Roma kilisesi ile Bizans kilisesi
Hunlardan beri bütün Türk kavimlerini Hristiyan yapmak için her türlü yolu
denemişlerdir. Eğer Türkler Hristiyan yapılırsa, hem kiliseleri kurtulur hem
bütün dünyaya hükümran olurlar hem de sonsuza kadar yaşarlardı.
Nitekim Bizans bunu denemiş; para,
makam, toprak, gibi dünyevi şeyler ile Türk gücünü elde ederek kullanmıştır. Bu
sayede Türk gücünü yalnız Roma kilisesine karşı değil, Türklere karşı da
kullanarak ayakta kalmayı başarmıştır.
Roma kilisesi, Haçlı Seferleri’ni
başlatırken kâmilen olmasa da kısmen Türkleri Hristiyanlaştırmayı amaçlıyordu.
Türklerin Hristiyanlaştırılması, Roma kilisesine hem büyük bir itibar hem de sonsuz
bir güç sağlayacaktı. Çünkü onlara göre Türkler, şeytanın yeryüzü
temsilcileriydiler; onların Hristiyanlaşması demek, şeytanın yenilmesi demekti.
O zaman kilise zafer kazanmış olacak ve yeryüzünde Tanrı’nın (kilise) devletini
kuracaktı.
Ne var ki Haçlı Seferleri, Türkler
tarafından hem dünyevi alanda hem de uhrevi alanda bozguna uğratılarak kiliseyi
kökünden sarstı. Roma kilisesinin sağlamaya çalıştığı "öte dünyacı"
birlik, paramparça oldu. IV. Haçlı Seferi sonunda nasıl Bizans ve Roma kiliseleri
birbirlerinden ayrıldıysa, Batı Hristiyanlığı da kendi içinde parçalara
ayrıldı. Bununla Batı Hristiyanlığını oluşturan Kimera toplulukları, kendi
antisistemlerinin etrafında toplanmaya başladılar.
Bu ayrım, edebiyat alanında kendini
göstererek gelişip yaygınlaştı. Roma kilisesinin Hristiyanlık adı ile
birleştirmeye çalıştığı Kimeralar, kendi edebiyatları ile kendi kimliklerini
buldular, güçlendiler.
Cluny Reformu ile doğan dinsel
edebiyat, kilise karşıtı edebiyat türlerinin oluşmasına yol açtı. Haçlı
Seferlerleri, dışarıda olduğu gibi içeride de bozguna uğramış oldu. Yine bu
bozguna da aynı zihniyet kaynaklık etti. Zihniyetin dünyevi alandaki etkisi
uhrevi alanda da sürdü.
Haçlı zihniyetini dünyevi ve uhrevi
alanlarda bozguna uğratan gücün kaynağı tekti. Bu güç; kaynağını, "oğul
İsa'nın ruhu"ndan değil, "Türk ruhu"ndan alıyordu. Türk ruhu
Haçlıları nasıl Kudüs yolunda dünyevi yenilgiye uğratmışsa, Avrupa’da da uhrevi
yenilgiye uğratmıştı. Bu yenilgi, tarih boyunca sürüp gidecekti.
Kilise de bunu çok iyi biliyordu.
Bunun için Türkleri Hristiyanlaştırmak istiyorlardı. Çünkü Türkler
"putperest ırk" olarak kaldıkça "şeytanın yeryüzü krallığı"
sürüp gidecekti. Türkler, şeytan krallığının yeryüzündeki gerçek hükümranları
olarak hep Tanrı (kilise) devletinin düşmanı kalacaklardı.
Hun Hükümdarı Attila, bu gerçekliği,
Roma kilisesinin temelleri arasına yerleştirmişti.
Kilise; Hun Hükümdarı Attila, Roma
kapılarına dayandığı zaman papaz Augustinus'un “Tanrı devleti"
fantesizinin gerçekliğine iman etmişti. Çünkü Attila Tanrı tarafından
gönderilmiş ilahî uyarıcıydı; o, "Tanrı’nın kırbacı”ydı.
"Attila’nın ünlü Katalaunum
Seferi’nde yolu üzerinde teslim olmamakta sonuna kadar direnen Troyes şehrinin
başpiskoposu bir hayalete bakarcasına çaresizlik ve dehşet içinde:
- Taçları deviren, memleketleri yakıp
yıkan, kavimleri ezip geçen; sen kimsin? Dünyanın altını üstüne getirmek
vazifesini sana kim verdi? Kimsin sen? diye bağırır.
Attila da Latince şu cevabı verir:
- Ego sum Attila, flagellum Dei! (Ben
Attila'yım, Tanrı’nın kırbacı!)[1]
Troyes şehri Attila'nın önünde gök bir ekin
tarlası gibi eğiliverecektir.
Başpiskoposun imanı, Attila'nın
Tanrı'nın kırbacı olduğuna kesinlikle inanmasını emreder. Troyes şehri ile
birlikte bütün Hristiyanların Attila'nın önünde eğilmesinin asıl sebebi de
budur.
