01 Ocak
2014
Prof. Dr.Vahit TÜRK
Bu yazıda
sonsuza kadar yani bengü kalması ve Türk soyunun okuyup öğüt alması için
yazılıp
dikildiği belirtilen Orhun anıtlarından neler anladığımızı paylaşmaya çalışacağız. Bir başka deyişle, sonsuzluğa seslenen bu eserleri yorumlamaya bunları yazan insanların neler düşündüklerini anlamaya gayret ederken söyledikleri yanında söyleyemediklerini ya da söylemeye gerek görmediklerini de kendimizce tespit etmeye çalışacağız.
dikildiği belirtilen Orhun anıtlarından neler anladığımızı paylaşmaya çalışacağız. Bir başka deyişle, sonsuzluğa seslenen bu eserleri yorumlamaya bunları yazan insanların neler düşündüklerini anlamaya gayret ederken söyledikleri yanında söyleyemediklerini ya da söylemeye gerek görmediklerini de kendimizce tespit etmeye çalışacağız.
Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra Türkler birbirlerini biraz daha yakından
tanımaya başladılar ve pek çok alanda kısa zamanda hayal edilemeyen gelişmeler
yaşandı. 1990 öncesini bilmeyenler ya da yaşları müsait olsa bile Türklük diye
bir meselesi hiçbir zaman olmamış olanlar; olan bitenin ne anlama geldiğini
anlayamazlar ve âfâkî yorumlar yaparlar, ancak hayatlarının merkezine Türk
dünyası kavramını yerleştirmiş olanlar durumu daha sağlıklı değerlendirirler, ancak
bunlar da olanla yetinmez, her şeyin bir insan ömrü içerisinde istedikleri
sonuca ulaşmasını arzularlar. Bunların ihmal ettikleri nokta, yeterince emek
verilmeden elde edilen kazancın değerinin de yeterince bilinemeyeceğidir.
Sovyetler
Birliği’nin dağılmasının konumuzla ilgili olan yönü; hemen her yanı tarihi ve
çağdaş Türk yurdu olan ülkelerin birbirine açılması ve bu arada bilim
araştırmalarının ortak yapılma imkanlarının doğması, Türkiye’den giden
bilginlerin bütün Türk coğrafyasını araştırma fırsatını yakalamış olmalarıdır.
Bu araştırmalar; o güne kadar hemen tamamı batıdan nakledilen sınırlı
bilgimizin artmasını sağlamak yanında, bu bilgilerin gerçek zemine oturmasını
da sağlamıştır. Ayrıca alana açılan bilginlerimizin
ufku genişlemiş ve Türklük Bilimi kitaplara sıkışıp kalmış bir bilgi alanı
olmaktan çıkıp adeta bir alan araştırma bilimi zenginliğine de kavuşturmuştur.
Alanda
yapılan araştırmalarla 19. yüzyılın sonlarından beri haberdar olduğumuz sınırlı
sayıdaki metin dışında yüzlerce farklı metinle buluştuk ve bu metinlerin
yazıldığı Türk alfabesinin, Türklerin yaşadığı hemen her coğrafyada kullanılmış
olduğunu öğrendik. Bu durum bize Türklerde yazı kültürü ve alışkanlığının
bilinene göre çok daha eski ve çok daha yaygın olduğunu da öğretmiş oldu.
Türk
bilginleri, Türk coğrafyasını inceleme ve araştırmaya devam etmekte ve kültür
tarihimiz açısından son derece değerli yeni keşifler yapmaktadırlar. Türk
araştırmacıların Kaşgarlı Mahmut’tan bugüne aynı bilinçle ilk defa Türk
coğrafyası ile Türk halklarını araştırdıklarını söylemek abartılı olmayacaktır.
İçinde yaşarken çok da fark edilemeyen bu durum, sonraki zamanlarda elbette
yeterince değerlendirilip saygıyla anılacaktır.
Orhun
Anıtları pek çok kaynakta Türkçenin ilk yazılı metinleri olarak kaydedilmiştir,
ancak bu eserler, üzerinde çalışma yapan pek çok bilgine göre Türkçenin ve
Türklerin olgunluk çağı eserleridir.
Bu
abidelerde Türklerin tarihi, dili, kültürü, dini, devlet anlayışı ve benzeri
konularda bilgi edinebileceğimiz gibi o devir Türk insanının zihin yapısını
gösteren bir takım bilgilere de ulaşabilmekteyiz.
Bu yazıda
Bilge Tonyukuk için dikilmiş iki yazıt ile Köl Tigin hatırasına dikilmiş olan
yazıttan örnek cümleler alınarak yorumlanmaya çalışılacaktır. Bilge Kağan
yazıtı Köl Tigin yazıtının hemen hemen aynısı olduğu için değerlendirme dışı
tutulmuştur.
Bu
abidelerin muhtevası; merhum Hüseyin Nihal Atsız tarafından hiç şüphesiz Türk
edebiyatının en muhteşem tarihi romanı olan Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtların
Dirilişi adlı eserlerde romanlaştırılmış; ayrıca son yıllarda Köktürk tarihi
konusunda Türk bilginleri, özellikle Prof. Dr. Saadettin Gömeç ve Prof. Dr.
Ahmet Taşağıl, ciddi araştırmalar yayınlamışlardır.
BİLGE
TONYUKUK YAZITI
Tonyukuk;
adına diktirdiği yazıta “Bilge Tonyukuk ben.” cümlesiyle başlar ve benzer
şekilde adını başka birkaç cümlede de tekrar eder. Bizce bu cümle; yalnızca
Tonyukuk’un kendini takdim cümlesi değil, bir meydan okuma da içermektedir. Ben
Bilge Tonyukuk’um biçiminde aktarabileceğimiz bu cümle, devletin kuruluşunda ve
istiklal mücadelesinde çok etkili rol oynayan bilge bir devlet adamının hem
çağına, hem de geleceğe seslenirken takındığı hâkim tavrı gösterir. Bilge
Kağan’ın kayın pederi de olan bu büyük devlet adamı, tarihimizde çok örneği
olmayan, ancak Köktürklerde sık görülen bir şey yapmış, anıt diktirip
hatıralarını yazdırmıştır. Böyle bir hatıratın eski devirlerden günümüze ulaşan
pek fazla örneği yoktur.
