SELAHADDİN EYYUBİ TÜRK'TÜR
Marksistler
bir zamanlar, benim millîyetçi muhteşem asiler olarak kabul ettiğim Köroğlu,
Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi halk şairlerini sınıf savaşçısı ilân ederek,
komünizme tarihî ve millî boyut kazandırmak istemişlerdir.
Halbuki
bu Celalî ozanların işçi veya köylü diktatörlüğü kurmak gibi bir niyetleri
yoktu. Aksine Türk halk edebiyatının bu seçkin ve eylemci simaları,
dönme-devşirme enderun iktidarında pekişen Osmanlı egemen sınıfına başkaldıran
birer Türk milliyetçisiydiler.
Şimdi
aynı çabayı, farklı bir biçimde bölücülerden görüyoruz.
kürtlere
ayrı bir ırk şuuru kazandırarak, Türkiye’nin Güneydoğusunda bir kürt devleti
kurulması fikrini telkin edenler, halkın kendilerine sempati ile yaklaşması
için tıpkı komünistler gibi tarihî şahsiyetleri ve tarihî olayları istismar
etmeye başladılar.
Hemen
hemen bütün açık oturumları kürtçülere tahsis eden televizyon kanallarında sık
sık tekrarlanan iddialar, özellikle Selahattin Eyyûbi ile Malazgirt Savaşı
etrafında yoğunlaşmaktadır. Haçlı ordularına karşı verdiği mücadelelerle bütün
İslâm Dünyasında sarsılmaz bir şöhrete kavuşan Selahattin Eyyûbi’nin bir kürt
hükümdarı, Eyyûbi Devleti’nin de bir kürt devleti olduğunda ısrar ederek, bu
büyük İslâm mücâhidine duyulan hayranlıktan yararlanmak isteyen bölücü propaganda,
aynı amaçla bir başka yalana başvurmuştur.
-Malazgirt
Savaşı’na 20 bin kürt katıldı!
Derhal
belirtmek isteriz ki, kürtlerin Malazgirt Meydan Muharebesi’ne iştirak etmeleri
bizi rahatsız etmez. Hattâ Müslüman olmaları sebebiyle, hristiyanlara karşı
savaşmak görevleridir de. Ama 1071’de bizanslısı, ermenisi, latini ve
Balkanlardan getirip muhtelif bölgelere iskan edilen hristiyanlaşmış Türklerle
birlikte nüfusu 2-2.5 milyon civarında olan Anadolu’da kürtlerin 20 bin asker
çıkarması esasen mümkün değildir.
Kaldı
ki kürtlerin Anadolu’da eskiden beri kalabalık kitleler halinde yaşadığını
şuuraltına yerleştirmek amacını güden bu asılsız iddiayı tevsik edecek bir tek
ciddi kayıt da yoktur!
Yani
Anadolu, kürtler sayesinde bir Türk vatanı olmamıştır! Birkaç aşiret hariç,
kürtlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da nispeten görülmeye başlaması, Otlukbeli
savaşını kaybeden Türkmen Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Beğ’in kendisine bağlı
Türk aşiretlerini alıp, İran’a geçmesinden sonradır ki, ona rağmen bu bölgede
çoğunluk Türklere ait olmaya devam etmiştir. 1473’deki Otlukbeli muharebesini
takip eden yıllarda kısmen boşalan Doğu ve Güneydoğu yaylalarına Elcezire
bölgesindeki kürtler gelip yerleşmişler ve Türk sultanlarının himayesi altına
girmişlerdir. O günden beri de Türk Devleti’nin himayesi altındadır.
Önce
Türk Tarihinin en büyük imha savaşlarından biri olan Malazgirt Meydan
Muharebesiyle ilgili bir temel yanlışa işaret etmek gerekir.
Malazgirt
Meydan Muharebesinin, Anadolu’nun kapısını Türklere açtığından bahsedilirse de
bu iddia tashihe muhtaçtır. Eğer Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya sahip
olmak hakkını elde edebilmiş olsaydık, 1072’de Kayseri, 1073’te Paflagonya,
1074’de Antakya meydan muharebelerini yapmak zorunda kalmazdık. 1048’deki
Pasinler Meydan Muharebesi dahil, yukarıda zikrettiğimiz bütün savaşlarda
düşman ordusunun imha, düşman başkomutanlarının da esir edilmelerine rağmen,
Anadolu topraklarına egemen olamamışızdır.
