altın Orda
Devleti’nin varisi olduğunu anlarız. Yani 15.yy.den başlayıp bozkırlarda
yaşayan Türk boyları Kazak halkı ismiyle adlandırılmış. Ancak, Kazak halkının
15.yy.de tarih sahnesine çıktığını söylersek yanılmış oluruz. Zira Kazaklar
arasında hâlen canlı olan boy yapılanması ve bu boyların adları, milattan
önceki Hun Saka devrine kadar uzanmaktadır. Örneğin bugün Kazakların arasında
Üysin, Kanglı, Argun, Kıpçak, Alban, Konrat boyları mevcuttur. Dolayısıyla
“Kazak” ismi, yüzyıllardır bozkırlarda yaşayan Türk boylarını birleştiren
addır.
Kazakların tarihine değinirsek,
aslında Kazaklar, Çarlık Rusya’nın 16.yy.nin ortalarında Kazan ve Astrahan
Hanlıklarını işgal ettikten sonra, güneye Türkistan’ın kalbine doğru
ilerlemesini üç asır geciktirmeyi başaran ve dolayısıyla Türk-İslam dünyasına
siper olan halktır. Aslında bugünkü Kazakistan’ın coğrafi konumuna bakarsak ta,
kuzeyde Rusya’yla (7 bin km’lik sınır), doğuda Çin’le, batıda Hazar Denizi’yle,
güneyde Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan devletleriyle sınırdaş olup
aynı görevi üstlenmektedir.
Kazakistan’ın nüfusu 17 milyondur. Yüz
ölçümü 2 milyon 700 bin kilometrekare olan ve dünyada toprak büyüklüğüyle 9.
sırada duran devlet için bu nüfus az değil mi, derseniz, evet, az. Sebebi şu:
Kazaklar Türkistan’ın siperi oldukları için hem Çarlık Rusya hem Sovyet rejimi
tarafından bugün bağımsızlığını ilan eden Türk halklarının içinde en çok
katliama maruz kalan halktır. Bir örnek verecek olursak 20.yy.nin başlarında
Osmanlıda yaşayan Türklerin sayısı 8 milyon civarındaydı ve aynı dönemde
Kazakların sayısı da 8 milyona yaklaşmaktaydı. Aradan yüz yıl geçtikten sonra
Türkiye’deki Türklerin sayısı dört cephedeki savaşlara, Balkanlardaki, Doğu
Anadolu’daki katliamlara rağmen 10 kat büyüyüp 80 milyona yaklaşmaktayken
Kazaklar sanki çoğalmamışlar gibi. Kazakların yaşadıkları en büyük dramlardan
biri 1930’larda Sovyetler tarafından uygulanan kolektifleştirme reformlarıdır.
1930’lara kadar Kazakların çoğunluğu konargöçer hayat tarzı yaşamaktaydılar. Bu
durum Sovyet yönetiminin bölgede tutunması için bir engel teşkil ediyordu.
Ayrıca Sosyalizmin Kazaklara gelmesi için onların yerleşik hayat tarzına
geçerek çiftçilikle uğraşmaları gerekirdi. Dolayısıyla yönetim, Kazakların
yerleşik hayata geçmeleri için hayvanlarına el koyarak onları çiftçiliğe
zorladı. Ancak çiftçilikle uğraşmasını bilmedikleri için, elinden geçinme aracı
olan hayvanları alındığında büyük kıtlık yaşadılar. Bu kıtlıkta ölenlerin
sayısı üç ile beş milyon insan arasında tahmin edilmektedir.
Dolayısıyla bu reformun bozkırların nüfus
yapısını tamamen değiştirdiği kesindir. Bu kıtlıktan ayrı, Soğuk Savaş
döneminde Sovyetlerin nükleer silah denemeleri Kazakistan topraklarında ve
özellikle Kazak nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde yapılmaktaydı. Japonya’nın
Hiroşima, Nagazaki şehirlerinde patlatılan nükleer bomba gücünde Kazakistan
topraklarında 480 nükleer bombanın patlatıldığını düşünürsek, Kazakların
nüfusunun azlığı daha iyi anlaşılacaktır. O kadar ki 1989 son Sovyet nüfus
sayımında Kazaklar, Kazakistan toplam nüfusunun %39’unu oluşturarak kendi
topraklarında azınlık hâline düşmüştür. Bağımsızlık sonrası Kazakların nüfusu
artmaya başlarken Kazakistan’da yaşayan diğer etnik unsurlar özellikle bir
milyon civarında olan Almanlar ve Ruslar kendi ana vatanlarına dönmüşlerdir.
Ayrıca Kazakistan Cumhuriyeti; Rusya’da 2 milyon, Özbekistan’da 2 milyon,
Çin’de 1,5 milyon, İran, Afganistan ve Türkiye’de yaşayan Kazakları
anavatanlarına davet etmektedir.
