Orta Asya Türk tarihi uzun bir süre sisler ardında kalmış ve ancak Çin, Sasani ve Doğu Roma gibi devletlerin kayıtlarından takip edilebilmiştir. Çünkü Orta Asya’da kurulup yıkılmış olan Türk devletlerine ait herhangi bir arşiv bulunmadığı gibi 19. yüzyıla kadar üzerinde yazı bulunan ve Türklere ait olduğu anlaşılan bir anıt da tespit edilememiştir. Bu sebeple, Türklerin bir alfabesi olmadığı ve hatta yazıyı kullanmadıkları düşünülmüştür. Ancak bu durum 19. yüzyılın sonlarında yaşanan keşifler ile değişmiştir.
Orta Asya Türk tarihi uzun bir süre
sisler ardında kalmış ve ancak Çin, Sasani ve Doğu Roma gibi devletlerin
kayıtlarından takip edilebilmiştir. Çünkü Orta Asya’da kurulup yıkılmış olan
Türk devletlerine ait herhangi bir arşiv bulunmadığı gibi 19. yüzyıla kadar
üzerinde yazı bulunan ve Türklere ait olduğu anlaşılan bir anıt da tespit
edilememiştir. Bu sebeple, Türklerin bir alfabesi olmadığı ve hatta yazıyı
kullanmadıkları düşünülmüştür. Ancak bu durum 19. yüzyılın sonlarında yaşanan
keşifler ile değişmiştir.
Daha önce üzerinde kimlere ait olduğu
tespit edilemeyen bazı yazılı taşlar tespit edilince, 1889 yılında Rus Coğrafya
Kurumu N. M. Yadrintsev’i araştırma yapmak için Moğolistan’a göndermiştir.
Yadrintsev, bu seyahat sırasında, Ulan Batur’un 360 km batısında, Orhon Irmağı
kıyısında, Koşo-Çaydam Gölü yakınında iki büyük taş bulmuştur.
Bu taşlarda kullanılan alfabe, 1893
yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından çözümlenince,
anıtların Göktürkler döneminden kaldığı ve Bilge Kağan ile kardeşi Kültigin
için dikilmiş olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türklerin sadece yazıyı uzun
bir süredir kullandıklarını göstermekle kalmamış, çok eski dönemlerden beri
geliştirdikleri bir alfabeleri olduğunu da ortaya çıkarmıştır.
Bundan sonra Orta Asya Türk tarihi
araştırmaları yoğunlaşmış ve başka yazılı taşlar da bulunmuştur. Bu kapsamda,
Y. N. Klements, 1897 yılında Ulan Batur’un yaklaşık 60 km doğusundaki Nalayh
Kasabası’na yakın, Bain-Tsokto denilen yerde Tonyukuk yazıtlarını bulmuştur.
Yazıtların okunması ile Kül Tigin
Yazıtı’nı ağabeyi Bilge Kağan’ın, 732’de diktirdiği ve Bilge Kağan Yazıtı’nı o
öldükten bir yıl sonra, 735’te, oğlunun diktirdiği anlaşılmıştır. Tonyukuk
Yazıtı’nı ise 720-725 yılları arasında kendisi diktirmiştir.
Kül Tigin Yazıtı, kaplumbağa
şeklindeki oyuk bir kaide taşına oturtulmuştur. Yüksekliği 3,75 metredir. Bir
çeşit kireç taşı veya saf olmayan mermerdendir. Dört yüzü bulunmaktadır. Doğu
ve batı cephelerinin genişliği; aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey
cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Yazıt’ın üstü kemer şeklinde
bitmektedir ve yukarı kısımda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üstünde
kağanın işareti vardır.
Batı cephesi, büyük bir Çince kitabe
ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitabelerle doludur. Cepheler arasında
kalan ve keskin olmayan kenarlarda ve Çince kitabenin yanında da Göktürk yazısı
vardır. Doğu cephesinde 40, kuzey ve güney cephelerinde 13 satır bulunmaktadır.
Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif
edilmiştir. Satırların uzunluğu, aşağı yukarı 235 santim kadardır.
Bilge Kağan Yazıtı, Kül Tigin
Yazıtı’nın bir kilometre uzağındadır. Kültigin Yazıtı’na benzemektedir. Sadece
boyu birkaç santim daha yüksektir. Doğu cephesinde 41, dar cephelerinde 15’er
satır vardır. Batı cephesinde Çince kitabe vardır. Çince kitabenin üstünde
ayrıca Türkçe kitabe devam etmektedir.
Bilge Kağan Yazıtı’nın kuzey
cephesinin ilk sekiz satırı, Kültigin Yazıtı’nın güney cephesinin ilk sekiz
satırına, kuzey cephenin 2-24 satırları ise Kültigin Yazıtı’nın doğu cephesinin
mukabil satırlarına benzemektedir. Bu Yazıt’ta ayrıca, Kül Tigin’in ölümünden
sonraki bazı gelişmelerin ilave edildiği görülmektedir.
Her iki yazıtta da Bilge Kağan’ın
sözleri dışında, yazıyı yazan yeğeni Yolluğ Tigin’in kitabe kayıtları ve
ilaveleri yer almaktadır. Yazıtların etrafında türbe enkazı, heykeller,
balballar ve taşlar vardır. Tonyukuk Yazıtı, diğer iki yazıtın biraz daha
doğusunda bulunmaktadır. Devrilmemiş, dikili dört cepheli iki taş halindedir.