TANRI’NIN KAMÇISI
Bazı efsaneler, Attila’nın Tanrı
tarafından gönderildiği konusunu işler. Bu Batı kaynaklı efsanelere göre
Attila, "Tanrı’nın kamçısı”dır. Günahlara saplanan Hristiyanları
cezalandırması için Allah tarafından gönderilmiştir. Gerçekte Hunlarda ve
Attila’nın kendisinde de Tanrı tarafından gönderildiğine dair bir inanç vardır.
Onlara göre Attila’nın elindeki kılıç, Tanrı tarafından gönderilen kutsal bir
kılıçtır. Bu konuda Priskus bize bilgi verir. Priskus’un bir gün Roma Elçisi
Constantiulus’tan işittiğine göre Attila, kendisine “reis” denmesine kızarmış.
Çünkü onda Tanrı’nın dünya hâkimiyetini ona bağladığı inancı varmış. Roma
Elçisi Priskus'a bir zamanlar İskit krallarının kutsal saydıkları ve orduyu
denetlemekle görevli kişilere verilen “Ares” kılıcını Attila’nın elinde
gördüğünü söyler. Uzun zaman nerede olduğu bilinmeyen bu kılıç, bir ineğin
yardımıyla bulunmuştur. Jordanes de şunları söyler: “Bu kutsal kılıç, yaralı
bir düveyi kan izleri üzerinden giderek arayan bir çoban tarafından
bulunmuştur. Çoban, kılıcı bulunca koşarak Attila’ya götürmüştür.”[2]
Hristiyan kilisesinin haşmetli
hükümdarı Papa Leo; Attila'nın önünde diz çöküp ağladığında, bu gerçeklik artık
bütün Hristiyanlar tarafından da kabul edilmiş oluyordu. Bununla birlikte
Augustinus'un, Hristiyanlık teolojisi de kilisenin resmi öğretisi olarak kabul
ediliyordu. Ancak bundan sonra, Attila "Tanrı’nın kırbacı" değil,
şeytanın hizmetçisi” olarak değişime uğramaya başlayacaktı.
Haçlı Seferleri başladığında, Attila
ile birlikte bütün Türkler artık şeytan olarak görülüyordu. Haçlı Seferleri de
"şeytan Türkler"e karşı yapılıyordu. Asıl amaç da Türkleri
Hristiyanlaştırarak yeryüzündeki şeytan krallığını ortadan kaldırmaktı. O,
zaman "İsa yeryüzüne inip krallığını kurmasa” bile kilise, krallığını
çoktan kurmuş olacaktı. Çünkü kilise, Tanrı’nın güç yetiremediği şeytanı yenmiş olacak, gücünü kanıtlayacaktı. İsa'ya
gerek kalmadan kendi krallığını kuracaktı. Haçlı Seferlerini başlatan kilisenin
asıl amacı da buydu: Evrensel kilise devleti...
Aslında II. Urbanus'u, Haçlı
Seferleri'ne çağrıda bulunduğu Clermont'da (1095) halkın ihtidasından
bahsetmediği için eleştirenler de vardır[3] fakat ima ile de olsa, Papa'nın
hitabında, Türklerin Hristiyanlaştırılmasındaki başarısızlıktan bahsedilmektedir[4].
Clermont'taki hitapta hazır bulunduğunu iddia eden ve duyduklarını 1110'da
kaleme alan Baudri of Dol ise Papa'nın; Türklerin Hristiyanlaştırılmasının
mümkün olmadığını, zira bir zihin körlüğünün onları hâkimiyetine aldığını,
ifade ettiğine değinmektedir[5]. Yine
Clermont'taki hitabı 1122’de yazan başka bir Kronik Tarihçisi Robert the Monk
ise Papa'nın; Türklerin, Tanrı'ya yabancılaşmış bir millet olduğundan
bahsettiğini aktarmaktadır. Başka tarihçiler, sözü edilen
"yabancılaşma" kelimesi yerine "Hristiyanlaşmamış" ve
"pagan" kelimelerini yerleştirmektedir.
Hitapta bunların yer alması, Haçlı
Seferleri’nin temel hedefinin Müslümanların Hristiyanlaştırılması olduğu
anlamına gelmez. Fakat Papa'nın zihninde, en azından bu seferlerin sonunda, Müslümanların
Hristiyanlığa geçmeleri, Greklerin de Latin Hristiyanlığını kabul etmeleri gibi
bir ümit; hedef olmaktan çıkacaktı. Doğu Sorunu’nun hâlâ en şiddetli hâliyle
varlığını devam ettirmesini, Türklerin silah ya da ikna yoluyla
Hristiyanlaştırılmamasına verenlerin sayısı hiç de az değildi[6].
