Ahmet
Yesevi ya da Ata Yesevi (Kazakça: Қожа Ахмед Яссауи; Özbekçe: Xoja Ahmad Yassaviy; 1093, Sayram - 1166, Türkistan (Yesi)), Türk[1]
mutasavvıf ve şair.
Tarihte bilinen ilk büyük Türk mutasavvıfı ünvanını taşır. Tam adı:
Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî idi. Yesevîlik adı verilen tasavvufî akımının mimârı olan "Hazret-i Türkistan" nâmıyla da meşhur "Hâce Ahmed Yesevî" mürşîdi Hâce Yûsuf el-Hemedânî gibi Hanefî[2] bir âlimdir. Ortaya koyduğu öğreti yöntemleriyle Sünnî-Nakşîbendî ile Alevî-Bektâşî Tarikâtı'nı da bir hâyli derinden etkilemiş olan bir şâhsiyettir.
Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî idi. Yesevîlik adı verilen tasavvufî akımının mimârı olan "Hazret-i Türkistan" nâmıyla da meşhur "Hâce Ahmed Yesevî" mürşîdi Hâce Yûsuf el-Hemedânî gibi Hanefî[2] bir âlimdir. Ortaya koyduğu öğreti yöntemleriyle Sünnî-Nakşîbendî ile Alevî-Bektâşî Tarikâtı'nı da bir hâyli derinden etkilemiş olan bir şâhsiyettir.
Şahsiyeti
Kuvvetli
bir medrese tahsili görmüş olup, din ilîmleri yanında tasavvufu da lâyığiyle
öğrenmiştir. Babası Ali el-Mûrtezâ'nın soyundan olan "Şeyh İbrâhim",
mürşidi ise Hanefî âlimlerinden Nakşîbendî Şeyhî Hâce Ebû Yakûb Yûsuf
el-Hemedânî'dir.[2] Anadolu'ya hiç gelmemiş olmasına rağmen Anadolu'da da
tanınan ve sevilen "Hâce Ahmed Yesevî", yaygın olan kanaate göre,
Celâleddîn Rûmî, Yunus Emre, Seyyid Muhammed bin Seyyid İbrâhim Ata gibi
Anadolu ekolleriyle Anadolu Alevîliği üzerinde şiddetli tesirler meydana
getirmiştir. Devrinin diğer ünlü âlimlerinin yaptığı gibi kendisini belli bir
alana hapsetmeyip, inandıklarını ve öğrendiklerini yerli halka ve göçebe
köylülere onların kendi anlayabilecekleri bir lisân ve alıştıkları yöntemlerle
anlatmaya çalışmıştır.
Hayâtı
Karahanlılar'ın
hüküm sürdüğü çağlarda Orta Asya'nın iktisadi, sosyal, siyasi ve medeni
hayatında önemli bir yer tutan, Yesi şehri yakınlarında Sayram kentinde
doğmuştur. Babası Hace İbrâhim Şeyh ve mânevi babası Arslan Baba'nın
vefâtlerini müteakib Buhara ve Semerkant'ta Melâmet’îyye-Nakşîbend’îyye-Kalender’îyye
şeyhi olduğu iddia edilen Hâce Yûsuf el-Hemedânî'nin yanında eğitimini
tamamladı. Zaten Yesevi'nin Fakrname eserinde adları geçen Şakik-i Belhi,
Ahmed-i Cami-i Namıki ve Kutb'ûd-Dîn Haydar gibi önemli şahsiyetlerin
Melâmet’îyye-Kalender’îyye çevrelere mensup oldukları da kaynakların verdiği
bilgilerdir. Hatta bu müridlerden Kutb'ûd-dîn Haydar, 12. yüzyıldan itibaren
Kalenderîliğin en yaygın ve faal kolunu oluşturan Haydarîliğin kurucusudur.
