Prof. Dr.Zekeriya
KİTAPÇI
“Anadolu, on asırlık Türk vatanı,
uzun tarihî seyri içinde birçok harplere ve kanlı olaylara sahne olmuştur.
Sebep ve netice itibarı ile bu harplerden en önemlileri; şüphesiz Türk
akıncılarının, ihtiyar dünyamızın en güzel kara parçalarından biri olan bu
topraklara yerleşmeleri ve buraları imar ederek ebet müddet bir Türk vatanı
hâline getirmeye karar vermelerinden sonra cereyan etmiştir”.
Şu bir gerçektir ki engin denizlerin
ortasından kopup gelen fırtınalar, dalgalar gibi; İç Asya Türk denizinden
kaynayıp gelen büyük Türk muhaceret dalgaları, zaman zaman Anadolu yaylalarına
da vurmuştur. Onlar, büyük kitleler hâlinde Anadolu’ya ayak bastıktan sonradır
ki taşıyla, toprağıyla, ovaları ve yaylaları ile bu toprakları ele geçirmek,
kendilerinden sonra gelecek Türk nesillerine buraları ikinci ve ebedî bir yurt,
bir vatan olarak armağan etmek istemişlerdir. Ancak Anadolu’nun kapılarını
Türklere açmak ve buraları üzerinde yaşanabilecek bir vatan yapmanın siyasi
manada ilk mücadeleleri, şüphesiz Müslüman Selçuklularla başlamıştır. Daha önce
gördüğümüz birçok Türk kavimleri gibi Selçuklular da Orta Asya’dan kalkarak Aşağı
Türkistan’a gelmişler, daha sonra da üstün teşkilat gücü ve devlet kurma
yetenekleri ile bütün İslam dünyasına hâkim, Türk askerî aristokrasisine
dayanan çok güçlü bir imparatorluk kurmuşlardır.
Artık Anadolu’ya Türk akınları
başlamıştı. Türkler doğudan başlayarak sürekli bir şekilde Anadolu’nun iç
kısımlarına doğru ilerliyorlardı. Herhangi bir tedbir alınmadığı takdirde, bu
akıncı atlarının nal sesleri çok yakın bir gelecekte Bizans surlarında
yankılanacaktı.
Doğuda beliren bu Türk tehlikesinin
Anadolu ve köhnemiş Bizans, hatta daha geniş bir ifade ile Batı Hristiyan
dünyası için ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu anlayan Bizans imparatoru
Romanos Diogenes, çok büyük bir ordu ile hareket ederek Doğu Anadolu’ya
gelmiştir. Gayesi; imparatorluğun kaybedilmiş topraklarını geri almak, Türk
tehlikesini bertaraf etmek ve İslam dünyasına iyi bir ders vermekti.
İmparatorluğun doğu sınırların emniyeti de bu şekilde sağlanmış olacaktı. Fakat
onun karşısına, cihangir Asya ordularının en büyük komutanlarından biri olan
Alparslan çıkmıştı.
İki ordu arasında harp, 26 Ağustos
1071 tarihinde bir cuma günü öğleden sonra Malazgirt Ovası’nda başladı. Silahça
üstün, askerce çok daha üstün, harp malzemeleri bakımından daha da üstün olan
mağrur Bizans imparatoru; neye uğradığını bilememiş ve çok güvendiği askerî
varlığı birkaç saat içinde Türk cengâverlerinin yıldırımlar gibi parlayan kılıç
şakırtıları arasında eriyip gitmişti. Diogenes; Alparslan’ın yaptığı her türlü
barış teklifini küstahça reddeden bu mağrur imparator, esirler arasında perişan
bir hâlde kendisini, hakir gördüğü Türk Selçuk sultanının karşısında bulmuştu.
Malazgirt Muharebesi; şüphesiz
Anadolu’nun kapılarını Türklere açmakla kalmamış, aynı zamanda dünya siyasi
tarihinin mecrasını da Türklerin lehine olarak değiştirmiştir. Buradan yürüyüşe
geçen Türk akıncıları önce İstanbul’da konaklamışlar ve sonra Avrupa
ortalarına, Viyana’ya kadar ilerleyerek Hristiyan toprakları üstünde çok güçlü
bir dünya hâkimiyeti ve bir imparatorluk kurmuşlardır. Daha sonra da bu
Türkler, muhteşem bir medeniyetin Türk İslam medeniyetinin yeni öncüleri ve
temsilcileri olmuşlardır.