İstanbul'dan Kudüs'e doğru yol alan
Haçlı ordusunun tarihini kaleme alan anonim Gesta Franconum'da, “Şayet
Hristiyan olsalardı Türkler, dünyanın en iyi ırkı olurlardı." tespitinde
bulunulmaktadır[7]. Dorylaeum Muharebesi (Temmuz 1097) sırasında Türklerle
karşılaşıp daha önce Papa'nın çizdiği putperest ve her türlü sefahati kendinde
taşıyan insan tipolojisinin aksini gözlemleyen kronikler (o dönemin vaka
tarihçiliğini yapan eserler), Türklerin Hristiyanlaştırılmasının hem
Hristiyanlık için bir kazanç olacağını hem de Doğu Sorunu'nu çözeceğini
vurgulamaya başlamışlardı. Özellikle Müslümanların yaşadığı Güney İtalya ve
Sicilya'dan Haçlı Seferleri'ne katılan İtalyanlar, Müslüman Türklerin
Hristiyanlaştırılmasının, bütün Orta Doğu'nun tekrar Hristiyanlaştırılması
konusunda sağlayacağı kolaylığı sürekli vurguluyordu.
Haçlı Seferleri'ne katılan birçok
kişi, Türkleri Greklere tercih etmekteydi. Odo of Deuil, II. Haçlı Seferi'nin
başarısızlığından Bizans’ı sorumlu tutarak belalar okurken Türklere şöyle
atıfta bulunmaktadır: "Adalia yakınındaki savaşın arkasından Türkler
muharebe meydanına geri döndüler, yaralılara yardımda bulundular. Oysa Grekler
kendilerinden daha güçlü olan Frankları kendilerine hizmete zorlamaktan başka bir
şey yapmamışlardır."[8]
Haçlı Seferleri'nin ortaya çıkardığı
en önemli gerçeklik de budur. Bütün "öte dünyacı" din anlayışları ile
Türklerin "bu dünyacı" anlayışı, herkesin göreceği kadar açık bir
şekilde ortaya çıkar. Hristiyanların "şövalye ruhu"na bağlamaya
çalıştıkları bu "insani" özellik, "Türk ruhu"nun bir
yansımasıydı. İleride göreceğimiz gibi şövalyeciliğin kökeninde de "Türk
ruhu" yatıyordu. Kilisenin içine "İsa'nın ruhu"nu yerleştirerek
"öte dünyacı" yaptığı şövalyelik, Haçlı Seferleri'nin dünyevi gücünü
oluşturuyordu.
Ne var ki şövalyelik, taklit ettiği
"bu dünyacı" Türklerin karşısında bozguna uğramaktan kurtulamadı. Her
Haçlı Seferi'nden sonra da kilisenin ve Hristiyanların gözünden düştü. Ama
kiliseye asıl bundan sonra daha yararlı olmaya başladı. Kilisenin, Cluny Reformu
ile başlattığı "öte dünyacı" edebiyatın işlenmesinin; mucize, kehanet
ve hurafelerin yaratılmasının ilhamı oldu. Şövalyelik, edebiyat alanında
"kutsal görev”ini sürdürmeye devam etti.
Böylece kilise, dünyevi alanda değil
ama uhrevi alanda doludizgin yol aldı. Şövalyeliği "İsa'nın ruhu" ile
birleştirerek hem Haçlı askerlerini motive etmek hem de Hristiyanların
desteğini almak için kehanetlere sığındı. Kilise, I. Haçlı Seferleri sırasında
ortaya atılan "Kırık Mızrak"[9]
kehanetine sarılarak kendi edebiyatını başlattı.
Haçlı askerlerinin üzerinde büyük etki
yapan bu söylenti, Antakya'daki Haçlıları kuşatan Türk komutan Kürboğa'nın
yenilmesi üzerine ortaya atılmıştı (Haziran 1098). Antakya Kuşatması sırasında
bir köylü, kutsal mızrağın St. Peter Katedrali'nde gömülü olduğunu St.
Andrew'nun kendisine bildirdiğini söyledi. Bu da Haçlı askerlerinin kıyamet
senaryosuna olan inançlarım besledi, kutsal görevlerine onları motive etti.
Haçlı Seferleri’nin bozguna uğramasıyla da iyice "öte dünyacı" kimliğe
bürünerek dinsel edebiyatla sürdü. Böylece dinsel edebiyat "Haçlı
Seferleri" düşüncesinin canlı tutulmasını sağlayan en etkili araç oldu.
Aynı sırada kilise, bu "öte
dünyacı" edebiyatın etkisiyle Cermen kavimlerini de hükmü altına almak
istiyordu. Kilise, bütün batı Avrupa'yı Hristiyanlaştırmış ama Alanya’da
"dünyevi" bir direnç ile karşılaşmıştı. Cermenler, "bu
dünya"yı bırakıp "öte dünyacı" olmak istemiyorlardı. Bunun için
Kilise Cluny Reformu ile birlikte Cermen topluluklarım etkilemek için dinsel
edebiyata önem vermeye başlamıştı. Bu dönemde efsanelerin yerini saz
şairlerinin söyledikleri destan biçiminde şövalye hikâyeleri almıştı.
Ama bu "destan modası"
kilisenin yanı sıra şövalyelerin ve halk ozanlarının arasında da yayılmaya
başlamıştı. Onların edebiyatı kilisenin "öte dünyacı"lığı dışında
gelişerek çeşitlilik oluşturdu. XII. yüzyılın başlarında "öte
dünyacı", dinsel içerikli eserlerin yanı sıra artık "bu dünya"ya
yönelik eğlenceli, egzotik ve tarihî konulara önem veren "gezginci ozanlar
edebiyatı" da yaygınlaşmıştı.
