Giriş
Günümüzde “soykırım” olarak yorumlanan gelişmeler yaşanmaktadır. Bunun en çarpıcı örnekleri Türkiye’nin yakın çevresinde gerçekleşmektedir.2003 yılından bu yana Irak’ta Amerika tarafından uygulanan ve bir milyondan fazla insanın ölümüne, birkaç milyon insanın yaralanmasına yol açan gelişmeler “soykırım kapsamı”na sokulabilmektedir. Bunun yanında günümüz dünya kamuoyunun yakından tanık olduğu Çin’in Doğu Türkistan’da Müslüman Türklere yönelik katliamları da İsrail’in Filistin/Gazze’de yapılan katliamları da Myanmar(Burma)’da Budistlerin Müslümanlara yönelik katliamları da bu “soykırım” uygulamalarının tipik örneklerindendir. Batı dünyasında Yahudilere, farklı mezheplerdeki Hristiyanlara, bazı Amerika yerlilerine ve bazı Müslümanlara/Müslüman ülkelere karşı uygulanan “soykırım” olaylarına tarih şahit olmuştur/olmaktadır. Buna benzer örnekleri çoğaltmak, dünyanın değişik ülkelerine doğru genişletmek mümkündür. Taliban, el-Kaide ve IŞİD gibi bazı “Müslüman(!) terör örgütleri”nin inanç farklılığı dolayısıyla başka Müslüman gruplara yönelik katliamlarını ve zulümlerini anlamak için geçmişi, tarihi ve “arka planı” bilmek de doğru okumak da kaçınılmaz olmaktadır.
Günümüzde “soykırım” olarak yorumlanan gelişmeler yaşanmaktadır. Bunun en çarpıcı örnekleri Türkiye’nin yakın çevresinde gerçekleşmektedir.2003 yılından bu yana Irak’ta Amerika tarafından uygulanan ve bir milyondan fazla insanın ölümüne, birkaç milyon insanın yaralanmasına yol açan gelişmeler “soykırım kapsamı”na sokulabilmektedir. Bunun yanında günümüz dünya kamuoyunun yakından tanık olduğu Çin’in Doğu Türkistan’da Müslüman Türklere yönelik katliamları da İsrail’in Filistin/Gazze’de yapılan katliamları da Myanmar(Burma)’da Budistlerin Müslümanlara yönelik katliamları da bu “soykırım” uygulamalarının tipik örneklerindendir. Batı dünyasında Yahudilere, farklı mezheplerdeki Hristiyanlara, bazı Amerika yerlilerine ve bazı Müslümanlara/Müslüman ülkelere karşı uygulanan “soykırım” olaylarına tarih şahit olmuştur/olmaktadır. Buna benzer örnekleri çoğaltmak, dünyanın değişik ülkelerine doğru genişletmek mümkündür. Taliban, el-Kaide ve IŞİD gibi bazı “Müslüman(!) terör örgütleri”nin inanç farklılığı dolayısıyla başka Müslüman gruplara yönelik katliamlarını ve zulümlerini anlamak için geçmişi, tarihi ve “arka planı” bilmek de doğru okumak da kaçınılmaz olmaktadır.
“Allahuekber”
diyerek Müslüman’ın Müslümanı katletmesi, bizi Hz. Muhammed’den sonra
Müslümanlar arasında yaşanan “makam kavgalarına”, Haricî Hareketlere, Cemel
Vakasına(H.36/M.656), Sıffin Savaşı’na(H.36/M.657) ve “cennetle müjdelenen
kimseler”in birbirini öldürmesi olaylarına geri götürmektedir. Bir tarafta Hz.
Aişe’nin ve taraftarlarının, diğer tarafta Hz. Ali ve taraftarlarının yer
aldığı Cemel Vakası, günümüz olaylarına ışık tutmalıdır. Çünkü İslam dünyasında
hemen hemen bütün kanlı çarpışmalar, bölünmeler ve “fitnenin sonuç alması”
Cemel Vakası ile başlamıştır. Cemel Vakası, İslam tarihinde ilk defa
Müslüman’ın Müslüman ile karşılıklı cephelerde savaşmak üzere saf tutmasıdır ve
Müslümanın Müslümanı düşman olarak görmesidir. Birbiriyle savaşan taraflardan
birinin başında Hz. Muhammed’in eşi Hz. Aişe, diğerinin başında Hz. Muhammed’in
amcasının oğlu, damadı ve ilk Müslümanlardan Hz. Ali vardır. “Bu nasıl olur?”
diye sormak normaldir. Ancak araya fitne/fitneciler, münafıklık/münafıklar,
iktidar hırsı ve menfaat girerse olmaz denilen her şeyin olması kaçınılmazdır.
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de bunun birçok örneği görülmüştür
[1].