Kazakların kültüründen bahsedecek
olursak aslında Kazak kültürü bağımsızlıkla beraber tekrar canlandı dersek
doğru olur. Eğer Sovyetler Birliği daha 10-20 yıl yaşasaydı biz Cengiz
Aytmatov’un deyişiyle tamamen “mankurtlaşmış” olurduk. Belki de Kazakların
nelerden geçtiğini, nasıl kendi değerlerine yabancılaştığını; bırakın
kültürlerini, tarihlerini ana dillerini nasıl unuttuklarını anlamak için Cengiz
Aytmatov’u okumak yeterli. Çünkü onun yazılarındaki çoğu olaylar Kazakistan
topraklarında yaşanıyor. Kendi çocukluğumdan anlatırsam çok iyi hatırlıyorum,
ben de çoğu Kazak çocukları gibi Rus okuluna gidiyordum. 1988 yılıydı. İkinci
sınıftaydım. Ana Dili kitabını bir açtım, baktım Rusların ulusal kahramanı
Aleksandr Nevski’nin ihtişamlı, heybetli resmi bütün kitap sayfasını
doldurmaktadır. İçimden düşündüm: “Yahu bu Ruslar ne kadar güçlü halktır. Edebiyatına
bak, Puşkin, Tolstoy, Lermontov, Krılov… Tarihine bak, kahramanlarla,
zaferlerle dolu… Bizde ne var? Hiç…” Eğer bir milletin çocuğu böyle düşünüyorsa
o milletin geleceği yok demektir. Allah Kazakları korudu, o “sarsılmaz birlik”
(Sovyet millî marşının sözlerinden) bir günde paramparça oldu.
Sonradan öğrendim, insan bilmediği
şeyi yok sayarmış. Meğersem, son beş yüz yıla kadar tarihe yön veren, dünyayı
yöneten benim atalarımmış. Rusların yazının ne olduğunu bilmediği tarihte,
benim atalarım kendi alfabesini oluşturmuş, onunla devlet nedir, millet nedir
yazmış bırakmış. Gökyüzünü incelemiş, tıbbın temelini atmış, matematiği
geliştirmiş.
Dolayısıyla Kazak kültürü yeniden,
tekrardan gelişmektedir. Kazaklar Türk medeniyeti mirasına sımsıkı
sarılmaktadırlar. Cumhurbaşkanlığının desteklediği “Kültür Mirası” projesi
çerçevesinde araştırmalar yapılmaktadır. Cumhuriyet’in 20. yıl dönümünde yeni
başkentimiz Astana’da Göktürklerin geliştirdiği “Mangi İl” (bengi, ebedî
devlet) kavramına atıfla bu isimde büyük anıtın açılması çok anlamlı olmuştur.
Halk arasında da eski han isimleri, batır isimleri, 1937 yılında kurşuna
dizilmiş ve adları yasaklanmış aydınların isimleri tekrar yaygınlaşmaktadır.
Din konusunda da Kazaklar İslamiyet’i
yeniden keşfetmektedirler. Camiler dolup taşmakta, yeni camiler açılmaktadır.
Ancak, hem kültür konusunda hem din
konusunda Kazakistan, nüfus yapısından dolayı Kazak ve Müslüman olmayanlara
dayatmacı politika uygulamamaktadır. Aksine Kazak yönetimi Kazakistan’da
yaşayan bütün kültür ve dinleri kapsayıcı ve kucaklayıcı politika
yürütmektedir.
Kazakistan ekonomisinden bahsedersek
ortalama yılda %7-8 büyüme oranıyla dünyanın en hızlı gelişen ekonomilerinden
biridir. Yer altı kaynakları bakımından zengin olan Kazakistan, dünyaya petrol,
gaz ve uranyum ihraç etmektedir. Kazak petrolü Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı
üzerinden de uluslararası piyasaya ulaşmaktadır. Ayrıca, dünya buğday
üretiminde de ilk sıralarda yer almaktadır. Kuzeyden güneye doğru 1500 km ve
doğudan batıya doğru 3000 km’ye uzanan Kazakistan, Çin’le Batı arasında,
Rusya’yla Orta Asya arasında tarihî İpek Yolu’nun canlanmasında önemli rol
oynamaktadır.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Kazak
Türkleri ile Türkiye Türkleri elbette aynı kökenden geliyorlar. Türkiye
Türkleri ve Kazak Türkleri, Türk milletinin iki boyu… Siz Türkiye’ye ilk
geldiğinizde Türkiye Türklüğü ile Kazak Türklüğü arasında dilde, kültürde, geleneklerde,
dinî yaşantıda, aile hayatında, diğer yaşantılarda ve alanlarda ne gibi
benzerlikler gördünüz?
