BİZ RUH’UMUZU TANRI DAĞLARINDA BIRAKTIK (3)



Basında çıkan haberlere göre, 7 bağımsız Türk devletinden biri olan, 6 milyon nüfuslu Kırgızistan, dünyanın en fakir 50 ülkesi listesinde 33. Sıradaymış… Fakat bence hiç de öyle değil, tam tersine dünyanın en zengin 50 ülkesinden birisi bence… Zenginlik ölçütünüzün ne olduğuna bağlı olarak değişiklik gösterir bu tip tek taraflı tespitler…
Eğer ölçütünüz kişi başına düşen milli gelir ise evet, bu ülke çok fakir… Ama ölçütünüz parayla satın alamayacağınız, yıktıktan sonra aynısını yapamayacağınız, doğanın binlerce yılda oluşturduğu coğrafi birikimler, yani metrekare başına düşen doğal kaynak miktarı ise, bu ülke çok zengin…

Kapitalizmin hiç ayak basamadığı, Amerikan emperyalizmine hizmet eden devasa küresel şirketlerin henüz eline geçiremediği, dört yanında dünya markalarına ait İngilizce tabelaların görülmediği, şehirlerini Avm’lerin, estetikten yoksun betonarme ve camdan kulelerin kuşatmadığı, köylerini ve doğasını maden şirketleri ile hes santrallerinin kirletemediği, çok zengin bir ülke Kırgızistan… Umarım hiçbir zaman da kirletemezler. Şu anda tüm dağları büyük bir hızla, iç ve dış gafillerin işbirliğiyle delik deşik edilen, ormanları acımasızca katledilen Anadolu ileride kurak bir çöl haline gelirse, torunlarımız tekrar o Anayurda gidip sığınabilirler.

Rehberimiz Ulukman beye bu temizliğin nedenini sorunca aldığımız yanıt çarpıcı: “Ruslar sayesinde!” Haklı olarak Ruslara epey büyük bir saygı besliyorlar, çünkü her şeylerini onlara borçlular. Örneğin Bişkek’teki geniş caddeler, içlerinde sergilenen heykellerle daha bir zenginleştirilip, birer açık hava müzesi haline getirilmiş parklar, o devasa kent meydanı, anıtlar, mermerden yapılmış opera, tiyatro, müze ve kamu binaları, hiçbir yoğunluğa olanak tanımayan trafik düzeni, satranç tahtası biçeminde yerleştirilmiş mahalle ve sokaklardaki, mimarisi bütünlük arz eden apartman blokları, yol kenarlarını süsleyen ve doğal şemsiye vazifesi gören ağaçlar ve o şahane ağaçları sulamak için, yolların 2 tarafına birden açılmış su arkları… Ulukman beyin, yemyeşil Ala Too meydanını ve enfes tablolarla keçe halılara ilaveten Kırgız kültürüne dair her şeyin sergilendiği Bişkek Müzesi’ni gezdirirken bize aktardığına göre, bunların hepsi Sovyetler Birliği zamanında, yani 1992 yılında bağımsızlıklarını ilan edip, parlamenter sisteme geçmeden önce yapılmış.

Ama onlar da bu güzellikleri gözleri gibi korumuşlar. Zaten sosyalist rejim zamanında alıştıkları disiplin ve titizliği sürdürüyor ve bunu her alanda hissettiriyorlar. Bir yandan Ruslara uyum sağlayıp (mesela hiçbir tuvalette taharet musluğu yok), öte yandan yüzlerce asırlık göçebe kültürünü sürdürmeyi başarmaları, büyük bir öz disiplinin neticesidir. Bununla birlikte, uzun süre Rus etkisine maruz kalınca, Türklük yönünden biraz asimilasyona uğramış olmaları da çok normal. Yerleşim yeri adlarının çoğu Türkçe ama Kiril alfabesiyle okuyup yazdıkları için, halkın geniş kesimi bunun farkında değil… Ve en büyük şikâyetleri -Türk Töresinde asla yeri olmayan- tüm devlet dairelerinde yaygın olan rüşvet… “Bilge olmak, Alp olmak, Tüz (düz, ahlaklı) olmak” şeklindeki üç ilkeyle özetlenen “Yüce Türk Töre”sini yitiren, sembollere sahip çıkıp anlamlarını unutan tek Türk devleti biz değilmişiz yani anlayacağınız…

