Basında
çıkan haberlere göre, 7 bağımsız Türk devletinden biri olan, 6 milyon nüfuslu
Kırgızistan, dünyanın en fakir 50 ülkesi listesinde 33. Sıradaymış… Fakat bence
hiç de öyle değil, tam tersine dünyanın en zengin 50 ülkesinden birisi bence…
Zenginlik ölçütünüzün ne olduğuna bağlı olarak değişiklik gösterir bu tip tek
taraflı tespitler…
Eğer
ölçütünüz kişi başına düşen milli gelir ise evet, bu ülke çok fakir… Ama
ölçütünüz parayla satın alamayacağınız, yıktıktan sonra aynısını
yapamayacağınız, doğanın binlerce yılda oluşturduğu coğrafi birikimler, yani
metrekare başına düşen doğal kaynak miktarı ise, bu ülke çok zengin…
Kapitalizmin
hiç ayak basamadığı, Amerikan emperyalizmine hizmet eden devasa küresel
şirketlerin henüz eline geçiremediği, dört yanında dünya markalarına ait
İngilizce tabelaların görülmediği, şehirlerini Avm’lerin, estetikten yoksun
betonarme ve camdan kulelerin kuşatmadığı, köylerini ve doğasını maden
şirketleri ile hes santrallerinin kirletemediği, çok zengin bir ülke
Kırgızistan… Umarım hiçbir zaman da kirletemezler. Şu anda tüm dağları büyük
bir hızla, iç ve dış gafillerin işbirliğiyle delik deşik edilen, ormanları
acımasızca katledilen Anadolu ileride kurak bir çöl haline gelirse,
torunlarımız tekrar o Anayurda gidip sığınabilirler.
Rehberimiz
Ulukman beye bu temizliğin nedenini sorunca aldığımız yanıt çarpıcı: “Ruslar
sayesinde!” Haklı olarak Ruslara epey büyük bir saygı besliyorlar, çünkü her
şeylerini onlara borçlular. Örneğin Bişkek’teki geniş caddeler, içlerinde
sergilenen heykellerle daha bir zenginleştirilip, birer açık hava müzesi haline
getirilmiş parklar, o devasa kent meydanı, anıtlar, mermerden yapılmış opera,
tiyatro, müze ve kamu binaları, hiçbir yoğunluğa olanak tanımayan trafik
düzeni, satranç tahtası biçeminde yerleştirilmiş mahalle ve sokaklardaki,
mimarisi bütünlük arz eden apartman blokları, yol kenarlarını süsleyen ve doğal
şemsiye vazifesi gören ağaçlar ve o şahane ağaçları sulamak için, yolların 2
tarafına birden açılmış su arkları… Ulukman beyin, yemyeşil Ala Too meydanını
ve enfes tablolarla keçe halılara ilaveten Kırgız kültürüne dair her şeyin sergilendiği
Bişkek Müzesi’ni gezdirirken bize aktardığına göre, bunların hepsi Sovyetler
Birliği zamanında, yani 1992 yılında bağımsızlıklarını ilan edip, parlamenter
sisteme geçmeden önce yapılmış.
Ama
onlar da bu güzellikleri gözleri gibi korumuşlar. Zaten sosyalist rejim
zamanında alıştıkları disiplin ve titizliği sürdürüyor ve bunu her alanda
hissettiriyorlar. Bir yandan Ruslara uyum sağlayıp (mesela hiçbir tuvalette
taharet musluğu yok), öte yandan yüzlerce asırlık göçebe kültürünü sürdürmeyi
başarmaları, büyük bir öz disiplinin neticesidir. Bununla birlikte, uzun süre
Rus etkisine maruz kalınca, Türklük yönünden biraz asimilasyona uğramış
olmaları da çok normal. Yerleşim yeri adlarının çoğu Türkçe ama Kiril
alfabesiyle okuyup yazdıkları için, halkın geniş kesimi bunun farkında değil…
Ve en büyük şikâyetleri -Türk Töresinde asla yeri olmayan- tüm devlet
dairelerinde yaygın olan rüşvet… “Bilge olmak, Alp olmak, Tüz (düz, ahlaklı)
olmak” şeklindeki üç ilkeyle özetlenen “Yüce Türk Töre”sini yitiren, sembollere
sahip çıkıp anlamlarını unutan tek Türk devleti biz değilmişiz yani
anlayacağınız…
Tur
programımızdaki bizi en fazla heyecanlandıran aktiviteyi gerçekleştirmek üzere,
minibüsle Narin şehrine giderken, yol boyunca sıralanan köylerde bile kültürel
kimliği bozan, mimari düzene aykırı tek bir yapı göremedik. Evlerin hepsi
belirli bir plana uygun inşa edilmişti ve kiremitten yapılmış, tek tip üçgen
çatıları çok şıktı. Evlerin yanında şirin kümesler ve ağıllar göze çarpıyor,
bahçelerinde çiftlik hayvanları geziniyordu. Daha zengin oldukları
güzelliğinden anlaşılan bazı evlerin yanı başında ise ahırlar, haralar ve at
çiftlikleri göze çarpıyordu. Kışın köyde, yazın dağlarda göçebe bir yaşam tarzı
süren ve ekseriyetle hayvancılık, biraz da tarımla uğraşan halkın, binek olarak
kullanacakları atlar ile kesimlik yani yemelik atları ayrı haralarda
yetiştirdikleri gözümüzden kaçmadı. Etinden ve sütünden yararlandıkları atlar,
tabanlarına hiç nal çakılmamış, sırtlarına hiç semer vurulmamış, ağızlarına hiç
gem vurulmamış atlar olduğu için etleri yumuşak oluyormuş. Dağlarda gördüğümüz,
sürüler halinde özgürce gezen atlar işte bunlarmış.