Cemel
Vakası’nda iki tarafın liderleri, taraftarlarının “iktidar” hırsına karşı
duramayıp savaşa tutuşmuş ve gece olduğunda “Akşamın hayrındansa, sabahın şerri
yeğdir.” deyip ara verilmesi ve aklıselim ile düşünülmesi için zaman kazanmayı
istemiştir. Ancak Abullah b. Sebe ve
benzeri münafıklar ile ajanların
salim akılla düşünmeye fırsat vermeden gece karanlığında her iki tarafı, karşı
tarafın saldırısına uğradığı
taktiği/oyunları ve ifadeleri ile
savaşı kızıştırmış ve günümüze kadar uzanan bölünmenin, düşmanlığın ve
telafisi zor anlayışın temelini atmışlardır. Münafıklar, iki taraf anlaşırsa
Hz.Osman’ın katillerinin ve fitnenin başlarının ortaya çıkacağı endişesiyle
hareket etmişlerdir. Böyle bir durumun da onların sonunu getireceği kaygısının
hâkim olmasına yol açmıştır. Onlar; birkaç kişinin sonunun gelmesini önlemek
için, Müslümanları, on dört asır devam edecek düşmanlığın ve kamplaşmanın içine
çekmekten hayâ etmemişlerdir.[2]
Türk
milleti, bu olaydan yaklaşık 150-200 yıl sonra toplu olarak Müslüman olmasına
rağmen, geçmişte yaşanmış bu olayların etkisinden kurtulamamıştır. O dönemde
Hz. Muhammed’in soyunun da Emevi zulmünden kaçanların da sığınağı henüz
Müslüman olmamış Türklerdir ve Türk yurtlarıdır. Tarihî dönemde Türkler;
zalimin karşısında ve mazlumun yanında olmalarıyla, “soykorumaları” ile
bilinmektedir.
Türkler
ile “soykırım”ı yan yana getirmek, beraber anmak “güneşi balçıkla sıvamak” demektir. Çünkü Türk tarihinde olduğu gibi
ciddi dünya tarihlerinde de Türklerin “soykırım” yaptığına dair bir örnek
yoktur. Buna karşılık Türk milletinin “soykırım” yaptığına yönelik günümüzdeki
iddialar bir yalandır ve Türkleri/Türkiye’yi “köşeye sıkıştırma projesi”nin bir
yansımasıdır.
“Soykırım”; genel olarak, planlı, programlı,
bilerek ve kasıtlı olarak bir soyu yok etmek demektir. Böyle bir anlayışa Türk
tarihinde rastlanmamaktadır. Eğer Türklerin böyle bir niyeti olsa idi bugün ne
Yahudi ne Ermeni ne Rum ne Süryani ne Yezidî ne Arap ne de son dönemde devleti
yönetenler/hükûmet edenler tarafından zaman zaman Türkiye’de 24 veya 36
civarında olduğu iddia edilen “etnik kimlikler(!)” olurdu.
Başlık yaptığımız konunun anlaşılması için
azınlık, dinî azınlık, hoşgörü gibi terimlerden ne anladığımızın açıklanması
gerekli olmuştur. Yapacağımız bu tanımlardan sonra genel hatları ile konu
hakkında bilgi verilecek ve üzerinde düşünülmesi gereken hususların altı
çizilecektir.
a.
Azınlık, Dinî Azınlık ve Hoşgörü Terimleri “Azınlık” terimi, bakıldığı yere ve
bakılan göze göre değişiklik gösteren bir terimdir. Genel anlayışa, “etnik
köken”e ve benimsenen dine göre azınlık tasnifleri/tanımları yapılmaktadır.
Azınlık tanımı tarafımdan şöyle yapılmıştır/yapılmaktadır: "Hâkim unsurun
ortak paydası dışında kalan, ferdî ve toplumsal haklarda ayrıcalığa uğrayan,
toplumun diğer fertleri ile kaynaşmaktan kaçınan veya çoğunluk tarafından
kaynaşılmayan ve farklı bir kültürü ısrarla yaşatmaya çalışan gruptur".[3]Bu
tanımıma göre Türkiye’de ortak paydası olmayan, birbiri ile evlilik yapmayan,
aynı kültür ortak paydasında buluşmayan ve birbirini anlamayan hemen hemen
hiçbir kimse, hiçbir grup yoktur.
“Etnik”
kelimesi, XIX. yüzyıldan itibaren “ırk” ile ilgili bir anlam kazanmıştır.
Günümüzde “etnik”, genel olarak “farklı bir ırka ve/veya farklı bir kültüre
mensup olan grup” olarak değerlendirilmektedir. Her ne kadar ırk daha çok
fiziksel ve biyolojik özellikleri, etnik ise sosyokültürel özellikleri ifade
etse de birbirinin yerine kullanılmaktadır.
Dinî
azınlık; milletin çoğunluğunca benimsenenin dışındaki dinlerden birine mensup
olan ve azınlık durumunda bulunan dinlerin mensuplarına denilmektedir. Genel
kabule göre Türkiye’deki dinî azınlıklar Lozan Antlaşması’nda belirlenmiştir.
Zaten Lozan görüşmeleri sırasında Türkiye’de azınlık olarak “dinî azınlıklar”
söz konusu olmuş ve antlaşma metnine girmiştir. Bunun dışında gündeme gelen
hiçbir azınlık tanımı kabul görmemiştir.[4] Lozan’da Türkiye’nin karşısında masaya
oturanlar, Türkiye’de Türk milletinin ayrılmaz parçaları olan insanları ayrı
bir azınlık sayma yarışına girişmişlerdir. Batılıların Türkiye’ye yönelik bu
yöndeki niyet ve isteklerini, Türk Delegasyonunda yer alan Rıza Nur’un “Biraz
daha gayret ederlerse Türkiye’deki karıncaları da ekalliyet(azınlık)
yapacaklar.”[5] ifadesi çok güzel ortaya koymaktadır.
Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’de Yahudi,
Rum ve Ermeniler dinî azınlıktır. Ancak bu dinî azınlıklar, Türk milletinin
fertleridir ve eşit hatta “artı ayrıcalıklar”ı olan vatandaşlardır. Dinlerinin
ayrı olması, onların ayrı millet olması demek değildir. Osmanlı Devleti’nde
bunlar bir cemaat ve aynı zamanda bir “millet” statüsündedir.[6] Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, Türk kültürünü ve ortak değerlerini esas aldığı için dinî
inanışlarına, etnik kökenlerine bakmaksızın Türkiye’de bulunan herkesi Türk
milleti çatısı altında toplamıştır. Hristiyan olan Süryaniler, kendilerini Türk
olarak tanımladıkları için Lozan’da dinî azınlık olarak değerlendirilmemiş ve
azınlık grubuna dâhil edilmemiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın(1982) 66. Maddesi, “Türk Devletine vatandaşlık
bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesi ile herkesi kucaklamakta ve hiç
kimseyi dışarıda bırakmamaktadır.
“Hoşgörü”
ise genel olarak başkalarının farklı düşünmeye ve yaşamaya hakkı olduğunu kabul
etme, farklı eğilimlere ve tavırlara tahammül göstermedir. Dinî anlamda
“hoşgörü” de din ve vicdan hürriyetine, farklı dine, inanca ve düşünceye sahip
olanların “kanaatleri”ne saygı duymaktır.
İnsanların
barış içinde ve bir arada yaşamaları, karşılıklı hoşgörü anlayışı ile yakından
ilgilidir. Dinlerin amacı da insanların barış ve huzur içinde bir arada
yaşamasını sağlamaktır. Ancak dinlerin bu amacına ve “ilkeleri”ne rağmen
dinlerin hükümleri, zaman zaman o dine mensup insanların bir kısmınca
hoşgörüsüzlüğe yol açacak şekilde de anlaşılabilmekte ve anlatılabilmektedir.
Dinlerin
hoşgörüyü ön gören kurallarına rağmen hoş görülmeyecek
davranışların/uygulamaların görülmesi, bilgisizlik ve eğitimsizlikle yakından
ilgilidir. Hoşgörü gösterilecek ve tahammül edilecek konular/alanlar vardır;
hoşgörü gösterilmeyecek konular/alanlar vardır. Bu konuların/alanların
sınırlarının belirlenmesi, gerçek anlamda bir hoşgörünün gerçekleşmesini
sağlamaktadır. Kişinin hürriyetinin sınırı, başkalarının hürriyetiyle
sınırlıdır. Bu sınır, kişilerde olduğundan daha fazla toplumda kendini
gösterir. Kişi, kendisi için hoş gördüğü bir sözü veya davranışı toplum için
hoş görmeyebilir. Kimi zaman toplumsal bir meseleyi hoş görmek, o toplumun
huzur ve güvenine zarar vermek, “anarşiye pirim vermek” demek olur.
Hoşgörü,
karşılıklı bir eylemdir. Ailede de iş yerinde de çevrede de karşılıklı hoşgörü
önemlidir. Ancak hoşgörüye sığınarak başkasının “değerler”ine saldırmak ve o
değerleri yok etmeye çalışmak hoşgörü ile bağdaşır bir durum değildir. İster
kişi olarak ister toplum olarak olsun herkesin önem verdiği “değerler”
bulunmaktadır. Kişinin değerleri, şahsiyetini bulmasının ve var olmasının
şartlarındandır. Millet için de bu değerler, var olmanın ve varlığını devam
ettirmenin “olmazsa olmazları”dır.
İnsanı
insan yapan değerlerin yaşatılması, ”güven ortamı” ile yakından ilgilidir. Bu
durum, “sevgi anlayışı” ile bağlantılıdır. Sevgi ise insanın yaşatılmasında ve
“hamuru”nda vardır. Allah, “sevgi”yi
kendi varlığının delillerinden saymıştır. Hz.Muhammed, “İman etmedikçe cennete
giremezsiniz ve birbirinizi de sevmedikçe de gerçek mümin olamazsınız.”
buyurarak sevmek ile iman etmek arasındaki ilişkiye dikkati çekmiştir. Böylece
sevgi, insanları bir arada tutan “temel harçlar”dan olmakta ve dinlerin
“Birbirinizi seviniz.” ilkeleri arasında yerini almaktadır. Bundan dolayı
insanların bir arada yaşamasını sağlayan kurallar, hem aynı dine mensup
insanların hem de başka dinden insanların bir arada yaşamasına yöneliktir. Bu
ilkeler, zaman zaman hoşgörüsüzlüğe/“taassuba” varacak şekilde algılanmıştır.
Bunun sebebi de cahillik ve yanlış
anlamadır.
Hoşgörüyü
kendisine temel ilke edinmiş Türk milleti, tarih boyunca dini, milliyeti, kökü
ve kökeni ne olursa olsun hâkimiyeti altında bulunan herkese hep hoşgörü
göstermiştir. Bazı soyların, bazı dinî azınlıkların günümüze kadar gelmesi,
soylarını korumasının; Türk’ün hoşgörüsü sayesinde olduğuna yerli ve yabancı
gerçek belgeler şahitlik etmektedir. Çünkü Türk milletinin %97-98’inin din
olarak benimsediği İslam’ın yüce kitabı Kur’an-ı Kerim; “hoşgörü”ye ve
birbirini “sevme”ye büyük önem vermektedir. Kur’an’da Hoşgörü, belirli
kurallara bağlanmış ve bir “ölçü” dahilinde sunulmuştur. Bu ölçü, aşırılığa varmamakla
sınırlandırılmıştır.
b.
Kur’an’ın Hoşgörü Anlayışından Örnekler Kur’an’da Allah, belirlediği ilkelere
uymayan insanların bulunacağını da dikkate alarak “dinde zorlama”[7] olmadığını
hatırlatmakta ve “Senin dinin sana, benim dinim bana.”[8] ayetiyle herkesin
dininin kendisine ait olduğunu bildirmektedir. İnsanların birbirine baskı ve
zor kullanmasının önünü kesmek için de Allah, insanların farklı inanış ve
davranış içinde bulunabileceğini, istese “insanları tek bir ümmet…”[9]
yapabileceğini açıklamakta ve peygamberlere düşenin ise sadece “tebliğ”[10]
olduğunu vurgulamaktadır.
Kur’an,
Enam suresinin 108. ayetinde,“müşriklerin Allah’tan başka taptıklarına (putlar)
kötü söz söylememeleri”ni[11] istemiştir. Bu ayette Müslümanlar için en güzel
bir “ölçü” ve “hoşgörü” örneği ortaya konulmuştur. Allah, bizzat Hz.
Muhammed’e, “insanları Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle
çağırmasını”[12] emretmektedir. Bunun yanında Allah, ayrıca Peygamber’i Hz.
Muhammed’e, “Sen, kaba ve katı yürekli olsaydın etrafındakiler dağılıp
giderdi.”[13] uyarısında bulunmakta ve onun “hoşgörülü” tavrını olumlu
bulduğunu açıklamaktadır.
Kur’an’da
Müslümanlar için “orta ümmet”[14] tanımı yapılmaktadır. Bu “orta ümmet”,
aşırılıklardan kaçınan ümmet/toplum demektir. Zaten Allah, haddi aşmamayı,
aşırı gitmemeyi istemekte ve “aşırı gidenleri sevmediğini”[15] bildirmektedir.
Bu ölçü; yiyip içmeden giyinmeye, inançtan ibadete, sözden davranışa, ikili
ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadar uzanmaktadır. Bunun yanında insanın “en
güzel şekilde” yaratılmış[16] olduğu bildirilmekte ve insan canına kıyılması
yasaklanmaktadır.[17] Bu ayetlerden Enam suresi 151. ayetinde “…Allah’ın
muhterem kıldığı canı/nefsi haksız yere öldürmeyin…”[18] denilmektedir.
Kur’an’da sadece “öldürmeme” yasağı ile yetinilmemiş ve öldürmenin “insanlık
suçu” olduğu da şöyle vurgulanmıştır: “Bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı
öldürmek, bir canı kurtarmak da bütün canı kurtarmaktır...”[19].
Kur’an’da
bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ancak bu birkaç ayet bile İslam’ın “barış
dini”, “hoşgörü dini” olduğunu ve “terörün her çeşidini” reddettiğini ortaya
koymaktadır. Çünkü Allah, Hz. Muhammed’e dolayısıyla Müslümanlara, “Rabb’in
dileseydi yeryüzündeki insanların tamamı inanırdı. Bunu bildiğin hâlde sen,
insanları inanıncaya kadar zorlayacak mısın?”[20] ayeti ile bir uyarıda
bulunmaktadır. Yukarıda temas ettiğimiz “Dinde zorlama yoktur.”[21] ayetini de
bu konuyla ilişkilendirerek insanları “hür iradeleri” ile baş başa bıraktığını
ve “ …Dileyen inanır, dileyen inkâr eder. . ”[22] ayetiyle de serbest kıldığını
düşünmek mümkündür.
“…Ey insanlar! Bilin ki biz, sizden her toplum
için ayrı bir ‘şeriat’ ve bir yol-yöntem belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi
tek bir ümmet yapardı. Fakat O, gönderdiği farklı ‘şeriatlar’ ile sizi denemek
istedi. Öyleyse ‘hayırlı işlerde’
yarışmaya bakınız…”[23] ayeti, bu konuya en çarpıcı örnek olmalıdır.
c.
Türk milletinin Başka Dinden Toplumlara Hoşgörüsüne Dair Bazı Örnekler Kur’an’da zorlamanın olmaması ve herkesin
dininin kendisine ait bulunması, her insanın yaptıklarından bizzat sorumlu
tutulması, hiçbir cana kıyılmaması yönündeki “ayetler”; İslam’ın hoşgörüsünün
temel taşlarıdır. Müslümanlar, hem Kur’an’ın hem de İslam’ın Peygamberi Hz.
Muhammed’in ve arkasından gelen devlet yöneticilerinin diğer din mensuplarına
gösterdiği hoşgörüyü kendilerine örnek almışlardır. Hz. Muhammed, hem
müşriklere ve putperestlere hem de Yahudilere ve Hristiyanlara hoşgörü ile
yaklaşmış; darda bulunanlarına yardım elini uzatmış ve aç olanlarını
doyurmuştur.[24] Hz. Muhammed, Ehl-i Kitap(Yahudiler) ile yaptığı ilk anlaşma
olan Medine Anlaşması’na koyduğu maddelerde başka dinden ve başka milletten
olanlara nasıl hoşgörüyle yaklaşılması gerektiği ile “hukukun üstünlüğü”nün
örneğini göstermiştir.[25] Hristiyanlarla ilgili de benzer çok hoşgörü
örnekleri vardır. Medine’de Necran Hristiyanlarıyla görüşmeler yapılmış ve Hz.
Muhammed ile Necran Hristiyan Heyeti arasında dogmatik tartışmalar olmuştur. Bu
sırada Hristiyanların ibadet saati gelmiştir. Hz. Muhammed, Hristiyanlara “Dilerseniz,
burada, camide bile ibadetinizi yapabilirsiniz.” demiştir. Onlar da camide
Doğu’ya dönerek ibadetlerini yerine getirmişlerdir.[26]
Kudüs, Mısır, İskenderiye gibi yerler
fethedilince oraların halkına hoşgörü gösterilmiş; din, can ve mal emniyeti
sağlanmıştır.[27] Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethettikten sonra halkla yaptığı
anlaşmaya koyduğu maddeler bu hoşgörüye açık bir örnektir. Bu ölçü, daha
sonraki yöneticiler ve halk için temel olmuştur. Osmanlı Devleti; bu ölçüyü,
yönetimleri altındaki Gayrimüslimlerin inançlarında, yaşayışlarında,
geleneklerinde ve göreneklerinde devam ettirmiş, onlara en geniş hoşgörüyü
göstermiştir.[28]
İslam dininin yegâne koruyucusu durumuna
gelmiş Türk milletinin uygulamaları,
İslam’ın “hoşgörü”ye yönelik yüzünü ve uygulanır biçimini ortaya koyacak somut
bir örnektir. Türkler, tarih boyunca din ve milliyet farkı gözetmeksizin hemen
herkese “Hoşgörü”nün en güzel örneklerini göstermiştir. Çünkü Türkler;
İslam’dan kaynaklanan, Hz. Muhammed tarafından uygulanan, Türk milletinin
“dinî/manevi önderleri” Ahmet Yesevi’de olgunlaşan, Mevlana, Hacı Bektaş Veli
ve Yunus Emre ile her tarafa taşınan “hoşgörü”yü kendilerine ilke
edinmişlerdir. Türkler; atalarından miras aldıkları bu hoşgörüyü, tarih boyunca
hem kendi aralarında hem de başka dinlerden ve kültürlerden insanlara karşı
göstermişlerdir. Türk milleti; Anadolu’da Hristiyan, Yahudi ve başka dinlerden
olan insanlara tarihte de günümüzde de “hoşgörü”nün bütün örneklerini göstermiş
ve göstermektedir. “Dinî azınlıklar”ın kendilerine karşı olumsuz tavırlar
sergiledikleri dönemlerde bile Türkler, “hoşgörü”yü elden bırakmamış ve “dinî
azınlıklar”ın yok olmadan günümüze kadar gelmelerini sağlamışlardır.
Türk
milleti, yönetimleri altında yaşayan başka dinden ve başka kültürden olan topluluklara
hoşgörüyle yaklaşmış, dinî azınlık durumundaki bu toplulukları, dinî inanç ve
âdetlerini yerine getirmekte serbest bırakmıştır. Bu hoşgörünün zirvesi,
İstanbul’un fethiyle ortaya çıkmıştır. Hristiyan halk, padişah Fâtih Sultan
Mehmet’in nasıl bir tavır sergileyeceğini; din, can ve mal emniyeti konusunda
ne diyeceğini merak ederken o; “Ben, hepinize söylüyorum ki tebaam sıfatıyla
artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz için gazabımdan korkmayınız.” diyerek onlara güvence vermiştir.
Fatih
Sultan Mehmet’ten sonra işbaşına gelen padişahların dönemlerinde de, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu günden günümüze kadar da dinî azınlıklara
inanış ve ibadetlerini yerine getirmelerinde geniş imkânlar
verilmiştir/verilmektedir.[29] Bunlardan Gregoryen Ermeniler ve
Museviler/Yahudiler örneklemlerimizdendir.