Tur programımızdaki bizi en fazla heyecanlandıran aktiviteyi gerçekleştirmek üzere, minibüsle Narin şehrine giderken, yol boyunca sıralanan köylerde bile kültürel kimliği bozan, mimari düzene aykırı tek bir yapı göremedik. Evlerin hepsi belirli bir plana uygun inşa edilmişti ve kiremitten yapılmış, tek tip üçgen çatıları çok şıktı. Evlerin yanında şirin kümesler ve ağıllar göze çarpıyor, bahçelerinde çiftlik hayvanları geziniyordu. Daha zengin oldukları güzelliğinden anlaşılan bazı evlerin yanı başında ise ahırlar, haralar ve at çiftlikleri göze çarpıyordu. Kışın köyde, yazın dağlarda göçebe bir yaşam tarzı süren ve ekseriyetle hayvancılık, biraz da tarımla uğraşan halkın, binek olarak kullanacakları atlar ile kesimlik yani yemelik atları ayrı haralarda yetiştirdikleri gözümüzden kaçmadı. Etinden ve sütünden yararlandıkları atlar, tabanlarına hiç nal çakılmamış, sırtlarına hiç semer vurulmamış, ağızlarına hiç gem vurulmamış atlar olduğu için etleri yumuşak oluyormuş. Dağlarda gördüğümüz, sürüler halinde özgürce gezen atlar işte bunlarmış.

Adını, kentin içinden narince süzülüp akan nehirden alan Narin’de bir gece kaldıktan sonra, sabah erkenden, Kırgızistan’ın ikinci büyük gölü Son Köl’e doğru hareket ettik. İlk önce, arabalarla Kurtka köyünden geçerek, Mahabat Köprüsü’ne ulaştık. O noktadan sonra ise geceyi geçireceğimiz Songöl’ün yanındaki keçe çadır kampına, ömrümüzce unutamayacağımız, 6 saat süren bir at yolculuğu ile ulaştık. 

Köprüde bizi karşılayan ve tüm yol boyunca koruculuk eden atlı seyisler, yanlarında her birimiz için bir at getirmişti. Gözüme doru diye tabir edilen bir atı kestirip, yanına gittim. İlk kez bir ata dokunmama rağmen hiç korkmadan onu alnından öptüm. Kulağına tatlı sözler fısıldayıp sırtını ve kahverengi yelelerini sevdim. O da bana gülen gözleriyle karşılık verdi. Az sonra genç çobanın yardımıyla keçe eyerin üzerine kurulmuştum bile. Ekip arkadaşlarım da kendi atlarını seçip, binmişlerdi. Rehberimiz Ulukman bey, hepimizin duyacağı bir ses tonuyla ata nasıl hükmetmemiz gerektiğini anlattı:
“Atınızın karnına topuğunuzla yavaşça vurup “Çuh!” derseniz atınız yürüyüşe geçer, siz bu arada yuları sakın elinizden bırakmayın. Tek elinizle yuları tutarken, düşmemek ve dengenizi sağlamak için de öteki elinizle eyerin önündeki demir kolçağı tutun. Hareket halindeyken yuların sağ tarafını kendinize çekerseniz atınız sağa, sol tarafını çekerseniz sola doğru yönelir. Atınızı durdurmak için, yuların iki tarafını birden kendinize çekmeniz yeter, atınız hemen durur. Yalnız, sakın attan kendi başınıza inmeye kalkışmayın, at kaçabilir. Atın gerisinde durmayın, tepebilir. Mola yerine varınca hem kendi kumanyalarınızı yemeniz, hem de atlarınızı otlatıp sulamanız için çobanlarımız attan inmenize ve tekrar binmenize yardımcı olacaklar zaten.”



 Hepimiz “Çuh! Çuh!” diye komut verip atlarımızı mahmuzladık. Ben dahil pek çoğumuz hayatımızda ilk kez ata binmemize rağmen, kısa bir alıştırma turundan sonra hepimiz atlarımızla bütünleşmiştik. Yer yer taşlı ve dikenli, yer yer dik ve engebeli rota üzerinden, en öndeki seyisi izleyerek ilerlemeye başladık. Kılavuz atı göremeseler bile, atların hepsi bir öndeki atı uysalca takip ediyordu. Ama sıra hiç aynı kalmıyordu. Bazen benimki bir hamle yapıp önümdeki atları solluyordu, bazen arkamdaki at beni geride bırakıp önüme geçiyordu. Ata binmek insana gerçekten özgürlük duygusu ve güven veriyordu. Yol boyunca yakınımızda, uzağımızda serbestçe gezen kesimlik at sürüleri, rengârenk dağ çiçekleri ve yoncaların arasından kıvrılarak akan, incecik su kaynakları görüyorduk. Atım taze yoncaları görünce hemen başını yere indirip yemeye, buz gibi sulardan içmeye çalışıyordu ama yularını geri çekip izin vermiyordum. Çünkü çoban, çok yiyip içince atların şişip yürüyemediklerini söylemişti. 