Tonyukuk
ilk cümlede kendini tanıttıktan sonra doğum yerini kayda geçer ve “Türk budun
Tabgaçka körür erti.” cümlesiyle de doğduğu yıllarda Türklerin Çin esaretinde
olduğunu belirtir. Birinci Köktürk devletinin yıkılışından sonra 50 yıllık bir
esaret dönemi yaşanmış ve Çinliler, Türklerin önde gelen, insanları derleyip
toparlayacak aile ve insanlarını kontrol altında tutmak amacıyla Çin içlerine
götürmüşlerdir. Çin’de gözetim altında tutulan Aşina soyunun mensupları
defalarca isyan etmişler, ancak Kutluk’un isyanı başarıya ulaşabilmiştir.
Tonyukuk bu durumu Türklerin hanlarının kıymetini bilmemelerine bağlar ve şöyle
bir tespitte bulunur: “Tanrı şöyle buyurmuş: han verdim, hanını bırakıp tutsak
düştün, tutsak düştüğün için Tanrı öldürdü. Türk milleti öldü, bitti, yok
oldu.” Burada Türklerin zihni bir özelliği olarak devlete bağlılıklarının
yeterli olmadığı tespiti yanında her şeye hâkim olan bir Tanrı inancına sahip
oldukları da anlaşılmaktadır. Bu durum, gerek Tonyukuk yazıtının ilerleyen
cümlelerinde gerekse Köl Tigin yazıtında tekrar tekrar kaydedilecek ve üzerinde
durulacaktır.
Köl Tigin
yazıtında Kutluk’un 17 erle Çin’den kaçıp isyanı başlattığı daha sonra 70 kişi
oldukları kaydedilmiştir. Tonyukuk’ta ise kişi sayısıyla ilgili ilk rakam
700’dür ve bu durum şöyle kaydedilmiştir: “Ormanda, dışarıda kalmış olanlar
toplanıp yedi yüz oldular. İki bölüğü atlı idi, bir bölüğü yaya idi.” Bu
cümlelerde ilk dikkati çeken şey yedi rakamıdır. Arka arkaya sıralanan on yedi,
yetmiş, yedi yüz sayıları, rastgele değil, tercih edilmiş sayılardır. Kişi
sayıları bu belirtilenlerin altında veya üstünde olabilir, ancak özellikle
yedili sayılar tercih edilmiştir, çünkü Türk kültüründe üç, yedi, dokuz, kırk
sayıları diğerlerine göre farklı telakki edilen sayılardır. Bu cümledeki ikinci
dikkat çeken durum da Tonyukuk’un on yedi ve yetmiş sayılarını anmadan yedi yüz
sayısıyla başlamasıdır. Bu durum, belki de Tonyukuk’un harekete sonradan
katılmasıyla ilgilidir. Çünkü tarihi kayıtlara göre de Bilge Tonyukuk, isyan
hareketinin başlangıcında yoktur ve Çin’den ayrılıp harekete katılması, Çin’in
sürekli baskısı ve gözetim altında tutmasıyla biraz zor olmuştur. Ormanda ve
dışarıda kalmış olanların toplanması ibaresinden ise yönetici kitle dışında
kalanların bozkırda dağınık ve birbirinden habersiz olarak yaşadıkları
anlaşılır. Ayrıca bunlar o kadar perişan bir durumdadırlar ki binecek birer
atları bile yoktur ve yedi yüz kişinin ancak üçte ikisi atlıdır. Bozkırda bir
kişinin at sahibi olamaması herhalde büyük bir yoksulluğun da göstergesi
olmalı.
Tonyukuk bu
cümlelerin devamında yedi yüz kişinin teşkilatlanması ve devlet yapısının
oluşturulması üzerinde durur ve kendi rolünü de özellikle belirtme gereği
duyar: “Yedi yüz kişiyi idare edenlerin büyüğü şad idi, danışman ol dedi,
danışmanı ben oldum, Bilge Tonyukuk.” Burada şad olarak sözü edilen kişi,
isyanın başında bulunan ve devletin kuruluşundan sonra ilteriş ünvanını alacak
olan Kutluk’tur.
Kut
kavramı, kültür tarihimizin en önemli kavramlarından biridir. Ağırlıklı olarak
manevi âlemle ilişkilendirilen bu kavramın yeterince araştırıldığını söylemek
henüz mümkün değildir. İlteriş ise, ülkeyi derleyip toplayan anlamıyla
kullanılan bir unvandır. Bu cümlelerde Tonyukuk gayet açık olarak Kutluk’un han
seçildiğini, kendisinin de ona danışman olduğunu kaydetmiştir.
“Kağan mı
yapayım diye düşündüm. Arık boğa ile semiz boğa arkada oldukça; semiz boğa mı,
arık boğa mı bilinmezmiş diye düşündüm. Bunun üzerine, Tanrı akıl verdiği için
onu ben kağan yaptım.” Bu cümlelerde de Bilge Tonyukuk’un yukarıda değinilen
özgüveni ile gücünü görmekteyiz. Günümüz demokrasilerinin bile zor hazmedeceği
bu cümleler, Köktürk çağında söylenebilmiş, üstelik taşlara kazınmış ve
geleceğe bırakılmıştır. Bu sözleri söyleten güç, bütün dinler ve kültürlerce
övülen, ancak siyasetin çok da tahammül edemediği ve genellikle mesafeli
durmayı tercih ettiği şahsiyet sahibi bilgelik ile bu bilgelikten kaynaklanan
cesaret, bir başka deyişle dünyayı elinin tersiyle itebilme erdemidir. Günümüz
Türkiye’sinde bile bir kişi çıkıp cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı
veya herhangi bir yöneticiyle ilgili olarak onu ben bulunduğu makama getirdim
deme cesareti gösterse, o makam sahibi, bu sözü söyleyeni hazmetmekte epeyce
zorlanır. Ancak Bilge Tonyukuk, adeta meydan okurcasına Kutluk Şad’ı kağanlık
makamına çıkardığını ilan etmekte ve bunun bir sorun çıkardığına dair bir bilgimiz
de bulunmamaktadır.