Birinci ve daha büyük olan taşta 35, küçük olan taşta 27 satır vardır. Bu
yazıtlarda da yazılar yukarıdan aşağıya doğru yazılmıştır. Fakat diğer iki
yazıtın aksine soldan sağa doğru istif edilmiştir.
Kültigin Yazıtı’nın Birinci Yüzü;
“(Ben) Tanrı gibi (ve) Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, bu devirde (tahta)
oturdum.” cümlesi ile başlamaktadır. Bu çarpıcı girişten sonra da şu şekilde devam etmektedir:
“Sözlerimi baştan sona işitin, önce
(siz) erkek kardeşlerim (ve) oğullarım, birleşik boyum (ve) halkım, sağdaki
Şadapıt beyler, soldaki Tarkanlar (ve) kumandan beyler, Otuz (Tatar…), Dokuz
Oğuz beyleri (ve) halkı, bu sözlerimi iyice işitin (ve) sıkıca dinleyin!
İleride gün doğusuna, güneyde gün
ortasına kadar, geride gün batısına (ve) kuzeyde gece ortasına kadar, bu
(sınırlar) içindeki (bütün) halklar hep bana tabidir. Bunca halkı hep ben
düzene soktum. Onlar şimdi (hiç de) kötü (durumda) değiller. Türk(lerin) hakanı
Ötüken dağlarında oturur (ve oradan hükmeder) ise ülkede (hiçbir) sıkıntı
olmaz.
Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk
ettim, denize pek az kala durdum; güneyde Dokuz Esin’e kadar ordu sevk ettim,
Tibet’e pek az kala durdum; batıda İnci (Sır Derya) ırmağı(nı) geçerek Demir
Kapı’ya kadar ordu sevk ettim, kuzeyde Yır Bayırku topraklarına kadar ordu sevk
ettim; bunca diyara kadar (ordularımı) yürüttüm (ve anladım ki) Ötüken
dağlarından daha iyi bir yer asla yok imiş! (Türk halkının yurt edineceği ve)
yönetileceği yer Ötüken dağları imiş.
Bu yerde oturup Çin halkı ile (ilişkileri) düzelttim. (Çinliler)altın(ı), gümüş(ü) (ve) ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar. Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. Tatlı sözlerle (ve) yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp uzak(larda yaşayan) halkları böylece (kendilerine) yaklaştırırlar imiş. (Bu halklar) yaklaşıp yerleştikten sonra (da Çinliler fesatlıklarını o zaman düşünürler imiş.
İyi (ve) akıllı kişileri, iyi (ve)
cesur kişileri ilerletmezler imiş; (öte yandan) bir kişi suç işlese, onun
boyu(na), halkı(na) (ve) hısım akrabasına kadar (herkesi) öldürmezlermiş. (Çin
halkının) tatlı sözlerine (ve) yumuşak ipekli kumaşlarına kanıp (ey) Türk
halkı, çok sayıda öldün. (Ey) Türk halkı, öleceksin!
Güneyde Çuğay dağlarına (ve) Töğültün
Ovası’na konayım dersen (ey) Türk halkı, öleceksin! Orada kötü (niyetli)
kimseler şöyle akıl verirler imiş: “(Çinliler bir halk) uzak(ta yaşıyor) ise
kötü hediyeler verir, yakın(da yaşıyor) ise iyi hediyeler verir.” deyip öyle
akıl verirler imiş. (Ey) cahil kişiler, bu sözlere kanıp (Çinlilere) yakın
gidip, çok sayıda öldünüz.
O yere doğru gidersen (ey) Türk halkı,
öleceksin! Ötüken topraklarında oturup (buradan Çin’e ve diğer ülkelere)
kervanlar gönderirsen hiç derdin olmaz. Ötüken dağlarında oturursan sonsuza
kadar devlet sahibi olup hükmedeceksin. (Ey) Türk halkı, (sen) tok gözlüsün:
açlığı tokluğu düşünmezsin; bir (de) doyarsan açlığı (hiç) düşünmezsin. Böyle
olduğun için (seni) besleyip doyurmuş olan hakanlarının sözlerini (dinlemeden
ve rızalarını) almadan her yere gittin, oralarda hep mahvoldun (ve) tükendin.
Oralarda (nasılsa sağ) kalmış olanları(nız da hemen) her yönde bitkin ve
mecalsiz (bir halde) yürüyor idiniz.
Tanrı lütufkar olduğu için, benim (de)
talihim olduğu için hakan (olarak tahta) oturdum. Tahta oturup yoksul (ve)
fakir halkı hep derleyip topladım: Fakir halkı zengin yaptım, az halkı çok
yaptım. Yoksa, bu sözümde yalan var mı?
Ebedi taş hakkettirdim. (Burası) yakın
(bir) mevki olduğundan, ayrıca kolay erişilir(bir) yer olduğundan, böyle kolay
erişilir (bir) yerde ebedi taş hakkettirdim, yazdırttım. Onu görüp öyle bilin
(ve öğrenin).” diye devam etmektedir. Bu ifadelerde en dikkat çeken husus,
Ötüken’in öneminin ve asla terk edilmemesinin ısrarla vurgulanmasıdır. Aynı
konu, anıtın Doğu yüzünde de vurgulanmaktadır.