Hattâ
Ermeni Beyliği, Suriye Latin Prensliği ve maalesef Danişmentli Türk Beyliği ile
ittifak kuran imparator Manuel Komnenos, 1161’de İkinci Kılıçarslan’dan toprak
koparmış, Bizans orduları 1176’da ise Türklüğü “silip süpürmek” kararıyla
Miryakefalon’da yeni bir meydan muharebesini göze alabilmiştir.
Anadolu’nun
tapusu, Malazgirt’le başlayan süreç içinde, ancak Selçuklulardan sonraki
beylikler devrinde Türklerin eline geçmiştir ki bu tapuda Türk ırkının
evlatlarından başka, Allah’ın hiçbir kulunun hakkı yoktur!
Fakat
bütün bu gerçekler Malazgirt Meydan Muharebesinin öneminin inkâr edildiği
anlamına gelmez. Bu savaş, sayıca kat be kat üstün düşman kuvvetlerinin imha
edilmesi bakımından Türk Ordusunun, Bizans saflarında bulunan Hıristiyan
Türklerin, Müslüman kardeşlerinin tarafına geçmesi bakımından da Türk Millî
şuurunun en büyük zaferlerinden biridir.
kürtlerin
Malazgirt Meydan Muharebesi’ne 20 bin kişiyle katıldıkları yolundaki safsataya
gelince...
Dün
de belirttiğimiz gibi Güneydoğuyu Türkiye’den koparmak isteyenlerin bu iddiası,
kürtlerin Anadolu’da eskiden beri kalabalık bir nüfus teşkil ettikleri fikrini
canlı tutmak gayretinden ibarettir.
Malazgirt
Meydan Muharebesini konu alan hiçbir İslâm müverrihinin eseri günümüze kadar
intikal etmemiştir. Ancak çağdaş kaynaklardan alınan bilgileri ihtiva eden bazı
eserler elimizdedir. Bu eserler dikkatle incelendiğinde, müverrihlerin çoğunun
şifahi iddiaları, hiçbir muhakemeye tâbi tutmadan birbirlerinden kopya
ettikleri anlaşılacaktır.
Mesela
Tarih-i Meyyafârikin ve Amid yazarı İbn’ı Ezrak, Türk Ordusunun mevcudunu
“Sultanın az bir askeri vardı” ifadesiyle izah ederken, Ahbarü Devleti
Selçukiyye’de bu sayı 15 bin olarak verilir. İbnü’l Cevzi, Türk Ordusunun 20
bin kişiye yakın olduğunu belirtirken, Bundari, İbnü-l Adim ve Reşüdü’d-Din’de
15 bin rakamı tekrar edilir.
Türk
Ordusunun sayısı Kerimüddin Mahmut’la Hamdullah Müstevfi’ye göre 15 bindir.
Mirhond rakam vermez, sadece Türk Ordusunun azlığından bahseder ki bu
rakamların hiçbiri doğru değildir.
“Doğru”
diyorsanız ve kürtlerin de 20 bin kişiyle savaşa katıldığını iddia
edebiliyorsanız, Malazgirt Meydan Muharebesinde bir tek Türk yok demektir.
Malazgirt
Meydan Muharebesiyle ilgili şifahî bilgilerin rivayet edildiği, dün
bahsettiğimiz eserler, hiçbir bilimadamı tarafından ciddiye alınmamıştır. Çünkü
verilen bilgiler hem çelişkilidir, hem mübalağalı, hem de yanlış.
Meselâ
sahasındaki ilk müverrihlerden biri olan İbnü-l Kalanisî, bize savaşın hangi
ayda vuku bulduğunu dahi bildirmez.
İbnül’l
Ezrak da savaşın cereyan ettiği ayı meskut geçer. Bizans İmparatorunun esir
alındığını dahi bildirmez. Hattâ Ahlat ve Malazgird’in bu savaş sonunda Mervan
oğıllarının elinden çıktığını zanneder.
Bundari’nin
Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra adlı kitabı, İsfahanlı İmadeddin’in
eserlerinin süslü ve mübalağalı cümlelerle tekrarından ibarettir.
İmadeddin
ise esir düşen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in önce Azerbaycan’a
götürülüp oradan Bizans’a dönmesine izin verildiğini söyler ki bu ifadenin
doğruluğuna inanmak güçtür.