Dinmuhammed Ametbek: Aslında bizim
özümüz bir. Türkiye’ye gelince kendinin Türk dünyası gibi büyük ailenin üyesi
olduğunu anlıyorsun. Biz Kazaklar olarak Orta Asya’da Türkmen, Özbek, Uygur,
Tatarlarla hatta bize en yakın olan Kırgızlarla akraba olduğumuzu, kardeş
olduğumuzu bilmiyorduk. Belki de bilinçaltında hissediyorduk, ama Sovyet
döneminde geliştirilen ulus anlayışı o bilinçten ağır basardı. Hatta bazı
durumlarda birbirimize düşmanca davranabiliyorduk. Aslında Sovyetler Birliği de
diğer imparatorluklar gibi “böl ve yut” mantığıyla kurulduğu için rejim için
bölgedeki Türk birliği ya da Türkistan birliği fikri çok tehlikeliydi. Onun
için mümkün olduğunca, bölgedeki kardeş halkları birbirinden uzaklaştırmak,
yabancılaştırmak hatta aralarına fitne fesat sokmak politikasını
uyguluyorlardı. Bu politikalarında başarısız oldular dersek yanılırız. Bugün
bölgedeki tablo yani Türkistan halklarının arasındaki sevmezlik bazen düşmanlık
boyutuna ulaşabilen kıskançlık, Sovyet ideologlarının başarılı olduğunun
görüntüsüdür.
Türkiye’ye gelmeden önce de Sovyet
döneminde aşılanmış belli ön yargılarla geliyorsun. Ama geldikten sonra dil,
kültür ve geleneklerimizin genel hatlarıyla aynı olduğunu görüyorsun. Ve
Türkistan’daki sevmediğin Özbeklerle, tanımadığın Türkmenlerle kardeş olduğunu
ve özellikle Kırgızlarla aynı olduğunu fark ediyorsun. Aslında Türkiye’ye
geldikten sonra, kendinin dünyadaki yerini, konumunu sorgulamaya başlıyorsun ve
kimliğini, ait olduğun medeniyetini tanımaya başlıyorsun.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Tabii 1071
Malazgirt Zaferi’yle birlikte Orta Asya Türklerinin yarısı Türkiye’ye aktı.
Daha önceleri de gelmiştik ama 1071’den sonra büyük kitleler hâlinde geldik. O
zamandan bu zamana ayrı coğrafyalarda yaşıyoruz. Dolayısıyla dilde, kültürde ve
diğer alanlarda bazı farklılaşmalar da oldu. Biraz da farklılıklardan bahseder
misiniz?
Dinmuhammed Ametbek: Türkiye’deki
Türkler Türk medeniyetinin kalpgâhından, merkezinden uzaklaşarak Fars, Arap ve
daha sonra Batı medeniyeti ekseninde kaldıkları için kültürlerinde özellikle
dillerinde bu medeniyetlerin etkisi fazlasıyla görünüyor. Öbür taraftan dili bu
etkilerden temizleme girişimleri dilin telaffuzuna ve kelime dağarcığına da
etki etmektedir. Örneğin, bugün bütün Türklerin çıkartabildiği kalın “k” yani
“q”yu, ya da güçlü “h”yi yani “kh” ya da “x” olarak belirtebileceğimiz
gırtlaktan çıkan “h”yi ve nazal “n”yi Türkiye Türkleri çıkartamamaktadır.
Bundan dolayı, belki sizin önceki sorunuza cevap olur, Türkiye’ye ilk
geldiğimizde okuma yazması yok dolayısıyla edebî Arapça-Farsça sözlerden uzak,
aynı zamanda Türk dilinin doğal seslerini çıkartabilen köylülerle daha iyi
anlaşıyorduk.
Davranış biçiminden bahsedersek,
Türkiye Türkleri tarihî mirasından dolayı bize göre daha emin, daha öz güvenli
davranabilmektedir. İlk önce buradaki Türkler, altı yüz yıl boyu Avrupa, Asya
ve Afrika’da hüküm sürmüş Osmanlıların torunları. İkinci olarak, bütün Türk ve
İslam illeri Batı devletleri tarafından sömürgeleştirildiği zaman,
bağımsızlığını koruyabilen ve diğer Türkler tarafından son kale olarak bilinen
tek Türk devletidir.
Bu tarihî bilinç, Türkiye Türklerini
bizden farklı kılmaktadır. Tarihten kaynaklanan bu öz güvenden dolayı
Türkiye’nin sıradan bir vatandaşı bile Türkiye’ye yurtdışından gelen bir Türk
soylu kardeşiyle karşılaştığında, iyi anlamda söylersek elinden geleni hatta
gelmeyeni yaparak yardım etmeye, kötü anlamda söylersek ağabeylik taslamaya
çalışır. Bu kardeş sevgisi, yardımseverlik ve ağabeylik duygusu bizde
bulunmamaktadır. Olsa da yeni yeni gelişmektedir.