Zira Bizans ordusu Malazgirt
Ovası’nda tamamen imha edildiği için Türk akıncıları artık ciddi bir
mukavemetle karşılaşmamışlar ve Romanos Diogenes’in ölümünden sadece iki yıl
sonra Ege ve Marmara sahillerine inmişler, Üsküdar’dan İstanbul’u selamlamışlar
ve bütün Anadolu’da at koşturmuşlardır.
Ne yazık ki Hristiyan Batı dünyası
Anadolu’nun, boz yeleli atlar üstünde gelen bu kartal pençeli Türk yiğitlerinin
eline geçmesini hiçbir zaman hazmedememiş ve onlardan hemen her vesile ile acı
bir intikam almak istemiştir. İşte insanlık ve bu arada Hristiyanlık tarihinin
yüz karası olan “Haçlı Seferleri” sadece bunun için yani Türkleri Anadolu’dan
kovmak için başlatılmıştır. Dolayısıyla Anadolu insanının asırlarca kanı bu
Haçlı Seferleri dolayısıyla nehirler gibi akmış ve kemikleri dağlar gibi
yığılıp kalmıştır.
Batı dünyası, bu arzu ve Türkleri
Anadolu’dan kovma ihtirasından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Onlara göre Anadolu,
İstanbul, Hristiyan azizlerin artıkları ile dolu olan bu yerler; barbar
Türklerden arındırılmalı ve Türkler buralardan çekilip gitmeli idiler.
Batı, bu korkunç hülyasını
gerçekleştirmek için bütün bir Haçlı dünyasını, Avrupa’yı ayağa kaldırmış ve bu
Haçlı orduları 1071 tarihinden başlayarak XX. yüzyılın başına kadar yani
“Başkomutanlık Meydan Muharebesi”ne kadar tam dokuz asır Türklere kılıç
çekmiştir. Sanki bu topraklardan akan Sakarya ve Fırat Nehirleri değil, Anadolu
insanının barbar Haçlılar karşısında döktüğü kan ve verdiği can idi. Millî
şairimiz; “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!”derken işte bu gerçeği dile
getirmiştir.
İşte Batı dünyası ile bizim aramızda
bir kan ve ateş kasırgası hâlinde asırlardır devam edip gelen ve bize çok
pahalıya mal olan siyasi kavga ve trajedinin temelinde bu gerçek yani Türkleri
Anadolu’dan kovma gerçeği yatmaktadır.
Batı’nın menhus kafaları, bunun için
plan üstüne plan yapmışlardır. Türklerin mukaddes Anadolu topraklarından
kovulmaları için Batılı sömürgeci efendiler tarafından hazırlanmış melanet
planlarının sayısı şimdilik yüzden fazladır. Dünyada Türk milletinden başka
hiçbir milleti tarih sahnesinden silmek için böylesine çok yönlü melun planlar
yapılmamıştır. Bugün bile bu güzel yurdumuzu parçalamak ve bizleri birbirimize
düşürerek bölmek isteyenler vardır. Türkiye üstüne oynanan bugünkü oyunlar,
hâlâ o kara, hain emellerin uygulama ve devamından başka bir şey değildir.
Onların, Türk devleti için en son en
çirkin, meşum planları şüphesiz “Birinci Dünya Harbi” ile sahneye konulmuş ve
Sevr Anlaşması gibi rezil bir belge ile de Türkler Anadolu’nun harimiismetinde
boğulmak istenilmiştir. Zira asırlarca üç kıtayı idare etmiş, cihangir
imparatorluklar kurmuş dünyanın efendisi yüce Türk milleti için uygun gördükleri yer; İç Anadolu’da
Haymana civarı, denizlerden uzak mendil kadar bir kara parçası idi.
Emperyalistler bununla da
yetinmemişlerdir. Bütün güçleri ile ihtiyar Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine
çullanmışlar ve birçok cephede kahramanca çarpışan Türk ordusunu mağlup ilan
etmişlerdir. Dolayısıyla Türk milleti ümitsiz bir vaziyette tarihin en kara
günlerini yaşamaya başlamıştır.
Durum aziz Atatürk’ün bir belagat
abidesi olan Gençliğe Hitabe’sindebelirttiğinden daha farklı değildi. Zira
“Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün
tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi
bilfiil işgal edilmişti.” “Millet fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş.”
idi.