Türklerin
Anadolu’ya gelmesi, Gregoryen Ermeniler/Türkler için yeni bir dönemin
başlangıcı olmuştur. Çünkü Bizanslılar, hâkimiyetleri altındaki Monofizit
Hristiyanlığın temsilcisi Gregoryen Ermenilere baskı uygulamış ve kendi
“Ortodoks inanışları”nı kabul ettirmek istemişlerdir. Bundan dolayı Ermeniler,
daha önceden tanıdıkları ve hoşgörülerini bildikleri Müslüman Türklerin
kendilerine hâkim olmasını arzulamışlardır. Ermenilerin Bursa Metropoliti
Hovakim, Fatih Mehmet’in kılıcını almış ve İstanbul’u alması için kilisede bir
hafta dua etmiştir. [30]
Müslüman
Türklerin, Hristiyan Ermenilere hoşgörüsüne dair sayısız eserler yazılmış ve
örnekler verilmiştir. İstanbul Ermeni Patrikliği yapmış Malachia Ormanian’ın
1910 yılında ilk baskısı yapılan “L’Église arménienne” isimli eserine yazılan
Ön Söz’de yer alan “Türkler, kendi idareleri altında bulundurdukları halkların
durumlarında hiçbir değişikliğe gitmiyordu. Kur’an’ın emirlerini tebliğ etmekle
yetiniyordu. Kur’an ise, Müslümanlardan, mağlup olanlardan, haraç ödemek
şartıyla, kendi mülklerine sahip olarak yaşamalarını istiyordu. Bu müsait
ortamdan yararlanan Hristiyanlar, en iyi şekilde teşkilatlanıyor ve Türk
idaresi altında özel hayatlarını yaşıyorlardı.”[31] şeklindeki ifadeler, Türk
Hoşgörüsünün dikkat çekici örneğidir.
Türk
milletinin hoşgörüsünü en iyi ortaya koyan diğer bir belge de Ermeni terör
örgütlerinin Türklere karşı ayaklandıkları bir sırada yayımlanmış makalelerdeki
Ermenilerin görüşleridir. Bu görüşler, Ermeni “Dadjar Dergisi”nde
yayımlanmıştır. Burada yayımlanan makaleler Fransızca “A Qui la Faute? Aux
Partis révolutionnaires arméniens”(Hata Kimde? Ermeni İhtilalci Partilerinde)
adı ile 1917’de kitaplaştırılmıştır. Bu kitabın sonundaki bir paragrafta şu
tespitlerin altı çizilmektedir: “Ermeni; 600 yıldan beri, hangisi olursa olsun,
dünyanın başka yönetimi altında, başka hiçbir millet tebaasının ne gördüğü ne
tanıdığı geniş bir sosyal ve dinî hürriyetten yararlanarak Türkiye’nin toprağında
Türk ile yan yana yaşadı.”[32] Kitap, baştan sona kadar Türklere karşı yapılan
haksızlıklara karşı Türklerin intikam peşinde koşmadıklarını ve hoşgörüyü elden
bırakmadıklarını ortaya koymaktadır.
Türk
milletinin Ermeniler gibi en açık hoşgörü gösterdiği ve himaye ettiği diğer bir
dinî azınlık da Yahudilerdir. Dünyada Hristiyanların Yahudilere karşı
“soykırım” uyguladıkları dönemlerde Yahudilerin de imdadına koşan yine Türk
milleti ve Türk Devleti olmuştur. İspanya’daki zulümden Yahudileri gemiler
gönderip Türkiye’ye getiren de 1941-1943 yılları arasında Almanya’daki “Nazi
soykırımı”ndan kurtaran da Türklerdir/Türk milletidir.
Türk
Sultanı II. Bayezid, “Benim ülkemin kapıları, dünyanın neresinde zulüm gören
insanlar varsa onlara açıktır.” diyerek Yahudileri 1492 yıllarında ülkesine
kabul etmiş ve yok olmalarını önlemiştir.[33] Bu kabul, Yahudi tarihçiler
tarafından şöyle takdir edilmiştir: “Ecdadının izini takip eden Sultan Bayezid,
Allah’ın köleleri olan Hz. İbrahim’in soyuna sahip çıkmıştır. Şayet Bayezid’in
bu uygulaması olmasaydı; İspanya, Aragon, Portekiz ve Sicilya’dan kovulmuş olan
Yahudilerin artığı ve İsrail’in hatırası kaybolacaktı…”.[34] Yahudi Haham Eliya
Kapsalı da Bayezid’in, ülkesine kabul ettiği Yahudilere eziyeti yasakladığını,
onlara kötü davrananlara ve işkence edenlere ölüm cezası verileceğini ilan
ettiğini haber vermektedir.[35] Haham Kapsalı’nın bu durumu şu ifadelerle
anlattığı nakledilmektedir: “Türkiye Padişahı Bayezid, İspanya Yahudilerine
yapılan kötülüğü ve bir sığınak aradıklarını öğrenerek onlara merhamet edip
bütün ülkeye münadiler göndererek Yahudilere eziyet etmeyi ve onları kovmayı
kesinlikle yasaklamıştır. Onlara yumuşak davranmayı ve iyilik yapmayı
emretmiştir. Kim ki göçmenlere kötü muamelede bulunursa veya onlara en ufak bir
ceza verirse cezası idam olacaktır”.[36]
Osmanlı
Devleti’ne doğrudan gelen Yahudiler olduğu gibi izin alarak gelenler de
olmuştur. Bu durum Osmanlı arşiv belgelerinde kadılara yazılan hükümlere derç
edilmiştir. Türklerin himayesine İspanya’dan sonra 1493 yılında Sicilya’dan
1496/1497 yıllarında Portekiz’den ve dünyanın değişik yerlerinden Yahudiler
sığınmışlardır. Türk yönetimi, ülkesine sığınan bu Yahudilerin büyük
çoğunluğunu İstanbul, İzmir ve Selanik gibi şehirlere yerleştirmiştir[37].
