Prof. Dr. Hasan ONAT
Her şeyden önce bir gerçeği tespit
edelim: Şiddet ve terör, en temelde insanın doğasına, fıtrata aykırıdır. Amaç,
ne kadar anlamlı ne kadar yüksek olursa olsun, eğer yöntem olarak şiddet ve
terör esas alınıyorsa istenilen sonuca hiçbir zaman ulaşılamaz. Çünkü insanlık
tarihi, şiddet ve terörle var olmaya çalışanların eninde sonunda kendi
kendilerini yok ettiklerini göstermektedir. Belki de bu yüzden, şiddetin ve
terörün en mühim gıdası cehalet ve hamakattır.
Şiddet, karşıt görüşte olan insanları,
ikna etme yerine, kaba kuvvetle ve zor kullanarak bir şeyler yapmaya veya belli
bir fikri kabul etmeye zorlamak anlamına gelmektedir. Terörün ise kokutma,
yıldırma, tedhiş; cana kıyma ve malı mülkü yakıp yıkma, insanları kışkırtma
gibi anlamları vardır. Terör, şiddetin daha çok siyasi bir amacı
gerçekleştirmek için sistemli olarak kullanılması şeklinde tanımlanabilir.
Terörde örgütlülük ve devamlılık söz konusudur. Terör olarak nitelenen şiddetin
kuralı da yoktur.
Şiddet ve terörün ortaya çıkmasını
hazırlayan, bazı hastalıklı beyinlerde meşru görülmesine yol açan pek çok sebep
vardır. Yoksulluk, özgürlüklerin kısıtlanması, adaletsizlik, ezilmişlik hemen
akla gelebilecek sebeplerdir. Ancak, bütün bunlar, masum insanların insafsızca
öldürülmesini meşrulaştırmaya yetmez. İnsanın hırsının, açgözlülüğünün tavan
yaptığı, öfkesinin aklını örttüğü, vicdanının sağırlaştığı kör bir nokta
vardır: Egemenlik meselesi. Aslında, şiddetin de terörün de çekirdeğinde bir
tür iktidar hırsının yattığını görmezlikten gelmek mümkün değildir.
İnsanların gözünü kör eden, vicdanlarını susturan işte bu hırstır. Çoğu
zaman, işin özünde yatan bu husus, kolayca kamufle edilebilmektedir. Bu gerçeği
göz ardı ederek atılacak her adım, taviz olarak anlaşılacak ve sorunu çözümsüz
hâle getirecektir.
Şiddet ve terörün toplumda taban
bulabilmesi, yapılan işin bir şekilde meşrulaştırılmasına ya da meşru
gösterilmesine bağlıdır. Bu noktada, insanların zaafları ve beklentileri
kullanıldığı gibi, gelenekteki hastalıklı damarlardan da beslenilmektedir.
Müslüman kültürde şiddeti ve terörü besleyen, hatta meşrulaştırılmasını
kolaylaştıran hastalıklı bir yapı vardır. Bu yapıda insan algısı
ötekileştirmeyi kolaylaştırır. Ölü ve ölümseverlik, insanı kolayca feda etmeyi
mümkün kılar. Bu yapı ezilmişlik psikolojisi ile buluştuğu zaman din, siyasal
ideolojiye, egemenlik hırsına hizmet eder hâle gelebilir. En kötüsü; din,
birleştirmek yerine ayrıştırmaya; ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandırmaya
başlayabilir. Türkiye'de böylesi bir sürecin başladığının işaretlerini görmek
mümkün hâle gelmiştir.
Müslümanların yaşadıkları yörelerde,
maalesef, insanın, hayatın, barışın çok da değerli olduğunu söyleyemiyoruz.
Müslüman kültüre kök salan hastalıklı damar, hem ölüm/ölüseverliği, hem de
şiddeti ve terörü besliyor. Bunun sebebinin ne olabileceği üzerinde derin
çözümlemeler yapılabilir. Ancak, bir sebep var ki insanı derinden ürpertiyor.
İnsanı dine, töreye, geleneklere, ideolojiye feda etmek. Sanıyorum, hastalıklı
damar daha çok buradan besleniyor. Yüce Yaratıcı insanı önemsiyor, onu uyarmak
için vahiy gönderiyor. Müslüman insan, vahyi anlayıp özgürleşeceği yerde, başta
gelenek olmak üzere her şeyi kutsallaştırıyor, dinleştiriyor; insanı da
uydurduğu dine kurban veriyor. İslam, hayatı ve barışı esas alan bir dindir.
Eğer insanca yaşamaktan, insan olmaktan söz edilecekse hayatın, adaletin,
barışın olmadığı yerde insanlığın yeşerme imkânı bulamayacağını belirtmekte
fayda vardır.
Öte yandan, şiddet ve terörün, insan
onurunu zedeleyen küresel bir boyut kazandığı gerçeği de ortadadır. Küresel
aktörler, dünyayı istedikleri gibi biçimlendirebilmek, sömürü düzeninin ömrünü
uzatabilmek için, şiddet ve terörü onursuzca kullanabilmektedirler.
Sonuçta olan, masum insanlara
olmaktadır. Ocaklara ateş düşmekte, anaların yüreği yanmaktadır. Bir buçuk
milyar Müslüman; şiddetin, terörün, yoksulluğun, adaletsizliğin pençesinde
kıvranmaktadır.
Din adına hiçbir sebep; ölüme, şiddete
ve terörü meşrulaştırmaya izin vermez. Kur'an'a göre bir tek insanın haksız
yere öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesi gibidir. Bir tek insanın hayat
bulması da bütün insanların hayat bulması gibidir (5/32).
Ortada küresel nitelik taşıyan bir
sorun vardır ve bu sorun bütün insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. Hiç
kuşkusuz adaletin egemen olduğu sağlıklı bir demokrasi, bir dereceye kadar
çözüm getirebilir. Ancak, terörün etnik ve egemenliğe dayalı bir boyutu varsa
geleneğin içindeki hastalıklı damarın daha bir belirleyici olduğunu unutmamak
gerekir. Ayrıca şiddet ve terörle mücadele topyekûn bir mücadele olmalıdır. Bu
konuda ortaya çıkan/çıkacak olan her türlü zaaf ve zaaf olarak anlaşılabilecek
husus, terörün değirmenine su taşımak anlamına gelir.
Şiddeti ve terörü sadece güvenlik
sorunu olarak görmek, aslında onu doğru anlayamamak demektir. Unutmamak gerekir
ki sorunun asıl kaynağı insandır. Şiddet ve terör, her ne kadar insanın
potansiyel olarak iyiyi de kötüyü de yapabilecek olmasıyla ilgili görünse de
insanın fıtratına uygun değildir ve sonradan öğrenilmektedir. İnsanlar; şiddet
yanlısı ya da terörist olarak doğmazlar; sonradan şiddeti yaşam biçimi olarak
benimseyebilirler ve terör eylemlerinde bulunabilirler. Şiddetin ve terörün
ilacı "yaratıcı sevgi", "insanın yaratıcı yeteneklerinin etkin
olmasına imkân sağlamak" ve "yüksek güven kültürü yaratmak"tır.
Bunun için de önce insanların insan olmanın başlı başına bir değer olduğunu
görmeleri gerekir. Sonra da şiddet ve terörle bir yere varılamayacağının
bilinmesi lazımdır. Şiddet ve terör, onu yaşam biçimi hâline getirenlere yaşama
izni vermez.
.