Bu edebiyat türünün en önemli ilk
örneği, "Nibelungen" adlı kahramanlık destanıdır. Cermen halk
ozanlarının çeşitli biçimlerde ele aldıkları bu destanın en önemli ve en yaygın
şekline, Avusturyalı bir ozan tarafından XII. yüzyılda yazılan Nibelungen
türküsünde rastlanır.
Bu destan, Hristiyan dininin "öte
dünyacı" etkisini taşımaz. Aksine "bu dünyacı" bir toplumun
destan anlayışının en gelişmiş türünün örneğini oluşturur. Böylece ortaya Cluny
Reformu’nun doğurduğu edebiyatın zıddı olan yeni bir edebiyat türü çıkar. Haçlı
Seferleri’ni dışarıda olduğu gibi içeride de bozguna uğratacak zihniyetin
temellerini atar. Yani İsa'nın ruhuna karşı "Türk ruhu"nu
canlandırır. "Türk ruhu", Cermen destanı "Nibelungen" ile
Avrupa'yı sarar ve "bu dünyacı"lığı onlara miras bırakır.
Artık kilisenin "öte
dünyacı" egemenliğine sömürüsüne, yok ediciliğine ve yarattığı kaosa karşı
olan her Avrupalı "Türk ruhu"na sarılacaktır. Bunun için kendi
geleneklerini, inançlarını dünya görüşlerini Hristiyanlığın "öte dünyacı"lığına
değil; Türklerin "bu dünyacı"lığına göre yeniden düzenleyip
biçimlendirecektir.
Nibelungen Destanı bunların temelini
oluşturdu. Cermen destanlarında "bu dünyacı" aşk, aile, sadakat,
arkadaşlık ve kahramanlık duygularının oluşmasını ve gelişmesini sağladı.
Daha önceki Cermen Tanrı ve
kahramanları, "öte dünyacı" bir geleneğe bağlı olarak çeşitli
efsaneler hâlinde yaşatılıyordu. Bunların en önemlisi Nibelungen Efsaneleri
diye adlandırılan efsane topluluğuydu.
Bu destanlar içinde ışık kahramanı
Siegfried'in, karanlıklar hâkimi Nibelungenleri mağlup ederek onların
hazinelerini alması hikâye ediliyordu. Alman saz şairleri; kuvvetli bir
ihtimale göre, Attila Hunlarının ananesine uyarak bu destan türkülerini
coşturucu söyleyişler hâlinde terennüm ediyorlardı. Destanlar; kahraman
Siegfried'le karısı Kriemhild'in yararlıkları, Siegfried'in öldürülüşü,
karısının intikam alışı etrafında söyleniyordu. Esasen aşk, aile, sadakat,
arkadaşlık ve kahramanlık duyguları Alman destanının karakteristiğini teşkil
ediyordu. Vakaların bir kısmı Attila’nın sarayında geçiyor ve mühim bir çizgi
hâlinde Hun destan geleneğiyle birleşiyordu.
Destanlar ikişer ikişer kafiyelenen
mısralarla ve ritmik bir vezinle söyleniyordu. İşte, tanrılar, kahramanlar,
cüceler ve türlü sevgi ve faziletler için söylenerek Cermen ruhunu aksettiren
bu destanlar; Türk Dede Korkut Hikâyeleri gibi, daha XII. asırda ve halk
şairlerinin söyleyişleri hâlinde yazıya geçirilmiş, böylelikle Cermen
destanlarının ismi bilinen büyük bir Alman destan şairi tarafından yazılmasına
lüzum ve ihtiyaç kalmamıştır.[10]
Nibelungen Destanı ile Cermen Tanrı ve
kahramanları geçek kişilerle özdeşleştirilerek, "bu dünyalı"
yapılarak "insan" kimliğine kavuşturulmuşlardır. Bu dönüşüm,
Attila'nın sarayındaki gerçekçi Türk ruhunun yapısına uygun olarak tanzim
edilmiştir. Nibelungen Destanı ile birlikte bütün Avrupa'ya yayılan gerçekçi
Türk ruhu, birçok milletin edebiyatını da etkisi altına almıştır.
"O kadar ki Potanin ve Van Gennep
gibi tarafsız Avrupalı âlimler, İslavların, Cermenlerin, Finlerin, Fransızların
eski halk edebiyatlarındaki destan unsurlarının Türklerden alınmış olduğuna
dikkati çekmişlerdir.[11] Bu tetkiklere göre, Orta Avrupa milletlerine ait
destani halk edebiyatının temeli, eski Attila-Hun destanlarına dayanıyor.[12]
Avrupa milletlerinin edebiyatı iki zıt
dünya görüşünün temelleri üzerine kurulur ve gelişir. “Bu dünyacı” Türk görüşü,
kilisenin temellerindeki varlığını edebiyat alanında da sürdürür. Kilise,
Türkleri Hristiyanlaştırıp "öte dünyacı" yapamaz ama Türk ruhu Avrupa
edebiyatına yansıyarak Cluny Reformu’nun önünü keser. Buna göre; Türk ruhu İsa
ruhunun, Attila Papa’nın, saray kilisenin, bu dünya öte dünyanın yerini alır.
