1. OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ
Eski Türk tarihinde hükümdarların
doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı.
Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbette ki
Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kavminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri
de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre her şeyi yaratan ve her
varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi. Aslında göğün
kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve yüce
Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler. Gök, bir tane idi
ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin üstünde,
daha birçok gökler vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları,
ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı.
Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük ve tek
Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, göğün katlarını üst üste koyma yolu ile
saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi ile gökleri, yedi
veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.
“Oğuz-Kağan destanına, Uygur
çağından sonra, hafif dış tesirler girmeye başladı”:
Göktürk çağında, eski Türk dini ile
inançları, bozulmadan devam etmekte ve gittikçe de gelişmekte idi. Uygur
devleti kurulup da, yeni birçok dinler Türkler arasına girmeye başlayınca,
durum biraz daha değişti. Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin’in ortalarında
gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı.
“Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük
dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur.” Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini
ile, pek bağdaşan bir meslek değildi. Eski Türk dini, disiplin, otorite ve
savaşçılığı, her şeyden üstün tutuyordu. Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat
bir hayata sahip olmak zorunda idiler. İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar
Türkler göğe ve gökten gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum
birdenbire değişiyordu. Uygurlar, köklerini Suriye’den alıp, İran’da gelişen
Mani dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında ise
Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ışıtan güneş idi.
“Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi
sayılabilirdi”. Bu sebeple, Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında,
eski Türklerin dedikleri gibi kutsal kişiler, artık “Göğün oğlu” değil; “Ayın
oğulları” oluyorlardı. Oğuz-Kağan da “Ay Tanrı”nın bir oğlu idi. Destan, daha
başlangıçta, şöyle başlıyordu:
“Aydın oldu gözleri, renklendi ışık
doldu,
“Ay-Kağan’ın o gündü, bir erkek oğlu
oldu!”
Eski Türkler de iyi ve güzel
olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı. Biz, nasıl yeni bir oğlu olan
dostumuza, “Gözlerin aydın olsun” diyor isek, onlar da Oğuz-Kağan’ın doğuşu
dolayısı ile, “Ay Kağan’ın gözleri aydın oldu, renklendi”, diyorlardı.
“Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin
destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler”:
Fakat Türkler, çoktan Müslüman olmuş
ve İslamiyet‘in ana prensiplerine gönülden bağlanmışlardı. Aslında ise,
İslamiyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen,
eski Oğuz-Kağan destanları, elbette ki İslamiyet’in birçok inançları ile
uygunluk gösteremeyecekti. Bunun içindir ki, İslamiyet’ten sonra yazılan
Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İslamiyete
uydurulmuştu. İslamiyet’i kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran, eski Türk
ananesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabii olarak biz Oğuz Türkleri
üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. “Çünkü Oğuzlar, bütün Orta Asya ve Türk
aleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler”. Şehir hayatına çoktan
başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkilatı ile disiplini, onların
ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz Türklerinin
destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler
görüyoruz. İslamiyet’ten sonraki Türk destanlarına göre, “Oğuz-Han’ın babası
Kara-Han” idi. Oğuz Han’ın babasının, “Kara-Han” adını alması da boş değildi.
Eski Türklerde, “Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran, sembolik
renkler” idi. “Ak-Kemik”, Kağanlar ile, onların oğulları idiler. “Kara-Kemik”
ise, halk tabakasından başka bir şey değildi. Diğer kitaplarımızda da her zaman
söylediğimiz gibi, Türk halklarının “ak” ve “kara” şeklinde ayrılmış olmalarına
rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman Türkler, Oğuz-Han’ın
babasına “Kara-Han” diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman değildi. Müslüman olmak
isteyen oğlu Oğuz-Han’a da engel olmak istemişti. Tabii olarak bu fikirlerimiz
tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve ananeleri hakkındaki bilgilerimiz,
bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler. Oğuz Han Müslüman Türklere göre,
babasından çok, ananesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz destanını anlatmaya
başlarlar iken, hemen şöyle derler:
Üç gün üç gece geçti, annesine
gelmedi,
Annenin memesinden, bir damla süt
emmedi.
Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu,
Sütümü emmedi diye, kalbini
dağlıyordu.
Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe
dolanarak,
Sütümü, az em diye, çocuğa
yalvararak!
2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL
ÇOCUKLAR
Oğuz Han diğer Türk destanlarında
olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz
daha Müslüman olmamıştı. Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka
bir şey olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmaya başlar ve
ona şöyle der:
Ey, benim güzel annem, öğüdümü
alırsan!
Yüce Tanrı’ya tapıp, eğer hakkı
tanırsan!
O zaman memen alır, ak sütünü
emerim!
Bana lâyık olursan, adına anne
derim!
Oğuz-Kağan’ın annesi, henüz daha üç
günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce,
ona kalpten bağlanır ve Tanrıya inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin
söyledikleri bu Tanrı, İslamiyet’in Allah’ından başka bir şey değildi. Fakat
aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir “Gök Tanrısı” ndan da söz açıyorlar ve
eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski
Türklerde de “üç sayısı” ve “üç yaşında” olma önemli idi. Fakat Türk
mitolojisinin en önemli sayısı “yedi” ile “dokuz” sayılarıdır. Müslüman
Türklerin Oğuz destanlarında: “Oğuz-Kağan, üç gün içinde olgunlaşmıştı”.
Halbuki eski Altay destanlarında: “Çocuğun olgunlaşması için, yedi günün geçmiş
olması gerekiyordu”. Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi de vardır:
Altay’da olmuş idi, bir çocuk doğmuş
idi,
Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş
idi.
Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp
koşmuşlar,
“Çocuğu ver”, demişler, uluyarak
coşmuşlar.
Annesi çok ağlamış, yüreğini
dağlamış,
Çocuk da dile gelmiş, yarasını
bağlamış.
Demiş: “Anne, sızlama! Oyala da,
ağlama!
“Yedi gün mühlet iste, işi bağla
sağlama!”
Yedi gün mühlet dolmuş, annenin
benzi solmuş,
Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit
olmuş.
Bu Altay efsanesi mitolojinin ta
kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir mitolojidir. Fakat büyük devletler
kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış
ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp,
göğün çeşitli katlarını zapt eme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir
Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık özelliklerini taşımış ve
insanların yaşadığı yeryüzünü zapt ederek, Tanrı adına, idare etmeğe memur
edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle incelenince, daha
birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ “Yedi kurt”.”Büyük ayı
burcu” nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi. Çünkü Türklere göre:
“(Büyükayı burcu’nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle Kutup yıldızına
bağlanmış, yedi azgın kurt idiler). Bir ara bu kurtlar, çocuğun atı ile tayını
da alıp götürmek isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve
kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir.
