Bütün
tarihi kaynaklar, Osmanlı Devleti'nin Türk Ulusu tarafından kurulduğunu
kanıtlamaktadır. Ancak, kuruluş aşamasını tamamlayan ilk kuruculardan sonra,
Osmanlı padişahlarının ne denli Türk oldukları kuşkuludur.
Çünkü,
kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan; komşu ülkelere saldırma ve
onlardan savaş tazminatı ve ganimeti alma siyasasına dayalı olarak güçlenip
zenginleştikten sonra, yatak odalarını, "harem'ler kurarak zenginleştiren
padişah-halifelerin birçoğu sayesinde, ırk ve kan birliği bozulmuş olduğu
görülmektedir. "...Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep
yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan
yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti"(1)
.........
Henüz
kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede, "Türk iti şehre
gelince Farisice ürer" denilmektedir.(2) Osmanlı şairlerinden Baki'nin,
"Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin
Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle:
"Her
taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.
Ey
hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır.
Türk,
sultan olma yeteneğinden yoksundur."
Yine
bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise; "Tanrı, Türke irfan çeşmesini
yasaklamıştır" demiştir.
Divan-ı
Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde,
"Baban da olsa Türkü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün
İslam Peygamberi Hz. Muhammet'e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir
kıtasını yineleyelim:
"Sakın
Türkü insan sanma.
Bir
an bile olsa Türkle birlikte olma.
Türk
eline şeker olsa o şeker zehir olur.
Türkün
başını keserken sakın gam yeme.
Baban
da olsa Türkü öldür."(3)
.........
Hırvat
kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155.000 insan doğranmış
ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu'nun
yanıtı "Vurun şu pis Türkün başını" olmuştur. Cellatların bile
öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı'nın
yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu'nun evladı Türktür. (Olayı ayrıntıları
ile Osmanlı tarihçisi Naima'dan öğrenmek olasıdır.)
.......
Osmanlı
tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır: "Türkmen çözülüp
gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok." Yani, Türk ulusu ve unsuru
öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin
ilacı ve dermanı olmayacaktır.
Osmanlı
tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz
Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır.(5)
Aslında
Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin,
Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: "Hunhar
Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet
bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar."(6)
Osmanlı
düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk
ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda;
"Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu.
"Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi"
deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 1913
tarihli "Mecmuai Ebuzziya" dergisinin 94. sayısında; "Bizim
Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler
Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız. Buharalı
hanlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların cetleri de vaktiyle
Türkistan'ı zaptetmiş olan Araplardan başka bir şey değildir," demekle,
kendisini ve Anadolu'da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr ediyordu.
Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı
"İslam'da Davai Kavmiye" adlı kitabında, Türke karşı savaş açmış ve
"Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok... gerekli
olan şeriatı öğrenmektir," demiştir. 1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık
görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan
Mustafa Sabri Efendi ise, Türke Türklük benliği vermek isteyenlere
"soysuzlar" yakıştırmasında bulunmuştur.(7)
Bu
tutum ve koşullar içerisinde "Türk" kimliği, yönetimin merkezi olan
İstanbul'dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu
köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman
içinde "Türk" yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez
"Osmanlı Efendisine Türk' demek hakaret sayılmış", "Türk"
sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur-8-
İstanbul
alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları
Türke kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına
Türkler alınmamışlardır.(9) İstanbul'un alınmasından 4. Murat'ın ölümüne dek
geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa
atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli
sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı(10) gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren
ayrı bir kanıttır. Padişahlar, yakın korumalarını da hep devşirme (kul-köle)
olanlardan seçmişlerdir.
Osmanlı
yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik
içinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi'nin kurduğu; Türk
geleneğini, dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi)
tarikatlar Anadolu'da yayılmaya başladı. Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk
kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü
benimseyen Nakşibendi Tarikatı, yeniliklere karşı koyma alışkanlığını güden
Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!)
arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık gösteriyordu. Bu tarikatlar içinde, Türk
kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce
aşağılanmaya çalışıldı. Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış
oldu. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis
Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu.(11)
Osmanlı
yönetiminde Türke yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan
aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:
"Türk
değil mi, Merzifon'un eşeği,
Eşek
değil, köpekten de aşağı."
Osmanlı'nın
bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer
almıştır:
"Şalvarı
şaltak Osmanlı
Eğeri
kaltak Osmanlı
Ekmede
yok biçmede yok
Yemede
ortak Osmanlı"(12)
Kendi
yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum
beklenemezdi. Yabancılar, Türkleri "yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların
esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir"(13) şeklinde
yorumluyorlardı.