Adını,
kentin içinden narince süzülüp akan nehirden alan Narin’de bir gece kaldıktan
sonra, sabah erkenden, Kırgızistan’ın ikinci büyük gölü Son Köl’e doğru hareket
ettik. İlk önce, arabalarla Kurtka köyünden geçerek, Mahabat Köprüsü’ne
ulaştık. O noktadan sonra ise geceyi geçireceğimiz Songöl’ün yanındaki keçe
çadır kampına, ömrümüzce unutamayacağımız, 6 saat süren bir at yolculuğu ile ulaştık.
Köprüde
bizi karşılayan ve tüm yol boyunca koruculuk eden atlı seyisler, yanlarında her
birimiz için bir at getirmişti. Gözüme doru diye tabir edilen bir atı kestirip,
yanına gittim. İlk kez bir ata dokunmama rağmen hiç korkmadan onu alnından öptüm.
Kulağına tatlı sözler fısıldayıp sırtını ve kahverengi yelelerini sevdim. O da
bana gülen gözleriyle karşılık verdi. Az sonra genç çobanın yardımıyla keçe
eyerin üzerine kurulmuştum bile. Ekip arkadaşlarım da kendi atlarını seçip,
binmişlerdi. Rehberimiz Ulukman bey, hepimizin duyacağı bir ses tonuyla ata
nasıl hükmetmemiz gerektiğini anlattı:
“Atınızın
karnına topuğunuzla yavaşça vurup “Çuh!” derseniz atınız yürüyüşe geçer, siz bu
arada yuları sakın elinizden bırakmayın. Tek elinizle yuları tutarken, düşmemek
ve dengenizi sağlamak için de öteki elinizle eyerin önündeki demir kolçağı
tutun. Hareket halindeyken yuların sağ tarafını kendinize çekerseniz atınız
sağa, sol tarafını çekerseniz sola doğru yönelir. Atınızı durdurmak için,
yuların iki tarafını birden kendinize çekmeniz yeter, atınız hemen durur.
Yalnız, sakın attan kendi başınıza inmeye kalkışmayın, at kaçabilir. Atın
gerisinde durmayın, tepebilir. Mola yerine varınca hem kendi kumanyalarınızı
yemeniz, hem de atlarınızı otlatıp sulamanız için çobanlarımız attan inmenize
ve tekrar binmenize yardımcı olacaklar zaten.”
Biz
at yolculuğunu tercih ettik ama Son Göl’e at ile tırmanmak mecburi değil. Kışın
kardan kapanan, sadece yaz aylarında kurulan kamp alanına, toprak yolu
kullanarak, arabayla ya da bisikletle de ulaşılabiliyor. Yemek molasından sonra
dağlık araziyi geride bırakıp, toprak yola paralel kırlık düz arazide
ilerlerken, toprak yolu kullanan birkaç bisikletli turiste rastladık. Yine
birkaç göçebe yerli de eski Rus otomobilleri ile tozu dumana katarak ve bize el
sallayarak yanımızdan geçtiler. İlk önceleri terletirken, şimdi üşütmeye
başlayan havanın soğumasından zirveye yaklaştığımızı anlıyordum ama dengemi
kaybedip düşmemek için sırt çantamdaki anorağımı çıkarmaya da cesaret
edemiyordum.