En büyük
eseri "Divan-ı Hikmet"
Ahmet
Yesevi, Divan-ı Hikmet adıyla yüzyıllar sonra derlenecek olan Hikmetleri
aracılığıyla Türklere İslam'ı kolaylaştırarak benimsetmiştir. Bunun için İslam
inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile uygun biçimde sentezleme
yolunu seçmiştir.[kaynak belirtilmeli] Üstelik bu yolu seçen kimi din alimleri
sapkınlıkla ve dinden çıkmakla suçlanmasına rağmen Ahmed Yesevî, başarıyla
Yesevîlik tarikâtını kurmuş ve geliştirebilmiştir. Eski Türk inanışlarından,
adetlerinden bir kısmını İslam dininin içine dahil ederek, dinlerini yeni
değiştirmiş olan Türk topluluklarına dinin özünü yani felsefi yönünü
tanıtmıştır.
Türkistan
Türkleri'nin İslam’ı kitleler halinde kabul etmeye başladığı 10. yüzyıl, Türk
dünyası için tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Bu yüzyıldan itibaren Türkler,
kendilerine özgü bir İslamiyet anlayışını benimsemişler, günümüz de dahil olmak
üzere, Türkler'in sosyal yaşayışları da, kurdukları devletler de, ne eski
Türkler'inkine, ne de Araplar'ınkilere benzemiştir. Ahmed Yesevî, bir yandan
İslâm şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikât adâb ve erkânını
öğretmeğe çalışırken, bir yandan da İslâmiyet'i Türkler'e sevdirmeyi, Ehl-i sünnet
âkidesini yaymak ve yerleştirmeyi kendine gaye edinmiştir. Bu eğitmenlik
vasıflarından ötürü hikmetleri lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan
söylenmiş şiirler olarak kabul edilmektedir.
Yesevi,
Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmesine rağmen eserlerini Türkçede vermiştir.
Türbesi
Türbesi,
Kazakistan'ın güneyindeki Türkistan kentinde 1389 ile 1405 yılları arasında
Timurlenk tarafından yapıldı. 2002 yılında UNESCO tarafından dünya tarih eseri
olarak kabul gördü. Ahmet Yesevi'nin türbesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından
Öner Kabasakal'ın Başkanlığı döneminde TİKA marifetiyle yeniden tamir
edilmiştir.
Divan-ı
Hikmet şiirleri, Türk tasavvuf edebiyatının çok önemli ve bilinen en eski
örneklerini içeren kitaptır.
Akaid,
İslamın esaslarının yer aldığı temel eseridir.
Fakrname
öğrencileri tarafından yazılmış ve kendisine mal edilmiştir.
İslâm
şeriatına ve peygamberin sünnetine titizlikle bağlı olduğu bilinen Ahmed-i
Yesevî'nin şeriat ile tarikâtı kolaylıkla bağdaştırabilme yeteneği, Yesevîlik
tarikâtının Türk toplulukları arasında hızla yayılıp yerleşmesinin ve daha
sonra ortaya çıkan Vefâ’îyye, Bâbâ’îyye, Haydâr’îyye, ve Bektâşî Tarikâtı gibi
kökende Alevî unsurlardan oluşan tarikât ve topluluklar üzerine şiddetli
tesirlerinin olduğu kabul edilecek olursa, yukarıda zikredilen şahsiyetlerin
doğrudan Yesev’îyye mensupları olduklarını söylemek pek mümkün gözükmemektedir.
Ancak, bu dervişlerin dolaylı olarak Hâce Ahmed-i Yesevî'den etkilenmiş
oldukları da yadsınamaz.
vikipedia
-----------------------
-----------------------
Ahmet
Yesevi Evliyalar
Türkistan'da
yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ahmet bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî olup, Pîr-i
Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hazret-i Sultan, Hâce Ahmet, Kul Hâce Ahmet diye
tanınır. Babası Hâce İbrâhim'in nesebi hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin
Hanefiyye'ye ulaşır. Soyu, hazret-i Fâtıma vâlidemize dayanmadığı için seyyid
değildir. Annesi evliyâdan Şeyh Mûsâ'nın Ayşe isimli kerîmesi olup, sâliha,
müttekî ve afîf bir hâtun idi. Doğum târihi bilinmemektedir. 1194 (H.590)
senesinde Yesi'de vefât etti. Kabri oradadır. Tîmûr Han onun için muhteşem bir
türbe yaptırmıştır.