Mirhond
daha da ileri gider. Diogenes’in esir alınmasından sonra “düşmanlığın dostluğa,
sevginin dünürlüğe müncer olduğunu ve imparatorun kızının, Alparslan’ın oğlu
Melik Arslan’la evlendirildiğini” yazar.
Malazgirt
savaşından bahseden bir Norman şairi de Sultan ile imparator arasında böyle bir
dünürlükten bahseder. Yalnız, Norman şairi, Mirhond’un aksine “Alparslan’ın,
kızını Romanos Diogenes’in oğluna vermeyi vaat ettiğini” söyler. Tabiî ki bu
dünürlük hikâyesinin ciddyetle de, gerçekle de hiçbir ilgisi yoktur.
İbnü’l
Esir ise Alparslan’ın Bizans İmparatoru ile 50 yıllık bir barış yaptığını yazar
ki hiçbir eserde böyle bir kayda rast gelinmez. Nitekim Malazgirt Savaşı’nın
hemen akabinde Türk-Bizans muharebeleri devam etmiştir.
Reşidüddin,
Camiu’t Tevarih’in Selçuklularla ilgili bölümünde, Malazgirt Meydan
Muharebesi’nin 463 Rebiülevvel ayında yapıldığını yazar ki bu takdirde savaşın
Aralık 1070 veya Ocak 1071’de cereyan etmiş olması gerekir.
İşte
bu bilgiler ne kadar doğruysa, kürtlerin Malazgirt Meydan Muharebesi’ne 20 bin
kişiyle iştirak ettikleri palavrası da o kadar doğrudur.
Malazgirt
Zaferinden muhtelif Ortadoğu kavimlerine hisse vermek isteyen, bizim tesbit
edebildiğimiz ilk kaynak İbnü’l Kalanisî’dir. Kalanisî’nin Zeylü Tarihî Dırnaşk
adlı eserini ve diğerlerini ileride inceleyeceğiz.
Malazgirt
zaferinin muhtelif Ortadoğu kavimlerine mal etmeye çalışan bizim tespit
edebildiğimiz iki kaynak İbnü’l Kalanisî’dir. 1160 yılında, doğduğu şehir olan
Şam’da ölen bu müverrih, Suriye’deki Türk beyleri ve onların haçlılarla
mücadeleleri hakkında değerli bir eser bırakmakla beraber, Malazgirt savaşı
konusunda uydurma rivayetleri nakletmiştir. Zaten bu büyük zafere bir sayfacık
ayırması da konuyu bilmediğini göstermektedir.
Önce
de bahsettiğimiz gibi Kalanisî, savaşın hangi ayda yapıldığını dahi bilmez. Ama
Zeylü Tarihî Dımaşk’ta, Türk Ordusunun “Türklerden ve diğer kavimlerden olmak
üzere takriben 400 bin kişiden meydan geldiğini” yazmaktan çekinmez.
1257’de
öldüğünü bildiğimiz vakanüvis Sıbt İbnü’l Cevzi, Mir’at’-Zeman fi Tarihî’l Ayan
adlı eserinde “onbin kürdün sultana katıldığı” yazar. Aynı müellife göre Alparslan
Gazi’nin askeri sadece 4 binden ibarettir! Bizans ordusu 100 bin kişidir. Cevzi
bu 100 bin askere 100 bin nakkab (delici), 100 bin carhi, (yaralayan) ve 100
bin ustayı da refakat ettirir. Bu mübalağa ile yetinmez. 800 mandanın çektiği
400 arabaya nal ve çivi yükler. Silah nakliyatı için de ayrıca bin araba tahsis
eder. Bizans ordusunun bir tek mancınığını 1.200 kişiye çektirdiler. Ve sanki
savaş şartlarında yüklenmesi mümkünmüş veya sanki pratikmiş gibi bir tek
mancınığın 1200 kilo taş fırlattığını hikâye eder.
1335’te
öldüğü tahmin edilen İbn’d - Devari, Kenzü’d-dürer ve Cemiü’l gurer de aynı
mübalağalı ifadeleri benimser. Cevzi’nin verdiği rakamlara 100 bin okçu, 100
bin kat ipekli elbise ilâve eder ve o da Türk Ordusunun mevcudunu 4 bin kişiden
ibaret gösterip, kürtlerden ve sair kavimlerden 10 bin kişinin Sultan’ın
komutasında savaşa katıldığını belirtir.