Yemek kültürü, dil zenginliği, mimik,
el kol harekeleri, zarafet alanlarında Türkiye Türkleri tabii bizden daha önde.
Türkler Türkistan’dan getirdiği yemek anlayışını, damak tadını Anadolu ve
Balkanlar’daki, Orta Doğu’daki farklı yemek kültürleriyle geliştirmiş,
kendilerine özgü bir mutfak oluşturmuşlar. Biz ise, hayat tarzından dolayı daha
çok et ağırlıklı yemekleri tercih emekteyiz. Bizim mutfak belki de özgün Türk
mutfağıdır ve yeşillikler pek bulunmaz. Zeytin gibi Akdeniz havzasına has
ürünler hiç bulunmaz. Yeri gelmişken anlatıyım, şimdi bizde incir de yetişmez.
Türkiye’ye Kazakistan’dan misafirler gelmişler ve onlara incir ikram edilmiş.
Bizim bir Kazak inciri bir ısırmış ve “Bu kurtlanmış yahu.” demiş.
Türkiye Türkçesine gelince yukarıda
değindiğimiz gibi Türkiye Türkçesinde fazla Arapça ve Farsça sözler var. Bu
sözleri olumsuz manada değerlendirdim. Ama dilin zenginliği açısından
baktığımızda, bunlar dili daha esnek yapan unsurlar. Keşke diyorum, Arapça ve
Farsça kelimeleri değiştirdiklerinde yenisiyle beraber eskisini de kullansalar.
Mesela, sınav sözcüğüyle beraber imtihan sözünü de kullansalardı.
Zarafet ve kibarlık hususuna da
değineyim. Şimdi Kazaklar, kuzeyde yaşadıkları için herhâlde iklimden dolayı
pek konuşmazlar. Bir iyiliğe karşı minnet duygusunu ifade etmek için sadece bir
kelime var: ’rahmet’. Türkiye’ye ilk geldiğimde bu minnet duygusunu anlatan
sözlerin çokluğuna şaşırmıştım. “Teşekkür ederim.”, “Mahcup ettiniz.”, “Zahmet
ettiniz.”, “Sağ olun.”, “Var olun.”, “Ellerine sağlık.”, “Ayaklarına sağlık.”,
“Ağzına sağlık.” vs. Vedalaşırken Kazaklar bir tek “Saw bol.” derler,
buradakiler ise “Hoşça kalın.”, “Güle güle.”, “Allah’a emanet olun.”, “Kendinize
iyi bakın.”, “İyi günler.” diye devam edip gidiyor.
Bir de Türkiye Türklerinde sevmediğim
şey, konuşup yapmamaları; söz verip sözünde durmamaları. Kazaklar “Bize de
buyurun, bekleriz.” dediklerinde gün ve saati belirlerler ve beklerler. Burada
ise genelde “Bize de bekleriz.” sözü öylesine ayıp olmasın diye söylenmiştir.
Ya da özellikle iş görüşmesinden sonra, “Biz sizi ararız.” derler, hiç
aramazlar. Bu konuda Kazaklar acı gerçeği tatlı yalana tercih etmektedirler.
Sonuç olarak, Kazak Türkleri ve Türkiye
Türkleri Türk dünyasının iki ucunu temsil etmektedirler. Türkiye Türkçesini
bilen bir Kazak’ın bütün Türk lehçelerini anladığı gibi, Kazak Türkçesini bilen
bir Türkiye Türkü de bütün Türklerle anlaşabilir.
Kazaklar Türk medeniyetinin eski,
özgün, saf, doğal hâlini temsil ederken Türkiye kültürü, Türk medeniyetinin
işlenmiş, yontulmuş, zarif hâle gelmiş örneğini temsil eder. Mesela, bizim
mantımız yumruk kadar büyükken, sizin mantı parmağın ucu kadar olur. Hatta çoğu
Kazaklar Türkiye’ye ilk geldiklerinde, menüdeki mantıyı görürler, çok
sevinirler, sonra da önlerine bir kaşıkta 40 tanesi olan mantı gelince hayal
kırıklığına uğrarlar.
Başka bir misal, bizim geleneksel
müzik çalgımız dombıra iki telli olup, tok ses çıkartır. Dombıranın torunu olan
bağlama ya da saz ise, 7 telden oluşur ve ince ses çıkartır. Demek, batıya göç
ederken Türklerin damak tadı ve müzik zevki daha da zarif, ince hâle gelmiş.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Kazak
Türklüğü üzerindeki gerek Çarlık döneminde, gerekse Sovyet döneminde Rus
emperyalizminin nasıl olduğunu bize anlatır mısınız? Mesela babalarınız,
anneleriniz Rus zulmü altında neler çekmişler? Hangi alanlarda ne gibi baskı
görmüşler?