“Arık boğa
ile semiz boğa arkada oldukça; semiz boğa mı, arık boğa mı bilinmezmiş…”
ibaresi Bilge Tonyukuk’un kullandığı mecazlı cümlelerden biridir. Cümlenin
kullanılma yerine bakılınca Tonyukuk sanki “Ben de kağan olabilirdim, ancak
Şad’ı uygun gördüm ve böylesi daha akıllıca idi.” demektedir. Şad’ı kağan
yapmasına sebep olarak da Tanrı’nın kendisine akıl vermesini göstermektedir.
Yani Tonyukuk konuyu enine boyuna düşünmüş, istiklal mücadelesi başlamışken bir
ikilik çıkarmanın tehlikeli olacağını görmüş ve tabi olmuş, devlet için canla
başla çalışmış, ancak hiçbir zaman da kişiliğinden taviz vermemiştir.
Kutluk Şad,
kağan olup İlteriş ünvanını almış, Bilge Tonyukuk ise Boyla Baga Tarkan
olmuştur. Şu cümle durumu özetler niteliktedir:”İlteriş kağan olunca, Bilge
Tonyukuk Boyla Baga Tarkan ile İlteriş, güneyde Çinliyi doğuda Kıtay’ı, kuzeyde
Oğuz’u çok öldürdüler. Danışmanı, yardımcısı ben idim.” Görüldüğü üzere Bilge
Tonyukuk, her fırsatta kendinden söz etmektedir. Bu durum belki de abidenin
yazıldığı zamanın yöneticilerine bir sitem olarak da düşünülebilir. Değerinin
yeterince bilinmediğini ya da yeterince saygı görmediğini hisseden ve kağanın
kayın pederi de olan Tonyukuk, rahatsızlığını belirtme gereği duymuş olabilir.
“Çogay’ın
kuzeyi ile Kara Kum’da oturuyorduk. Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk.
Milletin karnı tok idi. Düşmanımız çevremizde ocak gibi idi, biz ateş idik.”
Bu cümleler
bizi öncelikle bir mekandan, bir coğrafyadan haberdar etmektedir. İsyan yavaş
yavaş başarıya ulaşmaktadır ve isyancıların belirli bir mekânları vardır, yani
kurulacak olan devletin doğum yeri artık belli olmuştur. Ancak henüz bütün
çevre düşmandır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da beslenmenin
henüz tam düzene girmediği ve ağırlıklı olarak avlanmaya dayalı olduğudur. Her
ne kadar milletin karnı tok deniyorsa da bu tokluk geyik ve tavşanla yani av
hayvanlarıyla sağlanmaktadır. Kalabalık bir kitlenin sürekli bu şekilde
beslenmesi elbette mümkün olmayacak, daha etkili ve sürekli el altında
bulunacak tarım ve hayvan kökenli beslenme kaynaklarına gerek duyulacaktır.
İbarenin sonundaki “Düşmanımız çevremizde ocak gibi idi, biz ateş idik.”
cümlesi, son derece keskin ve etkili bir mecazlı ifadedir. Bu; devir
Türkçesinin anlatım gücünü ve gelişmişliğini göstermek bakımından da ilgi
çekici bir örnektir. Bilindiği üzere açık alandaki ocak, arka ve iki yanı
kapatılıp ön tarafı açık bırakılarak kurulur ve içerisinde ateş yakılır. Bu
ocağın içerisinde yakılan ateşin alevleri önce üç tarafı çeviren taşlara
dokunur ve üzerindeki kazanın da altını yalayarak açık olan ön taraftan dışarı
çıkar. Bilge Tonyukuk, o andaki durumlarıyla ilgili olarak müthiş bir benzetme
yapmış ve durumu herkesçe çok iyi anlaşılabilecek biçimde ortaya koymuştur.
“Böyle
otururken Oğuz’dan casus geldi.” cümlesi, devletin henüz kuruluş aşamasında bir
haber alma örgütünün oluşturulduğunu ve bu örgütün çalışmaya başladığını
göstermektedir. Nitekim casusun getirdiği haber, hayati öneme sahiptir ve
Köktürkleri kuruluş aşamasındayken yok edecek bir ittifak söz konusudur.
Tonyukuk oluşumdan haberdar olmuş ve gerekli tedbirleri alarak öncelikle
Oğuzları etkisiz hale getirmiş ve Oğuz ordusu boyun eğip Köktürk ordusuna
katılmış ve bu durum yazıtta “iki bin idik, iki ordumuz oldu.” cümlesiyle
kaydedilmiştir.
Kendilerine
karşı Oğuz, Kıtay ve Çin’in ittifak yapacağı bilgisini alan Tonyukuk endişeli
durumunu, “O haberi işitince gece uyuyasım gelmedi, gündüz oturasım gelmedi.”
cümlesiyle ifade eder ve bu üç düşmanla ayrı ayrı savaşmanın çaresini arayıp
bularak istediği sonucu elde eder. Durumu yine mecazlı ifadelerle anlatır:
“Yufka iken delmek kolay imiş, ince iken koparmak kolay. Yufka kalın olsa
delmek zor, ince yoğun olsa koparmak zor.”
Bilge
Tonyukuk savaş planını hazırlayıp İlteriş Kağan’a sunar o da durumu anlayıp
Tonyukuk’a gönlünce yani planladığı şekilde yapmasını söyler. Bunun üzerine
Tonyukuk orduyu Ötüken ormanına doğru yürütür ve bu esnada Oğuzlarla
karşılaşırlar ve Köktürklerin 2000 kişilik ordusu Oğuzların 3000 kişilik
ordusunu yener.
Köktürklerin
bu zaferi, onların Ötüken’e yerleşmeleri ve bundan haberdar olan pek çok Türk
boyunun onlara tabi olması sonucunu doğurmuştur. Tonyukuk bu durumu şöyle
anlatır: “Ondan sonra Oğuz tamamıyla geldi. Türk milletini Ötüken yerine, beni,
Bilge Tonyukuk’u Ötüken yerine yerleşmiş diye işiten güneydeki millet,
batıdaki, kuzeydeki, doğudaki millet geldi.” Bu cümlelerde de Tonyukuk’un bütün
Türk boyları tarafından tanınan ve saygı duyulan bir kişi olduğunu, onun
İlteriş Kağan’la birlikte olmasının Türk boylarının Köktürklere bağlanmasında
büyük etkisi olduğunu anlıyoruz. Bilge Tonyukuk, tabiri caizse “Beni duyan
herkes geldi.” diyebilecek kadar önemli bir kişidir. Buradaki bir diğer konu da
Ötüken’in özellikle vurgulanmış olmasıdır. Ötüken, adeta bir semboldür ve oraya
hükmeden, doğal olarak Türklerin de hakimi konumunu elde etmektedir.