Bundan daha acıklısı, milletin
mukadderatını elinde tutanlar, Sevr Anlaşması gibi Avrupa’ya dahi zül olan bir
anlaşmayı imzalayarak bütün Türk milletini diri diri mezara gömülmeğe mahkûm
etmişlerdi. Şimdi sıra şairin;
“Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de
hatta
Çekmez kürenin sırtı bu tabut-ı
cesimi”dediği o ulu tabutu kara toprakla örtmeye gelmişti. Batılı
emperyalistler bu işi Yunan palikaryalarına bırakmışlar ve onları Anadolu’yu
yeniden istila etmeye kışkırtmışlardır.
Kendilerini kokuşmuş Bizans
İmparatorluğu’nun vârisi ilan eden ve İstanbul’u yeniden ele geçirmenin hülyası
ile çırpınıp duran Yunanlılar; artık vaktin geldiğine inanarak İzmir’e
girmişler, tüyler ürperten bir vahşet ve zulüm ile Anadolu’nun harimiismetine
doğru ilerlemeye başlamışlardır.
Tarih boyunca hür yaşamış, büyük
devlet ve imparatorluklar kurmuş ve kurmuş olduğu son geniş imparatorluğun
sınırları içinde Rum ve Yunanlılar da dâhil din, dil ırk bakımından tamamen
farklı birçok milletleri emniyet, huzur ve adalet içinde asırlarca idare etmiş
yüce Türk milleti; bu üç buçuk soysuz Yunanlının hem de Anadolu’nun
harimiismetinde merhamet ve insafına terk edilmişti.
Belki bu, Türk milleti için tarihin
gerçekten de en kara ve felaketli günlerini oluşturmakta idi. Türk milleti
başına gelen bu felaketten yılmadı. Onun gözü gönlü Ankara’da idi. Oradan
doğacak bir millî irade güneşi onun imdadına yetişmeli ve muzlim afakını,
karanlık günlerini aydınlatmalı idi. Onun için Türk maşerî vicdanından
kaynaklanan ve daha sonraları bir Nuh Tufanı’nı andıracak olan bir uğultu bir
velvele başlamıştı. Türk milleti yediden yetmişe kadar her yaşta her insanı ile
sanki ilahî bir vecit, aşk ve heyecan içinde idi. Anadolu’nun dağı taşı ne
yapacağını çok iyi bilen bu imanlı insanların böylesine ulvi terennümü ile
çalkalanıyordu. Bu bir hasret, bir ümit, bir beklenti idi. Ankara ve ismi
gönüllerde alev alev yanan Atatürk beklentisi idi. Sanki koca Anadolu, bütün
bir vatan dile gelmiş; bir heybet uğultusu hâlinde şöyle hayıflanıyordu:
“Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz Yunana esir olduk
Bak şu feleğin işine bak.”
İşte bu günlerde memleketin dört bir
köşesinde engin bir sevgi, zengin bir coşku içinde kutladığımız Başkomutanlık
Meydan Muharebesi, Türk milletinin böylesine bir arayış içinde bulunduğu bir
dönemde başlamıştır. Türk milleti topyekûn bir Kurtuluş Savaşı’na
hazırlanıyordu. Ya istiklal ve hürriyet içinde yaşayacak veya ölecekti. Bu bir
bakıma Türk’ün ateş, kan ve barutla imtihanı demekti.
Büyük Atatürk; daha önce Bizans
ordularının karşısına çıkan büyük ceddi Ulu Hakan Alparslan gibi her türlü
hazırlığını büyük bir ihtimam ve gizlilik içinde tamamladıktan sonra TBMM
Orduları Başkomutanı olarak cepheye hareket etmiştir.
Büyük Taarruz da (tıpkı Malazgirt
Meydan Savaşı gibi) 26 Ağustos 1922 tarihinde, hilalin mücahit Türk askerlerine
nazlı bakışlarla tebessümler ettiği ve ışıkları ile parlak zafer mesajları
gönderdiği bir şafak vaktinde başlamıştır. Tekbir sedalarını andıran Türk
topları, düşman mevzilerine bir cehennem ateşi ve ölüm kasırgası yağdırırken
şehitlik mertebesine ulaşmak için çırpınıp duran Mehmetçik, sanki bir gül
bahçesine gidercesine kendisini ölümün kucağına atıyor ve bir kartal gibi
düşmana dalıyordu. Can cana, baş başa, diş dişe bir boğuşma başlamıştı. Böylece
bir taarruz ve boğuşmanın ne harp tarihinde ne de başka bir milletin geçmişinde
eşi ve benzeri vardı. Zira bir tarafta vatanı için çarpışan, bayrak din ve
milletin azizliği gibi yüce gayeler için canını her an feda etmeye hazır olan
Türk askeri; diğer tarafta ise emperyalist emellerin zebunu vahşi kurt sürüleri
gibi Anadolu’nun harimiismetine dalan ırz ve namus nasipsizi Yunan palikaryası
vardı.