“Onca zengin (ve) onca gelişmiş
devletimiz vardı. (Ey) Türk, Oğuz beyleri (ve) halkı, işitin. Üstte(ki) gök
çökmedikçe, altta(ki) yer (de) delinmedikçe, (ey) Türk halkı, (senin) devletini
(ve) yasalarını kim yıkıp bozabilirdi? (Ey) Türk halkı, (kötü huyundan) vazgeç
ve nadim ol! İtaatsizliğin yüzünden, (seni) besleyip doyurmuş olan akıllı
hakanın ile bağımsız (ve) müreffeh devletine (karşı) kendin hata ettin (ve)
nifak soktun.
Silahlı (düşman) nereden gelip (seni)
bozguna uğrattı (ve) dağıttı? Mızraklı (düşman) nereden gelip de (seni yerinden
yurdundan) sürüp kaçırttı? Kutsal Ötüken dağları halkı, (yerini yurdunu
bırakıp) gittin. Doğuya gidenler(iniz) Gittiniz, batıya gidenler(iniz)
gittiniz. Gittiğiniz yerlerde kazancınız şu oldu, hiç şüphesiz: Kanlarınız ırmaklar
gibi aktı, kemikleriniz dağlar gibi yığıldı; bey olacak erkek evladınız köle
oldu, hanım olacak kız evladınız cariye oldu.”
Aynı bilgiler, küçük farklılıklarla
Bilge Kağan Yazıtı’nda da tekrarlanmaktadır. Tonyukuk Yazıtı’nda ise “(Türk
kağanını), Türk halkını Ötüken toprağına ben kendim, Bilge Tonyukuk (getirdim).
(Türk halkı) Ötüken toprağına yerleşmiş diye haber alıp güneydeki halklar,
batıdaki, kuzeydeki ve doğudaki halklar (üzerimize) geldiler.” ifadeleri
bulunmaktadır. Bu ifadelerden de Ötüken’in hem kendisi hem de Türk halkı için
önemi vurgulanmakta, bu bölgeyi ele geçirir geçirmez tüm Türklerin bölgeye akın
ettiği özellikle belirtilmektedir.
Bu durum, Ötüken bölgesinin Türk halkı için bir kutsal mekân olduğu, bu bölgeyi ele geçiren kişilerin kağan olduklarını ilan etme hakkını kendilerinde gördüklerini ve halkın da buna önem verdiğini göstermektedir. Nitekim, Göktürk Devleti’ni yıkarak kendi devletlerini kuran Uygurlar da başkent olarak Ötüken bölgesini seçmişlerdir.
Hal böyle olunca akla şu soru
gelmektedir: Ötüken neden bu kadar önemlidir?
Kaynaklar incelendiğinde, bunun birden
çok sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Göktürklerden önce kurulan Türk
devletlerinin de merkezlerini Ötüken’de tesis etmeleri tarihi devamlılığın bu
konuda önemli bir etkisi olduğu izlenimi vermektedir. Örneğin MÖ IV. yy.da
Hunların ağırlık merkezi Orhun ve Selenga Nehirlerinin kaynak havzası olan
Ötüken bölgesi ve Altay Dağlarıdır. Hunlar 500 yıl boyunca Orta Asya’da hâkim
güç oldular ve bu süre boyunca merkezleri Orhun bölgesinde kaldı. Bu durum bölgenin Türklerin zihninde değişmez
merkez olarak yerleşmesine sebep olmuş olmalıdır.
Göktürkler, Çin kaynaklarında açıkça
belirtildiğine göre, Hunlardan iniyordu. Başbuğ ailesi olan Aşina soyunun bir
dişi kurttan türediğine dair yaygın bir efsane vardır. Bu durum, Göktürklerin de ataları olan Hunların
başkentini kendilerine başkent olarak seçmesini anlaşılabilir kılmaktadır.
Ancak diğer Türk boyları da bu bölgeye aynı şekilde değer vermektedir. Çünkü
Hun İmparatorluğu neredeyse tüm Türk boylarını bir bayrak altında toplamış ve
çok uzun bir süre varlığını sürdürmüş olduğundan Ötüken tüm Türk boylarının
zihnine başkent ve merkez olarak kazınmıştır.
Muhtemelen bunun da etkisiyle Ötüken
bölgesi, Türkler tarafından sadece önemli değil aynı zamanda kutsal sayılmıştır
(Iduk Ötüken). Yani Ötüken’in öneminin
dini bir yönü de olduğu söylenebilir. Orhun yazıtlarında da görüldüğü gibi
Türklerde yönler ileri, geri, sağ ve sol olarak ifade edilmektedir. Doğu yönü
diğer yönlere göre daha kutsal kabul ediliyor olmalı ki, doğu için ileri
ifadesi kullanılmaktadır. Ayrıca, devlet hanedan üyeleri arasında bölünerek
idare edildiğinde, ülkenin doğu kesimi hep Hakan/Kağan tarafından yönetilmiş ve
devletin merkezi ülke topraklarının doğusunda bulunan Ötüken olmuştur. Bunu hem
Hunlarda hem de Göktürklerde ve hem de Uygurlarda görmek mümkündür.
Ötüken, Hunların, Göktürklerin ve
Uygurların başşehri ve kutlu vatan toprağıdır.
Buradan anlaşıldığına göre; Türk kitlelerini ancak Türk devletçilik
ruhunun yerleşmiş olduğu Ötüken etrafında toplamak ve idare etmek mümkün
olmuştur. Türklerde atalar kültü, yani
ataların ruhlarına saygı inancı bulunduğu bilinmektedir. Yüzyıllarca Hun,
Göktürk ve Uygur Devletleri için merkez olmuş olan Ötüken bölgesi, bu süre
içinde muhtemelen bu devletleri yönetmiş olan ve zamanla isimleri efsaneleşen
yöneticilerin defnedildikleri bölgedir. Bu önemli kişilerin mezarlarının
bulunduğu Ötüken bölgesi, bu kişilerin ruhundan güç almak açısından da kutsal
bir mekân olarak kabul edilmiş olabilir.