Destanlara geçirilen bu tablo, gerçek hayatı da belirleyen resmi oluşturur.
Türk ruhu; Hunlardan sonra Avarlar,
Oğuzlar, Bulgarlar, Macarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar ile Avrupa'daki
hayatiyetini devam ettirmiş ve etkisini sürdürmüştür. Kilisenin "öte
dünyacı"lığı karşısında Avrupalıların "bu dünyacı"lığını canlı
tutmuştur. Avrupalıları bu dünyaya bağlayan her şey, Türk ruhunun yarattığı
eserlerden alınmıştır.
Avrupalıları bu dünyaya bağlayan ruhu
ve bilgileri nereden aldıklarını Fransız Tarihçi ve Coğrafyacı Fernand Grenard
örnekleriyle birlikte ortaya koyuyor. Şu değerlendirmeyi yapıyor:
"O zamana kadar Avrupalıların
meçhulü olan iç çamaşırı, at koşumları ve Türklerin atlarını eyerleme usulleri,
askerliğe ve süvariliğe dair birçok husus birçok coğrafya ismi ve mefhumu...
Yunan, Romalı, Got ve Cermenlerin meçhulü olan ve Türk atlısına emsalsiz bir
üstünlük veren at donatımına ait birçok hususlar; Hunlardan iktibas edilmiştir.
Batı Roma'nın son imparatoru olan Romulus'un adına Batı İmparatorluğu'nu idare
eden babası Oreste, Attila'nın eski bir subayı idi ve askerî terbiyesini
Türklerden almıştı. İtalya'ya hâkim olan meşhur Odoacre da Attila'nın
nazırlarından birisinin oğluydu."[13]
Macar Türkolog Gyula Németh şöyle
demektedir:
"476'da Batı Roma
İmparatorluğu’na ve dolayısıyla ilk Çağ'a son veren Odovakac, Attila'nın yakın
adamlarından Edekon'un oğludur. Orta Çağ Avrupa şövalyelik hayatının kurucusu
da Attila'dır..."[14]
Şövalyelik hayatının olduğu gibi
Avrupa ordularının dünyevi sisteme ve bilgilere göre kurucuları da Türkler
olmuştu. Avrupalılar dünyevi her şeyde olduğu gibi askerî alanda da Türkleri örnek
almışlardı[15]. XI. yüzyıla gelindiğinde bütün Avrupa orduları Türk sistemine
göre yapılanmış durumdaydı.
Batı'daki Roma İmparatorluğu’nun
mirasını paylaşan Gotlar, Vandallar vb. Germen kavimleri; daha önceleri
özellikle Hunlar karşısında askerî kuvvetlerini bozkır tipine uydurmak zorunda
kalmışlardı. Bu hareket durmadı. Onlar da Doğu Avrupa'daki İran asıllı
topluluklar (Alanlar vb.) ve Roma, Bizans İmparatorlukları gibi, Orta Çağ’ın
ilk yarısında reformlarını sürdürmüşlerdi. Fakat ordularında okçu süvari
birliklerin üstün duruma yükselmesi, VI. yüzyılda görüldü. VII. yüzyıldan
itibaren hafif teçhizatlı, müstakil okçu süvari birlikleri teşkil eden
Frankların askerî zaferleri (Poitiers'de Araplara ve o zaman hayli zayıflamış
Avarlara karşı), bu derin reform hareketleri ile izah edilmektedir. Franklar,
IX. yüzyıl ortalarında artık ordularını tamamıyla süvariliğe çevirmişlerdi
(Dazlak Karol, Henrik, Otto Reformları). Böylece gelecek Alman orduları Turan
taktiğinin özelliklerini benimsemiş oluyor, dolayısıyla bütün Batı Avrupa
silahlı kuvvetleri XI. yüzyıla doğru bozkır Türk sistemine girmiş
bulunuyordu[16].
İşte Nibelungen Destanı XII. yüzyılda
yazıldığı sırada Avrupa'nın tek dünyevi gerçeği buydu. Kilisenin bütün
Avrupa'yı öte dünyacı yapmak için Cluny Reformu’na sarıldığı sırada, "bu
dün- ya"sını kurtarmak isteyenler de Türk sistemine sarılmışlardı.
Bunların başında da Cermenler geliyordu. Cermen kralları, Katolik kilisesi ile
giriştikleri savaşta İsa'nın ruhuna değil "Attila'nın ruhuna sığmıyorlardı
ve onun gibi kiliseye diz çöktürmeye çalışıyorlardı. Şövalye kökenli "bu
dünyacı" edebiyat türü de eski Cermen inançlarına bağlı olarak kralların
kilise ile giriştikleri savaşlara eşlik ediyordu.