Kükremiş aslanlar gibi düşman
mevzilerine çullanan Mehmetçik, süratle zafere doğru koşuyordu. 30 Ağustos günü
Dumlupınar’da Başkomutanlık Meydan Muharebesi yapıldı. Düşman, çevik Türk
birlikleri tarafından kuşatılarak ona en ağır darbe vurulmuş oldu. Artık Yunan
ordusunun bir kere daha derlenip toparlanmasına imkân yoktu.
Böylece Batılı emperyalistlerin çok
büyük ümitler besleyerek Türklerin üzerine gönderdiği bu çapulcular sürüsü, bir
kere daha Anadolu’nun harimiismetinde boğulmuştu. Çoğu kılıçtan geçirilmiş
birçoğu ölmüş, bir o kadarı yaralanmış; yine birçoğu da esir olmuştu. Hatta son
anda başkomutanlığa getirilen General Trikopis ile birlikte Yunan ordusunun
önde gelen birçok üst rütbeli subayı da bu esirler grubu arasında bulunuyordu.
Yunan ordusundan olup kaçıp kurtulmak isteyen kılıç artığı bozguncu askerlerde
İzmir Körfezi’nde denize dökülmüştü.
İbret almayanlar için tarih bir
tekerrürden ibarettir. Bu defa da tarih bir kere daha tekerrür etmiş, daha önce
Romanos Diogenes ve ordusunun başına gelen felaketler; ne ilahî bir tecellidir
ki aradan dokuz asır geçtikten sonra o gün, kendilerini Bizans’ın vârisi
sayanların yani General Trikopis ve Yunan ordusunun başına gelmişti.
Kahraman Türk ordusunun bütün bir
husumet dünyasına karşı kazandığı bu büyük zaferden bahsederken Atatürk daha
sonra şöyle diyecektir:
“Bu meydan muharebesinin yapıldığı
zamanda her sınıf askerlerimizin gösterdikleri gayret, kahramanlık her türlü
takdirin üstündedir. Özellikle bu kahraman askerlerimizin Yunan ordusunun
kalbine ve vicdanına verdiği korku çok daha önemlidir. O korku, o titreyiş ve
dehşet; bütün Yunan ordusuna da sirayet etmiştir. Bundan da öte bu korku ve
titreyiş, bütün Yunan milletine de geçmiştir… Netice olarak bu savaş,
Yunanlıların ve Rumların kalbini sindirmiştir. Bunun üzerine bu savaşa ‘Rum
Sındığı Meydan Savaşı’ demek çok daha uygun olur.”
Yine Atatürk, bu büyük zafer
hakkında şöyle demiştir.
”Yüksek bir iftiharla şunu arz
edeyim ki bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan
milletimiz, bütün cihana karşı en yüksek saygıyı kazanmıştır. Artık milletimiz
(bunun ile) korkusuzca iftihar edebilir. Ve ben böyle bir milletin âciz bir
ferdi olmakla en büyük saadeti hissediyorum. Bu savaş meydanlarında emsalsiz
kahramanlıklar ve çok yüksek bir zekâ (eseri) göstermiş olan subaylarımızın,
erlerimizin en kahramanlarımızın her biri ayrı menkıbe, bir destan teşkil eden
hareketlerini kemalle yükseltir, saygı ve takdirle yâd ederim”.
İşte büyük zaferin Türk tarihi, Türk
milleti için ifade ettiği mana kısaca budur. Türkler Malazgirt Meydan
Muharebesi ile Anadolu’da bir vatan kurmuşlardır. Başkomutanlık Meydan
Muharebesi ile ise bu mukaddes Anadolu topraklarının Türk milleti ve son Türk
devletinin sonsuza dek Türk yurdu olduğunu ve onları buralardan hiçbir güç ve
kuvvetin söküp atmayacağını bir kere daha bütün dünyaya ilan ve ispat
etmişlerdir. Anadolu, kim ne derse desin Türk’ün öz yurdudur.