Tonyukuk,
Ötüken’e hâkim olduktan sonra yapılan seferlerden ve o güne kadar hiç
gidilmeyen yerlere gidildiğinden söz eder: “Türk milleti yaratılalı, Türk
kağanı tahta oturalı Şantung şehrine, denizine ulaşmış olan yok imiş. Kağanıma
arz edip ordu gönderdim. Şantung şehrine, denize ulaştırdım.” Türk milleti
yaratılalı ibaresi, Tonyukuk’un tarih bilgisiyle ilgili ipucu veren bir ibare
olmasının yanında bugüne kadar yapılmayanlar benim sayemde oldu anlamına gelen
siyasi bir söylemdir. “Usın bunda ıtu, yurtda yatu kalur erti.” (Uykusunu
burada bırakıp çadırda yatıp kalkarlardı.) cümlesinde de yine bir sanatlı
ifadeyle durum anlatılmış ve askerin fedakârlığı kayıtlara geçirilmiştir.
Daha sonra
On Oklar, Kırgızlar ve Çinliler’in Köktürkler’e karşı bir ittifakı söz konusu
olmuş ve yine Tonyukuk’un akılcı siyasetiyle bu tehlike de atlatılmıştır:
“Üçümüz birleşip üzerine yürüyelim, hepsini yok edelim.” diyen düşman
kuvvetleri, daha önceki ittifakta olduğu gibi çabuk davranılmak suretiyle tek
tek bertaraf edilmiş ve güçlerin bir araya gelmesi engellenmiştir.
İttifaktan
haberdar olan Türgiş kağanı: “Benim milletim dardadır demiş, Türk boyu yine
karışıklık içindedir. Oğuz yine dardadır demiş.” Bu cümleler Türgişlerin
Köktürkler tarafında yer aldığını ve sıkışık durumda onlara yardım ettiklerini,
ayrıca bilinçli bir milli tavrı göstermektedir.
Sonraki
cümlelerde ittifakı dağıtmak üzere zor şartlara rağmen Kırgızlar üzerine
yapılan sefer, biraz da ayrıntılı olarak anlatılmıştır. “Gece gündüz dörtnala
olarak gittik. Kırgızları uykuda bastık, uykularını süngüyle açtık.” Burada
yine “uykuyu süngüyle açmak” gibi etkili anlatım sağlayan bir deyim görüyoruz
ki Tonyukuk sık sık buna başvurmaktadır.
Bozkırda
dostun ve düşmanın sık değiştiğini gösteren şu ifadeler de dikkat çekmektedir:
“…Türgiş kağanından casus geldi. Haberi şöyle idi: Doğudan kağana sefer edelim.
Biz yürümezsek onlar bizi, kağanı yiğit, danışmanı bilgili olduğu için eninde
sonunda mutlaka öldürecek, demiş.” Birkaç satır önce Köktürkler için
endişelendiği belirtilen Türgiş kağanı, Köktürklerin Kırgızları yenmesinden
sonra Köktürklere karşı ittifak arayışına giriyor ve onlar da gerekli
tedbirleri alıyorlar. Yine bu ibarelerden anlaşıldığı kadarıyla yiğit kağan ile
bilgili danışman düşmanda korku ve endişe uyandıran iki temel unsurdur.
Bütün
bunlar olup biterken kağanın eşinin ölüm haberi gelir ve Kağan, orduyu İni il
Kağan ile Bilge Tonyukuk’a bırakıp eşinin cenaze törenine katılmak ve yuğ
törenini yaptırmak üzere gider.
Tonyukuk’un
birinci bengü taşının sonunda Kağan ile aralarında bir güven meselesi olduğuna
dair ifadeler yer almakadır. Bu ifadelere göre yuğ töreni için ordunun başından
ayrılan kağan Tonyukuk’a farklı, Apa Tarkan’a farklı haber göndermiş, hatta
Tonyukuk hakkında “kötü, kindar, yanılır” ifadelerini kullanmıştır. Bu durum,
siyasetteki ayak oyunlarına işaret olduğu gibi, Tonyukuk’un gücünü bir başka
göstergesi olarak da değerlendirilebilir.
Tonyukuk’un
ikinci taşında da bir takım seferlerden söz edilmekte gidilememiş olan yerlere
gidildiğinden ve pek çok ganimet alındığından bahsedilmektedir.
Bu abidede
İlteriş Kağan’la ilgili son cümleler şunlardır: “İlteriş Kağan, bilgisinden dolayı,
yiğitliğinden dolayı Çin ile on yedi defa savaştı. Kıtaylarla yedi defa savaşı.
Oğuzlarla beş defa savaştı. Bu savaşlarda da danışmanı hep ben idim. İlteriş
Kağan’a, Türk’ün bilgili kağanına.”
Bilge
Tonyukuk, Kapgan Kağan’la birlikte de çalıştığını “Kızıl kanımı dökerek, kara
terimi akıtarak işimi gücümü hep ona verdim” biçiminde belirtiyor.
“Tanrı
korusun, bu Türk milleti içinde silahlı düşman dolaştırmadım, damgalı at
koşturtmadım.” Bu cümleler de Tonyukuk’un gücünü gösteren ifadelerdir. Ayrıca
mecazlı anlatımlar yine anlamı güçlendirmek üzere kullanılmıştır. Silahlı
düşman ibaresi anlaşılabilir ancak damgalı at ibaresi bugünün okuyucusuna çok
bir şey söylemez. Buradaki “damga” bir kültür kelimesidir ve Türk boy
sistemiyle yakından ilgilidir. Anadolu’da halen seyrek olarak rastlanan damga
ya da en, artık gün geçtikçe hayatımızdan çıkmaktadır. Damga, esas olarak her aile ya da sülalenin
kendi hayvanına ateşle veya kesici bir aletle uyguladığı bir işarettir. Kızgın
demirle dağlamak suretiyle hayvanın sırtına vurulan işaret, bazen de bıçakla
kulağa yapılır. Çevredeki herkes bir damganın kime ait olduğunu bilir ve
yabancı bir hayvan hemen tanınır. Buradaki damgalı attan kasıt, yabancı bir
aile veya boyun damgasını taşıyan attır.
Tonyukuk’un
son cümleleri ise şöyledir: “İlteriş Kağan kazanmasaydı, onun ardından ben
kazanmasaydım il yine, millet yine yok olacaktı. O kazandığı için, ardından ben
kazandığım için il yine il oldu, millet yine millet oldu. Ben artık yaşlandım,
kocadım. Her hangi bir yerdeki kağan sahibi bir millette benim gibisi olsa ne
sıkıntıları olabilir?”.
KÖL TİGİN
YAZITI
Bilge
Kağan’ın ağzından yazılan Köl Tigin anıtına Kağan’ın kendini takdiminden sonra
en yakınlarından başlayarak bütün soyuna ve milletine hitap cümlesi yer alır ve
arkasından da hâkimiyetin coğrafyası çizilir. Çizilen coğrafyanın belirgin
sınırları yoktur. Gün doğusu, gün ortası, gün batısı, gece ortası gibi
sınırsızlık ifadeleriyle bir sınır gösterilmiştir. Sınırları bu şekilde
belirlenen coğrafyanın merkezi Ötüken’dir ve ülkenin sıkıntıya düşmemesi için
de Türk kağanının burada oturması şarttır. Bilge Kağan yaptığı seferler
dolayısıyla pek çok yeri gördüğünü, ancak Türkler için il tutulacak yer olarak
Ötüken’i seçtiğini “il tutsık yir Ötüken yış ermiş.” ibaresiyle özellikle
belirtme gereği duymuştur. Kendisi de burada oturmuş ve Çin ile antlaşmalar
yaparak sıkıntısızca yaşamıştır.
Bu bölümde
Bilge Kağan Çin yönetiminin etrafındaki kavimleri nasıl hâkimiyetine aldığına
dair bir tahlil yapmış ve Çinlilerin tatlı sözle yumuşak ipekle insanları
aldattığını, aldanıp Çin’e yaklaşanların ise yok olacağını özellikle
belirtmiştir. “…Yaklaştırdıktan sonra kötülük yayılırmış. Çok bilgili kişiyi,
çok yiğit kişiyi yürütmezmiş. Bir kişi yanılıp aldansa soyunu ve kavmini
beşiğine kadar yok edermiş.” Bu şekilde tehlike haber verildikten sonra Türk
milletiyle ilgili de bir tespit yapıldığını görüyoruz. Bu tespite göre;
Türkler, Çinlilerin bu hilelerine sürekli aldanmışlar ve sonuçta hep zararlı
çıkmışlardır. “Tatlı sözüne, yumuşak ipeklerine aldanıp Türk milleti, çok
öldün!” Burada yine bir coğrafya vurgusu dikkat çekmektedir. Ve Türk milletinin
kendi yurdunu yani bozkırı terk edip Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım
derse ölecektir. Hâlbuki kendi yurdunda kalıp Çin ile ticaret yaparsa sonsuza
dek yaşayacak ve ülke sahibi olacaktır.
Türklerin
günlük yaşadığını, geleceğe dair çok fazla plan yapmadığını ifade eden “Bir
doysan artık açlık düşünmezsin.” cümlesi, Türk milletinin hafızasının güçlü
olmadığının tespitidir. Bu Türk tarihini anlamaya çalışırken de göz önünde
bulundurulması gereken bir tespittir. Bu tespit, Bilge Kağan’ın bir idareci
olarak idare ettiği kitleyi iyi tanıdığını da göstermektedir. “Böyle olduğu
için seni beslemiş olan kağanın sözünü dinlemeden her yere gittin. Oralarda hep
mahvoldun yok oldun. Geriye kalanlar, hep ölüp biterek şuraya buraya
yürüyordunuz.” Bu cümleler bize bozkır insanının karakteriyle ilgili ipuçları
verir. Bozkır insanının bir otoriteye baş eğmesi kolay olmamakta, en ufak bir
sıkıntıda ya kavga etmekte ya da mekân değiştirmektedir. Toprağa bağlı olmadığı
için de mekân değişikliğinde çok tereddütlü davranmamaktadır. Tarım kuşağı
insanı doğal olarak çiftçidir ve ekip biçtiği tarlalara sahiptir. Yani
doyumluğunu yanında götüremez. Bu yüzden yer değiştiremez ve baş eğmeyi tercih
eder. Ancak bozkır kuşağı insanı; hem daha mücadelecidir hem de çabuk ve kolay
yer değiştirir. Dolayısıyla tarih sık sık kuzeyden gelen kavimlerin
hikâyelerini anlatır.
Bilge
Kağan, kağan oluşunu Tanrı’nın bir bağışı olarak görmekte, ayrıca “kut” sahibi
olmasının da bunda rolü olduğuna inanmaktadır. Bilindiği üzere Türk devlet
geleneğinde “kut” son derece önemli bir kavramdır ve ilahi kaynaklı olduğu
kabul edilen “kut”, kağan olmanın da gereklerindendir.
Kut sahibi
olduğu için Tanrı’nın bahşetmesiyle kağan olan Bilge; yok yoksul milleti
kalkındırmış, az milleti de çoğaltmıştır. Az milleti çoğaltma da üzerinde
durulması gereken bir anlayıştır. Devlet otoritesi ortadan kalktıktan sonra hem
Çin’in politikalarıyla hem de yukarıda belirtilen sebeplerle millet
darmadağınık olmuştur. Otorite yeniden sağlandığında ise dağılanlar yeniden
toparlanmış ve istikrara kavuşan toplumun nüfusu doğal yollarla da artmıştır.
Bilge Kağan,
abidenin güney yüzünün sonlarında milletin yanılmaması ve eski yanlışlara
tekrar düşmemesi için şiddetli uyarılarda bulunmuş ve “Bugün itaat eden boylar
olarak mı yanılacaksınız?” biçiminde Türkçede bugün de sık kullanılan soru
cümlesiyle hayreti ifade etme yolunu seçerek durumu bir kez daha vurgulama
gereği duymuştur.
Köl Tigin
yazıtının doğu yüzü “Üze kök tengri asra yagız yir kılındukda ikin ara kişi
oglı kılınmış.” cümlesiyle başlar. Bu cümle Kök Türkler devrinin din
anlayışının temelini göstermesi bakımından etraflıca değerlendirilmesi geren
bir cümledir. Burada gök, yer ve insanın yaratılmış olduğunu kabul eden bir din
ile karşı karşıyayız. Yani Kök Türkler’in inancına göre evren ve içindekiler
yaratılmış (mahlûk)tur. Cümlede geçen “kök tengri” sıfat tamlaması üzerinde de
özellikle durmak gerekir. Çünkü konu ile uzaktan ilgilenen pek çok kişi bu
ibareyi “Gök Tanrı” olarak aktarmakta ve Kök Türklerin çok tanrılı olduğu
yanlış anlaşılmasının yerleşmesine yol açmaktadır. Hâlbuki bu ibare “mavi gök” anlamındadır
ve “mavi gök” de yaratılmış, yani mahlûktur. Bu yanlış anlamanın sebebi de
“Tengri” kelimesinin hem gök hem de yaratıcı olmak üzere iki ayrı anlama sahip
olmasıdır. Bu yapı; tengri ismiyle onu niteleyen kök kelimesinin oluşturduğu
bir sıfat tamlamasıdır. Uygur metinlerinde de benzer kullanımlarla
karşılaşılır, ancak İslam dönemi metinlerinde ilk andan yani Kutadgu Bilig’den
itibaren Tengri, daha sonraki devirlerde Tanrı kelimesi, yalnız İslam’daki
Allah kavramına karşılık olarak yaygın bir biçimde, tereddütsüzce
kullanılmıştır. Bu tamlamada dilciliğin çalışma alanına giren bir takım anlam
olayları yaşanmıştır. Tengri kelimesi başlangıçta muhakkak ki tek anlama
sahipti ve bu anlam da muhtemelen “gök” idi. Gök anlamlı kelime zamanla
yaratıcı anlamında da kullanıldı ve ikili bir durum oluştu. Kelimelerde
genellikle yeni anlamlar eski anlamları unuttururlar, bu kelimeye has olmak
üzere işin içine bir de kutsallık girince özelikle İslam sonrası “gök” anlamı
bütünüyle unutuldu ve kelime yalnız kutsal alanla sınırlı kullanılır oldu.
Çağatay metinlerinde karşılaşılan doğruluk anlamında “tingrilik” ibaresi de
yine kutsalın bir tezahürü olarak kullanılır.
Yaratılış
ve varlık anlayışının ortaya koyulduğu ilk cümleden sonra ise Türk’ün hâkimiyet
anlayışını gösteren şu cümle ile karşılaşmaktayız. “Kişi oglında üze eçüm apam
Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış.” Burada Bumın ve İstemi Kağanların
hâkimiyetinin sınırı ifade edilmiştir ve o sınır kişioğlu yani bütün olarak
insanoğludur. Hâkimiyet, Türklerle veya çevre halklarla sınırlı tutulmamış,
bütün insanlığı içine almıştır. Bu cümle; cihan hâkimiyeti ülküsünün açık
ifadesidir. Bu ifadenin bize gösterdiği bir başka durum da Birinci Köktürk
devletinin hatıralarının bu devirde canlı olarak yaşamasıdır.
Bu metnin
üçüncü cümlesi insanlık için çok önemli olan bir başka konuya dikkatleri çeker.
“Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş.” Tahta oturup
Türk milletinin ülkesini tutup, kanunlarını da düzenleyivermiş olarak
anlamlandırabileceğimiz bu cümle; hâkimiyetin iki temel unsuru olan ülke ve
kanun ile ilgilidir. Tarihin bilinen devirlerinden bugüne insanlar bir takım
idari yapılar oluşturmuşlar, bu yapıların devam etmesi için kurallar koymuşlar
ve kurallara uyulmasını sağlamak üzere de kurumlar oluşturmuşlardır.
Devletlerin koyduğu yazılı kuralların yanında toplumlar da dünyayı ve hayatı
algılayış biçimlerine göre iyi-kötü ayrımı yapmış ve bir takım ahlaki ölçüler
getirmişlerdir. Bu cümlede gördüğümüz ili tutmak ibaresi, ülkeyi elde tutmak
olarak düşünülürse töreyi itmek de töreyi yani hukuku düzenlemek ve bütün
ülkede hâkim kılmak olarak anlaşılmalıdır. İl ve töre ibarelerinin sık sık
birlikte kullanılması; Türklerin zihninde bu iki kavramın, yani ülke ve kanun
kavramlarının bir bütün oluşturduğunu göstermektedir. Hatta töre yani hukuk o
kadar önemlidir ki kaynaklarımızda “İl gider, töre kalır.” şeklinde bir atasözü
kayıtlıdır. Kısaca bu iki kavram Türkler tarafından birbirinin bütünleyicisi
olarak düşünülmüştür ki bu da ileri bir medeniyetin göstergesidir.
Takip eden
cümlelerde yapılan seferler ile savaşlardan ulaşılan başarılardan söz edilirken
“Başlıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek” gibi Türkçe harikası olan bir
deyim kullanıldığını görüyoruz.
Ülkenin
ulaştığı doğu ve batı sınırları belirtildikten sonra yer alan “İkisi arasında
pek teşkilatsız Köktürk öylece otururmuş.” cümlesini nasıl anlamalı? İlk
bakışta bir olumsuzluk gibi anlaşılacak “idi oksuz” (pek teşkilatsız) ibaresi
bizce şöyle anlaşılmalıdır: Belirtilen sınırlar içerisinde devlet ve kanun
hâkimiyeti o derece sağlanmıştır ki bu coğrafyada yaşayan insanların herhangi
bir tedirginlik ve endişe duymaları için hiçbir sebep kalmamıştır. Ayrıca
devlet, vatandaşların bütün sıkıntılarını giderecek kadar güçlüdür ve ne baba
oğla, ne de oğul babaya muhtaçtır. Bu yüzden insanlar rahat ve endişesiz olarak
darmadağınık yaşarlar.