Ne var ki kiliseye karşı olan krallar
gibi, kilisenin güdümünde olan krallar da İsa ruhçuluğu ile Türk sistemini
alarak ordular kurmuşlardı. Bu orduları da Cluny Reformu ile öte dünyacı
yaparak yok edici hayaletlere dönüştürmüşlerdi. Kilisenin emrine vererek Haçlı
Seferleri’ne göndermiş, taklit ettikleri Türk sistemi ile karşı karşıya
getirmişlerdi. Sonuçta üzerlerine sefer düzenledikleri Türklerin karşısında
yenilerek kilisenin yine diz çözmesine sebep olmuşlardı.
Kilisenin; şövalyeleri de "öte
dünyacı" yapması bir işe yaramamış, ne papalığı ne Hristiyanlığı ne de
Kudüs’ü kurtarabilmişlerdi. İçeride ise Türk ruhunun yansıtıldığı Nibelungen
Destanı’nın etkisiyle ikinci bir darbe daha almıştı. İsa'nın ruhu, Attila'nın
ruhu karşısında yenilgiye uğramıştı. Mesih yeryüzüne inememiş ve krallığını
kuramamıştı. Ama Türkler yeryüzünün hâkimi olarak kalmışlardı. Kilise “şeytan”ı
yenememişti.
Türkler, VII. Gregorius'un "Tanrı
devleti"nin kurulması için başlattığı Haçlı Seferleri'nin temel dayanağını
köklerinden yıkmışlardı. Papaların ve onlarla birlikte kralların kurmak
istedikleri "Tanrı devleti"nin boş bir hayal olduğunu herkese
göstermişlerdi. Bu da Papa ile imparatorun ortaklaşa evrensel otoritelerine
dayandırdıkları "öte dünyacı" antisistemin yıkılmasını sağlamıştı.
Artık "öte dünyacı" birliktelik sona ermişti. Krallar, imparatorun
olduğu gibi Papa'nın dünyevi otoritesinden de kurtulmaya çalışıyorlardı.
Böylece Hristiyan birliği ile
kilisenin güdümü altında toplanmak istenen Kimera toplulukları da kendi
özgürlüklerine kavuşuyorlardı. Her biri, dünyevi güçten yoksun kalan kilise için
yıkıcı bir tehdit oluşturuyordu. Tek sapkınlar, Katharlar ya da Albililer
değildi; yoksulluk, dünya mallarından el çekme ülküsü seçkin Hristiyanların
arasında çekiciliğini hep koruyordu. Dünyadan tam bir kopuşu arayan "öte
dünyacı" dinî topluluklar karşısında Cluny Reformu bile geri kalmıştı.
Her şeye rağmen kilise en büyük
darbeyi "kıyamet senaryosu"nun dayanağı olan tarih teolojisinin
uğradığı yıkım ile yedi. Bu dönemde o zamana kadar Katolik Hristiyan
felsefesinin temel dayanağı olan Augustinuscu teoloji, değişime uğradı. Fioreli
Gioachino'nun yazdığı yeni tarih teolojisi ile Hristiyan felsefesi yeni bir
misyon yüklendi.
Fioreli Gioachino (1135-1202), Corazzo
Benedikten Manastırı’nda başrahip olmuştu. 1192’de San Giovannidi Fiore'de yeni
bir misyon kurmuştu. Mircea Eliade'nin verdiği bilgilere göre kısaca yaptıkları
ve kurduğu yeni tarih teolojisi şöyleydi: Gioachino çağının en büyükleriyle
ilişki içindeydi; üç papa ile görüşmeleri oldu (Hepsi de onu kehanetlerini
yazmaya teşvik etti.) ve Aslan Yürekli Richard’la buluştu. (Ona başka
kehanetlerin yanı sıra Deccal'in doğduğunu da haber verdi.) Gioachino'ya göre,
evrensel tarihin çağlarına iki sayı -2 ve 3- hükmeder ve onların ayırt edici
niteliklerini belirler[17]. İki Ahit,
Tann tarafından seçilmiş iki halk (Yahudiler ve Grekler) ve Teslis'in üç
kişiliği. Birinci döneme (Status terimini kullanır.) yani eski Ahit çağına Baba
Tann hükmeder ve onun dininin ayırt edici niteliği yasanın mutlak otoritesinin
uyandırdığı korkudur. Oğulun yön verdiği ikinci dönem, yeni Ahit ve Tanrı
lütfuyla kutsanmış kilise çağıdır. Onun dininin özgül niteliği imandır.
Bu dönem, her biri yaklaşık 30’ar
yıllık 42 kuşak boyunca sürecektir. (Matta'ya göre 1: 1-17 İbrahim ile İsa
Mesih arasında 42 kuşak gelip geçmesi gibi.) Gioachino'nun hesaplarına göre,
ikinci dönem 1260'ta, üçüncü çağın şafağı sökerken sona erecek ve Kutsal Ruh'un
egemenliğindeki üçüncü çağda dinsel yaşam; aşkın, sevincin ve ruhsal özgürlüğün
doluluğuyla tanışacaktır. Ama üçüncü Status kurulmadan önce, Deccal üç buçuk
yıl hüküm sürecek ve müminler en son ve en korkunç sınavlardan geçecektir[18].
Çok aziz bir papa ve Viri Spirituales -iki din adamı grubu, vaizler ve
mütefekkirler- saldırıya direnecektir. Birinci çağ evli adamların, ikinci çağ
kilise büyüklerinin ege- menliğindeydi; üçüncü çağa ruhanî keşişler yön
verecektir. İlk çağda öncelik çalışmaktaydı; İkincisinde bilim ve disipline geçti;
üçüncü Status, en büyük ödülü tefekküre verecektir.
Dolayısıyla Hristiyan mükemmelliği
önümüzde, tarihsel gelecekte durmaktadır. (Hiçbir Ortodoks teoloğun
kabullenmeyeceği bir düşüncedir bu.) Gerçekten de söz konusu olan eskatoloji
değil, tarihtir; diğer verilerin yanı sıra, üçüncü çağın da bir yozlaşmaya
uğrayıp gerileme ve yıkımla noktalanacak olması, bunu kanıtlamaktadır. Çünkü
bozulmayan tek mükemmellik hâli, son yargının ardından açığa çıkacaktır.
Bu rolün içinde özellikle papaların
işlevi ve gücü azaltılmıştır. Rahipler ise yok olmayacak ama kilise yönetimi
kesişlerin, Viri Spirituales'in eline geçecektir. Gioachino'ya göre, İsa'nın
eseri üçüncü çağda Kutsal Ruh’un yönetiminde tamamlanacaktır.
Gioachino'nun; geleceğin kilisesinde
ruhani yönün kurumlar karşısındaki üstünlüğüne verdiği önem, XIII. yüzyılda
zaferi kazanmış güçlere açıkça karşıttı. Bu açıdan Gioachino'nun anlayışı
çağının kilisesine yönelik köklü bir eleştiri oluşturuyordu. "Daha
sonraları; XVI. yüzyıl sonu ve XVII. yüzyıl başına doğru ilk Cizvit kuşakları,
Gioachinocu üçüncü Status anlayışının önemini keşfettiler. Nitekim onlar
zamanlarının dramını, (Martin Luther'le özdeşleştirilen) kötülüğe karşı
verilecek nihai kavganın yakınlaştığını hissediyorlardı[19]. Calaloriallı kâhinin düşüncelerinin bazı
beklenmedik uzantılarına Ferdinand Lessing'de de rastlanır. Bu filozof; “İnsan
Soyunun Eğitimi” adlı eserinde, üçüncü bir çağda tamamlanacak sürekli ve
giderek gelişen vahiy tezini işler[20].
Lessing'in düşünceleri büyük yankı uyandırmıştı; Saint Simoncular
aracılığıyla muhtemelen Auguste Comte'u ve onun üç sınıf öğretisini de
etkilemişti. Fichte, Hegel, Schelling de farklı nedenlerle bile olsa, tarihi
yenileyecek ve tamamlayacak eli kulağındaki bir üçüncü çağı dile getiren
Gioachinocu düşünceden etkilenmişlerdi[21].
Başrahip Gioachino'nun Augustinus'un
teolojisine karşı ortaya koyduğu yeni tarih teolojisi, özellikle Katolik
kilisesine karşı olan Kimeralara kaynaklık eder. Orta Çağ’ın keşişleriyle
şövalyelerinin yerini alan tarihçi, bilim adamı ve düşünürler; bu tarih
teolojisinin takipçisi olurlar. Hepsinin tarihî bilgileri Orta Çağ’da yazılan
şövalye destanlarına dayanır. Haçlı Seferleri’nden beslenen bu "öte
dünyacı" destanlar, tarihî gerçekler olarak kabul görürler. Aslında
çeşitli Kimera topluluklarının inançlarını yansıtan bu destanlardan, çeşitli
tarih görüşleri doğar. Bunlardan da geçmişte olduğu gibi birbirlerinin karşıtı
olan tarihler yaratılır ve yazılır.
Bu tarih yazımlarının temelini
Augustinus'un ve Gioachino'nun tarih teolojileri (kehanetleri) oluşturur.
Bilgilerini ise Haçlı Seferleri’nin şövalye destanları ve Hristiyan
hurafelerinden alırlar. Böylece her Kimera topluluğunun kendi öte dünyacı
inancına göre kurguladığı kehanetlere dayalı bir tarihi yazılmış olur.
Avrupa'nın gerçek tarihi, bu Kimera tarihleri arasında kaybolur gider.
Bu tarih yazımları içinde hepsinin
önünde eğildiği ve etkilendiği, Avrupa tarihinin olmazsa olmazı "bu
dünyacı" Türk tarihine değinilmemiştir bile. Avrupa’yı şekillendiren Türk
tarihi; bütün gerçekliğine, varlığına, etkinliğine rağmen "öte
dünyacı"lığın binbir çeşit kehanete dayalı uyduruk hurafeleri arasında
eritilmeye çalışılmıştır. Avrupa’nın bu dünyayı reddeden "öte
dünyacı" teolojisi, Hristiyanlık ile beslenerek tarih boyunca sürmüştür.