Şimdi ben Türk ve insanlık tarihi
için böylesine önemli sonuçlar doğuran bu iki parlak zaferin küçük bir
karşılaştırmasını yapmak istiyorum. Zira Türk tarihi ile birlikte dünya siyasi
tarihinin mecrasını değiştiren bu iki zafer; sebep ve sonuçları itibarıyla
şaşılacak derecede bir benzerlik arz etmektedir. Kader kalemi sanki hem Romanos
Diogenes hem de ondan çok daha bedbaht Yunanlı General Trikopis için aynı
senaryoyu yazmıştır. Şimdi sıra ile bu senaryonun önemli unsurlarını görelim;
1. İlahî kadere bakınız ki hem
Malazgirt hem de Başkomutanlık Meydan Muharebelerinin ikisi de aynı gün ve aynı
ayda yani 26 Ağustos’ta başlamıştır.
2. Türk ordusu her iki harbi de
Yunan ve Rum artıklarına karşı yapmış, kendi şerefli mazisine uygun ve dünya
milletlerine parmak ısırtan parlak zaferler kazanmıştır. Ayrıca her iki savaş
da Anadolu’da yani büyük Atatürk’ün çizdiği Misak-ı Millî sınırları içinde
olmuştur. Onun içindir ki bu topraklar dün olduğu gibi bugün de bizimdir, yarın
da bizim olacaktır.
3. Gerek Malazgirt gerekse
Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Yunan ve Rum orduları çok büyük bir
hezimete uğramış ve onlar kendilerini artık Türklerin karşısında bir kere daha
toparlayamaz hâle gelmişlerdi. Onun içindir ki bu harbe büyük Atatürk, bizzat,
“Rum Sındığı Harbi” adını vermiştir. Rumlar, Yunanlılar bu harpte o kadar
sinmişlerdir ki 1974 yılında başlatılan (aradan tam 62 yıl geçtikten sonra)
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bile Yunan generalleri Türk ordusu ile
savaşmayacaklarını dünya kamuoyuna ilan etmişlerdir. Onların hiçbiri geçmişte
olduğu gibi Trikopis’in akıbetine düşmek istememiştir.
4. Hem Malazgirt hem de
Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde, Türk ordusu gerek asker gerekse harp
malzemeleri bakımından kendisinden kat kat üstün bir düşman gücü ile çarpışmış
ve düşman ordusunu imha ederek kesin zafere ulaşmıştır. Mesela, Malazgirt
Meydan Savaşı’nda Diogenes’in ordusu çoğu piyade olmak üzere 100 bin kişi idi.
Buna mukabil Sultan Alparsla’nın ordusu en iyi tahminlere göre yaklaşık 25-30 bin
kişi idi. Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde de Yunan ordusunun sayısı 220
bin, Türk ordusu ise yaklaşık 120 bin asker idi. Buna mukabil Yunan ordusu harp
malzemesi, araç ve gereç bakımından Türk ordusundan kat kat üstündü.
5. Kaderin ne acı bir tecellisidir
ki Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Bizans ve Rum Ordusu Başkomutanı Romanos
Diogenes, Türklere esir düştüğü ve Alparslan’ın huzuruna getirildiği gibi,
Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde de Yunan ve Rum orduları Başkomutanı
General Trikopis Türklere perişan bir hâlde esir düşmüş ve Atatürk’ün huzuruna
getirilmiştir.
6. Diğer taraftan büyük Türk
hükümdarı Alparslan’ın Türk’e has bir vakar ve haysiyetle Romanos Diogenes’i
karşıladığı, onun hayatını bağışladığı, hatta ona taç ve tahtını iade ettiği
gibi; aradan yaklaşık dokuz asır geçtikten sonra büyük Atatürk de karşısına
meskenet ve zillet içinde, perişan bir hâlde getirilen Yunan Ordusu Başkomutanı
General Trikopis’e aynı muameleyi yapmıştır. Atatürk de şerefli ecdadından
tevarüs ettiği aynı asalet ve alicenaplığı Trikopis’e göstermiş; onun hayatını
bağışlamış, hatta ona gülerek “General! Yakında Selanik’i alıp bağımsız bir
Makedonya kuracağız. Seni orada başkumandan yaparım.” diyerek gönlünü almak
istemiştir.