Biz
hiçbir tarih kitabında, bir orduya mevcudunun iki buçuk misli insanın
katıldığını okumadık. Değil Alparslan Gazi gibi bir harp dehasının, sıradan bir
komutanın bile, savaş kabiliyeti meçhul, askeri disiplin altında yetişmiş,
belki de ilk darbede firara yeltenecek, Türk savaş taktiğinden habersiz,
mukavemeti ve vuruşma gücü üstlerince bilinmeyen bir kalabalığı ordusuna kabul
edebileceğine inanmıyoruz.
Kaldı
ki birkaç günden beri fahiş hataları, akıl almaz çelişkilerini ve hattâ
cehaletlerini tekrarlamak ihtiyacını duyduğumuz bu müverrih veya vakanüvislerin
hiç biri bilim adamlarınca ciddiye alınmamıştır.
Ona
rağmen, bu mübalağalı ve asla ilmî kıymet ifade etmeyen kitaplarda bile 20 bin
kürtten bahis yoktur! Bir millet yaratmak gayretiyle yazılan kürt tarihi
Şerefname’de ise Malazgirt savaşına bir tek kürdün bile katıldığından
bahsedilmez.
Gerçek
şudur ki, Malazgirt, 50 bin Türk evladının 200 bin kişilik Bizans ordusunu yok
ettiği parlak bir zaferin adıdır.
Kudüs’ün
Selahaddin Eyyûbi tarafından fethinin 808. yılına ithaf olunur. kürt tarihî
olarak da kabul edilen ve 1597 yılında tamamlanan Şerefname, Selahaddin
Eyyûbi’nin kürt olduğuna dair iddiayı “tarih bilginlerinin ve araştırmacıların
rivayetlerine” bağlar. Fakat bu bilginlerin ve araştırmacıların isimlerini
zikretmez Ama bugüne kadar güvenilir hiçbir İslâm tarihçisi veya bilim adamı
Şeref Han’ı teyit etmemiştir.
Şeref
Han’ın umut ettiği destek, asırlar sonra ilmî gerçekleri mensup oldukları
devletin siyasi emellerine alet etmek isteyen iki Batılıdan gelir: Grousset,
1192-1193 yıllarında, Şam yöresindeki iç karışıklıkları, Cahen ise 1187’de
el-Cezire Türkmenleriyle kürtler arasında ortak kavgalarını etnik uyuşmazlık
olarak nitelerler. Oysa bu türlü ihtilaflar, aynı aşiretin muhtelif oymakları
arasında bile tarih boyunca süre gelmiştir.
Bazı
İslâm kaynakları Selahaddin Eyyûbi’yi 758 yılında Basra’dan Azerbaycan’a sürgün
edilen, nakledilen veya göçen Yemen Araplarından Ravvad b.El-ezdi’nin soy
kütüğüne kaydederler. Rivayete göre bu aile Azerbaycan’da Hezbaniyye
kürtleriyle karışmış, daha sonra da Kuzey Irak’a dönerek Selçukluların ve
Zengi’lerin hizmetine girmiştir. Arap tarihçilerinin mümtaz şahsiyetlere,
özellikle hükümdarlara, ırkçı düşüncelerle veya onları kutsamak için şecere
uydurmak, hattâ seyit ilân etmek gibi kötü bir gelenekleri olduğu için, bilim
damları bu Yemen’den Basra’ya, Basra’dan Azerbaycan’a göç hikâyesine itimat
etmezler. Edilecek gibi de değildir. Çünkü bugünün şartlarında bile sıradan bir
ailenin 3-500 senelik tarihini takip etmek de bu ailenin sicilini tespit etmek
de imkân dışıdır.
Şeref
Han, yukarıda naklettiğimiz rivayetteki Ravvad Araplarını, Ravende kürtleri
olarak değiştirmiştir ki, Selahaddin Eyyûbi’nin kürt sanılması işte bu
tahrifattan dolayıdır!
Oysa
aynı Şerefname’de Selahaddin Eyyûbi’nin kardeşleri şöyle sıralanır: Mahammet
Ebu Bekir, Şemsüddevle Turan Şah, Seyfilislam Tuğtekin, Şehinşah, Tacilmülük
Buri.
