Ali
Yurtgezen
Hâce Abdülhâlik Gücdüvanî hazretleri ilmi,
sohbeti, nasihati, vasiyeti, Nakşiliğin temel usulleri haline gelen prensipleri
kadar keskin feraseti, kerametleri ile de bağlılarını terbiye eder. Onun dilden
dile aktarılarak bugüne ulaşan bazı kerametlerinde her dönem için eskimeyen
mesajlar vardır.
"Vakti geldiğinde..."
Miladi on ikinci yüzyılın ortalarında
Buhara’da Şeyh Allâme Sadreddin Hazretleri bir talebesiyle tefsir dersi
yapmaktadır. O günkü derste Araf suresinin “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice
dua edin. Çünkü O haddi aşanları sevmez.” mealindeki 55. ayeti de konu
edilmiştir. Hoca, dua etmenin edeplerini, ayetteki duanın ibadet veya zikir
anlamlarına da geldiğini anlatır uzun uzun. Fakat bir talebenin yüzündeki
mütereddit ifade gözünden kaçmaz. Hep yapageldiği gibi bu ayetle ilgili
mütalaasını ister ondan. Çocukluktan gençliğe henüz adım atmış olan talebesi,
– Efendim, der, gizlilikten murat, yapılan
dua veya zikri Allah Tealâ’dan başkasının bilmemesidir. Yüksek sesle yahut
dili, başı, vücudu oynatarak yapılırsa, bu halin dışarıdan fark edilmesi
tabiidir. Başkalarının haberdar olmaması için sırf kalple zikredilmeli, ne
istenecekse kalpten istenmelidir. Fakat malumunuzdur ki Rasulullah s.a.v.
‘Şeytan, damarlardaki kan gibi, insanoğlunun içinde deveran eder.’ buyurmuştur.
Hadis-i şeriften, sadece kalp ile yapılan zikir ve duaya bu defa şeytanın vâkıf
olabileceği neticesi çıkıyor. O halde nasıl yapılmalıdır ki dua veya zikirde
gizlilik tahakkuk etsin?
Şeyh Sadreddin hiç müdahale etmeden,
müşfik bir eda ile sonuna kadar dinler talebesini. Yüzüne mutluluk ifadesi bir
tebessüm yayılmıştır. Belli ki beklediği bir sorudur bu.
– Evladım, zikr-i hafînin (gizli zikrin)
nasıl yapılacağı ledün ilminin meselesidir, der usulca ve bir müjde verir gibi
ilave eder:
– Allah Tealâ dilerse dostlarından biri
vasıtasıyla vakti geldiğinde bunu sana öğretecektir.
Nitekim çok geçmez, Hızır a.s. gelir,
manevi evlat edindiği bu gence yirmi iki yaşına kadar zikr-i hafî de dahil
birçok bilgi ve usul öğretir. Sonra Yusuf Hemadânî k.s. hazretlerine ısmarlar
onu ve sırra kadem basar. Aslında daha ana rahmine düşmeden onun doğacağını
babasına haber veren de adını koyan da Hızır a.s.’dır.
Baştan
itibaren böylesine rabbanî bir himaye ile yetiştirilen bu genç, Hacegân
silsilesinin kendisiyle başladığı büyük veli Abdülhâlik-ı Gücdüvânî k.s.’dan
başkası değildir.
Rabbanî
terbiye
İmam Malik rh.a.’in soyundan alim ve zahit
bir zat olan babası Abdülcemil İmam, o doğmadan kısa bir süre önce Malatya’dan
hicret edip Buhara yakınlarındaki Gücdüvan’a yerleşmiştir. Abdülhalik Gücdüvanî
k.s. burada doğar. Cenab-ı Hak, Hızır a.s. vasıtasıyla katından ilim vererek
yücelteceği bu seçkin kulunun, Buhara gibi o devrin ilim ve irfan merkezinde
büyümesini, bu iklimin feyzinden nasiplenmesini takdir etmiştir. Çünkü Ehl-i
Sünnet çizgisini ihya edecek olan Hâcegân silsilesi onunla başlayacak,
Nakşibendiyye yolunu bugün de aydınlatan Kelimat-ı Kudsiyye kandilleri onun
eliyle yakılacaktır. Kendisinden bir asır sonra dünyayı şereflendirecek Şah-ı
Nakşibend k.s. hazretlerini ruhaniyeti ile irşat edecek, ona Hızır a.s.’dan
aldıklarını aktaracak, zikr-i hafîyi öğretecek olan da Hâce Abdülhalik
Gücdüvanî hazretleridir.