(Türklere göre ‘Küçükayı burcu’, iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka
bir şey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu
iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların
etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi göre). Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve
yakını idi. Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka bir
şey olmamalıydı”.
Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı
birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikaye değildi. Onun kökleri, yüzyıllar
önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu.
Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün
Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti.
3. OĞUZ – KAĞAN’IN DOĞUŞU
“Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde
doğmuştu”:
Az önce, büyük Türk kahramanlarının,
genel olarak kutsal bir şekilde doğduklarını söylemiştik. Elbette ki
Oğuz-Kağan’ın da doğuşu da, kutsal ve fevkalade bir şekilde olmalıydı. Nitekim
Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O’nun doğuşunu şöyle anlatıyordu:
Gök mavisiydi sanki, benzi bu
oğlancığın!
Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu
oğlancığın!
Al, al idi gözleri, saçları da
kapkara,
Perilerden de güzel, kaşları var ne
kara!
Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi
tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski Türklere göre, insanın en önemli bir yeri
idi. Utanç, kötülük ve hatta kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri
idiler. Kötü bir insanın yüzü, elbette kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama
kutsal insanların yüz rengi, gök mavisinden başka bir şey olamazdı. Çünkü gök,
Tanrının oturduğu ve hatta bazen, Tanrının kendisinden başka bir şey değildi.
“Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten geldiğini ve
Tanrının rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi.” Biz yanlış olarak
Türklerin, “Gök Börü”, yani gök kurt dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını
veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz
arasında büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök
idi. Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi.
Belki de Tanrının ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek Türklere
görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun rengi gömgök
idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir
sembolü olarak görmüşlerdir.
Oğuz-Kağan’ın ağzı ateşe niçin
benzetilmişti”:
Bugün Anadolu’da söylenen, “Gözleri
Kanlı” deyimi de, bize çok şeyler ifade eder. O’nun gözlerinin al oluşu, daha
doğrusu kan rengine benzemesi, Oğuz-Kağan’ın büyük bahadırlığının, bir
özelliğinden başka bir şey değildi. Cengiz-Han da doğarken “avucunun içinde bir
kan pıhtısı” tutuyordu. Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen
Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, Onun dünyayı zapt edeceğini ve büyük bir
bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en
eski Türk ve Orta Asya özelliklerini göstermiyorlardı. Elbette ki onları
kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu. Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok
yabancı tesirler girmişti. Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir
kan pıhtısı tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden
biri idi. “Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır.” Çin’de de,
bu vardır. Fakat Çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı olmakla kalmazlar,
aynı zamandan cam gibi de parlarlardı. Çinliler, “Büyük bir Göktürk Kağanı
Mohan Kağan’dan söz açarken, onun da yüzünün kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi
parladığını” söylüyorlardı. Herhalde Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip
değildi. Fakat 20 sene müddetle, bütün Çin’i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir
hükümdardı. Eski Türkler, kırmızı renk için genel olarak “al” sözünü
kullanırlardı. Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı.
Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, “Albastı” da, yine bu rengi
taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere korkunç
zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, “al-börü” derlerdi. Bu allık, kurdun
veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların korkunç
zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar güçlü ve kudretli idiler.
Tıpkı yeryüzünü zapt eden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan gibi.
“Oğuz-Kağan’ın yüzünün rengi gök
mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi”.
Bazıları al sözünü, “ela” şeklinde
anlamak istemişlerdi. Fakat tabii olarak, bunun aslı yoktur. Çünkü,
“Oğuz-Kağan’ın saçları da kara” idi. Sarı değil. Bu sebeple gözlerinin ela
olmasına da, hiçbir sebep yoktu.
4. OĞUZ – KAĞAN’IN ÇOCUKLUĞU
“Türk mitolojisinde kahramanlar,
‘üç’ veya ‘yedi’ günde konuşurlardı”:
Az önce, Müslüman olmuş Türklerin
Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan’ın üç günde konuşmaya
başladığını belirtmiştik. İslamiyet’in tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan
destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama yukarıda da dediğimiz gibi, eski
Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman “Yedi günde kendilerine gelir
ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı”. Nitekim Uygurların
Oğuz Destanı, Oğuz’un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi
sütünü.
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister
oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister
oldu.
Ansızın dile geldi, şiirler düzer
oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır,
gezer oldu.
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi
sütünü.
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister
oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister
oldu.
Ansızın dile geldi, şiirler düzer
oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır,
gezer oldu.
“Türkler yemeklerini, ilk çağlardan
beri pişirerek yerlerdi”:
Türkler herhalde, tarihten çok
önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim,
Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, “İlk Türk Atasının,
ateşi icat ettiğini ve yemekleri pişirmeyi öğrettiğini,” söylüyordu. Sibirya’nın
tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda
yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin’lerle Macar’ların ataları
olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve
bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Orta Asya Türk halklarına,
“yemeklerini pişirenler” derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu
Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeye başlamışlardı. Ama, zaman
zaman bu eski hatıraları yad etmek için “çiğ et yeme törenleri” yapmayı da,
ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde
hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman
zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan’ın, çiğ et istemesinin sebebi
de, bundan ileri geliyordu.
“Oğuz-Han’ın vücudu, güçlü ve
korkunç hayvanlara benzetilirdi”:
Dede Korkut masallarında da büyük
kahramanların yürüyüşü, aslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç
hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları
görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan’ın şeklini, şöyle
anlatıyordu:
Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı,
Kurdun bileği gibi, idi sanki
bileği.
Benzer idi omuzu, ala samurunkine,
Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!
Destana göre, Oğuz’un elleri ve
pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka
idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı
hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli
kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının
göğsü gibi, gergin ve şişkin göğüsler, Oğuz-Kağan’ın bir insan olarak ne derece
güçlü olduğunu anlatmaya yarayan sözlerdi.
“Oğuz-Kağan’ın vücudu niçin “tüylü”
idi”:
Eski Türkler, “ilk insanın, tüylü
olduğuna inanırlardı.” Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile
ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: “Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı’ya
karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce
de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden
kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve
insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da,
insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle
insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve
ahlakını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama;
içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü”.
Bu sebeple Oğuz destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de
buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu
ve fevkalade bir yaratıktı:
Bir insan idi fakat, tüyleri dolu
idi,
Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu
idi.
Güder at sürüleri, tutar, atlara
biner,
Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara
gider.
Geceler günler geçti, nice seneler
doldu.
Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit
oldu!
5. OĞUZ – KAĞAN’IN GENÇLİĞİ
Türk mitolojisinde büyük
kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar
vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok “Ad koyma” töreni ile başlardı. Adı
olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir
gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan
olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu
ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her
yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye
terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da
alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler
çıkarmışlardır. Mesela, büyük bir komutan veya Kağan’ın, bir gençlik adı
vardır. Gençliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında
çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı
savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu
Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim
olduğunu anlamak, adet’ çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han’ında,
gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı
göstermesi lazımdı. Eski Türk tarihinde de, “Baş kesmeyen ve kan dökmeyen”
şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.
6. OĞUZ’UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ
“Oğuz korkunç bir gergedan
öldürerek, erginliğini ispat etmişti”:
Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan,
insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir
beladan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve
hatta onlara tapınırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir
orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim
Oğuz-Kağan destanında da, Oğuz’un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de
bir “gergedan” yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:
Bir büyük orman vardı, Oğuz
yurdundan içre,
Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman
içre.
Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi,
Ne çok av kuşları da, üstünde uçar
idi.
Ormanda yaşar idi, çok büyük bir
gergedan,
Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de
insan!
Başardı sürüleri, yer idi hep
atları,
Yokluk verir insana, alırdı
hayatları!
Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna
aman!
Hepimiz biliyoruz ki, Orta Asya’da
“gergedan” yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde
değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Orta
Asya’ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın
yaşadığı bölgeler, Çin’e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın
esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, “Gergedan, burnunun ucunda sivri
boynuzu bulunan, bir geyikten başka bir şey değildi”. Ama gergedan, Çin’de
büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar,
zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın
derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı.
Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi.
Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan
yolu ile gelmişti. Türkler gergedana “kıyant” derlerdi. Bu söz de, Hindistan
ile Batı Türkistan’da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar
zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz’un
yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:
Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir
kişi vardı,
Avlarım gergedan: diye o yere vardı.
Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok
ile,
Dedi: “Gergedan artık, kendisini yok
bile!
Ormanda avlanarak bir geyiği avladı,
Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca
bağladı.
Döndü gitti evine, sabah olmadan
önce,
Tam tan ağarıyordu, geyiğine
dönünce,
Anladı ki gergedan, geyiği çoktan
yuttu,
Geyiğin yerine de, büyük bir ayı
tuttu.
Belinden çıkararak, altın bakma
kuşağı,
Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,
Tabii olarak efsaneye göre, gergedan
ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır.
Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı.
Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi.
Oğuz’un belindeki kuşağı altındı. “Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar
sembolüdür”. Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun
hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde
bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki
Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti.
Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını
bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın
karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı
da, şöyle anlatıyordu:
Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan
tan,
Oğuz baktı ki almış ayısını
gergedan.
Artık bu durum onu, can evinden
vurmuştu,
Ağaca kendi gidip, tam altında
durmuştu!
Gergedan geldiğinde, Oğuz’u görüp
durdu,
Oğuz’un kalkanına, gerilip bir baş
vurdu!
Kargıyla gergedanın, başına vurdu
Oğuz!
Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu
Oğuz!
Keserek kılıcıyla, hemen başını
aldı,
Döndü gitti evine, iline haber
saldı!
“Altay Türk efsanelerindeki
kahramanlar da, boynuzlu” canavarlar öldürürlerdi”:
Oğuz-Kağan’ın korkunç bir canavar
öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi
değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler
gelişip yayıldıktan sonra, “gergedan” gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da
duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu
olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu.
Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu
efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, “boynuzlu” idiler. Bu
efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:
Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı
işe,
Demir beşiği kırdı, kendini attı
dışa.
Yedi dağı dolaştı, yedi geyik
avladı,
Boynuzlarını yonttu, birbirine
bağladı.
Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz
olmaz idi,
Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz
idi.
Duydu bir hayvan varmış, çok büyük
bir canavar!
“Bari gideyim”, dedi, “Belki derisi
uyar!”
Oğlan göklere gider, devlerle de
savaşır,
Büyük bir dağa çıkar, canavara
ulaşır,
Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa
yaslanmıştı,
Bir dağa da yatmıştı, upuzun
uzanmıştı.
Oğlana bakaraktan, sanki göz
kırpıyordu,
Uzun boynuzlarıyla, gökleri
yırtıyordu!…
Bu Altay efsanesi, tam bir
mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün
katlarını gezerek, canavarı aramaya koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar,
Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki
canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevi dağların ve göllerin içinde
yaşar.
“Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan’ın
gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi”:
Müslüman Türkler, Oğuz-Han’ın ad
alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han,
kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı.
Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:
Büyük toy yapılırdı, eski Türk
adetince,
Böyle ad seçilirdi, çocuğun
kudretince,
Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun
diye,
Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen
olsun diye.
Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz’dur
dedi,
Beklemedi kimseyi kendi adını verdi,
Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa
kaldılar,
Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa
katıldılar.
Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han’ın
daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu
gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök
sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı
elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki
Oğuz destanının parçaları sayılan “Dede Korkut” hikayelerinde, çocukların
adları, genel olarak “Dede Korkut” un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu
Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile “Hızır” ın ve hatta “Dede Korkut”
yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.
7. OĞUZ KAĞAN’IN EVLENMESİ
Müslüman Türkler Oğuz Kağan’ı,
normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva
kurdurmuşlardı. Halbuki İslamiyet’in tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında,
durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, “Gökten inen
göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş” ve
bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan
değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki,
Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cihan hakimiyeti
hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan,
mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zapt etmiş ve büyük bir devlet
kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda,
bir hikaye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Bin bir Gece Masalları gibi,
hayal mahsulü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin
düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş
fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih
olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve
akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan’ın
gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:
OĞUZ’UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ
Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya
yalvarırken,
Karanlık bastı birden, bir ışık
düştü gökten,
Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan,
güneşten.
Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın,
Gördü, oturduğunu ortasında bir
kızın.
Bir ben vardı başında, ateş gibi
ışığı,
Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup
yıldızı!.
Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök
güle durur!
Kız ağlamak istese, gök de ağlaya
durur!
Oğuz kızı görünce, gitti aklı
beyninden,
Kıza vuruldu birden, sevdi kızı
gönülden.
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!
Eski Türklere göre, hem gök ve hem
de yer, kutsal idiler. İran’da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer
kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu
sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki
Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. “Altay dağlarının
vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı.
Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında,
kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı”. Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç
sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk
Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: “Şamanların
atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay
Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi”.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve
çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı. Bundan sonra
da Oğuz-Kağan, yerin kızı ile evlenir. Destanlar, Oğuz-Han’ın bu ikinci hatunu
buluşunu da, şöyle anlatırlar:
OĞUZ’UN, YERİN KIZI İLE EVLENMESİ
Ava gitmişti bir gün, ormanda
Oğuz-Kağan:
Gölün tam ortasında, bir ağaç gördü
yalnız,
Ağacın koğuğunda, oturuyordu bir
kız.