Biz at yolculuğunu tercih ettik ama Son Göl’e at ile tırmanmak mecburi değil. Kışın kardan kapanan, sadece yaz aylarında kurulan kamp alanına, toprak yolu kullanarak, arabayla ya da bisikletle de ulaşılabiliyor. Yemek molasından sonra dağlık araziyi geride bırakıp, toprak yola paralel kırlık düz arazide ilerlerken, toprak yolu kullanan birkaç bisikletli turiste rastladık. Yine birkaç göçebe yerli de eski Rus otomobilleri ile tozu dumana katarak ve bize el sallayarak yanımızdan geçtiler. İlk önceleri terletirken, şimdi üşütmeye başlayan havanın soğumasından zirveye yaklaştığımızı anlıyordum ama dengemi kaybedip düşmemek için sırt çantamdaki anorağımı çıkarmaya da cesaret edemiyordum.

Derken sonra birden önümdeki atlarla aramın çok açılmış olduğunu fark ettim, ilerideki bir tepenin ardında kayboldular. Sonra dönüp arkama baktım. Arkamdan gelen atlılar da çok geride kalmıştı, minnacık görünüyorlardı. Ama paralelimdeki toprak yolun beni kampa ulaştıracağını biliyordum artık, korkmadım. Sadece biraz garip oldum. Uçsuz bucaksızmış gibi görünen kırlarda, solumdaki toprak yol, üzerimdeki mavi gök, yer yer bembeyaz bulutlar, Tanrı Dağı, atım ve ben, tek başıma kalmıştım. Çok soğuktu, ürperdim…

Ve o yalnızlık duygusuyla, biraz da cesaret almak umuduyla içimden bir türkü tutturmak geldi.

Bilge Önder Atatürk’ün çok sevdiği bir türkü: “Sarı zeybek Aman, Şu dağlara yaslanır Aman!”

Nasıl olsa o anda sesimi atımdan ve yerle gökten başka işiten yoktu. Sesim iyi mi, kötü mü çıkıyor, beni beğenecekler mi, beğenmeyecekler mi? Hiç umurumda değildi. Bununla birlikte hiç detone de olmadım. Hattâ o an içinde bulunduğum trans hâlinin etkisinden olsa gerek, sesim kendime her zamankinden daha mükemmel geldi. Bunun üzerine iyice coştum, Tanrı Dağına yaslanıp, daha yüksek sesle, daha içten söylemeye devam ettim:

“Sarı zeybek Aman, Şu dağlara yaslanır Aman! Yağmur yağar, silahları Efem ıslanır! Bir gün olur Aman, Deli gönül uslanır Aman! Eyvah olsun, Telli doru Efem şanına! Eğil bir bak, Mor cepkenin Efem kanına! Karşı dağı Aman, Duman aldı bürüdü Aman! Üç yüz atlı, Beş yüz yayan Efem yürüdü! Sarı zeybek Aman, Şu cihanda bir idi Aman! Eyvah olsun, Telli de doru Aman şanına! Eğil bir bak, Mor cepkenin Efem kanına!”

Sanırım atım da memnundu durumdan. Memnun olmasa huysuzlanırdı diye düşündüm. Oysa hiç tepki vermiyor, sanki huşu içinde beni dinliyordu. Türküyü bitirdikten sonra tüm korkularım geçmişti.

“Biz bu Tanrı Dağına Ata Ruhlarıyla dertleşmeye, şikâyet etmeye, onlardan yardım istemeye geldik!” dedim yüksek sesle ve cesaretle, “Onlar beni duysun ve beğensin yeter. Cengiz Han duysun, Mete Han, Bilge Kağan, Başbuğ Atilla, Kürşat, Alparslan duysun. En önemlisi de Atatürk duysun!”

Ve duydular beni gerçekten de…

Çünkü bunları der demez ağlamaya başladım.

Çünkü Ruh yanına gelince, insan gözyaşlarını tutamazmış. Tutamadım…

O ağlayışta garip bir haz vardı. Gurur vardı, onur vardı, şeref vardı. Sevinç, acı ve özlem vardı.

Vatan vardı o ağlayışta. Millet vardı, aşk vardı, hüzün ve umut vardı. Hepsi bir aradaydı.

Çünkü ben onları duymuştum, onlar da beni duymuştu işte;

O ağlayışta Ruh vardı…

Tanrı Dağlarında bıraktığımız, Atalarımızın Yücelmiş Ruhu vardı. (*)

(*) “Eski Türkler, Dağların, Ormanın, Toprağın, Yersuların ve Göksuların, kısacası cansız zannedilen, doğadaki tüm varlıkların bir Ruhu olduğunu bilir ve büyük ölülerin o Ruhlara karışarak yüceldiğine, ölümsüzlüğe erdiğine inanırdı. Onların tümüne sonsuz saygı gösterir, darda kaldıkları her zaman “Görünmezler” ya da “Gayberenler” adını verdikleri o Yüce Ruhlardan yardım isterlerdi.” Ayşe Işık PEHLİVANOĞLU – Büyük Türk Ruhunun Dirilişi – Atayurt Yayınevi – Kasım 2017 – Syf:133

(Haftaya Asya’nın Gözü diye anılan Issık Göl’ün Kutsal Ruhu ile buluşmak üzere…)