Yusuf Hemedanî hazretlerinin sohbet ve ders halkasında manevi makamları
hızla kat eden Hâce Abdülhalik Gücdüvanî, mürşidi vefat ettiğinde onun geride
bıraktığı dört halifesinden biridir. Fakat hemen irşada başlatılmaz. Çünkü
dervişler henüz onun sohbetini kavrayacak seviyede değildir. Sohbet postuna
oturan Hâce Abdullah Berkî hazretleridir, ondan sonra da diğer halife Hâce
Hasan Endâkî k.s. görevi devralır. Üçüncü sırada Hâce Ahmed Yesevî k.s.
hazretleri bu seviyeyi tesis için görevlendirilir. Bu üç dönemde o, Gücdüvan’da
inzivaya çekilir, riyazet ve mücahedesini sessiz sedasız sürdürür. Nefsini çok
ağır imtihanlara tabi tutmakta, böylece ulaştığı manevi halleri tıpkı zikri
gibi gizleyerek kimseye bir şey sezdirmemeye çalışmaktadır. Fakat Cenab-ı Hakk’ın
ikramı ile zuhur eden bazı kerametleri kısa zamanda şöhreti her yana duyurur.
Çok uzak diyarlarda adına hankâhlar kurulmakta, insanlar kalabalıklar halinde
Gücdüvan’a onu ziyarete koşmaktadır. Nihayet Ahmed Yesevî hazretleri şeyhinin
hayattayken işaret ettiği gibi Türkistan’a giderken bütün bağlılarını Hâce
Abdülhalik Gücdüvanî hazretlerine ısmarlayınca Buhara’ya gelir, irşada başlar.
Vasiyeti
hepimize
Bağlılarına ısrarla tasavvufun ancak Kur’an
ve Sünnet ışığında yürünebilen bir yol olduğunu anlatır. Onları cehaletten ve
nefs-i emmareden kurtulmak için gayrete çağırmakta, sohbetine katılanlara her
defasında ilim ve edep tavsiyesinde bulunmaktadır. Tasavvuf yoluna girenlerin
nasıl davranması gerektiğini sadece zamanındaki müritleri değil kendisinden sonra
gelecekler de bilsin diye, manevi oğlu ve halifesi Şeyh Evliya-yı Kebîr’in
şahsında, adeta hepimizi tek tek muhatap alarak şöyle vasiyet eder:
“Ey oğul! Her zaman Allah Tealâ’nın
huzurunda olduğunu unutma. İlim ve edep öğren. Bunun için büyük alimlerin
peşinden git. Rasulullah s.a.v.’in sünnetine sarıl, Sünnet’e uymada sahabe
efendilerimiz gibi ol. Cahillerden uzaklaş, bid’at sahipleriyle, dünyaya düşkün
kimselerle ülfet eyleme. Fıkıh, hadis ve tefsir oku ama şöhret peşinde koşma;
makam hırsına kapılma. Sıradan bir insan gibi yaşa. Kimseyi hor hakir görme.
Kimseden bir şey isteme. Kimseyle münakaşa etme. Tenha yerlerde otur, az ye, az
uyu, az konuş. Dışını çok süsleme. Çok gülme; gözlerinde yaş, gönlünde hüzün
olsun. Tasavvuf büyüklerine, meşayıhtan zatlara dil uzatma, canla başla onların
hizmetine koş. Namazlarını her vakit cemaatle kılmaya gayret et. Şüpheli
şeylerden kaçın, helâlinden kazanıp ye ki amellerini ihlâsla yapabilesin.
Fakirlikten korkma. Fıkhı sermaye, evini mescit edinenin sahibi ve dostu
Allah’tır.”
Tasavvuf yolunda ayağı kaydırmadan
dosdoğru yürüyüp mesafe almak için her daim Allah Tealâ’yı hatırlamak
gerekmektedir. Zor bir iştir bu. Zaman zaman da olsa gelip kalbi işgal eden
dünya gailesi, insana asıl vazifesini, kulluğunu, onu kendisine kulluk etsin
diye dünyaya gönderen Yaradan’ını unutturabilmektedir.
Hâce Abdülhâlik Gücdüvânî k.s., vasiyeti
ile kendisinden sonra gelecekleri bu tehlikeye karşı uyarmakla yetinmez.