Derken
sonra birden önümdeki atlarla aramın çok açılmış olduğunu fark ettim, ilerideki
bir tepenin ardında kayboldular. Sonra dönüp arkama baktım. Arkamdan gelen
atlılar da çok geride kalmıştı, minnacık görünüyorlardı. Ama paralelimdeki
toprak yolun beni kampa ulaştıracağını biliyordum artık, korkmadım. Sadece
biraz garip oldum. Uçsuz bucaksızmış gibi görünen kırlarda, solumdaki toprak
yol, üzerimdeki mavi gök, yer yer bembeyaz bulutlar, Tanrı Dağı, atım ve ben,
tek başıma kalmıştım. Çok soğuktu, ürperdim…
Ve
o yalnızlık duygusuyla, biraz da cesaret almak umuduyla içimden bir türkü
tutturmak geldi.
Bilge
Önder Atatürk’ün çok sevdiği bir türkü: “Sarı zeybek Aman, Şu dağlara yaslanır
Aman!”
Nasıl
olsa o anda sesimi atımdan ve yerle gökten başka işiten yoktu. Sesim iyi mi,
kötü mü çıkıyor, beni beğenecekler mi, beğenmeyecekler mi? Hiç umurumda
değildi. Bununla birlikte hiç detone de olmadım. Hattâ o an içinde bulunduğum
trans hâlinin etkisinden olsa gerek, sesim kendime her zamankinden daha
mükemmel geldi. Bunun üzerine iyice coştum, Tanrı Dağına yaslanıp, daha yüksek
sesle, daha içten söylemeye devam ettim:
“Sarı
zeybek Aman, Şu dağlara yaslanır Aman! Yağmur yağar, silahları Efem ıslanır!
Bir gün olur Aman, Deli gönül uslanır Aman! Eyvah olsun, Telli doru Efem
şanına! Eğil bir bak, Mor cepkenin Efem kanına! Karşı dağı Aman, Duman aldı
bürüdü Aman! Üç yüz atlı, Beş yüz yayan Efem yürüdü! Sarı zeybek Aman, Şu
cihanda bir idi Aman! Eyvah olsun, Telli de doru Aman şanına! Eğil bir bak, Mor
cepkenin Efem kanına!”
Sanırım
atım da memnundu durumdan. Memnun olmasa huysuzlanırdı diye düşündüm. Oysa hiç
tepki vermiyor, sanki huşu içinde beni dinliyordu. Türküyü bitirdikten sonra
tüm korkularım geçmişti.
“Biz
bu Tanrı Dağına Ata Ruhlarıyla dertleşmeye, şikâyet etmeye, onlardan yardım
istemeye geldik!” dedim yüksek sesle ve cesaretle, “Onlar beni duysun ve
beğensin yeter. Cengiz Han duysun, Mete Han, Bilge Kağan, Başbuğ Atilla,
Kürşat, Alparslan duysun. En önemlisi de Atatürk duysun!”
Ve
duydular beni gerçekten de…
Çünkü
bunları der demez ağlamaya başladım.
Çünkü
Ruh yanına gelince, insan gözyaşlarını tutamazmış. Tutamadım…
O
ağlayışta garip bir haz vardı. Gurur vardı, onur vardı, şeref vardı. Sevinç, acı
ve özlem vardı.
Vatan
vardı o ağlayışta. Millet vardı, aşk vardı, hüzün ve umut vardı. Hepsi bir
aradaydı.
Çünkü
ben onları duymuştum, onlar da beni duymuştu işte;
O
ağlayışta Ruh vardı…
Tanrı
Dağlarında bıraktığımız, Atalarımızın Yücelmiş Ruhu vardı. (*)
(*)
“Eski Türkler, Dağların, Ormanın, Toprağın, Yersuların ve Göksuların, kısacası
cansız zannedilen, doğadaki tüm varlıkların bir Ruhu olduğunu bilir ve büyük
ölülerin o Ruhlara karışarak yüceldiğine, ölümsüzlüğe erdiğine inanırdı.
Onların tümüne sonsuz saygı gösterir, darda kaldıkları her zaman “Görünmezler”
ya da “Gayberenler” adını verdikleri o Yüce Ruhlardan yardım isterlerdi.” Ayşe
Işık PEHLİVANOĞLU – Büyük Türk Ruhunun Dirilişi – Atayurt Yayınevi – Kasım 2017
– Syf:133
(Haftaya
Asya’nın Gözü diye anılan Issık Göl’ün Kutsal Ruhu ile buluşmak üzere…)