Bu birkaç örnek bile Yahudi soyunun varlığını
açıkça Türklere borçlu olduğunu ortaya koymaktadır.
Yabancı
yazarların ve seyyahların, XVI. yüzyıldan itibaren, Türkleri tanımak için
yazdıkları eserlerde birleştikleri noktalar şöyle özetlenebilir: Türklerin ülkesinde
hiçbir cinayet vakasına rastlanmamaktadır. Hırsızlık çok enderdir. Hırsızlık
insanlığa yakışmayan kötü bir harekettir, alçaklıktır ve şerefsizliktir.
Riyakârlık, dolandırıcılık, aldatmacılık, inhisarcılık, dilencilik Türkler
tarafından bilinmeyen fiillerdendir.
Batılı
yazarlar, Türklerin bu özelliklerini merak etmiş ve araştırma konusu
yapmışlardır. Yüzlerle ifade edilebilecek bu eserlerden sadece M. D’Ohsson,
1791’lerde yazdığı ve Türkçeye “18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Âdetler” adı
ile çevrilen eserindeki şu cümleler güzel bir örnektir: “Türkler, esasları
Kur’an’da çok bariz bir şekilde anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk
hususunda aynı derecede övülmeye lâyıktır. Kendi aralarındaki içtimaî düzenin
bütün münasebetlerinde iyi niyet ve dürüstlüğün onlara hâkim olduğu görülür.
Meselâ, Türkiye’de, başka yerlerde olduğu gibi, birbirlerine karşı taahhüde
giren vatandaşların durumunu tespit etmek, konulan şartları garantiye almak
konusunda yazılı taahhütlere lüzum yoktur. Türkleri methetmek için hiç
tereddütsüz şunu söyleyebiliriz: Onlar, verdikleri sözün kölesidir. Onların bir
tanıdığını aldatması, emniyeti suiistimal etmesi yahut karşısındakinin
saflığından faydalanması asla düşünülemez...”.[38]
ç.
Soykırım mı, Soykoruma mı? *
Avrupa
Birliği süreci ile birlikte yeniden dünya gündemine gelen konulardan biri de;
geçmişte olduğu gibi günümüzde de, “Ermeni Meselesi” olarak adlandırılan konu
olmuştur. Bu konu, Türkiye sıkıntıya girdiği her dönemde, Batılı bazı
devletlerin ısrarla gündemde tuttuğu ve Türkiye’nin aleyhine kullandığı
konuların başında gelmektedir. Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) ile ortaya
çıkarılan, I. Dünya Harbi ile zirveye taşınan ve Kurtuluş Savaşı ile noktalanan
bu konu; 1970’li yıllarda farklı bir noktaya çekilmiş ve “Ermeni Soykırımı”
şekline dönüştürülmüştür. Türkiye’nin Avrupa Birliği(AB)’ne üye olmasının
gündeme gelmesiyle özellikle 2003 yılından sonra “Sözde Ermeni Soykırımı”
iddiaları sıkça duyulur olmuştur. Bu konuda, takip edilen resmî “siyaset
anlayışı” yanında bazı “araştırmacı-yazar”lar ve bazı “akademisyenler” ile
“diaspora Ermeni örgütleri”nin konuya “ideolojik yaklaşımları”; Batılı
devletlerin konunun üzerine daha fazla gitmesine ve Türkiye’yi “köşeye
sıkıştırması”na yol açmıştır.
Yazıda
yer yer temas ettiğimiz ve alt başlık yaptığımız “soykırım” kelimesi, Türkçeye
“jenosit” kelimesiyle girmiştir. Jenosit, Fransızca génocide(jenosit)
kelimesinin Türkçe söyleniş biçimidir. Jenosit(soykırım), etnik bir grubun
planlı bir şekilde yok edilmesi anlamına gelmektedir. Bu terim de bu terimin
ihtiva ettiği anlam da Türk milletine yabancıdır ve Türk milletinin lügatinde
yeri yoktur. Türk’e yabancı olan bu “terim”, Batı dünyasında çok iyi
bilinmektedir. Çünkü Türk milleti; adı, soyu, dini, dili ve milliyeti ne olursa
olsun herkesi “Allah’ın kutsal emaneti” kabul etmiş, yok etmeyi değil
yaşatmayı, bitirmeyi değil “koruma”yı temel esas bilmiştir. Bunun için Türk
milleti, Ermenileri “soykırım”a tabi tutmadığı gibi tam aksine “Ermeni soyunu
ve inancını yok olmaktan korumuştur.” Bugün dünyada bir “Ermeni Meselesi” varsa
daha genişleterek söylersek dünyada “Yahudi Meselesi” varsa, Yahudi varsa bunu
Türk milletine borçlu olduğu gibi “Ermeni soyu”ndan bahsediliyorsa Türk
milletinin hoşgörüsü ve himayesi sayesindedir.
Bu
yazıda iki din(Hristiyanlık ve Yahudilik) ve iki farklı
topluluk/“millet”(Ermeni ve Yahudi) ele
alınarak Türklerin “soykırım değil soykoruma” yaptıkları bazı örneklerle ortaya
konulmaktadır. Bu örneklerden biri Hristiyan olan Gregoryen Ermeniler, diğeri
de Yahudilerdir.
Yazımızın
gelecek sayıdaki ikinci bölümünde, ayrı iki din mensubuna ve iki
topluluğa/millete Türklerin yaklaşımına, hoşgörüsüne göz atacağız. Önce Ermeni
diye adlandırılan topluluğun/milletin kim olduğu ve nasıl bir Hristiyanlığı
temsil ettiği, Türklerin “Ermeni soyunu ve inancını”, sonra da “Yahudi soyunu
ve inancını” nasıl koruduğunu ele alacağız.
*İlahiyatçı/Dinler Tarihi Uzmanı. Eski MHP
Genel Sekreteri (1999-2000). 21. Dönem MHP Ankara Milletvekili ve TBMM Millî
Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor
Komisyonu Başkanı (1999-2002).
[1]
Bk. Doğuşundan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, İlmî Müşavir ve Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları, İstanbul,
1986, II/233-260; Philip H. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih
Tuğ, İstanbul, 1980, I/276.
[2]
Abdullah b. Sebe’nin Cemel Vakası’nda ve
İslam dünyasında sebep olduğu olaylar için Bk. . Abdurrahman Küçük,
Dönmeler(Sabatayistler) Tarihi, Gözden
Geçirilmiş İlaveli 9. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara 2013,35-47.
[3]
Abdurrahman Küçük, Misyonerlikten
Diyaloğa Türkiye, Ankara 2008, 322;
Abdurrahman Küçük, Türkiye Meselelerine Dair, Ankara 2011, 224.
[4]
Bk. E. Semih Yalçın, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, Berikan Yayınları, Ankara, 2010, s. 199-212.
[5]
Yalçın, Atatürk’ün Millî Dış Siyaseti, s. 208.
[6]
Osmanlı Devleti’nde Dinî Azınlıkların Durumu ve
“Millet Sistemi” için Bk. Ahmet Hikmet
Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler (XIX. Yüzyılın Sonuna Kadar), Ankara, 1997, 7-22,65-88; Yalçın, Atatürk’ün
Millî Dış Siyaseti, s. 199-201; Ali
Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar, Berikan Yayınları, Ankara, 2009, s. 17-19.
[7] Kur’an, Bakara 256.
[8] Kur’an, Kafirûn 6.
[9] Kur’an, Nahl 93.
[10] Kur’an, Nur 54.
[11] Kur’an, Enam 108.
[12] Kur’an, Nahl 125.
[13] Kur’an, Âl-i İmran 159.
[14] Kur’an, Bakara 143.
[15] Kur’an, Maide 87.
[16] Kur’an, Tin 4.
[17] Kur’an, Maide 32, Enam 151, İsra 33, Furkan
68.
[18] Kur’an, Enam 151.
[19] Kur’an, Maide 32.
[20] Kur’an, Yunus 99.
[21] Kur’an, Bakara 256.
[22] Kur’an, Kehf 29.
[23] Kur’an, Maide 48.
[24] Bk. Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet(İslam
Tarihi), çev. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1978, II/114-120.
[25] Bk. Başlangıçtan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, I/263-279.
[26] Bk. Muhammed Hamidullah, Resûlullah
Muhammed, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1973, s. 189.
[27] Bk. Başlangıcından Günümüze Büyük İslam
Tarihi, II/93-100.
[28] Bk. Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler,s.
6-22; Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Azınlıklar, s. 41-52.
[29]
Bir örnek olarak bk. Edmondo de Amicis, İstanbul(1874), çev. Beynun Akyavaş,
Ankara, 2006, s. 145-158.
[30]Bk.
Abdurrahman Küçük, “Türklerin Anadolu’da Azınlıklara Dinî Hoşgörüsü”, Asya’dan
Anadolu’ya Taşınanlar, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara,
1999, s. 31-42.
[31]
Malachia Ormanian, L’Eglise arménienne, Antelias-Liban ,1954, VI.
[32]
A Qui la Faute? Aux Partis révolutionnaires arméniens, İstanbul, 1917, s. 70.
[33]
Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, İstanbul 1947, s. 35; Küçük, “Türklerin
Anadolu’da Azınlıklara. . . ”, s. 56.
[34] Abdurrahman Küçük, Dönmeler(Sabatayistler)
Tarihi, (Gözden Geçirilmiş İlaveli 9.Baskı), Ankara, 2013, s. 88.
[35]
Bk. Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye
Yahudileri, Jerusalem, 1982, s. 26-28.
[36]
Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler, s. 62.
[37]
Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler, s. 62-64.
[38]
M. D’Ohsson, 18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Âdetler, çev. Zehran Yüksel, 189.
* “Soykırım mı, Soykoruma mı?” kısmı
hazırlanırken TÜRKAV Dergisi, Ankara-Eylül-Ekim 2005, sayı 16, sayfa 20-23’de
yayınlanmış ve Türkiye Meselelerine Dair isimli eserimde aynı adla yer almış
yazılarımdan da yararlanılmıştır.
devlet.com.tr