Ahmet
Yesevî annesini çok küçük, babasını da yedi yaşında kaybetti. Babası son
nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki kızına:
"Ey
benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi olacaktır.
Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmet o sofrayı
kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini
bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma." dedi.
Gerçekten
Ahmet Yesevî'de çocukluğunda garib hâller ve yaşından beklenilmeyen
fevkalâdelikler görülüyordu. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyor, onun
mânevî terbiyesi ile olgunlaşıyordu. Bu sırada meydana gelen bir hâdise,
şöhretinin bütün Türkistan'a yayılmasına yol açtı. Menkıbeye göre, o sırada
Türkistan'da Yesevî adında bir hükümdâr saltanat sürmekte idi. Bu hükümdar yaz
gelince, Türkistan yaylalarına çıkar, kışın da Semerkant kışlalarında kalırdı.
Ceylan avından çok hoşlanan hükümdâr, bir defâsında ceylan peşinde koşarken,
yolu Karaçuk Dağına çıktı. Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları yalçındı.
Atı, kan tere battı ve avını kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr;
"Bu dağı ortadan kaldırmak gerek." diye söylendi. Nitekim ülkesindeki
velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu dağı ortadan kaldırmayı düşündü.
Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular. Ancak istenilen netice elde
edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin olup olmadığı araştırıldı.
Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmet küçük olduğundan kimsenin aklına gelip de
çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve gelmesi istendi. Çocuk,
dâveti ablasına danışınca, ablası; "Babamızın vasiyeti var, senin tanınma
zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin edecektir. Eğer o
sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git!" dedi.
Babasının türbesine giden Ahmet, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın
istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği
gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği
oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi
vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmet'in büyüklüğünü ve mertebesinin
yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmet, sırtındaki babasından kalma hırkaya
bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden yağmur
boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye
başladı. Sonunda Ahmet hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş
çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler.
Bu kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmet'den, kendi adının kıyâmete kadar
bâkî kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmet hazretleri de;
"Âlemde her kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin" dedi.
Bundan dolayı o günden beri ikisinin ismi birlikte, "Ahmet Yesevî"
şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce
Ahmet'in, daha çok Yesi'li olduğundan, Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl
edilmektedir.
Ahmet
Yesevî önce Arslan Baba hazretlerinden ders aldı. Onun kalblere hayat ve huzur
veren söz ve sohbetleri ile teveccüh ve görüp gözetmesine kavuştu. Böylece kısa
zamanda çok yüksek makam ve derecelere ulaştı. Ancak Arslan Baba ebedî âleme
göçünce, çok sevdiği ve ziyâdesiyle bağlı bulunduğu bu şeyhinden ayrı düştü. O,
hikmetler adını verdiği şiirlerinde Arslan Baba'dan bahsederken şöyle
demektedir:
Âhir zaman
ümmetleri dünyâ fâni bilmezler
Gidenleri
görürler de ondan ibret almazlar
Erenlerin
kıldığını görüp rağbet etmezler
Arslan
Babam sözlerini dinleyiniz teberrük.
Ahmet
Yesevî bundan sonra şeyhi Arslan Baba'nın mânevî işâreti ile Buhârâ'ya gitti.
Orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlandı ve
mânevî ilimleri tahsil etti. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için
ondan icâzet, diploma aldı. O büyük zâtın halîfeleri arasına katıldı. Onun
vefâtından sonra bir mikdâr Buhârâ'da kaldı. Talebe yetiştirmeye başladı. Bir
zaman sonra onların terbiye ve yetiştirilmesini, Yûsuf-i Hemedânî'nin en önde
gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine bırakıp, kendisi
Yesi'ye döndü ve talebe yetiştirmeğe burada devâm etti. Talebeleri git gide
çoğalıyordu. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamânda, Türkistan, Mâverâünnehr,
Horasan ve Harezm'e yayıldı. Kendisinde daha çocuk yaşta iken başlayan
evliyâlık hâl ve dereceleri günden güne artıyordu. Zamanındaki âlimlerin ve
evliyânın en büyüklerinden, en üstünlerinden oldu. Hanefî mezhebinde idi.
Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmet Yesevî, Hızır
aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi.
Ahmet
Yesevî hazretleri vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibâdet ve
zikirle meşgûl olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri
öğretirdi. Üçüncü ve en kısa bölümde ise alınteri ile geçimini sağlamak üzere
tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı.
Bir
rivâyete göre; "Onun halden anlar bir öküzü vardı. Bu öküzün sırtına bir
heybe asar, içine de yaptığı kaşık ve kepçeleri koyup, Yesi çarşısına
salıverirdi. Kim kaşık ve kepçeden alırsa ücretini heybenin gözüne bırakırdı.
Mal alıp da, ücretini vermeyen olursa, öküz o kimsenin peşini bırakmaz, nereye
gitse peşinden o da giderdi. Adam ücreti heybeye koymadıkça, o kimsenin
yanından ayrılıp başka yere gitmezdi. Akşam olunca da Hâce Ahmet hazretlerinin
evine gelirdi. Hattâ heybenin gözüne fazla para bırakanlar da olurdu. Hâce
hazretleri bunları ve kendisine gelen sayısız hediyeleri muhtaçlara ve bilhassa
talebelerine sarf ederdi.
Ahmet
Yesevî hazretlerinin şöhreti, kerâmetleri her tarafa yayılıp, talebelerinin
sayısı yüz bine yaklaşınca, kendisini çekemeyenler düşmanlıklarından, çeşitli
iftiralara başladılar. Sohbet meclislerine örtüsüz kadınlar geliyor, erkeklerle
birlikte oturuyorlar." dedikodularını yaydılar. Bu şâyiayı duyan makam
sâhipleri, bâzı müfettişler vazifelendirerek durumun araştırılmasını
emrettiler. Müfettişler, Ahmet Yesevî hazretlerinin ders verdiği meclisine
gizliden gizliye gelip gittiler. Her şeyin, herkese açık olduğu bu yerde,
insanlardan ve kanunlardan saklı uygunsuz bir hâlin bulunmadığını, söylenilenlerin
tamâmen asılsız olduğunu, bu zâta iftirâ etmek için uydurulduğunu bildirdiler.
Ahmet
Yesevî hazretleri kendisine iftirâ edenlere bir ders vermek istedi ve
toplandıkları yere geldi. Elinde ağzı mühürlü bir kutu vardı. Oradakilere
hitâben: "Bâlig olduğu günden bu âna kadar, sağ elini avret mahalline hiç
uzatmamış bir velî istiyorum. Kim vardır? Bu mühim kutuyu ona teslim
edeceğim" buyurdu. Hiç kimse çıkmadı. O sırada, Ahmet Yesevî'nin
talebelerinden, Hâce Atâ ortaya çıktı. Hâce Ahmet hazretleri kutuyu ona verip,
bunu Horasan ve Mâverâünnehr memleketlerine götürmesini emretti. Talebe kutuyu
alıp, bildirilen yere vardı. Her tarafa haber salınıp, âlimler ve Hâce
hazretlerine iftirâ edenler geldiler. Herkes bu kutunun içinde ne olduğunu
merak ediyordu. O talebe, toplananlara, bu kutuyu hocası Ahmet Yesevî
hazretlerinin gönderdiğini söyleyip kutuyu açtı. Kutu açılınca, herkes
gördükleri manzara karşısında donakaldılar. Kutunun içinde kor hâlinde ateş,
bir mikdar pamuk arasında duruyordu.
Ateş
kızarıyor ve pamuğa birşey olmuyordu. Bu hâli gören herkes hayretler içinde
kaldı. Hâce hazretlerinin bu kerâmeti karşısında, onu sevenlerin muhabbeti daha
da arttı. Kendisine muârız olanlar hatâlarını anlayıp tövbe ettiler. Hâce
hazretlerine hediyeler gönderip, özürler dileyip pekçoğu ona talebe oldu.
Merv
şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmet Yesevî hakkında söylenilen
uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini
imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk
tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman
sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. "Ben üç bin
mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim."
diye düşündü. Bu sırada Ahmet Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu.