Ötüken, uzun süre başkentlik
yaptığından Türklerin devlet ve toplum kültürünü de şekillendiren bir bölge olmuştur.
Devletin yapısı ve halkın temel özellikleri bu coğrafyanın etkilerine göre
şekillenmiştir. Tarihi kayıtlarda bahsedilen ve Ötüken merkez olmak üzere Asya
bozkırlarında yaşayan Moğollar da dahil tüm toplumların kültürel yapısı bu
coğrafyanın özelliklerinin bir yansımasıdır.
Bunu anlamak için devletlerin ve insan
topluluklarının varlıklarını sürdürebilmek için en önemli unsur olan orduların
yapısına bakmak yeterlidir. Çünkü, bozkır toplumlarında erkek nüfusunun
tamamına yakını asker sayıldığından, ordunun yapısı kültürel yapıyı da
yansıtmaktadır. Bozkır toplumlarının askerleri tarih boyunca yay çekebilenler
olarak nitelendirilmiştir. Bu askeri
yapı, bozkır toplumlarının uluslaşma süreci açısından da belirleyici olmuştur.
Nitekim Mete, MÖ 176 yılında Çin İmparatoru’na yazığı bir mektupta; “Bunların
hepsi Hun oldu, yay çekebilen okçuların hepsi bir tek aile haline gelip
birleştiler.” demiştir.
Asya’daki konar-göçer kültürlerin en
iyi takip edilebildiği coğrafya Moğolistan bozkırlarıdır. Bu sebeple, Mançurya’dan
Macaristan’a kadar uzanan geniş bozkır coğrafyası içinde Moğolistan
bozkırlarının Türk tarih ve kültürü açısından özel bir yeri bulunmaktadır. Bu
konar-göçer hayat tarzı, tarih öncesi çağdan günümüze kadar süreklilik
göstermektedir. Özellikle Moğolistan’ın kuzeyinde bulunan orta kuşak atlı
bozkır kültürünün ortaya çıktığı, geliştiği ve günümüzde de yaşatıldığı
sahalardan biridir. Bu saha içinde kalpgah bölge ise Bilge Kağan ve Költigin
Yazıtlarının bulunduğu kültür coğrafyasıdır.
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız
ve genel olarak sübjektif nitelik taşıyan faktörlerin az veya çok Ötüken’in
Türkler için önemli bir bölge olarak kabul edilmesinde etkili olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak hiçbir yer sadece kutsal veya tarihi mekân olduğu için
bir toplum tarafından tarih boyunca önemli bir yer olarak kabul edilmez. Bunun
tarihte birçok örneği bulunmaktadır. Örneğin Anadolu’da tarihin değişik
dönemlerinde kutsal veya önemli kabul edilen birçok yer, daha sonraki
dönemlerde önemlerini ve kutsallıklarını kaybetmişlerdir. Bu sebeple, bir yerin
önemli veya kutsal kabul edilmesi üzerinde her zaman geçerli olan pozitif
faktörlerin daha etkili olduğunu söylemek mümkündür.
Bu faktörlerin en önemlisinin,
coğrafya olduğu değerlendirilmektedir. Çünkü coğrafya, insanın kendisi de dahil
insana dair her şeyi etkiler ve şekillendirir. Coğrafyanın etkisi sadece kendi
özelliklerinden kaynaklanmaz, bir bölgenin bulunduğu yer de önemlidir. Bu
sebeple, Ötüken’in önemli bir yer olarak kabul edilmesinde Dünya ve özellikle
de Orta Asya coğrafyası üzerinde bulunduğu yerin önemli olduğu söylenebilir.
Coğrafi açıdan Ötüken’in bu önemini
incelemeden önce Türklerin tarihin büyük bir bölümünde yaşadığı coğrafi
bölgenin sınırlarını tespit etmek faydalı olacaktır. Orta Asya’yı güneyde Alp
sistemine dahil dünyanın en yüksek sıradağlarını teşkil eden Himalayalarla
kuzeyde Sayan Dağları ve Baykal Gölü etrafındaki dağlar, batıda Hazar Denizi
ile doğuda Kadırgan (Kingan) Dağları arasında kalan geniş saha meydana
getirmektedir.
Bu geniş sahanın doğu parçası ile batı
parçası arasında yer şekilleri arasında esaslı farklar vardır. Orta Asya’nın
doğu kısmı yüksek dağlar, yaylalar ve bunlar arasında yer alan küçük-büyük
birtakım kapalı çukurluklardan müteşekkil olduğu halde, batı kısmı kapalı
denizlerle göllerden ve geniş ovalarla alçak yaylalardan meydana gelmiştir.
Onun içindir ki bazı coğrafyacılar, Orta Asya’nın yüksek dağ ve yaylalardan
müteşekkil doğu kısmına “Yüksek Orta Asya” derler.
Ovalardan müteşekkil olan batı kısmı
ise bu büyük bölgenin alçak kısmını meydana getirmektedir. Asya’nın bu kısmına
Türk unsurlar hâkim olduğu için Orta Asya topraklarına geniş manada Türkistan
denilmektedir. Böyle bir adlandırmada Orta Asya’nın Pamir ile Altay Dağları
arasındaki dağlık sahanın doğu kısmı Doğu Türkistan’ı, batı kısmı Batı
Türkistan’ı meydana getirmektedir.