Ulusçuluğun
etkisi ile etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya
başladığı 19. yüzyılın ilk yarısında hatta sonlarında bile, Osmanlı yönetiminin
Türke olan yaklaşımı değişmemişti. 1874 yılında "Dünya Tarihi"
kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, "Osmanlı devletin
adıdır, milletimizin adı Türktür" görüşünü savunmasına karşın, bu
düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.(14)
Koçu
Bey, 4. Murat'a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları
yazıyordu: "...mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene, tatar,
kurt, ecnebi, laz, yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici
ve diğer çeşitli kimseler..."
"Harem-i
Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, çingene, Yahudi, dinsiz,
mezhepsiz, nice kallaş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu." Bu sözler
yazılıp Türk olduğu söylenen Padişaha veriliyordu.(15)
..........
Osmanlı
yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler
"azınlık" konumunda kaldı. 1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini
şunları söylüyordu: "Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda
kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün
'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak,
örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye
homurdanırsın."(18)
Aynı
yıllarda, Türk-Yunan Savaşı ortamında Şair Mehmet Emin'in yayımladığı kitapta,
"Ben bir Türküm dinim cinsim uludur" dizeleri yer alıyordu. Ancak,
üstünlüğü kanıtlamak için şiirler yeterli değildi. Kendi yöneticisi tarafından
aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren
ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı tarihin en zor dönemini yaşıyordu.
Yabancıların
Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türke yaklaşımından farklı değildi. Türkologlara
göre Türkler; insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini
kavrayamazlar; anlamaya da çalışmazlar... İslam dininin Türkler üzerindeki
etkisi iyi sonuç vermemiştir. Türkler, Müslüman Asya'nın Avrupa'ya karşı
savaşan askeri oldu. Müslümanlık, Türk dehasına ters düştü. İslam, bu
"Yarı Çinliler"den "Acımasız İranlılar" yarattı.(19)
Türk
aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri
başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor.
"Sorma
bana oymağımı boyumu,
Beş
bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme
bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm,
bu ad her unvandan üstündür,"
diye
haykırıyordu.
Öte
yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma
olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu
aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve
kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler. Onlardan birisi, o günlerin
koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır: "Bir mayıs
sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat, bütün kalbiyle İttifak
Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı
dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir. ...Gün geçmiyor
ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme
veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ... lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit
şempanze maymun türü). ... gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince
bizden iğrenip kaçıyordu.
İşte,
o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken,
gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve
başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 'Bir Türk
generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek
gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; 'Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk
generali.' "(20)
İşte
o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal toplantılarla Türke Türklüğünü,
dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği
İstanbul'dadır.
Dipnotlar:
1)
Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan... C.2, s.440.
2)
Burhan Oğuz'dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118.
3)
Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121.
4)
Çetin Yetkin, Türk Halkı... s.161.
5)
Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul,
C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.
6)
Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12.
7)
Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.
8-
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis,
Modern Türkiye'nin Doğuşu, s.1.
9)
Hikmet Bayur, a.g.y., s.15.
10)
Hikmet Bayur, a.g.y., s.17.
11)
Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.
12)
Özer Ozankaya, a.g.y., s.121.
13)
Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311.
14)
Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26.
15)
Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145.
16)
Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63.
17)
M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve
Amaçları, Ankara, 1983, s.198.
18)
Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.
19)
Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308.
20)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25.
-
Şu an Anadoludaki eski şehir, ilçe vs isimlerinin çoğu Cumhuriyetin ardından
değiştirilip Türkçeleştirilmiştir. Mesela İstanbul’un resmi ismi 1930’lara
kadar Konstantiniyye idi. Arapçada “Konstantin’in şehri” manasına gelir.
Konstantiniye’nin adı 1930’da çıkarılan bir kanun ile değiştirilerek İstanbul
yapılmışır. Osmanlı kayıtlarında da 1920 lere kadar İstanbul'un adı
Konstantiniyye diye geçer.
-
Devlet-i Aliyye Devri'nde, Başbakanlara, Sadrazam deniyordu. 624 yıllık Osmanlı
devrinde, 215 sadrazam oldu. Ve sadece 78'inin Türk asıllı olduğu iddia
ediliyor. Yani en 197 sadrazam Türk soyundan değildi. Bu 78 Türk olduğu iddia
edilen sadrazamlarda büyük olasılıkla uydurmadır. Böyle birşey gerçek değildir.
Son yıllarda yazılan tarih kitaplarında yer alır ancak. Eski tarih kitaplarında
böyle birşey yer almaz.
-
Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk,
idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır.
Bahsettiğim
kavram Fatih Fermanlarında da vardır ve Etrak ve Akrad-ı bil idrak şeklinde
yazılır. İdraktan yoksun Türk şeklinde
çevrilir fakat burada var olan gerçek yerleşik hayata geçmeyi red eden yörükler
için kullanılmış ve devletin ciddi vergi kayıplarının ortaya çıkması ve bu
göçebe yaşayanların vergi ödememeyi alışkanlık haline getirmesi üzerine
söylenmiştir.
Dr.
Yılmaz KURT Osmanlıca Dersleri II , Akçağ Yayınları
.