Dinmuhammed Ametbek: Yukarıda da
belirttiğim gibi Kazaklar en çok asimilasyona maruz kalan Türk halklarından
biridir. Bu politikalar sadece dil ve kültürü değil, milletin kendisini yok
etmeye kadar uzanan politikaları içerir. Kazaklar güney komşuları Türkmen,
Özbek ve Kırgızlara nazaran Ruslarla iç içe yaşayan halktır. Ruslar
Kazakistan’ın şehirlerinde, Kazaklar genelde kırsal bölgede yaşadıkları için ve
kültürün şehirde oluştuğunu düşünürsek Kazakların Rus kültürü içinde yaşadığını
anlarız.
Bugün güney komşularımız bizi Rus
olmakla, ana dilimizi unutmakla suçlayabilir, ama o ortamda kendi kimliğini
korumak fevkalade zordu. Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almatı’da toplum
içinde eğer Kazakça konuşursanız, “Hey sen, mal (koyun) Rusça konuş!” tepkisini
alırdınız. 1986 Aralık olaylarında Kazak gençlerinin Sovyet Cumhuriyetleri
içinde ilk olarak isyan başlatmaları bu baskının sonucuydu. Kazaklara uygulanan
asimilasyon politikalarını anlatan ve Türkiye Türkçesine de aktarılan Mekemtas
Mırzahmetov’un “Kazaklar nasıl Ruslaştırıldı?” kitabını tavsiye ederim.
Çarlık Rusya’ya karşı savaşı
meydanlarda kaybettikten sonra ve yavaş yavaş kimliğini de kaybetmeye
başlayınca, Kazak aydınları çeşitli yollara başvurmuşlardır. Kazak aydınları
Kazak kimliğinin korunmasında Kazakların geleneksel müzik çalgısı dombıraya
sarılmışlardır. Yani Kazaklar din, dil, kültür hepsini kaybettiklerinde bile
onlara Kazak olduklarını hatırlatacak, atalarının sesi olacak, bir gün olmazsa,
diğer gün Kazakların özüne dönmelerine vesile olacak “kendine çağrı”nın Dombıra
olması gerekirdi. Kısacası, Kazak kimliği dombırayla özdeşleşmişti. Ünlü Kazak
şairi Kadir Mırzaali’nin ifade ettiği gibi:
Eki şektiñ birin qattı,
birin säl säl jay bura.
Nağız Qazaq, Qazaq emes.
Nağız Qazaq - Dombıra!
İki telin birin sert,
Birin biraz gevşek bırak.
Gerçek Kazak, Kazak değil.
Dombıradır, tam Kazak!
Bundan dolayı genelde Kazak aileler
çocuklarına dombıra çalmayı öğrettiler. Dombıra âdeta kültür emperyalizmine
karşı direniş sembolüne dönüştü.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Ruslar diğer
Türk devletlerini olduğu gibi Kazakistan’ı da sömürdü. Ekonomik kaynaklarını
bir hayli yağmaladı. Bize bu konudan bahseder misiniz? Yani Rusların ekonomik
emperyalizminden…
Dinmuhammed Ametbek: Soruyu “Ruslar”
olarak koyarsak çok yanlış olur. Çünkü Ruslar halk olarak aynı bizim gibi
halktır ve hiçbir halkın kötüsü olmaz. Soruyu “Çarlık Rusya’sı” ve “Sovyet
yönetimi” olarak iktidarı elinde bulunduran rejim olarak koymamız daha uygun
olur. Çünkü Ruslar da Sovyet döneminde başka halklar gibi sürüldü, halk düşmanı
olarak ilan edilerek kurşuna dizildi, yurt dışına kaçtı. Kısacası Rejimin
doğurduğu bütün zorlukları yaşadılar.
Sovyet ekonomisi merkezî planlı
ekonomiydi, biliyorsunuz. Her şey merkezde belirleniyordu. Bölgelerin
bağımlılığını arttırmak için aralarında sıkı sanayi ilişki kurulmuştu. Örneğin,
Özbekistan’da uçak sanayisinde uçağın kanadı, Gürcistan’da tekerleği,
Ukrayna’da motoru yapılır ve bunların hepsi, diyelim, Beyaz Rusya’da
birleştirilirdi.
Bu ekonomik ilişkide Orta Asya’ya
biçilen rol, ham madde tedariki idi. Kazakistan topraklarında elementler
tablosundaki bütün maddeler bulunur. Ama onların işletilmesi Kazakistan
toprakları dışında yapılırdı. Bu ilişkilerden dolayı Kazakistan bağımsızlığının
ilk yıllarında çok zorluk çekti. Kazakistan’ın bir tek avantajı İkinci Dünya
Savaşı yıllarında Rusya’nın Avrupa kısmındaki sanayi fabrikalarının Kazakistan
topraklarına taşınması idi.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Sovyetler
Birliği’nde Rusların siyasî baskısı, Türkler üzerindeki hâkimiyeti yani siyasi
emperyalizmi nasıldı? Nasıl bir sistem vardı? Anlatır mısınız?
Dinmuhammed Ametbek: Rus dilinin
Sovyetler Birliği’nde önemli yeri vardı tabii. Ama her şeyi Ruslardan görmek
yanlıştır. Mesela, milyonlarca kişiyi katleden Stalin, Gürcü idi.
Sovyet sistemi bilindiği üzere, işçi
sınıfının hâkimiyetine dayalı olarak kuruluydu. İnsanlar arasındaki eşitliğe
vurgu yapılıyordu. Dolayısıyla insanlar arasında zengin-fakir ayrımı
bulunmaması gerekirdi. İkinci vurgu, dinsizlikti. Sovyet ideolojisinde din,
insanların rejime itaatini sağlaması için uydurulan afyondu. Komünistlerin
iddiası insanları bu eşitsizlik ve dinden özgürleştirmekti.
Bu durumda iki grup insan, düşman
olarak öne çıkıyordu: Zengin ve molla. Zaten Kazak aydınlarının neredeyse hepsi
ya zengin ya da molla çocuğu olduğu için doğrudan rejimin kara listesine
alınıyordu. Asrın başındaki Kazak aydınlarının hayatına bakarsanız hepsi 1937
yılında biter. Yani bu yıla kadar Kazak halkı, başka halklar da bu kıyımı
yaşadılar tabii, başsız kalmış oldu. Başı olmayan halkı yönlendirmek, hâkimiyet
altına almak kolaydır.
Sovyet istihbaratı KGB, yurt dışında
bayağı ünlüdür. Aynı istihbarat yurt içinde de çok güçlüydü. Sovyetlerde herkes
birbirinden şüphelenir, korkardı. Çünkü herkes casus olabilirdi. Ama tarih
korkuya dayalı devletlerin uzun ömürlü olmadığını gösterdi.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Kazakistan,
bağımsızlığa kavuştuktan sonra Kazak Türklerinin kendi millî ve dinî
kimliklerine sahip çıkmaları konusunda ne gibi çabaları oldu? Hem Müslümanlık
hem de Türklüklerini öğrenmede, geliştirmede ve sağlamlaştırmada ne gibi
çalışmalar yapıldı ve yapılmaktadır?
Dinmuhammed Ametbek: Bağımsızlıktan
sonra Kazakistan kendini Türk ve Müslüman kimlikli devlet olarak tanıtmaya
başladı. Kazakistan’ın Türkiye’nin başlattığı Türk Devlet Başkanları Zirvesine
katılması ve İslam İşbirliği Örgütü’ne üye olması bunun ispatıdır. Yine de
Kazak kimliğinde hem Sovyet dönemindeki dinsizlikten dolayı hem İslam
dünyasının ücra köşesinde bulunması Türklüğünün İslam’dan öne çıkmasına sebep
olmuştur. Örneğin, güney komşularımız İslam’ın simgesi olan hilali bayraklarına
resmetmişken, Kazakistan, tanrılığın simgesi olan güneşi ve gök semasının rengi
gök mavisini bayrağında ifade etmiş.
Kazakistan’da Türklük bilinci Kazaklık
bilincinden geçer. Kuzeyinizde Pantürkizm hayaletinden titreyen Rusya gibi bir
dev varsa ve halkınızın bir kısmını Slavlar oluşturuyorsa resmî şekilde
Türklükten bahsedemezsiniz.
İnsanın kendi kimliğini tanıması,
atalarını tanımasından geçtiği için okullarda Kazakistan tarihi okutulmaya
başlandı. Eskiden Sovyet döneminde okullarda Kazakistan tarihi adında bir ders
vardı aslında. Ama kitabı çok inceydi. Ve içeriği de genelde Kazakların hür
iradesiyle Çarlık Rusya hâkimiyetini kabul ettikleri yazılırdı. Şimdi ise
Kazakistan tarihi Hun Saka döneminden başlıyor. Ayrıca Kazakistan tarihi
üniversite giriş sınavında zorunludur. Üstelik üniversite bütün bölümlerinde
birinci sınıfta Kazakistan tarihi zorunlu derstir.
Bu ders çerçevesinde Kazak gençleri
atalarının geçtiği yollardan geçerek kimlik anlayışlarını güçlendiriyorlar. Kim
olduklarını, nereden geldiklerini, dünyada nerede durduklarını öğreniyorlar.
Müslümanlık kimliğine gelince yukarıda
da bahsettiğim gibi, Kazakistan’da başka dinlere mensup halkın mevcudiyetinden
dolayı okullarda İslam gibi bir ders bulunmamaktadır. Genelde tatillerde Kazak
aileler çocuklarını camie gönderirler. Kazakistan’da Din İşleri Başkanlığı
kurulmuştur. Bu başkanlık imam yetiştirmek ve İslam’la ilgili olarak halkı
bilgilendirmeden sorumludur. Kazakların dine ilgisi gittikçe güçlenmekte ve
cami sayısı her yıl artmaktadır.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Siz tabii
Rus kültür emperyalizminden kurtuldunuz. Aslında tam da kurtulmuş
sayılmazsınız. Ama galiba bu yeni dönemde de Amerikan emperyalizmine maruz
kalma tehlikesi var. Buna karşı ne gibi tedbirler alıyorsunuz?
Dinmuhammed Ametbek: Doğru söylediniz,
aslında biz Rus kültürü yörüngesinden henüz çıkmadık. Halkın çoğunluğu hâlâ Rus
TV kanallarını izler, haberlerine güvenir. Gazetelerini alır, dergilerini okur.
Bazı kitap dükkânlarında hâlâ Kazakça kitap bulamazsınız. Dolayısıyla biz
kültür alanında bağımsızlığımıza henüz alamadık dersem yanlış olmaz.
Bu duruma karşı Kazakistan yönetimi
Kazakça kitapların yazılmasını teşvik etmektedir. Yeni televizyon kanalları
açmaktadır. Mesela, son yıllarda “Medeniyet” adında kültür kanalı, “Baldırğan”
adında çocuk kanalı açıldı.
Amerikan emperyalizmine gelince, biz
Rus kültür yörüngesinde bulunduğumuz için ve Rusların da Amerika’ya karşı bu
kültür alanındaki Sovyet mirasını korumaya çalıştığı için henüz Amerikan etkisi
Rus kültürü kadar güçlü değildir.
Aslında Kazakistan kültür alanında iki
kutba doğru çekilmektedir: Biri, Rus kültürü; diğeri, Türk kültürüdür. Hem Rus
hem Amerikan kültür emperyalizminden kurtulmanın yolu, Türk dünyası olarak
ortak kültür alanını yaratmaktır. Kazakistan kültür alanında Türk dünyasına
yaklaştıkça, ülke içinde Kazak kültürü güçlenecek ve Rus kültürü de
zayıflayacak.
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Bugünkü
Kazakistan’ın, Kazakistanlı siyasetçilerin, aydınların, fikir ve bilim
adamlarının bütün dünya Türklerinin siyasi, ekonomik, kültürel ve askerî
anlamda birleşme düşünceleri, büyük Türk birliğini kurma projeleri var mı?
Varsa ne gibi çalışmalar yapıyorlar?
Dinmuhammed Ametbek: Normalde Türk
dünyası bütünleşme sürecine en mesafeli durması beklenen Kazakistan’dı. Çünkü
Rusya’nın Orta Asya’daki tek komşusu ve ülke içinde de Rusya etkisi çok
güçlüdür. Ama bugün Türk dünyasının bütünleşme çabalarının arkasında iki devlet
öne çıkmaktadır: Onların biri Türkiye, diğeri de Kazakistan. 2008 yılından beri
Türk dünyasının UNESCO’su olan TÜRKSOY’u Kazakistan temsilcisi yönetmektedir.
Kazakistan Türk Keñeşi’nin yani Türk
Konseyinin kurucu üyesidir. Türk Akademisi Astana’da açılmıştır. Bu resmî
kuruluşların yanı sıra sivil toplum kuruluşlarında da Kazaklar öncü rol
üstlenmektedir. Örneğin, bu sene TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar
Merkezi) tarafından İstanbul’da üçüncü kez düzenlenen Dünya Türk Forumunda en
faal olan Kazakistan’ın Büyükelçilik, Konsolosluk gibi hem resmî kurumları hem
bilim adamları idi. Katılımcıların dörtte birini Kazak temsilcileri
oluşturuyordu.
Buraya kadar bahsettiklerimden
anlaşılacağı gibi, Türk dünyası bütünleşmesi Kazakistan’ın kimliği açısından
önemli yer alır. Bundan dolayı Kazakistan Türk dünyasına önem vermektedir.
Kazakistan Dışişleri Bakanlığında “Orta Asya, Güney Kafkasya ve Türkiye”
dairesinin bulunması Kazak dış politikasının Türk dünyası boyutunun varlığının
kanıtıdır. Bu konudaki Türk Dünyasının aksakalı, Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in
ilk baskısı 1997’de çıkmış olan ve Türkiye Türkçesine geçen sene aktarılan
“Tarihin Akışı” kitabındaki şu sözleri çok anlamlıdır:
“Türk dünyasının birliği fikrini,
içinde bulunduğumuz tarihî andan yola çıkarak değerlendirirsek bize, birlik
fikrinin birleştirici ve harekete geçirici potansiyelleri oldukça az gelebilir.
Ama eğer daha geniş zaman çerçevesinden yola çıkarsak geleceğe doğru bakarsak o
zaman, tarihin gelişme süreci içinde, her bir Türk halkının, Türk kültür
dünyasının bir parçası olduğunu gittikçe daha fazla kanıtlayacağını görürüz.
Türk halkları, bir bütün olarak hareket edip eşit haklı bir özne olarak
jeopolitiği etkileyebilir, kültürel ilişkilere edilgen bir öğe olarak değil,
eşit haklı bir özne olarak katılabilir.”
Prof. Dr. Nurullah Çetin: Bugün
itibarıyla Kazakistan-Türkiye ilişkileri nasıl gidiyor? Bu ilişkileri
geliştirmek için neler yapılmalıdır?
Dinmuhammed Ametbek: Nursultan
Nazarbayev’in devlet başkanı olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptığını (Ekim
1990), Kazakistan’ı ilk tanıyan Türkiye olduğunu, Nazarbayev’e güven mektubunu
teslim eden ilk büyükelçinin Türk diplomat Argun Özpay olduğunu, Nazarbayev’in
atadığı ilk büyükelçinin Kazakistan’ın Ankara Büyükelçisi olduğunu düşünürsek;
Türkiye’nin sadece Kazak dış politikasında değil, Kazakistan’ın devlet olarak
oluşmasında da önemli katkısı olduğu anlaşılacaktır. İkili ilişkiler sürekli
gelişerek, 2009 yılında stratejik ortaklığa kadar yükseldi. Kazakistan-Türkiye
ilişkileri Türk dünyasında örnek ilişkiler olarak gösterilmektedir.
İki devlet bütün uluslararası
kuruluşlarda birbirini destekler. Kazakistan’da biri devletin ikisi özel olmak
üzere üç ortak üniversite mevcuttur. Ayrıca otuzu aşkın Türk okulu
bulunmaktadır. Her sene Türkiye’yi yüz bin turist ziyaret etmektedir. İki ülke
arasında haftada Türk Hava Yolları ve Astana Hava Yolları dâhil olmak üzere 27
uçak seferi yapılmaktadır. Türkiye’ye 90’ların başında okumaya gelenler bugün
Kazak toplumunun her kesiminde çalışmaktadırlar. Aralarında cumhurbaşkanı
danışmanı olarak görev yapanlar da bulunmaktadır.
Yeni başkentimiz Astana’nın inşasında Türk
şirketlerinin çok katkıda bulunduklarını söylemeliyim. Ayrıca yurt dışındaki
Atatürk’ün en yüksek heykelinin Astana’da bulunduğunu gururla söyleyeyim. Buna
karşılık olarak Ankara’da Nazarbayev heykelinin, Niğde’de Abılayhan heykelinin
bulunduğunu da ifade edeyim.
Sonuç olarak, Ankara-Astana hattı
sağlam ilişkilere oturmaktadır. Bu ilişkilerin daha da güçlenmesi için halk
tabanına yansıyacak ortak projeler geliştirilmesi lazım. Türkiye’de Kazakça
dâhil diğer Türk lehçelerinde de yayın yapan TRT AVAZ güzel kanal. Ama bu kanal
her ne kadar ortak coğrafyanın avazı olarak adlandırılsa da Türkiye merkezli
yayın yapmaktadır.
Bunun gibi keşke Kazakistan-Türkiye
ortak bir televizyon kanalı, hatta bütün Türk devletlerinin ortak kanalını
oluşturabilsek ve o kanalı uydu aracılığıyla değil, normal antenle
seyredilebilir hale getirirsek, çok iyi olurdu.
Ortak alfabe, üniversiteler arasında
öğrenci değişimi, ortak tarih müfredatı gibi konularla Türksoy, Türk Keneşi,
Türk Akademisi uğraşmaktadırlar. Bunların yanında ilişkilerin asıl sahibi olan
halkların arasında kaynaşma, tanışma ne kadar çok olursa ilişkiler o kadar
sağlam olur diye düşünüyorum. Onun için de sivil toplum kuruluşlarına,
akademisyenlere ve yazarlara çok önemli görev düşmektedir.
Sözümün sonunda bir büyüğümüzün dediği
gibi, “Oğuzhan’la yurdu (Türkistan) bir, Korkut Ata’yla dili (Türkçe) bir,
Atatürk’le yolu (Cumhuriyet) bir kardeşlerin birlik ve beraberliği daim olsun.”
demek istiyorum.
.