Tarif etmeye çalıştığımız bu
coğrafyanın dışında, Avrasya bozkırları da tarihin en eski dönemlerinden
itibaren Türk kökenli halklara yurtluk etmiştir. Dolayısıyla kadim Türk tarihi
sadece Orta Asya’da değil, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyinde, hatta
Macaristan ovalarına kadar uzanan geniş bir sahada meydana gelmiştir.
Milyonlarca kilometrelik bu alanlar, coğrafi olarak aşağı yukarı birbirine
yakın iklim özellikleri taşımaktadır. Tarihin ilk devirlerinden II. Yüzyıla
kadar Türk kökenli topluluklar Moğolistan’ın doğusundaki Kerulen Irmağı’ndan
Tuna boylarına kadar doğu-batı yönünde bu iklim kuşağında hareket etmişlerdir.
Bu geniş coğrafya içinde Ötüken
bölgesi, devletin merkezi olmak için en uygun özelliklere sahiptir. Bunun en
önemli sebebi, karşı karşıya olunan tehditler ile bu tehditlerin yeri ve
büyüklüğüdür. Bilindiği gibi Çin, tarihin en eski dönemlerinden beri insanların
yaşamasına uygun bir ortam sunduğundan tarım ekonomisine de çok eski dönemlerde
geçilen bir yerdir. Bu ekonomi, yerleşik hayata geçen ve çiftçilikle geçinen
insanlara has bir kültür ortaya çıkarmıştır.
Bu kültür, tarım sayesinde elde edilen
bol gıda yüzünden nüfusun hızla artmasına bağlı olarak ilk siyasi
organizasyonların kurulmasını sağlamış ve Çin tarihinin büyük bir bölümü birçok
bölgede ortaya çıkan küçük devletçikleri birleştirerek imparatorluk haline
getirme mücadelesi şeklinde yaşanmıştır. Bu sebeple Çin, Hunlar, Göktürkler ve
Uygurlar döneminde ve hatta daha sonraki yıllarda Asya’nın en önemli siyasi,
askeri, ekonomik ve kültürel merkezi olmuştur.
Buna mukabil, tarıma pek elverişli
olmayan Asya bozkırlarında hayvancılığa dayalı bir ekonomi ve kültürel yapı
ortaya çıkmıştır. Dengesiz iklim özellikleri ile geniş bir coğrafyada sürekli
hareket etmek zorunda olan hayvancılıkla geçinen toplumlar, yerleşik hayata
geçememişlerdir. Göçebe bir hayat süren bu topluluklar, iklim değişiklikleri
ile dönemsel kuraklık ve kıtlık zamanlarında tarım toplumlarının arazilerine de
girmek zorunda kalmış ve Anadolu’da bugün bile devam eden bir çatışmanın
temelleri atılmıştır. Bu çatışma, göçebe hayvancılarla yerleşik çiftçilerin
mücadelesidir.
Bunun izleri tarihi kayıtlardan da
açıkça görülmektedir. İran’dan Macaristan’a kadar tüm Avrasya’da bozkır
orduları ile savaşan ve bu savaşlarda topraklarını kaybeden yerleşik tarım
toplumlarına ait tarihi kayıtlarda; verimli tarlalarının otlaklara ve
meralarına dönüştürüldüğüne dair yakınmalara rastlanmaktadır. Bugün doğu
Anadolu’da göçer diğer bölgelerde Yörük denilen ve hayvancılıkla geçindikleri
için mevsimlere göre yer değiştiren topluluklar ile çiftçilik yapan köylüler
arasında bu göç mevsimlerinde hala büyük çekişmeler ve hatta kavgalar
yaşanmaktadır.
Bu durum, tarihin en eski
dönemlerinden beri farklı toplumlar arasındaki sonu gelmez savaşların en önemli
sebeplerinden birinin bu toplumların yaşam şekillerinin, yani üretim ve tüketim
biçimlerinin olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar
zamanında da temel mücadele göçebelerle yerleşikler, yani hayvancılık
yapanlarla çiftçiler arasındaki çekişmeler (kültür savaşları) şeklinde
yaşanmıştır.
Bu dönemde göçebe hayvancıların
karşısındaki en önemli ve hatta tek yerleşik tarım devleti Çin’dir. Bu yüzden,
mücadelenin taraflarından biri olan göçebeler tarafında iktidara kim veya hangi
boy gelirse gelsin Mete’nin de dediği gibi tüm göçebeleri bir bayrak altında
toplamaya çalışmış ve bundan sonra taraflardan diğerini temsil eden Çin ile
mücadeleye girişmiştir. Bu durum, tarih boyunca Türkler için Çin’i, Çinliler
için Türkleri (ve diğer bozkır uluslarını) en büyük tehdit haline getirmiştir.
Askerî açıdan bir ordunun ve hatta bir
devletin ağırlık merkezinin, en büyük tehdide oldukça yakın olması gerekir.
Ancak bu yakınlık, ani bir saldırı karşısında baskına uğrayarak imha olacak
kadar da yakın olmamalıdır. Örneğin Millî Mücadele’de Ankara, hareketin merkezi
olarak seçilmiştir çünkü hem en büyük iç tehdit olan İstanbul hükümetine hem de
en büyük dış tehdit olan Yunanlıların bulunduğu Batı Cephesi’ne yeterince
yakındır. Ankara, ayrıca ulaştırma ve haberleşme hatlarının da geçtiği bir
merkez konumundadır. Fakat ne İstanbul ne de Yunan ordusu, ani bir baskınla
Ankara’ya ulaşabilecek kadar yakın değildir.