Talebesi Muhammed Dânişmend'e; "Bakar mısın, bize kimler geliyor?"
buyurdu. Mervezî'nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin
mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend,
o üç bin meseleden binini, Mervezî'nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden
Süleymân Hakîm Atâ'ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî,
hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi'ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına
gelip, "Allah'ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?" dedi.
Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan
sonra görüşürüz." buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye
çıktı. Hâce Ahmet hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ'ya tekrar emredip, o bin
meseleyi Mervezî'nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya
duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler
konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet,
defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların
da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu
anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle
beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmet Yesevî (k.
sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini
doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan'a gönderdi. Bunlar; Muhammed,
Seyfeddîn, Sa'deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya
gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (r.aleyhim).
Horasan'da
bulunan velîler, Ahmet Yesevî hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü bildikleri
ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle
görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler.
Hâce hazretlerini de bu toplantıya dâvet için, aralarından birini Yesi'ye
gönderdiler.
Ahmet
Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü
teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli
keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde
uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde
karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar, nehirden geçerken akıntıya
kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için
gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını
Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı. Hâce Ahmet Yesevî, Allahü teâlânın
izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak
üzere iken tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra normal hâline döndü. Bu duruma
çok teaccüb eden, şaşan tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp
çok teşekkür etti; daha sonra malının yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri
istenilen yere geldi. Bir zaman orada kalarak talebeleriyle sohbet etti.
Suallerini cevaplandırdı. Hergün yüzlerce kişi huzuruna gelerek sohbetine
katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği parayı da orada bulunan yoksullara
ve talebelerine dağıtan Ahmet Yesevî hazretleri daha sonra memleketine döndü.
Yesi
şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura
ahâlisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmet Yesevî
hazretlerine çok düşmandı. Ahmet Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri
etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayıları her geçen gün arttıkça,
Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce hazretlerine olan
düşmanlıkları daha da artıyordu.
Birgün
hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden
birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar.
Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada
kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini tâkip
ettiklerini ve öküzlerinin Ahmet Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü
anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin tekkesine girip,
öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu bildirdiler. Hazret-i
Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftirâcıların hazırladıkları
çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından,
çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftirâcılar, doğruca
gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını
zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin kerâmeti tecellî edip ortaya
çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücûm edip kısa
zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.
Yine birgün
aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı
kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar.
Hazret-i Hâce'den başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi
gün bu sığırı aramak bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin
önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler.
Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın
kapısını işâret etti. Arkasından:
"Girin
köpekler, girin itler!.." diye bağırdı.
Bu söz
üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını atan "Hav, hav, havv"
diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve
getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı
seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmet Yesevî hazretlerinin
eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için
yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece tekrar
eski hallerine döndüler.
Ahmet
Yesevî hazretleri 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar
Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik
göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren
yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın
bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar
tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey
gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed
Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım.
Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede
tamamlayacağım..." buyurdu.
Müridlerinin
gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur."
sözlerine karşı;
"Sizi
Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedikten sonra merdivenle çilehâneye
indi.
Ahmet
Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı
ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim
öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde
hissederek, bambaşka bir huşû' bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı.
Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra
ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise
133 yaşında vefât etti.
Ahmet
Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna
ilk defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar
yerde ve sıkıntılı bir haldedir" diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu
sırada perdeler açıldı.
Kalp
gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü.
Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi
kendine, "Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların
onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için
bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan
öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu
sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle
lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o
lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu
bin parçaya bölseler ne gam..." diye söylendi.
Ahmet
Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek
sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu
şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından
kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu
Anadolu'da yayılıp tanındı. Anadolu'nun müslüman Türklere yurt olması onun
mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmet
Yesevî hazretleri herkese iyilik eder, kendisinden hiç kimse rahatsız olacak
bir hareket görmezdi. Bütün insanların dünyâ, âhiret saâdeti ve rahatları için
gayret ederdi. Dergâhı fakir ve yoksullar, yetim ve çâresizler için sığınak
yeriydi.
Tasavvuf
yolunda Ahmet Yesevî hazretlerine bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri
vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım
olan belli başlı edebler şunlardır:
1)
Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu
bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün
çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve
görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç
tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve
teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır.
2) Mürîd
gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve
işâretlerinden hemen anlamalıdır.
3)
Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır.
4)
Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken
gâyet atik, dikkatli , ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır.
İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun
rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü
teâlâya gider.
5) Sözünde
sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda
hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb
olur.
6) Ahde
vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik
göstermelidir.
7)
Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ
etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır.
8) Hocasına
âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ
etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır.
9)
Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib
etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları
yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir.
10) Allahü
teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her
fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere,
sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir
bilmelidir.
Ahmet
Yesevî hazretleri sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki:
"Ey
Dostlar! Câhillerle dostluk kurmaktan sakınınız."
"Akıllı
ve uyanık kimse isen, dünyâya gönül bağlama. Şeytan seni kandırıp, dünyâya
meylettirirse, seni emri altına almış demektir. Bundan sonra felâketlerden
felâketlere sürüklenirsin de hiç haberin olmaz."
"Himmet,
yardım kuşağını sıkı sıkıya beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten
kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit
ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda ilerlemesi mümkün değildir."
"İslâmiyetin
emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, insanı Allahü teâlâya
kavuşturan yolda ilerleyemez. Gönlü ve kalbi ile dünyâ düşünce ve işlerinden
sıyrılıp, yalnız Allahü teâlâya yönelmedikçe, hakîkat meydanında bulunmak
mümkün değildir. Bunlar hakkı idrâk edip, anlayıp bilmekten uzaktırlar."
"Ey
dostlar! Bir kimse, Allahü teâlânın aşkı ile yanıp yakılarak, bu denizde çok
usta bir dalgıç olmadıkça, bundan çok daha derin olan vahdâniyet denizine
giremez. Ona girmek için çok usta ve dikkatli bir dalgıç olmak gerekir."
"Gönlünde
Allahü teâlânın aşkını taşıyanlar, dünyâ ile tamâmen alâkalarını kesmişlerdir.
Halk içinde Hak ile olurlar. Bir an Allahü teâlâyı unutmazlar."
"Ahkâm-ı
İslâmiyyeyi, İslâmî hükümleri tam bilmiyen, tatbik etmeyen bir kimse, evliyâlık
yolunda bulunmağa kalkarsa, bunun îmânını şeytan çalar. Emir ve yasaklara
uymakta gevşek olanlar, sonra da evliyâlık yolunda bulunduğunu, ilerlediğini,
hattâ kendisinde bâzı hâllerin meydana çıktığını zanneden kimseler bu noktada
çok yanılırlar. Bu hallerinin rahmânî olduğunu zannederler. Halbuki bunlar,
abdestte, namazda, alış-verişte bir takım noksanlarının bulunduğunu ve yiyip
içtiklerinin haram olduğunu bilmezler. Kendisinde var zannettiği o hâller,
şeytanın oyunudur. Şeytan onu idâresine almış, istediği gibi hareket
ettirmekte, o ise velî olduğunu zannetmektedir. Bunlar ne kadar zavallı ve
bedbahttırlar."
Günahlar
sebebiyle, paslanan gönüllerin kurtuluşu Allahü teâlâya çok tövbe, istigfâr
etmek, her zaman Allahü teâlâyı düşünmek, O'nun râzı olduğu, beğendiği işleri
yapmak ve hiçbir zaman O'ndan gâfil olmamakla mümkündür.
"Malının
çokluğu dillere destan olan Kârûn bile, malının hayrını, faydasını göremedi.
Nihâyet toprak altında yok olup gitti."
"Kâfir
bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek
demektir."
"Nefse
uymak yolunda bulunan kimse rüsvâ olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı
şeytandır."
"Gariblere
merhamet etmek, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede
bir garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır."
"Gönlü
kırık, zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve
yardımcısı olmaktan çekinme."
Ahmet
Yesevî hazretlerinin vefâtından yaklaşık 200 yıl geçtikten sonra, birgün Büyük
Türk Hâkânı Emîr Tîmûr Buhârâ'ya gitmek üzere yola çıktı ve Türkistan'a uğradı.
O gece rüyâsında Ahmet Yesevî hazretlerini gördü. Kendisine:
"Ey
yiğit! Buhârâ'ya çabuk git! İnşâallah orada sana fetih nasîb olur. Senin
başından çok hâdiseler geçse gerek. Zâten oranın insanları senin gelmeni
bekliyorlar." buyurdu. Tîmûr Han uyanınca, bu müjdeye çok sevinip, Allahü
teâlâya şükretti. Ertesi gün Türkistan hâkimine çok para verip, Ahmet Yesevî
hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırmasını emretti. O da,
istenildiği gibi bir türbe yaptırdı. Türbe, bugün hâlâ bütün haşmetiyle
durmaktadır.
İngiliz
müsteşriki Dr. Eugene Schuyler, Türkistan Seyâhatnâmesi isimli eserinde, Hâce
Ahmet Yesevî'nin câmi ve Tîmûr Han tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem
türbesi hakkında özetle diyor ki: "Bu büyük câminin arka kısmında türbeli
ikinci bir mescid daha ilâve edilmiş durumda olup, câminin dış avlu kapısı
fevkalâde büyük ve kemerlidir. Kapının yanında penceresiz, üstü çentikli iki
tâne yuvarlak kule yükseliyor. Kapının, büyük bir sanat eseri olarak işlenmiş
iki kanatlı tahta kapısı üzerinde bir pencere vardır. Duvarlar işlenirken, iyi
pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır. Kûfî yazılarla süslenmiş kubbe,
binâyı daha da güzelleştirmektedir. Zelzeleler vesâir sebeplerle çoğu
yerlerinin dökülmüş, harâbe hâline gelmiş olduğu bu muazzam binâ, ilk hâlinde
kimbilir ne kadar daha güzeldi?
Câminin
avlusunda çok güzel bir medrese ile, arkasında; bir kubbe, içinde Arslan
Bâbâ'nın, Ahmet Yesevî'nin ve âilesinin yer aldığı türbe vardır. Burada
başkalarının yattığı da söylenilmektedir."
Türkistan'ın
her tarafından akın akın gelen insanlar, Hâce hazretlerinin türbesini ziyâret
etmekte, Câmi-i Hazret adı ile anılan bu câmide namaz kılmaktadır.
CUMÂ
NAMAZINI NEREDE KILDI?
Zamânın
hükümdârı Kazan Han, Ahmet Yesevî hazretlerinin çilehânede Cumâ namazını nerede
kıldığını merak edip, talebelerinin en ileri gelenlerinden Muhammed Dânişmend'i
ona gönderip sordu. Bu sırada müezzinler Cumâ namazı için ezân okuyorlardı.
Talebe, Hâce'nin huzûruna vardığında henüz bir şey söylemeden, "Gel
elimden tut! Cumâ namazına, bugün seninle berâber gidelim." buyurdu. Talebe;
"Peki efendim" deyip hocasının elinden tuttu. O anda kendilerini,
büyük bir câmi içinde saflar arasında oturuyor gördü. Talebe, namazdan sonra
hocasını ne kadar aradıysa bulamadı. Câminin kayyımı, talebenin bu telâşlı
hâlini görünce ona; "Ey derviş! Burası Mısır'dır ve bu câmi Câmi-i
Ezher'dir. Senin hocan, nice zamandır Cumâ namazlarını burada kılar."
dedi. Talebe bir hafta orada kaldı. Ertesi Cumâ namazında hocası ile buluşup,
namazdan sonra bir anda Yesi'ye geldiler. Hâce hazretleri, talebesine gördüklerini
gidip Kazan Hana anlatmasını söyledi. Talebe, Kazan Hanın yanına gelip başından
geçenleri bir bir anlattı. Kazan Han ve orada bulunanlar, Hâce hazretlerinin bu
kerâmeti karşısında bir şey diyemediler. Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü daha iyi
anladılar.
birizbiz / internetten