Bu dünyaya olan düşmanlıkları, Türkler ile özdeşleşmiş ve Türkleri ebedî
düşmanları olarak görmüşlerdir. Türklerin "bu dünyacı" özelliklerini,
şeytanlığın yeryüzündeki kanıtları olarak kabul etmişlerdir. Türklerin her
şeyi, Hristiyan ideolojisine göre değerlendirilmiş ve Avrupa tarihine
yazılmıştır. Bunun için; onların dünyevilikleri gibi, kendileri de
lanetlenmiştir.
Ne var ki Türklerin gücü karşısında
onlar da yavaş yavaş şeytanlaşmaya (dünyevileşme) başlamışlardır. Bunu yaparken
de şeytana bile rahmet okutmuşlardır. Aslında Hristiyanlığın Türklerin
karşısında hiçbir işe yaramadığını görünce şeytanın ancak kendi silahlarıyla
yenilebileceğine karar vermişlerdir. Yani Türkleri "öte dünyacı"
yapamamışlardı ama Avrupalılar, onlar gibi "bu dünyacı" olmak zorunda
kalmışlardır.
Kısacası; İsa'nın ruhu yerine şeytan
ruhunu tercih etmişlerdi. Aslında bu Augustinus’un felsefesi ile başlamış,
Haçlı Seferleri ile ortaya çıkmıştı. Haçlı Seferleri’nin kökeninde hiç şüphesiz
“şeytan ruhu" yatıyordu; bu "Haçlı ruhu" ile kanıtlanmıştı.
[1] Geza Radonyi, Attila, 2000, s.
363-370, Turan Yayıncılık.
[2] Nurettin Koç, İslamlıktan Önce
Türk Dili Edebiyatı, 2002, s. 43, İnkılap Kitabevi.
[3] P. A. Throop, Criticism of the
Crusade, Amsterdam, 1940, s. 123.
[4] Papa’nın hitabını 1101’de kaleme
alan Fulcher of Chartres ve 1109’da yazıma geçiren Guibert of Nogent, bunun
altını çizmektedirler.
[5] Allan Cutler, “The First Crusade
and the Idea of Conversion”, Muslim World, LVIII (January 1968), no. 1, s. 59.
[6] Ş. Ali Düzgün, “İki Dünyanın
Karşılaşması: Haçlı Seferleri Döneminde Müslüman ve Latin Batı Arasındaki
İlişkiler”, Türkler Ansiklopedisi, 2001, C. 6, s. 671.
[7] Allan Cutler, agm., s. 63; D.C.
Munro, "The Western Attitude Toward Islam During the Crusades",
Speculum, VI (1931), s. 3345. Gesta Francorum'da geçen ifadenin benzerini
“Chanson de Roland"da da görüyoruz: "Saracen (Müslüman/Türk)
Hristiyan olsaydı ne muhteşem şövalye olurdu." Ayrıca bk. W.W. Comfort,
"The Literary Rôle of the Saracens in the French Epic", Puplications
of the Moden Language Association of America, LV (1940), s. 633.
[8] Ş. Ali Düzgün, agm., s. 673.
[9] Çarmıha gerili olduğuna inanılan
İsa’nın göğsüne saplandığı söylenen mızrak. Bu mızraklama olayı, onun ölümüne
yol açtığı ve üç gün sonra da haber verilen bir kehanetin gerçekleşmesine
hizmet ettiği için Longinus’un mızrağı kutsal ilan edilmiştir. Ş. Ali Düzgün,
agm., s. 679.
[10] Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk
edebiyatı Tarihi, 1971, s. 10, MEB Yayınları.
[11] bk. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk
Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul, 1934, s. 23 ve Türk
Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1928, s. 75-76; Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Umumi
Türk Tarihine Giriş, s. 12, İstanbul 1946.
[12] Banarlı, age., s. 11.
[13] Grandeur et Décadence de L'Asie,
s. 113’ten aktaran Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, 1983, C. 1., s. 183,
Ötüken Yayınları.
[14] Gyula Nemeth, Attila, s. 6’dan
aktaran Yılmaz Öztuna, age., s. 189.
[15] Ayrıntılı bilgi için bk. İbrahim
Kafesoğlu, age., s. 288-292.
[16] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî
Kültürü, 2000, s. 291, Ötüken Yayınevi.
[17] Marjor Reeves, The İnfluence of
Propecy int the Later Middle Ages: A Study of Joachimism, 1993, s. 711.
[18] Yahudi ve Hristiyan kıyamet
kitaplarının en iyi bilinen senaryosu söz konusudur.
[19] Reeves, age., s. 274 vd.
[20]Gerçi Lessing bu üçüncü çağı,
eğitim sayesinde kazanılacak zafer diye algılıyordu. Ama bu ona göre yine de
Hristiyan vahyinin tamamlanışıydı.
[21] Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve
Düşünceler Tarihi, 2003, C. 3, s. 128-131, Kabalcı Yayınları.
.