Ötüken bölgesinin de benzer bir
özellikte olduğu anlaşılmaktadır. Yani en büyük tehdit olan Çin’e, oradaki
gelişmeleri gözden kaçırmayacak kadar yakın ve ani bir saldırıda imha olmayacak
kadar uzaktır. Bu sebeple, Baykal Gölü’nün güneybatısında, yüksek dağlar ile
Orhun ve Tımar Irmaklarınca çevrili, savunması kolay fakat akınlar yapmaya
elverişli bir mevkide bulunan, iklimi mutedil ve otlağı bol bir yer olan Ötüken
Yaylası, Asya Hunları ve Göktürk Hakanlığı zamanında devletin ağırlık merkezi
olarak Türklerin kutlu toprağı sayılmıştır.
Nitekim, yanı başında yeni ve
kendisine rakip olabilecek bir siyasi yapının ortaya çıkmaya başladığını gören
Çin, MÖ 215 yılında büyük bir ordu ile Hunlara taarruz ettiğinde henüz güç oluşturma çabası içinde bulunan
Teoman, imha olmamak için Gobi Çölü’nün kuzeyine, Orhun ve Altay bölgelerine,
yani Ötüken’e çekilmeyi uygun bulmuştur.
Burada, Gobi Çölü gibi büyük bir
engelin varlığının da çok önemli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü piyade ağırlıklı
Çin ordusunun büyük miktardaki ikmal ve bakım malzemeleriyle ağır bir şekilde
ilerleyerek bu çölü kısa sürede geçmesi ve Ötüken’e baskın yapması mümkün
değildir. Ancak süvari ağırlıklı Türk orduları çölü kısa sürede geçerek Çin’e
akınlar yapabilir.
Çin’e akınlar yapılabilecek bir yerde
olması, Ötüken’in merkez olarak seçilmesinde belki de savunma açısından
sağladığı avantajlardan da önemlidir. Çünkü o dönemde Asya’nın büyük bir bölümü
oldukça mütevazi bir yaşam sürerken Çin büyük miktarda tarım ürünleri ile ipek
ve kumaş üretilebilen bir zenginlik merkezi konumundadır. Devleti yöneten
kağanın, zenginliklere de en kolay el atabileceği bir yerde bulunması işin
doğası gereğidir.
Ötüken, bu jeopolitik, jeostratejik ve
askeri öneminin yanında barınma ve yaşam koşulları açısından da önemli
avantajlara sahiptir. Ötüken, yaylak ve kışlak alanlarıyla, akarsu, göl, dağ ve
tepeleriyle ve aynı zamanda hayvan otlatmaya son derece elverişli otlak
alanlarıyla Türklerin yaşamasına en uygun alan olarak görülmektedir. Türklerin
hayat tarzına uygun olarak hayvanların otlatılabileceği geniş düzlükler ve av
yapmaya da uygun olan sahalar bulunmaktadır. Ötüken aynı zamanda, ticaret
yollarının kesiştiği bir noktada da yer almaktadır.
Bölgenin kuzeyinde orman ile bozkır
buluşur ve bölge nispeten sulaktır. Bu sebeple tarım yapma ve av imkânı vardır.
Burada insanlar avcılık ve balıkçılık yaparak ve hatta yabani meyveleri
toplayarak da geçinebilir. Bu sebeple
bölge, tarım toplumlarına (yani Çin’e) muhtaç olmadan belli miktarda bir nüfusu
barındırıp besleyebilecek imkanlara sahiptir.
Güneyde yer alan Orta Asya
bozkırlarında ise tarım ve avcılık-balıkçılık imkanları azalmakta, tek çare
olarak evcil hayvan besiciliği kalmaktadır.
Normal zamanlarda bile hayvanları besleyebilmek için sürekli olarak
geniş bir bölgede yer değiştirmek gerekmektedir. Mevsim değişiklikleri ve
kuraklık dönemlerinde ise bölge tamamen çöl özelliği gösterdiğinden, böyle
zamanlarda çok sayıda hayvan ve buna bağlı olarak çok sayıda insan açlık,
susuzluk ve soğuktan ölmektedir.
Bu sebeple, tabiatın kısırlığı
dolayısıyla nüfusu beslemeye kâfi gelmeyen bozkırlarda cüzi ziraat dışında
ancak hayvan yetiştirebilen Türklerin normal bir hayat sürebilmek için çeşitli
gıda maddeleri, giyim eşyası vb. başka iktisadi vasıtalara ihtiyacı olmaktadır.
Bunu iyi bilen Çinliler, Türkleri Çin sınırlarında tutabilmek (yani kontrol
edebilmek) amacıyla zaman zaman sınırlarda yeni şehirler kurmuşlar ve burada
Pazar yerleri kurarak Türklerin kolaylıkla alışveriş yapabilmelerini
sağlamışlardır.
Çin, bu tür pazarlar kurarak ve iç
savaş veya iklimsel felaket dönemlerinde insanlara yerleşebilecekleri topraklar
vererek Türklerin kendi toprakları içinde ama dağınık bir şekilde
yerleşmelerini her zaman teşvik etmiştir. Bu, Çinlilerin iyi niyetinden değil
Türklere ve diğer bozkır uluslarına karşı tarih boyunca uyguladıkları
stratejileri sebebiyle yapmışlardır. Çin, göçebe hayatı yaşayan Türk
topluluklarını yerleşik hayata geçirerek, yani kültürel köklerinden koparıp
alışkanlıklarını değiştirerek asimile etmek ve Çinlileştirmek için bunu
yapmıştır. Hatta bugün Uygur Türklerinde de aynı stratejiyi uygulamaktadır.
Yaşam alanlarından ve kendi toplumundan ayırdığı Türk çocuklarını eğitim kampı
adı verdiği konsantrasyon kamplarında Çinli gibi yetiştirerek kendi kültüründen
ve köklerinden koparmaya ve Çinlileştirmeye çalışmaktadır.
Bu stratejiye uygun olarak Çinliler,
Göktürk İmparatorluğu yıkıldığında da Türk boylarını gıda ve barınma imkânı
sağlamak vaadiyle kendi topraklarına yerleştirmiş, onları Çinli isimleri
vererek ve Çinliler gibi giyinmeye teşvik ederek asimile etmeye ve kendi
ordusunda asker olarak çalıştırmaya başlamıştır. Buna tepki olarak, bazı
liderler isyan etmiş ama yoğun Çinli nüfusu içinde dağınık bir halde bulunan
Türkler bir araya gelemeden bu isyanlar bastırılmıştır. Bu sebeple, İkinci
Göktürk Kağanlığı’nın kurucusu olan Kutluk, yeni bir isyana başlayınca ilk iş
olarak Çin topraklarından uzaklaşmış ve güçlenir güçlenmez Ötüken’i ele
geçirdikten sonra buraya yerleşmiştir.
Tonyukuk’un anlattığına göre, Ötüken ele geçirilince bunu duyan Türkler hızla bu bölgede toplanmaya başlamıştır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ötüken, geniş ormanları ve nehirleri ile av hayvanları ve balık avlanarak da yaşamın sürdürülebileceği bir yerdir. Ayrıca bazı vadilerde kısıtlı da olsa tarım yapılabilmektedir. Böylece, sadece besi hayvanlarına bağlı kalmadan büyük bir nüfusun bu bölgede yaşaması mümkün olmaktadır. Halkın her yerden Ötüken’e akmasında, tarihi, psikolojik ve askeri sebeplerin yanında yaşamaya uygun olan bu özellikleri de etkili olmuştur.
Bu göç, Kutluk ve beraberindeki
kişiler tarafından da desteklenmiştir. Çünkü, geniş bozkırlara dağılmadan
devletin ağırlık merkezini oluşturan bir bölgede toplu olarak yaşayabilen
yeterli bir nüfus, devletin geleceğinin garanti altına alınması demektir. Bu
sayede, devlet merkezi geniş bir nüfus tarafından korunabilmekte, ihtiyaç
duyulduğunda ordunun merkez kuvvetlerini teşkil edecek çok sayıda asker
toplanabilmektedir. Bozkır ticaret yollarının da Ötüken bölgesinden geçmesi,
büyük bir orduyu ekonomik açıdan idame ettirebilmek için geniş imkanlar
sağlamaktadır. Ötüken’in daima kutlu bir merkez olarak görülmesinin, Orhun
Yazıtlarında devletin merkezinin burası olması gerektiğinin ve halkın bu
bölgeyi terk etmemesi gerektiğinin üstüne basa basa tekrarlanmasının da en
önemli sebebi budur.
Çünkü nüfus, Türk devletleri için
daima en gerekli unsur olmuştur. Bozkır yaşam koşullarının zorluğu yüzünden
Türkler, hiçbir zaman Çinliler kadar kalabalık bir nüfusa sahip olamamışlardır.
Bu sebeple Türkler, Çin kadar büyük ordular teşkil edememiş, bunu başarsalar
bile bu ordunun kaybı durumunda kısa sürede yeni bir ordu toplayamamışlardır.
Çünkü ölen askerlerin yerine yenilerini koymak için en az askerlik çağına gelmiş
yeni bir nesil yetişene kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Yani Türkler,
tarihleri boyunca nüfus artış hızı yüksek olan tarım toplumları karşısında
sayısal olarak dezavantajlı durumda yaşamışlardır.
Bu durum, Göktürkler zamanında
Türklerin birliğini sağlamak için yapılan savaşlarda baş eğdirilen boylara
büyük katliamlar yapılmaması ve savaşın ardından hemen mağlup edilen boyun
hemen devlete eklemlenmesinin de temel sebebidir. Aynı sebepten dolayı, yeni
kurulan her Türk devleti öncelikle Çin’e gitmiş veya çevreye yayılmış boyları
geri getirmeye çalışmıştır. Örneğin Gök Türk Devleti 682 yılında istiklaline
yeniden kavuştuğunda, başlıca politikası Çin’e gitmek zorunda kalmış veya zorla
götürülmüş Türk boylarını yeniden geri getirmektir.
Kutluk’tan sonra iktidara gelen Kapgan Kağan’ın planı da nüfus zafiyetini ve nüfusu besleme problemini çözmek üzerinde toplanmaktadır. Bu maksatla tarım ürünleri temin etmek ve devletin huzurunu sağlamak maksadıyla Çin’i baskı altında tutmuş, Çin’de dağınık halde yaşayan Türkleri Ötüken’e çekmeye ve Asya Kıtası’ndaki bütün Türkleri kendisine bağlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Çin’den temin ettiği tohumlarla halkın belirli bir oranda çiftçilik yapmasına da gayret göstermiştir.
Nüfus zafiyeti, Türklerin askeri
harekatları ve fetih programları üzerinde de etkili olmuştur. Nüfusu seyrek
bozkır topraklarını hızla devletin sınırları içine almalarına rağmen Türkler,
hiçbir zaman yoğun bir nüfusa sahip olan Çin’i istila ederek orada oturma ve
Çin’i kendi egemenlikleri altına alma yoluna gitmemişlerdir. Çünkü, Çin’e gidip
orada yerleşirlerse zamanla kalabalık Çinli nüfusu içinde kendi benliklerini
kaybedeceklerini ve Çinlileşeceklerini düşünmüşlerdir. Çinliler de nüfus
üstünlüklerinin sağladığı avantajın farkında olduklarından, yay çekenler
dedikleri bozkır topluluklarının nüfuslarını daha da azaltmak için dağınık en
ufak bir Türk zümresi bile olsa hemen yerleştirmişler, onlara yerleşikliğin
bütün icaplarını öğreterek asimile etme yoluna gitmişlerdir.
Bu nüfus zafiyeti ve kültürel olarak
asimilasyona uğrama ihtimali, Türkler için daima bir endişe ve korku kaynağı
olmuştur. Hatta Çin’den çok uzak bölgelerde olsalar bile ısrarla mevcut yaşam
tarzlarını ve kültürlerini korumaya çalışmalarının sebebi de budur. Örneğin
Bilge Kağan ülkesinde kaleler, surlar ve tapınaklar inşa ettirmek istediğinde,
Tonyukuk buna karşı çıkmış ve nüfus olarak Çinlilerden çok daha zayıf
olduklarını belirtmiş ve şunları söylemiştir: “Hiçbir kentimiz yoktur. Sulu ve
otlak yerler arayarak dolaşıyoruz ve avlanarak yaşıyoruz. Bütün halkımız savaş
sanatını uygulayabiliyor. Güçlü olduğumuzda askerlerimizi akınlara sevk ederiz,
zayıf isek bozkırlara çekilir ve korunuruz. İçinde oturmak için kaleler inşa
edersek ve eski hayat tarzımızı değiştirirsek, günün birinde yeniliriz.”
Sonuç:
Sonuç olarak Ötüken’in Hun, Göktürk ve
Uygur Devletleri ile tüm Türk toplulukları için önemli bir merkez olarak kabul
edilmesinin sebepleri şu başlıklar altında toplanabilir:
1. Ötüken en eski zamanlardan itibaren
kurulan Türk devletlerinin ağırlık merkezi olduğundan tarihi açıdan önemli bir
bölgedir.
2. Bu derin tarih, toplumun belleğinde
kalıcı bir yer edindiğinden Ötüken, kültürel ve psikolojik açıdan da toplumu
birleştirici bir simge durumundadır. Bu yüzden Göktürk Devleti ilk kurulduğu
zaman başkentini bu bölgeye taşımıştır. İkinci Göktürk Devleti’ni kuran Kutluk
da bu bölgeyi ele geçirdikten sonra kendisini kağan ilan etmiş ve bu durum Türk
toplulukları tarafından kabul görmüştür.
3. Bölgenin doğal yapısı, göçebe
hayvancılık ile birlikte avcılık ve tarım da yapılmasına imkân verdiğinden
bozkırın diğer bölgelerine göre daha büyük bir nüfusu besleme potansiyeline
sahiptir. Devletin ağırlık merkezinde büyük bir nüfus bulunması devletin
varlığı ve bütünlüğü için hayati önem taşımaktadır.
4. Bölge, dağlar ve çöller arasında
kaldığından savunulması nispeten kolaydır.
5. Güneyde bulunan geniş çöl, en büyük
Tehdit olan Çin ordusunu engelleyici bir nitelik taşımaktadır.
6. Ötüken, Çin sınırından baskın
tarzında yapılacak saldırılar karşısında hazırlık zamanı sağlayacak kadar uzak
ve süvari ağırlıklı Türk orduları tarafından hızla ve kısa sürede akınlar
yapılabilecek kadar yakındır.
7. Çin, Sun Tzu’nun eserinde de
görüldüğü gibi dolaylı tutum stratejisi konusunda ustadır ve tarih boyunca bu
stratejiyi başarıyla uygulamıştır. Bu stratejinin Türklere ve diğer bozkır
toplumlarına karşı en başarılı uygulaması ise kültürel asimilasyondur. Ötüken,
Çin kültürünün ulaşamayacağı kadar uzak bir bölgede bulunmaktadır. Bu husus
Türklerin varlığını sürdürebilmesi açısından belki de en önemli özelliktir. Bu
yüzden Orhun yazıtlarında da sık sık Çin’e yakın bölgelere gidilmemesi,
Çinlilerin güzel sözler ve ipekli kumaşlarla Türkleri kendine çektiği, kendi
topraklarına yerleştirdiği ve asimile ederek yok ettiği üzerinde durulmaktadır.
8. Ötüken, Türklerin kadim inançları
açısından da kutsal bir bölgedir.
KAYNAKÇA:
AYDIN, Erhan; Orhon Yazıtları, Köl
Tegin, Bilge Kağan, Tonyukuk, Ongi, Küli Çor, Bilge Kültür Sanat Yayınevi, 3.
Baskı, İstanbul, 2019.
ÇELİK, Muhammed Bilal; İslam Öncesi
Türk Tarihi ve Kültürü, Nobel Yayınevi, Ankara, 2018.
DURMUŞ, İlhami, Bilge Kağan, Köl Tigin
ve Bilge Tonyukuk, