Türklerin
dinî ve tasavvufî hayatında geniş tesirleri olan ve “pîr-i Türkistan”,
"Hazret-i Türkistan" lakaplarıyla anılan mutasavvıf-şair, Yeseviyye
tarikatının da kurucusudur.
Ahmed Yesevî’nin tarihî şahsiyetine dair
vesikalar azdır, mevcut olanlar da menkıbelerle karışmış haldedir. Bunlardan
sağlam bir neticeye varmak oldukça güç, hatta bazı hususlarda imkânsızdır. Buna
rağmen “hikmet”lerinden, onunla ilgili tarihî kaynaklardan, menâkıbnâmelerden
elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar, menkıbevî de olsa, hayatı,
şahsiyeti, eseri ve tesiri hakkında bir fikir vermektedir.
Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin
doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan
Karasu üzerindeki Sayram kasabasında doğdu. İspîcâb (İsfîcâb) veya Akşehir
adıyla da anılan Sayram kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme merkeziydi.
Bazı kaynaklarda onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu
kaydedilmektedir. Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
Ancak Yûsuf el-Hemedânî’ye (ö. 535/1140-41) intisabı ve onun halifelerinden
oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek
mümkündür. Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, kerametleri ve
menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrâhim
adlı bir zattır. Annesi ise Şeyh İbrâhim’in halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı
Ayşe Hatun’dur. Şeyh İbrâhim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu
olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce annesini, ardından da babasını kaybetti.
Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesi şehrine
gitti ve oraya yerleşti.
Tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî,
küçük yaşına rağmen birtakım tecellî*lere mazhar olması, beklenmeyen
fevkalâdelikler göstermesi ile çevresinin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere
göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nâil olan Ahmed Yesevî Yesi’de Arslan Baba’ya
intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Yine menkıbeye göre, ashaptan olan
Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve Hz. Peygamber’in
kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad
etmesi, Hz. Peygamber’in mânevî bir işaretine dayanmaktadır. Arslan Baba’nın
terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa
yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat eder.
Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm
merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve
mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap ederek onun irşad ve
terbiyesi altına girer. Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatı üzerine irşad mevkiine
önce Abdullah-ı Berkî, onun vefatıyla Şeyh Hasan-ı Endâkı geçer. 1160 yılında
Hasan-ı Endâkı’nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturur. Bir
müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin vermiş olduğu bir işaret
üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye döner;
vefatına kadar burada irşada devam eder.
Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde
geleneğe uyarak tekkesinin avlusunda müridlerine bir çilehane hazırlatır,
vefatına kadar burada ibadet ve riyâzetle meşgul olur. Çilehanede ne kadar
kaldığı belli değildir, fakat ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat
ettiği muhakkaktır. Doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda da
kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Sayram’da İmam Muhammed b. Ali
neslinden gelenlere hâce denildiği gibi onlara bağlı olanlara da aynı isim
veriliyordu. Ahmed Yesevî de bu silsileye bağlı olduğu için Hâce Ahmed, Hâce
Ahmed Yesevî, Kul Hâce Ahmed şekillerinde de anılmaktadır.
Kerametlerinin vefatından sonra da devam
ettiği ileri sürülen Ahmed Yesevî, rivayete göre, kendisinden çok sonra yaşayan
Timur’un rüyasına girer ve ona zafer müjdesini verir. Timur zafere erişince,
Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed
Yesevî’nin kabrini ziyaret için Yesi’ye gelir. Kabrin üstüne, devrin mimari
şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını emreder. Birkaç yıl içinde inşaat
tamamlanır ve türbe, camii ve dergâhı ile bir külliye halini alır. Ahmed
Yesevî’nin türbesi civarına gömülmek bozkır göçebeleri için ayrı bir değer
taşır. Bu sebeple birçok kişi daha hayattayken türbe civarında toprak satın
alarak kabirlerini hazırlarlar. Hatta kışın ölen bir kimse keçeye sarılarak
ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir; bahar gelince götürülüp Ahmed
Yesevî’nin türbesi civarına defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevî’nin Orta Asya
Türklüğü üzerinde ne derece tesirli olduğunu açıkça göstermektedir.
Rivayete göre Ahmed Yesevî’nin İbrâhim
adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Ayrıca Gevher
Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı dünyaya gelmiş, soyu Gevher Şehnaz
vasıtasıyla devam etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta Asya
bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan
pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Bunlar arasında Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ,
Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi zikredilebilir.
Ahmed Yesevî’nin Yesi’de irşada başladığı
sıralarda Türkistan’da, Yedisu havalisinde kuvvetli bir İslâmlaşma yanında İslâm
ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf hareketleri de vardır. Medreselerin
yanında kurulan tekkeler tasavvuf cereyanının merkezleri durumundaydı. Yine bu
yıllarda Mâverâünnehir’i kendi idaresi altında birleştiren Sultan Sencer vefat
etmiş (1157), Hârizmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmeye
başlamışlardı. Bu uygun şartlar altında Ahmed Yesevî Taşkent ve Siriderya
yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında
kuvvetli nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslâmiyet’e bütün samimiyetiyle bağlı
olan yerli halk zümresi ile yarı göçebe köylüler toplanıyordu. İslâmî ilimlere
vâkıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, çevresinde toplananlara
İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle
sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler
söylüyor, “hikmet” adı verilen bu manzumeler, ayrıca dervişleri vasıtasıyla en
uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Hikmetlerin muhtevası, Ahmed
Yesevî’nin hayatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Ancak bunların tarihî
hakikatlere ne derece uygun olduğunu tesbit etmek güçtür. Buna rağmen
Yesevî’nin şiirlerinde yer alan bu bilgiler hayatına, tahsiline, sülûk*üne,
ulaştığı makam ve mertebelere dair bazı açıklamalar getirmesi bakımından
oldukça değerlidir.
Rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki
bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan
müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi
bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Atâ idi. Mansûr Atâ
1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Atâ, Abdülmelik Atâ’nın
vefatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengî Atâ irşad
mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Atâ, üçüncü halifesi, Yesevî
tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve
nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Atâ’dır. Hakîm Atâ Hârizm’de yerleşip irşada
başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Atâ’nın en
meşhur müridi Zengî Atâ idi. Zengî Atâ’nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan
Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid
Atâ ile Sadr Atâ’dan gelmektedir.
Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed
Yesevî de Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri
yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din
âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve
öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri
bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşid ve ahlâkçı
hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve
erkânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyet’i Türkler’e sevdirmek, Ehl-i sünnet
akîdesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik
vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca lirizmden uzak ve sanat endişesi
taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir. İslâm şeriatına ve Hz.
Peygamber’in sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ile
tarikatı kolayca telif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında süratle
yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlara tesir
etmesinin başlıca sebebi olmuştur.
Ahmed Yesevî edebî şahsiyetinden ziyade
fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk
dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini
devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir.
Eserleri: Dîvân-ı Hikmet*. Ahmed
Yesevî’nin “hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet
nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli
farklılıklar arzetmesi, bunların farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana
getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla
değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni
hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait
olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri,
tarikatının esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce
birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir.
Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrnâme ise
Dîvân-ı Hikmet’in Taşkent (Hikmet-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b.
İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1312, s. 2-15) ve bazı Kazan baskılarında
(meselâ, Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî,
1311, s. 3-17) yer almaktadır. Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in
mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının
hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra
Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini
göstermektedir. Fakrnâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir
incelemeyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s.
45-120).