Görüldüğü
gibi Selahaddin Eyyûbi’nin kürt olduğunu iddia eden kürt tarih yazarı Şeref Han
bile, onun kardeşlerinden ikisinin Turan Şah, ve Tuğtekin gibi Türk has
isimleri taşıdığını ifade etmekten kaçamamıştır. Kaldı ki Şeref Han’ın Buri
imasıyla yazdığı en küçük kardeş, bütün kaynaklarda Böri veya Börü şeklinde
kaydedilmiştir. Bilindiği gibi Börü ismi de Türk has isimidir ve kurt demektir!
Selçukluların
ve Zengi’lerin hizmetinde büyük emirler olarak çalışan Selahaddin Eyyûbi’nin
babası Necmettin Eyyûb Azerbaycan’daki kesif Türkmen boyları arasında
yerleşmiştir ve Türk’tür. Çünkü Selahaddin’in bir Türk oyunu olan ve o tarihlerde
Irak tarafından bilinmeyen poloda mahir olduğu kesinlikle bilinmektedir. Bu
büyük Türk hükümdarının annesi, Şihabeddin Tokuş’un kardeşidir. Kız kardeşi
Rabia Hatun’u da önce Gökbürü ile evlendirmiştir ki, ikisi de Türk’tür. Ağabeyi
Şehinşah ise Kutlukız Hatun adında bir Türk kızıyla evlenmiştir.
Selahaddin
Eyyûbi’nin bizzat kendisi de evlenmek için bir Türk kızını tercih etmiştir:
Amine Hatun b. Üner!
Selahaddin
Eyyûb’inin kürt hükümdarı olduğu yolundaki iddialara cevap vermiştik. Bugün
Eyyûbi Devleti’nin Türk Devleti olduğunu ispat edeceğiz.
İstiklâl
Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Şarkın sevgili sultanı” Fransız tarihçisi
Champdor’un “İslâm’ın en saf kahramanı” olarak tanımladığı Selahaddin Eyyûbi,
aslında yeni bir devlet kurmamıştır. Onun cihangirane bir siyasetle yönettiği
devlet, Zengiler Devleti’nin devamından ibarettir. Memlûkler de Eyyûbilerin
uzantısıdır.
Çünkü,
devlet teşkilatı değişmemiştir. Millet değişmemiştir. Devletin maddî, manevî,
istinatları değişmemiştir. Değişen sadece hanedanlardır. Her üç devletin de
bayrağı sarı zemin üzerine doru kartaldır. Her üç devlette de siyasî ve askeri
kadrolar aynı unsurlardan meydana gelmektedir. Selahaddin Eyyûbi ile ilgili
değerli bir eser yayınlayan sayın Ramazan Şeşen’in de belirttiği gibi, devlet
ve ordu teşkilatı Türk devletlerinde görülen devlet ve ordu teşkilatlarının
aynıdır.
Bugün
bölücülüğün malzemesi olarak kullanılmak istenen Eyyûbi Devleti, Selahaddin’in
çağdaşları tarafından da Türk Devleti olarak kabul edilmiştir. Arap şairi Sena
İbn el-Mülk’ün Halep’in zaptı vesilesiyle Selahaddin’e sunduğu kaside “Arap
milleti Türklerin devletiyle yükseldi, Ahl-i salibin davası Eyub oğlu
tarafından perişan edildi” mısralarıyla başlar.
Ünlü
İbn-i Haldun da Mukaddeme de Eyyûbiler ve Memlûklar devletinin bir tek Türk
Devleti olduğunu yazar.
Eyyûbiler
Devleti’nde Arap kültürünün egemen oluşu bizi şaşırtmamalıdır. Gazneliler ve
Selçuklular nasıl Fars kültürünün ön plana çıkarmışlarsa, Zengiler, Eyyûbiler
ve Memlûklar da aynı şekilde ve tıpkı Roma İmparatorluğu’na Yunan kültürünün
hakim olduğu gibi, Eyyûbiler de Arap kültürünü Türk Kültürüne tercih
etmişlerdir.
Fakat
Selahaddin Eyyûbi’nin zaferden zafere koşturduğu ordunun kahir bir ekseriyetini
Türkler teşkil eder.
Selahaddin
Eyyûbi’nin çağdaşı olan tarihçiler, Mısır, Yemen, Kuzey Afrika gibi merkeze
uzak kıtaların ele geçirilmesini Oğuz harekâtı olarak görürler.
Sonuç
olarak şunu ifade etmek isteriz ki, İslâm’ın bu efsanevi kılıcı, kültür
itibariyle olduğu kadar, soy itibariyle de Türk’tür. Devleti de Türk
Devleti’dir.