Gündelik hayatta ve zikir esnasında bağlı kalınacak bir takım temel düsturlar
belirleyerek müritlerin yürüyüşünü sağlama almak ister. Nakşibendiliğin
“kelimât-ı kudsiyye” diye bilinen on bir temel prensibi, onun bizleri yolda
tutma endişesinin eseridir.
Hûş der-dem, nazar ber-kadem, sefer
der-vatan, halvet der-encümen, yâd-kerd, bâz-geşt, nigâh-daşt, yâd-daşt,
vukûf-i zamanî, vukûf-i adedî ve vukûf-i kalbî diye adlandırılan bu on bir
prensip, tutulacak en doğru ve en emin yolu aydınlatan birer kandil gibidir.
Menkıbeleriyle
de irşadını sürdürüyor
İlmi, sohbeti, nasihati, vasiyeti,
Nakşiliğin temel usulleri haline gelen prensipleri kadar keskin feraseti,
kerametleri ile de bağlılarını terbiye eder Hâce Abdülhâlik Gücdüvanî
hazretleri. Onun dilden dile aktarılarak bugüne ulaşan bazı kerametlerinde her
dönem için eskimeyen mesajlar vardır.
Mesela Buhara’da mürit ve muhipleriyle
velilik halleri üzerine sohbet ettiği bir gün, müslüman kisvesine bürünerek
sohbet halkasına katılan hıristiyan bir gencin sorusu üzerine söyledikleri,
bugün de kulaklarımıza küpe olması gereken ikazlar taşır. Elinde tesbih,
sırtında dervişlik hırkası, omuzunda seccade ile hıristiyan olduğunu gizleyen
bu genç Hâce’ye Efendimiz s.a.v.’in “Müminin ferasetinden sakının; çünkü o
Allah’ın nuru ile bakar.” mealindeki hadis-i şerifinin sırrını sorar. Niyeti
Abdülhâlik Gücdüvânî hazretlerinin ferasetini sınamaktır. Hâce, bu gence kısa
bir süre heybetle nazar eyledikten sonra sert bir tonla:
– Sen önce belindeki zünnarı kesip imana
gel, müslüman ol ki bu hadis-i şerifin sırrı tecelli etsin, diye çıkışır adeta.
Hâce’nin bu tavrı ve sözleri oradaki
herkesi şaşırtır. Zünnar, papazların, ucunu önden sarkıtarak bellerine bağladıkları
örme bir kuşaktır ve tıpkı haç gibi hıristiyanlık alametidir çünkü. Halbuki bu
genç müslüman bir derviş kıyafeti içindedir. Nitekim inkâra yeltenir ama
yakınında bulunan birkaç kişi gencin üzerindeki hırkayı çıkarınca, düğüm düğüm
ederek gizlemeye çalıştığı zünnarının belinde bağlı olduğu görülür. Bu
hıristiyan genç, müminin ferasetindeki isabeti şimdi bizzat yaşayarak
öğrenmiştir. Af diler, zünnarını çözüp atar, kelime-i şehadet getirip müslüman
olur. Hâce hazretleri bunun üzerine etrafındakilere dönüp buyurur ki:
– Ey dostlar! Bu genç zünnarını kesti,
müslüman oldu. Gelin sizler de kalplerinizdeki zünnarı kesip iman edin.
Kalpteki zünnar kibir ve gururdur. Bunları çözüp atmadıkça ahdine sadık bir
mümin olamazsınız!
Kibir ve gururun kâmil bir imana,
dolayısıyla kulluğa mani olduğunu bilen Hâce’nin bağlıları, O’nun vefatından
sonra Gücdüvan’daki mezarını çevreleyen mermerlerin üzerine Mücâdele suresinin;
“Allah sizden (hakkıyla) iman edenleri ve (kendilerine) ilim verilenleri
derecelerle yükseltir.” mealindeki 11. ayetini yazdırırlar. Hem menkibeleri hem
bu ayet-i kerime, Abdülhalik Gücdüvanî’nin asırlardır türbesine ziyarete
gelenlere irşadını ulaştırmayı sürdürür sanki. Yücelmenin, Allah katında
şerefli bir mevkiye ulaşabilmenin büyüklenmekle, kibirle, gururla değil; iman
ve ilimle mümkün olduğunu söyler duymasını bilenlere.