Kağan ve
yöneticilerin iki temel vasfı olan bilgelik ve yiğitlik sık vurgulanmaktadır.
Pek çok başarı ve güzelliğin sebebi de bu iki meziyetle ilgili gösterilmiştir.
Ülkenin ve halkın selameti için bu iki meziyetin yanında beylerin ve halkın da
adaletli ve dürüst olmaları üçüncü bir gereklilik olarak sayılmıştır.
Devletin
çöküşü anlatılırken sıralanan sebepler de oldukça dikkat çekicidir. Çöküşün ilk
sebebi olarak; ağabeyin yerine geçen küçük kardeş ile babanın yerine tahta
oturan oğlun ağabey ve baba gibi yaratılmamaları gösterilmiştir. Konunun
yaratılışla yani Tanrı ile ilgili kısmını değerlendirirken devlet anlayışını hatırlamak
gerekir. Türk devlet anlayışına göre kağan olan kişiler Tanrı tarafından onlara
bağışlanmış bir kut sahibidirler. Oğlun babası gibi yaratılmaması demek, Tanrı
tarafından babaya verilmiş olan kut, oğula verilmemiş demektir.
Kağanın
bilgisiz ve kötü olması, vezirin aynı şekilde bilgisiz ve kötü oluşu, ayrıca
beyler ile halkın da adaletten ayrılmaları ve dürüst olmamaları çöküşün
sebepleri olarak gösterilmiştir. Bu sayılanlar içeri ile ilgilidir, dış sebep
olarak da Çin’in hileci ve aldatıcı olması, kardeşi kardeşe düşürmesi, beylerle
halkın arasını açması yani ülkeye fitne sokması gösterilmiştir. Bütün bu
sayılanların sonucunda Türk milleti büyük bir felaketle karşı karşıya kalmış,
devletini ve yöneticilerini kaybetmiştir. Bu durumun en acı sonucu ise bey
olacak erkek çocukların Çinlilere köle; hanım olacak kız çocukların ise cariye
olmasıdır. Birinci Köktürk Devleti’nin yıkılmasının doğurduğu sonuçlar bu
sayılanlarla sınırlı değildir. Türk beyler Türk adını bırakmış, Çin’deki beyler
Çin adı alarak Çin kağanına hizmet etmişlerdir. Elli yıl süren esaret döneminin
sonuçlarından biri de Çinlileşme diyebileceğimiz ve ad değiştirme olarak
yazıtlara yansıyan durumdur. Yazıtlarda bey olarak adlandırılan kişiler,
muhtemelen topluma yön verme güç ve yeteneğine sahip olan aydınlardır.
Aydınları dürüst olan bir toplum için herhangi bir tehdit ve tehlike çok da
etkili olmaz, ancak aydınları, adaletten uzaklaşmışsa, yazıtlardaki tabiri ile
“tüzsüz” ise toplumun geleceği karanlık demektir. Aydınlar Türk adını bıraktı
cümlesini ilk önce bunlar; Türkçe olan adlarını değiştirip Çince adlar aldılar,
ikinci olarak da Türkçeyi unutup Çince konuşmaya başladılar biçiminde anlamak
gerekir. Bilge Kağan’ın yakındığı bu durum, günümüz de dahil olmak üzere
tarihimizin hemen her devrinde sıkça gördüğümüz bir durumdur. Türk aydınının
kendi değerlerine sırt çevirmesi ve dışarıya gereğinden fazla açık olması, bazı
aydınlarca zaman zaman eleştirilmiş, ancak durum çok da değişmemiştir. Çöküş
dönemlerinin aydınları milli bilinci işleyip öne çıkararak kurtuluşta pay
sahibi olmuşlar, ancak kısa bir süre sonra tekrar yabancılaşma ve yabancı
değerleri üstün görme hastalığı nüksetmiştir.
Çin esareti
yıllarında sık sık isyanlar ve bağımsızlık teşebbüsleri olduğu bilim
adamlarınca ortaya konulmuştur. Ayrıca Bozkurtlar zamanının temel konularından
biri olan Kür Şad ihtilali de bu dönemdeki isyanları anlatır. Bu esaret dönemi
yazıtların da ana konularından biridir. Bir süre esir yaşayan halkın; “İl
sahibi bir millet idim, ilim şimdi hani? Kağan sahibi millet idim kağanım şimdi
hani?” diyerek isyan ettiği ve bu teşebbüsün başarısız olması üzerine
Çinlilerin “Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım.” dediği ve neredeyse
yok edeceği kaydedilmiştir.
Türk
milletinin yok olmasına razı olmayan Türk’ün Tanrısı ve Türk’ün kutsal vatanı;
İlteriş Kağan ile İlbilge Hatunu yukarı kaldırmıştır. Yukarı kaldırma yani
gökte olma da yine hâkimiyet konusu ve devlet anlayışıyla ilgili durumlardır.
Burada dikkat çeken bir diğer husus da kağanla birlikte hatunun da anılmasıdır.
Kut sahibi olma ve devlet idaresinde hatun da kağan ile beraberdir.
Bu bölümün
devamında İlteriş Kağan’ın mücadelesiyle ilgili satırlar yer almaktadır.
Abidelerdeki dikkat çekici benzetmelerden birini de bu satırlarda görürüz.
Bilge Kağan; babasının askerini kurda, düşmanın askerini ise koyuna benzetir,
ancak bunun da sebebi Tanrı’nın verdiği güçtür. İlteriş Kağan’a dair son cümle
ise “Babam kağan, öylece ili ve töreyi kazanıp ölmüş.” biçimindedir. Burada
yine il ve töre yani ülke ve hukukun birlikte anılması dikkate değerdir.