Gözü gökten daha gök, sanki Tanrı
kızıydı,
Irmak dalgası gibi, saçları
dalgalıydı.
Bir inci idi dişi, ağzında hep
parlayan,
Kim olsa şöyle derdi, yeryüzünde
yaşayan:
“Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah, biz
ölüyoruz!”
Der, bağırıp dururdu! Tıpkı tatlı
süt gibi, acı kımız olurdu!
Oğuz kızı görünce, başından aklı
gitti,
Nedense yüreğine, kordan bir ateş
girdi.
Gönülden sevdi kızı, tuttu aldı
elinden,
Kızla gerdeği girdi, aldı
dilediğinden.
“Bir gölün ortasında bulunan adalar”,
Türk mitolojisinin en önemli motiflerinden biridir. Uygurların Türeyiş
efsanelerinde ise bu kutsal adacık, iki nehrin kavuştuğu bir yerde bulunuyordu.
Oğuz-Han destanındaki Kıpçak Bey’de, “Göl ortasında bulunan bir adacıkta ağaç
kovuğunda doğmuştu”. Ağaç, köklerini yerden alıyor ve kim bilir yerin ne kadar
derinliklerine kadar inebiliyordu. Bu sebeple bereketin sembolü olan ağaç,
yerin soylarını da temsil ediyordu. Destan, “Göğün kızını Kutup yıldızına
benzetirken, yerden gelen kızın saçlarını ise, ırmak dalgaları gibi”
gösteriyordu. Göğün kızı göğe, yerin kızı da yere benziyordu.
“Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan’ı
normal bir insanmış gibi evlendiriliyorlardı”:
İslamiyet’i kabul etmiş olan Türkler
ise, daha başka türlü düşünüyorlardı. Onlar Oğuz-Han’ı, normal bir insan olarak
kabul ediyorlar ve kendi fikrine uygun, bir kız alıyor gibi gösteriyorlardı.
Oğuz-Han, iki amcasının da kızını almış; fakat onları yola getirip, Müslüman
edememişti. Bunun üzerine, her iki karısının da yüzüne bakmamış ve onlara elini
bile değdirmemişti. Üçüncü amcasının kızı, diğerlerine nazaran daha çirkindi.
Fakat küçüklüğünden beri, Oğuz-Han’ı bütün kalbi ile seviyordu. Oğuz, en
sonunda bu kıza gitmiş, içini açmış ve Müslüman olduğu takdirde, kendisi ile
evleneceğini söylemişti. Bu teklifi çoktan beri bekleyen kız, ağlayarak Oğuz’a
bakmış ve şöyle demişti:
Ben ne Allah tanırım, ne de Tanrı
bilirim!
Senin sözün buyruktur, hep peşinden
gelirim!
Sen ne dersen o olur, fermanından
çıkamam!
Sen var iken başımda, başkasına
bakamam!
Oğuz bunu duyunca, çok sevinmiş ve
artık kaygısı dinmişti. Bunun üzerine kıza, Tanrıya inanmasını söyleyerek,
şöyle demişti:
Ey, sevgili hatunum! Benim ey eşsiz
eşim!
Gönlümde ebediyen, yanacak ey
ateşim!
Tanrının birliğinde, bir defa iman
getir,
Sev onu! Varlığıma, seninle bir can
getir.
Kız Oğuz Han’ın bu sözü üzerine
Tanrıya inandığını söyleyerek artık Müslüman olmuştu:
Sözünü kabul ettim, senin yoluna
geldim!
Tanrının birliğiyle, canımı sana
verdim!
Müslüman olan Türklerin, eski
Oğuz-Kağanlarından ve onun destanlarından vazgeçemeyerek, yeni olarak
düzdükleri bu hikayeler, aslında en eski Türk mitolojisinin ana çizgileriyle
bir benzerlik göstermiyorlardı. Fakat ne yapsınlar ki, onlar da Müslüman
olmuşlardı ve Müslümanlığı, yalnızca X. yüzyılda değil; ta Oğuz Han zamanından
beri tanıdıklarını ve bildiklerini göstermek istiyorlardı.
Müslüman tarihçiler, Oğuz-Han’ın
yaşadığı çağlar hakkında da, bize bazı bilgiler verirler. Mesela Hiveli meşhur
Ebul Gazi Bahadır Han’a göre Oğuz-Han, zamanımızdan 5000 sene önce yaşamıştı.
“En önemli nokta da şu idi ki, Ebul Gazi Bahadır Han Oğuz-Han’ı, İran’ın en
eski atalarından daha önceye koyuyor ve Türkleri, bir millet olarak
İranlılardan daha eski tutuyordu. Bu efsaneler Türklerin, İslamiyet’i ve
Allah’ı, 5000 sene önceleri ve hatta insanlığın ilk yaratılış sıralarında
tanıdıklarını, söylemek istiyorlardı”. Henüz daha Müslümanlığın ne demek
olduğunu bilmeyen Türkler “Allah” sözünden habersiz idi. Eski Türk
tarihçilerine göre, “Allah” sözünün manasını anlamayan Türkler, Oğuz-Han’ın şiir
okuduğunu veyahut da şarkı söylediğini zannederlermiş. Bunlar da, Müslüman
Türkler tarafından, bir Türk olarak uydurulmuş, düzenlenmiş ve geniş halk
kitleleri arasında yayılmış hikayelerdi.
Öyle anlaşılıyor ki Türkler,
İslamiyet’in öncülüğünü, Araplara ve hatta Peygambere bile vermek
istemiyorlardı. Bu duruma göre, “Oğuz-Han Türklerin ilk ve en eski
peygamberleri oluyordu. Gerçi bu da, İslamiyet’in esaslarına aykırı idi. Fakat
Türk kitlelerinin, milliyet ve üstünlük hislerini göstermesi bakımından bizler
için bir önem taşıyordu”.
8. YER VE GÖK VARLIKLARININ OĞUZ’UN
OĞLU OLMALARI
“Gök ve yerin türlü varlıkları,
Oğuz-Han’ın oğulları oluyorlardı”:
Oğuz-Han, “gökten bir ateş gibi,
ışık hilesi içinde inen göğün kızı” ile evlendikten sonra, üç oğlu olmuştu. Bu
oğullarının adları, “Gün-Han”, “Ay-Han” ve “Yıldız-Han” koyması, bize çok şey
ifade eder. Zaten göğün belli başlı varlıkları, güneş, ay ile yıldızlar idiler.
Ağaç koğuğunda bulduğu yerin kızından da, yine üç oğlu oluyordu. Bunların adını
da “Gök-Han”, “Dağ-Han” ve “Deniz-Han” koyuyordu. Burada Türk mitolojisi ile
Türk düşünce düzeninin, çok önemli bir meselesi ile karşılaşıyoruz. Yerin
kızından doğan çocuklardan birinin adı “Gök-Han” idi. Ayrıca “Gök-Han” yerin
kızının çocuklarının, en büyüğü idi. Yerin kızından, “Gök-Han” ın doğmuş
olması, ilk bakışta bizi şaşırtıyordu. Halbuki bu kitapta sık sık söylediğimiz
gibi gök kubbesi, aslında Türklerce, maddî bir varlık gibi düşünülüyordu.
Türkler gök kubbesini uzaydan ayrı düşünüyorlardı. Asıl gök, güneş ve ay ile
yıldızların dolaştıkları, uzay idi. Eski Göktürk kitabelerinde de söylendiği
gibi: Tanrı, gök ile yeri yarattıktan sonra, ikisi arasında da, insanoğlunu
yaratmıştı. Yer ile göğü yaratan Tanrı, gök kubbesinin üstünde ve sonsuz feza
içinde bulunuyordu. Eski Türkler göğe, “Tengri” derlerdi. “Tengri”, hem “gök”
ve hem de “Yüce-Tanrı” anlamına geliyordu. Ama onlar, gök kubbesini anlatmak
isterlerken, “Kök Tengri” derler ve böylece, gök kubbesini, esas büyük Tanrıdan
ayırırlardı. Bu çok eski Türk düşüncesinin izlerini, Oğuz destanında da,
bulmamız bizi sevindirmektedir. “Çünkü, Türk düşünce düzeni, yüzyıllar boyunca
değişmemiş ve ana çizgileriyle üç kıt’a üzerinde yaşamıştı”.
Burada önümüze çok önemli bir mesele
de çıkmaktadır: bazılarına göre, “Gün-Han”, güneşin hanı; “AY-Han” ise, ayın
hanı şeklinde açıklanmıştır. Onlara göre Türkler, güneşte de bir dünyanın
olduğunu düşünmüş olmalı idiler. Oğuz-Han, en büyük oğlunu da güneşe bir Han
olarak tayin etmiş olmalıydı. Bu düşünce tarzı, oldukça sakat ve yanlıştır.
“Oğuz-Han’ın oğulları güneşin, ayın ve yıldızların hanları değil; bilâkis
güneş, ay ve yıldızların ta kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu
sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han,
yalnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün
varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki, bir
efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan
destanı, bütün kainatın kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu
sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han,
yalnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün
varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki, bir
efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan
destanı, bütün kainatın oluş ve türeyiş mitolojisi halinde görünüyordu. İşte
Oğuz-Han destanının, bizce en önemli olan özelliği bu idi. Sonradan bu altı
oğullar dörder oğul daha türeyerek, 24 Oğuz boylarını meydana getireceklerdi”.
9. OĞUZ DESTANINDA “AİLE DÜZENİ”
“Oğuz efsanesinde görülen aile
düzeni, daha çok ‘Baba ailesi’ ile ilgili idi”:
Şimdiye kadar sosyologlar aileleri,
başlıca iki bölüm içinde incelemişlerdir. İlkel kavimlerde daha çok “Ana
ailesi” görülüyordu. Fakat cemiyet ilerledikçe ve içtimai seviye yükseldikçe
“Baba ailesi” ne doğru bir gidiş vardı. Daha doğrusu Ana ailesi geriliği, Baba
ailesi ise, bir toplumun olgunluğunu gösteriyordu. Bazı Moğol efsanelerinde,
ana ailesinin izlerini görmüyor değiliz. Mesela Cengiz-Han’ın atası kocasız bir
kadın idi. Gökten inen sarı bir köpek şeklindeki hayvandan hamile kalmış ve
Moğol ulusunu meydana getirmişti. Türklerde ve Türk mitolojisinde, böyle bir
“Ana-Ata” ya rastlamıyoruz. Türk mitolojisinin bütün ataları, – hatta
istisnasız olarak – hep erkek ve büyük bahadır idiler. Burada da, Oğuz-Han’ın
çocuklarının hepsi, erkek olarak doğmuşlar ve Türk milletine birer baba olarak
meydana getirmişlerdi. Şunu da söylemekte fayda vardır: Eski Roma’da “Baba
ailesi”, kayıtsız ve şartsız olarak, babanın hakimiyeti altında idi. Baba
oğlunu satabilir ve öldürebilirdi. Ama Türklerde, böyle bir baba ailesi görmüyoruz.
Oğuz-Han babasını bile, Müslüman olmadı diye öldürmüş ve ona karşı
gelebilmişti.
10. OĞUZ’UN TOPLUM DÜZENİ “ZAMAN
BİRİMLERİNE” GÖRE
“Oğuz-Han’ın oğulları ile boylarının
sayıları birer takvim rakamları idiler”:
Oğuz destanı, eski Türk düşünce ve
toplumunun, mantık üzerine kurulmuş düzenlerini göstermesi bakımından, büyük
bir öneme sahiptir. Eski Türkler, İranlılar veya Hintliler gibi, hesapsız ve
düzensiz düşünmüyorlardı. “Türk düşüncesinin her yönü, matematik bir mantık
üzerine kurulmuş ve bu, topluma da sıkı bir disiplin ile benimsetilmişti”. Oğuz
Han’ın altı oğlu vardı. Göğün kızından doğan çocuklar Boz-Ok bölümünü; yerin
kızından doğanlar da, Üç-Ok bölümlerini meydana getiriyorlardı. Bu yolla altı
çocuk, ikiye bölünmüş ve üçlü bir düzen meydana getirilmişti. Yani 12 saatin,
12 ayın ve hatta 12 burcun yarısı olan çocuklar, yine bölümlere ayrılıyorlar ve
takvim biriminin bir çeyreğini meydana getiriyorlardı. Bütün rakamlar 12 ile 24
sayılarını bölen, birimler idiler. Aslında eski Türklerde çoğu zaman bir sene
12 ay değil; 24 ay idi. Bu da ayın, on beş günlük devrelerine göre
hesaplanıyordu. Nitekim Oğuz Han’ın da 24 torunu vardı. Eski Çin takviminde üç,
altı, on iki ve yirmi dört rakamları yalnız bir zaman birimi olarak değil; aynı
zamanda kutsal sayılar olarak da, büyük bir öneme sahip idiler. Eski Çin’de,
“zaman ve mekan birimleri”, birbirine uyduruluyor ve zamanla mekan arasında,
bir birlik meydana getiriliyordu. 12 ay ve 24 saat, Çin imparatorluğu içinde
de, 12 eyalet ile 24 vilayetin meydana gelmesini gerektiriyordu. Bunları
söylemekle Türkler, Oğuz Kağan destanını, Çin düşüncesine göre
düzenlemişlerdir, demek istemiyoruz. Türklerin de kendilerine göre bir takvimi
vardı; Çinlilerin de. Aslında Türk takvimi, zaman zaman Çin’e tesir etmiş ve
Çin kültüründe de büyük bir önem kazanmıştı. Fakat mitoloji tetkiklerinde,
başlıca problemlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, mukayeseli araştırmalar
yapmak ve örnekler vermek, çok faydalıdır.
“Oğuz Han destanındaki ‘takvim
rakamları’, Türk devlet teşkilatı ile ordu düzeninde de görülüyordu”:
Oğuz destanı, yüzyıllar ve hatta bin
yıllar boyunca, Türk halkları tarafından söylenmiş ve anlatılmış, uydurma bir
masal değildi: “Onu meydana getiren düşünce düzeni, yalnızca Türklerin
gönüllerinde ve kalplerinde yaşamamış; aynı zamanda, topluma düzen ve disiplin
veren bir ilham kaynağı halinde devam etmişti”. Mesela Büyük Hun imparatoru
Mete’nin ordusu, 24 tümenden meydana geliyordu. Bu 24 tümen, 6 köşeye bağlı
idi. Tıpkı Oğuz Han’ın 6 oğlu gibi. Bu 6 köşe de, ikiye ayrılıyorlardı. “Sağ”
ve “Sol” adlar ile, imparatorluğun “Doğu” ile “Batı” yönlerini, aralarında
bölmüş bulunuyorlardı. Atilla’nın Macaristan da büyük bir imparatorluk kurması,
düzenli ve disiplinli orduları ile dehşet vermesi, Avrupalıların toplum
düzenlerinde de, yeni yeni değişiklikler meydana getirmişti. Birçok Cermenler,
Atilla’nın emrinde çalışmışlar ve Atilla Hunlarından, pek çok şey
öğrenmişlerdi. Atilla, M.S. 450 de ölüp gitmişti. Fakat O’nun adı, Cermen ve
İskandinav efsanelerinden, yüzyıllar boyunca silinmemişti. Hep, Atilla’nın
harplerinden ve ordu düzeninden, bahsedilir olmuştu. Bu zaman kadar “yüzlük”,
“binlik” ve “On binlik”, ordu birimlerini bilmeyen Cermen’ler, Atilla’nın
ölümünden sonra, yalnız kendi ordularını değil; köy ve şehirlerini bile, bu
prensiplere göre düzenlediler. Atilla’nın ordularından bahseden İskandinav
efsaneleri, Onun 24 tümeninden ve 6 ordusundan söz açıyorlardı. Tıpkı Oğuz
Han’ın 6 oğlu ve 24 torunu gibi, bütün bunlar bize gösteriyor ki, “Oğuz Kağan
destanı zihinlerde ve hayallerde yaratılmış bir hikaye değil; Türk toplumunu
anlatan ve yansıtan bilgiler idiler”.
11. TÜRK DEVLETİ DÜNYA DEVLETİ İDİ
“Eski Türkler yeryüzünü bir Türk
devleti, Oğuz Kağanı da bütün insanlığın bir hükümdarı olarak düşünüyorlardı”:
Oğuz Han, 6 oğlunu toplamış ve
onlara, birçok öğütler vermişti. Bundan sonra beyleri ile, milletini de bir
araya getirerek, büyük şölenler ile ziyaretler verdiğini de görüyoruz. Eski
Türk Kağanları, savaşlardan önce ve sonra bütün milleti toplar ve onlara, büyük
ziyaretler verirlerdi. Bu toplantılar aynı zamanda, birer “kurultay” ve
“danışma” toplantıları idiler. Uygurların Oğuz destanına göre, Oğuz-Han
konuşmağa başlamış ve kendi devletini tarif etmişti. O’na göre:
“Yukarıda gök, kendi devletinin bir
çadırı gibi idi. Güneş de Oğuz-Kağan devletinin bir bayrağı olacaktı”.
Zaten eski Göktürk yazıtları da öyle
diyorlardı: “Yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki yağız yer yaratıldığında ikisi
arasında da insanoğlu yaratılmış insanoğlunun üzerine de, atalarımız
Bumin-Kağan ile İstemi-Kağan, Han olarak oturmuşlar”. Göktürk devletini kuran
Bumin ve İstemi-Kağan, yalnızca Türk milletinin değil; gök ile yer arasında
yaşayan, bütün insanlığın hükümdarları idiler. Onlar, bu tahta Tanrı tarafından
oturtulmuş ve bütün yeryüzünü idare etme yarlığı da, yine Tanrı tarafından
onlara verilmişti. Bu fikir, Türklerin yalnızca devlet idare etme
düşüncelerinde değil; Türk dininin çok eski prensipleri içinde de bulunuyordu.
Büyük Hun Devleti ile, daha sonraki Türk devletlerinde, bu düşüncenin türlü ve
sayısız örneklerini bulabiliyoruz.
“Oğuz-Kağan’ın akınları, sonraki
Türkler tarafından, kendi bilgilerine göre, ilave edilmiş bölümlerdi”:
Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz
konular, Oğuz-Kağan destanının esasını meydana getiren bölümlerdi. Artık bundan
sonra, Oğuz Han’ın akınlarından söz açılır ve nereleri zapt ettiği, geniş
olarak anlatılmaya çalışılır. Uygurlar, Oğuz-Kağan’a, kendi bildikleri
memleketleri akınlar yaptırırlar ve oraları aldırırlardı. Uygurlar, İran ve
Hindistan bölgelerini çok iyi tanımıyorlardı. Güney Rusya Türkleri hakkında da
pek fazla bilgileri yoktu. Cengiz-Han imparatorluğu kurulunca, adeta bütün
imparatorluk içinde, Oğuz-Kağan destanını yazmak ve söylemek bir moda haline
gelmişti. Bu sebeple, çok daha geniş ve büyük Oğuz-Kağan destanlarının
yazılmaya başlandıklarını görüyoruz. Cengiz-Han İmparatorluğu, Anadolu dahil,
Macaristan ovalarından Japonya’ya ve daha güneyde de, Endonezya’ya kadar
uzanıyordu. Bu sebeple, aynı çağda yaşayan Türkler ve İranlı yazarlar, bu
bölgeler hakkında, gayet geniş bilgilere sahip idiler. Bu çağda Oğuz-Han, artık
Cengiz-Han’ın yerine konmuştu. Cengiz-Han nerelere gidip, zapt etmiş ise,
Oğuz-Han’a da, Onun gibi akınlar yaptırılmıştı. Cengiz-Han gençliğinde akıllı
bir eşkıya’dan başka bir kimse değildi. Yol kesmek, haraç almak ve para
toplamak, Onun en ileri gelen özelliklerinden biri idi. Bu sebeple geniş
bölgeler elde edip, büyük bir devlet kurduktan sonra, gençliğindeki haraç
sistemini, yeni imparatorluğuna da uygulamış ve buna göre, bir idare düzeni
meydana getirmişti. Cengiz-Han her şeyden önce, bir memleketin vergilerinin
toplanmasına önem verir ve memurlarını, bu amaca uygun olarak tayin ederdi.
Cengiz-Han çağındaki Oğuz-Kağan destanlarında artık Oğuz Kağan değişmişti. Zapt
ettiği yerlere vergi memurları gönderiyor ve alınan vergileri de, tıpkı
Cengiz-Han gibi, gözden geçiriyordu. Aslında ise, eski Türk devletlerinin
teşkilatı ile, Cengiz-Han’ın kurduğu bu yeni düzen arasında, büyük ayrılıklar
vardı. Hiç şüphe yok ki, eski Türk Kağanları da, zapt ettikleri yeni
memleketlerden gelecek vergilere, büyük önem veriyorlardı. Fakat devletin
idaresinde, hakim olan tek ve en önemli prensip, vergi toplamak değildi.
Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı daha çok eski Türk devlet teşkilatını
andıran bir şekilde konuşuyor ve eski Türk kağanlarının, gerçek düşüncelerini
yansıtıyordu.
12. OĞUZ KAĞAN DESTANININ EN ESKİ
BÖLÜMLERİ
“Arabanın icadı”:
Göktürklerin türeyişleri ile ilgili
efsanelerde, ateş gibi insanlığa faydalı olan şeyleri icat eden atalardan, söz
açılıyor ve bunlara büyük bir önem veriliyordu. Zaten ateş, tuz, araba v.s.
gibi, insanlığın gelişmesine yardım etmiş unsurlarla aletlerin icatları, bütün
dünya mitolojilerinde, en eski ve öz kalıntılar olarak kabul edilmişlerdir.
Türklerin Kanglı boyu, tarih boyunca büyük bir şöhret yapmış ve Türk kavimleri
arasında, önemli bir yer tutmuştu. İlk bakışta Kanglı sözü, bir nevi bizim
kağnı, yani “kağnı arabası” deyimini andırıyordu. Bütün mitolojilerde olduğu
gibi, Türk Mitolojisinde de, sözlerin dış görünüşlerine göre, bazı
benzeştirmeler yapılmıştır. Bu sebeple Oğuz Kağan destanında, kağnı arabasının
icadından söz açılırken, Kanglı boyu ile bir ilgi kurulmuştu. Uygur Türkçesi
ile yazılan Oğuz destanında, Kağnı’nın icat edilişi, şöyle anlatılıyordu:
Çürced Kağan’ı aldı, halkıyla
ulusunu,
Yok etmek için geldi, Oğuz-Han
ulusunu.
Baş geldi Oğuz-Kağan, basdı Çürced
Hanı’nı,
Ok ile kılıç ile, döktü düşman
kanını.
Oğuz öldürdü onu, kesti hemen
başını,
Böldü ganimetleri, tabi kıldı
halkını.
Oğuz’un askerleri, beyleri bütün
halkı,
Düşmanda ne bulursa, toplayıp hep
tüm aldı.
Atlar ile öküzler, katırlar az
gelmişti.
Yığılmış yükler ise, ta dağları
geçmişti.
Oğuz’un bir eri vardı, akıllı
tecrübeli,
Barmaklığı-Çosun-Billig, yatkındı
işe eli.
Bir kağnı arabası, yapıp koydu
içine,
Oğuz’un bu ustası, devam etti işine.
Kağnıyı çekmek için, canlı öne
koşuldu,
Cansız alıntılar da, üzerine
konuldu.
Oğuz’un beyleriyle, halkı şaştılar
buna,
Onlar da kağnı yaptı, özenmişlerdi
ona.
Kağnılar yürür iken, derlerdi:
“Kanğa! Kanğa!”
Bunun için de dendi, artık bu halka
“Kanğa”.
Oğuz bunu görünce, güldü kahkaha
ile,
Dedi: “- Cansızı çeksin, canlılar
Kanğa ile!”
“Adınız Kanğaluğ olsun, belgeniz de
araba!”
Bıraktı onları da, gitti başka
tarafa.
Oğuz-Kağan, Mançurya Bölgesindeki
kavimlere akın yaptığında, çok mal elde etmiş; fakat bunları, atlarla
taşıyamamıştı. Bunun üzerine, Oğuz-Kağan’ın akıllı beylerinden birisi, bir
araba yaparak, malların hepsini arabalara doldurmuş ve Oğuz-Kağan’ın yurduna
kadar taşımıştı. Oğuz-Kağan, böyle yeni bir icadı görünce, çok sevinmiş ve bu
beyinin soyundan gelen boylara da “Kangalı” yani “Kağnılı” adını vermişti.
Tabii olarak bu, nihayet bir efsane ile sözlerin benzeştirilmesinden başka bir
şey değildi. Türkler çok eski çağlarda, tekerlek ile arabayı icat ederek kullanmışlardı.
Çok eski çağlarda herhalde, “Kanglı” kavim adı da vardı. Fakat kendileri, henüz
daha ortada yok idiler. Çünkü Türk boyları, zaman zaman çoğaldıkça bölünüyorlar
ve eski adlar alarak, yeniden ortaya çıkıyorlardı. M.S.V. yüzyılda, Orta Asya
tarihinde önemli bir rol oynayan bazı Türk kavimlerine Çinliler, “Yüksek
arabalı kavimler” adını veriyorlardı. Çinlilerin bunlara, Yüksek arabalı”
demelerinin sebebi, herhalde onların arabalarının yüksek, yani tekerleklerinin
büyük olmasından ileri geliyordu. Çin tarihleri, kendilerine benzeyen
kavimlerden ve eşyalardan söz açmazlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Türklerin bu
arabaları, Çin’de kullanılan arabalara nazaran, çok daha büyük ve yüksek
idiler. “Büyük tekerlekli arabalar birçok bakımlardan faydalı ve elverişli idiler”.
Çamurlu bölgelerde ve engebeli arazilerde, büyük tekerlekli arabaları
kullanmak, daha kolay oluyordu. Eski Türkler çadırlarını yalnızca yere kurmaz,
aynı zamanda arabalar üzerine de oturturlardı. Bu arabalar, akınlarda da
orduların peşinden ayrılmazlardı. Oğuz-Kağan destanında da görüldüğü gibi,
harbe giden Türk ordularının arkasından, aileleri taşıyan arabalar ve kervanlar
da yürürlerdi. Oğuz-Kağan destanına göre böyle ordu düzenleri, yalnızca çok
eski çağlarda görülüyordu. Bununla beraber, daha sonraki çağlarda, mesela
Göktürk ve hatta Cengiz-Han akınlarında bile hatunlar, Hakanlar ile beylerin
arkalarından gelirlerdi.