Bir
süre önce Selahaddin Eyyûbi’nin Türk ırkının bir evladı olduğunu yazmış, kürt
tarihi müellifi Şeref Han’ın bile, bu ünlü hükümdarın kardeşlerinden ikisinin
Turanşah ve Tuğtekin gibi Türk has isimleri taşıdığını ifade etmekten
kaçınamadığını belirtmiştim. Şerefname’de bahsedilen üçüncü kardeşin adı
Tacülmülük Buri yani Börü’dür. Börü ise hemen hemen bütün Türk destanlarına
konu olan kurt demektir.
Bugün
kürtçülerin çok istismar ettiği Selahaddin Eyyûbi’nin Türklüğüne dair bir başka
belge sunmak istiyorum.
Önümde
Selahaddin Eyyûbi’nin danışmanlarından Usame İbn Münkız’ın Kitab el İ’tibar
adını verdiği hatıralar var. Eser Türkçe’ye Yusuf Ziya Cömert tarafından
İbretler Kitabı ismiyle tercüme edilmiş. Ses Yayınları tarafından 1992 yılında
İstanbul’da basılmış. Kitabın Arapça baskısını temin edemediğinden bahseden
mütercim, eserin Philip K. Hitti’nin İngilizce çevirinden Türkçe’ye
aktarıldığını belirtiyor ve herhangi bir şüpheye meydan vermemek için de ilâve
ediyor: “Arap asıllı bir müsteşrik olan Philip Hitti’nin bu eseri ingilizceye
aktaracak ehliyette olduğu düşüncesi bizi nispeten rahatlatan bir keyfiyettir.”
Kısaca
İbn Münkız olarak bilinen yazarın asıl adı Müeyyed el-Devlet Ebul Haris Üsame
İbn Münkız Malazgirt Savaşı’ndan 24 yıl sonra, haçlıların Kudüs’ü işgalinden 4
yıl sonra Hama civarındaki Şayzer’de doğmuş. Şair, edip ve tarihçi olan Üsame
ibn Münkız, 93 yıl ömründe 20’den fazla eser vermiş. Edebi eserlerinin başında
beş kısımdan oluşan iki ciltlik Divan El-Şir’i geliyor. Edebi sanatlar hakkında
El-Bedi fi Nakd El Şi’r’ adlı eseri, Hazreti Musa’nın asasından başlayarak
büyük şahsiyetlerin asalarından hareketle kaleme aldığı Kitab-ul Asa’sı,
Hasankeyf’te yazdığı söylenen El-Menazil Ve’d Diyar’ı ve Lübebu’l adab’ı önemli
eserlerinden. Ayrıca 20 ciltlik Mekarimül Ahlâk adlı eseri var. Bedir ashabının
hayatlarını konu alan 5 ciltlik Taril el-Bedr ile Fezail-i Hulefa-i Raşidin ve
Tarih el İslâm bilinen diğer eserleri.
Selahaddin
Eyyûbi ile birlikte birçok savaşlara da katılan Üsame İbn Münkız Kitab
El-İtibar’ın 201. sayfasında diyor ki:
“Bu
arada, Selahaddin, buradaki durumumuzu bildirmek üzere Atabek’e bir atlı
gönderdi. Sonra, hızla bize doğru ilerleyen on kadar atlı gördük. Arkalarındaki
ordu da sürekli hareket halindeydi. Geldiklerinde, Atabek’in komutasındaki
öncüler olduğunu anladık. Ordu da aralarından gelecekti. Atabek, ‘Ey Musa,
mahvolmak için mi otuz atlıyla Şam kapısına kadar geldin! Ne acelen vardı!’
diye Selahaddin’i eleştirdi. Karşılıklı atıştılar. İkisi de Türkçe konuşuyordu.
Bu yüzden söylediklerini anlayamadım.”
Farsça’nın
siyaset, Arapça’nın bilim, eğitim ve din alanında tartışılmaz bir üstünlük
kurduğu ve Türk Dili’ni öğreten bir tek kurumun dahi bulunmadığı böyle bir
devirde Selahaddin Eyyûbi’nin Türkçe konuşması, onun öz be öz Türk olduğunu
gösteren en büyük delildir.
Necdet
SEVİNÇ,
Yeniçağ, Ekim 2004
.