7. Alparslan’ın, Malazgirt’te
Haçlı-Bizans ordusuna karşı kazandığı parlak zaferin; bütün İslam dünyasında
çok büyük bir sevgi ve coşku ile karşılandığı, her tarafta günlerce şenlik ve
gösteriler yapıldığı gibi, büyük Atatürk’ün kazandığı Başkomutanlık Meydan
Muharebesi’ni de hem Batı’da hem İslam dünyasında emperyalistlerin sömürüsü
altında inleyip duran birçok millet, Asya’da Afrika’da topyekûn emperyalizme
karşı kazanılan bir zafer olarak kabul etmiş ve bunun heyecanını duymuştur.
Artık bütün dünya Türk’ün zaferini
konuşur olmuştur. Büyük önder Atatürk; mazlum milletlerin gönlünde muazzam bir
taht kurmuş, onlar için bir kurtuluş ümidi ve meşalesi olmuştur. Beyrut’ta,
Hindistan ve Pakistan’ın büyük şehirlerinde halk sevinçten âdeta çılgına dönmüş
ve gazeteler günlerce bu muhteşem Türk destanından bahsetmişlerdir.
8. Her iki zafer de dünya siyasi
tarihinin mecrasını değiştirmiş ve Türk devleti olmadan rahat bir Avrupa ve
Orta Doğu’nun olamayacağını ortaya koymuştur. Ayrıca Türk varlığı dünyanın bu
en kritik bölgesinde Orta Doğu’da en müessir bir denge unsuru hâline gelmiştir.
Bugün bile güçlü, gelişmiş bir Türkiye; dostlarına ümit, düşmanlarına ise korku
ve endişe kaynağı olmaktadır.
Netice olarak Başkomutanlık Meydan
Savaşı ve Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında bu ve bunlar gibi sebep ve
netice itibarıyla gerçekten önemli daha birçok müşterek nokta tespit etmemiz
mümkündür. Hatta Büyük Zaferyani Başkomutanlık Meydan Savaşı, birçok yönleri
ile şüphesiz Malazgirt Meydan Muharebesi’nden daha önemlidir.
Bütün bunlar, ebet müddet Türk
devleti ve ebediyete kadar akıp gidecek Türk millî varlığının devamı içindir.
Ebediyet yolunda kahraman ordumuzun kazandığı zaferler, o ulu yolu aydınlatan
millî meşalelerimizdir. Bu; dün böyle olduğu gibi, bugün de böyle olmuş, yarın
da böyle olacaktır. Ne yazık ki böylesine ulu gaye ve yüksek neticeleri olan
Malazgirt Meydan Muharebesi’ne sömürgeci bir zihniyetle bakan sözüm ona yerli
aydınlarımız vardır. Ancak onlar unutmasınlar ki Malazgirt Zaferi’ne bir istila
hareketi gözü ile bakanları, Alparslan ve Atatürk’ün yüce ruhları hiçbir zaman
affetmeyecektir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ve bunu söylemenin gururunu duyana…
KAYNAKLAR
Adıvar, H. E., Türk’ün Ateşle
İmtihanı, İstanbul, 1962.
Afet, İ., Atatürk Hakkında Hatıralar
ve Belgeler. İstanbul, 1959.
Ağaoğlu, S.,Kuva-yı Milliye Ruhu,
İstanbul, 1964.
Arık, R. O., Türk İnkılabı ve
Milliyetçiliğimiz. Ankara, 1965.
Atay, F.R., Atatürk’ün Hatıraları,
Ankara 1965.
Atatürk, Nutuk, I-III, İstanbul,
1969.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,
Ankara, 1965.
Belen, F., Türk Kurtuluş Savaşı,
Ankara, 1983.
Belen, F., Atatürk’ün Askerî
Kişiliği, İstanbul, 1963.
Göyünç, N., Atatürk ve Millî
Mücadele, İstanbul, 1984.
Kafesoğlu, İ., Selçuklu Tarihi,
İstanbul, 1972.
Kitapçı, Z., Atatürk Millî Hâkimiyet,
Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.L, İstanbul, 1987.
LordKinross, Atatürk: Bir Milletin
Yeniden Doğuşu, çev. Ayhan Tezel.
Özalp, K., Millî Mücadele, Ankara,
1985.
Turan, O., Selçuklular Tarihi ve
Türk İslam Medeniyeti, Ankara, 1965.