“Türkler ilk geminin yapılışı”:
Oğuz-Han’ın bir beyi, İtil, yani
Volga nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi
sayesinde, Oğuz-Han’ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek, düşmanı mağlup
etmişlerdi. Kayığı icat etme motifi de, her halde Türk mitolojisinin, en eski
kalıntılarından biri olsa gerektir. Eski Türkler, denizci bir millet
değillerdi. Bununla beraber kendi ülkelerinde de, birçok geniş nehirler ile
göller bulunuyordu. Uygur Türkçesi ile yazılmış Oğuz Kağan destanı, Türklerin
gemi veya salı icat etmelerini şöyle anlatıyordu:
İdil adlı bu ırmak, çok çok büyük
bir suydu,
Oğuz baktı bir suya, bir de beylere
sordu: “-
Bu İdil sularını, nasıl geçeceğiz,
biz?”
Orduda bir bey vardı, Oğuz Han’a
çöktü diz.
Uluğ-Ordu-Beğ derler, çok akıllı bir
erdi,
Bu yönde Oğuz Han’a yerince akıl
verdi.
Baktı ki yerde bu beğ, çok ağaç var
çok da dal,
Kesti biçti dalları, kendine yaptı
bir Sal.
Ağaç sala yatarak, geçti İdil
nehrini,
Çok sevindi Oğuz-Han, buyurdu şu
emrini:
“- Kalıver sen burada, halkına
oluver bey!
“Ben dedim öyle olsun, densin sana
Kıpçak-Beğ!”
Tabii olarak diğer Oğuz
destanlarında, Kıpçak-Beğ’in doğuşu ve bey oluşu daha başka türlü
anlatılmaktadır.
“Dünyamıza soğuk rüzgarlar gönderen
‘Buz-Dağı’ motifi, Oğuz destanında da görülüyordu”:
Karluk Türklerinin meydana gelişleri
ile ilgili bölüm de, bazı önemli meselelerle karşılaşıyoruz. Uygur Türkçesi ile
yazılmış Oğuz destanında, Karluk Türklerinin ortaya çıkışları şöyle
anlatılıyordu:
Oğuz-Kağan baktı ki, erkek kurt
önler gider,
Ordunun öncüleri, Gök Kurdu gözler
gider,
Görünce Oğuz bunu, ne çok sevinmiş
idi,
Alaca aygırını, çabucak binmiş idi.
Apalaca aygırı, Oğuz severdi özden,
Ama at dağa kaçtı, kaybolup gitti
gözden,
Bu dağ buzlarla kaplı, çok büyük bir
dağ idi,
Soğuğun şiddetinden, başı da ap ağ
idi.
Çok cesur çok alp bir bey, ordu
içinde vardı,
Ne Tanrı ne Şeytandan, korku içinde
vardı.
Ne yorgunluk ne soğuk, erişmez idi
ona,
Bu bey dağlara girdi, dokuz gün erdi
sona.
Aygırı yakaladı, memnun etti Oğuz’u,
Atamadı üstünden, dağlardaki soğuğu.
Olmuştu kardan adam, kar ile
sarılmıştı,
Oğuz onu görünce, gülerek
katılmıştı.
Dedi: “Baş ol beylere, artık sende
burada kal!
“Sana Karluk diyeyim, ölümsüz adını
al!
Çok mücevher, çok altın, hediye etti
ona,
Bir bey yaptı Karluk’u, devam etti
yoluna.
Eski Türk Kağanlarının atları, büyük
bir önem taşırlardı. Türk tarihinde, 60 veya 100 kilometre koşan, Mete’nin atı
gibi efsaneleşmiş birçok atlara da rastlıyoruz. Elbette ki Oğuz-Kağan, kaçak
atını orada bırakıp gidemezdi. Ama o nasıl bir attı ki, buzlarla örtülü büyük
bir dağ içine kaçmış ve peşindekileri de günlerce uğraştırmıştı. Onu yakalayıp
getiren insanlar bile, baştan aşağıya kadar kardan bir adama dönmüşlerdi.
Oğuz-Kağan destanlarında bu dağa, “Muz-Tak”, yani “Buz-Dağı” adı veriliyordu.
Atı dağda bulup getiren bey de, kardan bir adam şekline girdiği için, Oğuz
Kağan tarafından “Karluk yani Karlık” adı ile adlandırılmıştı. Sonraki güçlü ve
şöhretli Karluk kabileleri, bu adamın soyundan geleceklerdi. Eski Altay
efsanelerine bir göz attığımız zaman da, böyle Buz dağlarını Türk Mitolojisi
içinde görebiliyoruz. Altay Türklerine göre, Kuzeyden esen soğuk ve buzlu
rüzgarlarının geldikleri bir dağ vardı. Altay Türkleri, soğuk kuzey
rüzgarlarının, “Muz-Tak”adlı buzlarla kaplı bir “Buz-Dağı” ndan geldiğine
inanıyorlardı. Bu Buz Dağı dünyanın kuzeyini baştan başa kaplamıştı. Buz
dağının üzerinde de, yine “Buz” adı ile adlandırılan, büyük devler
yaşıyorlardı. İlk bakışta, Altay efsanelerindeki Buz Dağı motifleri, Himalaya
dağları ile kar adamları efsaneleri hatırlatır gibi idiler. Ama Türk
Mitolojisindeki Buz Dağları herhalde yerli olarak, Türklerin zihinlerinden
doğmuş ve nihayet insan düşüncesinin, bir gereği gibi oluşmuş ve gelişmiş
olmalıydılar. Bunları söylemekle, Oğuz-Kağan destanındaki, “Buz-Dağ” ın Altay
efsanelerindeki Buz-Dağı ile aynı olduğunu ifade etmek istemiyoruz. Gerçi daha
sonraki “Boz-Ok” Oğuzlarının yurtlarında da, “Buz-Dağ” adını taşıyan bazı
dağlar vardı. Ama mitoloji incelemeleri yapan bir kimsenin, diğer efsaneleri de
göz önünde tutarak, karşılaştırmalar yapması, zorunlu görünmelidir. Eski Oğuz
yurdunda da Buz-Dağları olabilirdi. Fakat bu dağlar, ne de olsa insanların
zihinlerinde, efsaneleşmiş ve gerçek mahiyetlerini kaybetmişlerdi.
.