Bilge
Kağan, babası öldükten sonra kendisi ve kardeşi küçük olduğu için devletin
başına geçirilen amcası Kapgan Kagan’ın yaptıkları ile kendisinin görevlerinden
de söz etmiştir. Bu bölümde yine yapılan sefer ve savaşlardan, elde edilen
başarılaranlatılmıştır. Burada anlatılanlara göre devletin gücü doruk noktaya
çıkmış ve bunun sonucu olarak da zengin bir toplum oluşmuştur. Bu zenginlik
şöyle anlatılır: “O zamanda kul, kul sahibi; cariye, cariye sahibi olmuştu.
Kardeş ağabeyini, oğlu babasını bilmezdi.” Burada karşımıza çıkan en yakın
akrabaların birbirini bilmemesini nasıl anlamak gerek? Bilmeme; tanımama, saygı
göstermeme anlamıyla düşünülürse isabetli ve töreye uygun olmaz. Türk töresinin
temel esası bilindiği üzere büyüğe saygı, küçüğe sevgidir. Bu “bilmeme”yi;
insanlar o kadar zenginleşti ki hiçbir şeye ihtiyaçları kalmadı ve hiçbir şey
için en yakınlarının bile kapısını çalmaz oldular biçiminde anlamak metne uygun
olacaktır.
Yazıtın bu
bölümünde “Türk Oğuz beyleri, millet işitin!” diye başlayan muhteşem ve insanı
heyecanlandıran bir hitap ile yine insanın tüylerini ürperten “üstte gök
çökmese, altta yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilecekti?” meşhur
cümlesi yer almaktadır. İmkânsızlığı anlatmak üzere kullanılan göğün çökmesi ve
yerin delinmesi gerçekten de müthiş bir söz sanatıdır. Bu hitap Türk milletinin
aklını başına toplaması uyarısıyla sürer ve ahmakça davranışlarıyla nasıl
kötülüklere sebep olduğu acı bir şekilde anlatılır. Bu yapılan hataların sonucu
olarak Türk milleti darmadağınık olup dört bir yana gitmiş gittiği yerdeki
kazancı da kanının su gibi akması, kemiğinin dağ gibi yığılması, yukarıda da
söylendiği gibi beylik erkek çocuğunun köle, hanımlık kız çocuğunun da cariye
olmasıdır.
Bilge Kağan,
kendisinin kağan olmasını da Tanrı’nın bağışı olarak görür, ancak bu bağışın
sebebini de “Türk milletinin adının ve sanının yok olmaması” olarak kaydeder.
Bilge Kağan, kağan olduğunda şartların nasıl olduğuna dair bir durum tespiti
yapar. Buna göre o, sıkıntıları çok olan bir toplum üzerine kağan olmuştu ve
babası ve amcasının oluşturduğu yapının dağılmaması için kardeşi Köl Tigin ile
gece gündüz çalışmışlardır.
Bu bölümün
devam eden satırları, Köl Tigin’in kahramanlıklarına ayrılmıştır. Bu satırlarda
kağanın kendisi için en büyük yardımcı olan yiğit bir kardeşin ölümü üzerine
hissettiklerini ve acısını görüyoruz.
Abidenin
kuzey yüzünde de Köl Tigin’in kahramanlıkları anlatılmış, savaşlarda göstermiş
olduğu yararlılıklar tek tek sayılmış ve böylece Bilge Kağan pek çok şey borçlu
olduğu bir yiğit kardeş için yapılabilecek en güzel işi yapmış ve bu yazıtla
onu ölümsüzleştirmiştir.
Şu
satırlar; hem bu yazıtları sanat eseri haline getiren, hem de Bilge Kağan’ın
duygularını çok güzel ifade eden Türkçe harikası satırlardır: “Kardeşim Köl
Tigin vefat etti. Ben düşündüm. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez
gibi oldu. Düşündüm. Ebedi olarak Tanrı yaşar, kişioğlu hep ölümlü yaratılmış
diye düşündüm. Gözden yaş gelse engel olarak, gönülden çığlık gelse geri
çevirerek düşündüm. İyice düşündüm…”
Abidelerde
ölüm kavramını karşılamak üzere, aynı bugünkü gibi, yakınlar için ölüm kelimesi
kullanılmamakta; uçmak, uça barmak, kergek bolmak gibi sözler tercih
edilmektedir. Uçmak ve uça barmak tabirleri kolay anlaşılan tabirlerdir, ancak
kergek bolmak tabiri tartışılmış ve bunun da bir kuş ile yani uçmakla ilgili
olduğu kabul görmüştür. Ölümle uçmak arasındaki ilişki ise ruhun bedenden
kurtulup göğe yükselmesi inancı dolayısıyla kurulmuştur. Bu inanma bugün de görülür.
Türk
tarihinde tiginlerin devlet için birlikte gayret gösterdiklerinin örneği ne
yazık ki çok nadirdir. Tarihimizde, kardeşler genellikle taht kavgası yapmışlar
ve bu kavgalar yüzünden Türk tarihinin içe dönük mücadeleleri çok ciddi bir
sıklıkta karşımıza çıkar. Bilge Kağan ve Köl Tigin’in ilişkisi bu bakımdan son
derece dikkat çekici ve özeldir. Bu ilişkinin bir örneği Tuğrul ve Çağrı
Beylerin ilişkisidir. İki kardeşin anlaşarak devlet idaresinde rol alması, her
iki örnekte de hiç şüphesiz millet ve devlet lehine çok önemli sonuçlar
doğurmuştur. Tarihimizde taht kavgalarıyla ilgili pek çok örnek gösterilebilir
ki bunların sonucunda da hep kardeş kanı dökülmüştür.
Kırk yedi
yaşında ölen Köl Tigin’in yuğ töreni, çevredeki bütün devlet temsilcilerinin
katıldığı görkemli bir tören olmuştur. Törene kimlerin katıldığı da yazıtta tek
tek açıklanmıştır.
Köl
Tigin’in ölüm tarihi ve yuğ töreni tarihi de kaydedilmiş ve onun için sadece
mezar ve yazılı taş yapılmadığı, bir külliye oluşturulduğu kaydedilmiştir.
Yazıtın son
cümlelerinde ise bu yazıların Köl Tigin’in yeğeni olan Yollug Tigin tarafından
yirmi günde yazıldığı belirtilmiş ve “Gökte de hayatta olduğu gibi (yaşayınız)”
duasıyla yazıt tamamlanmıştır.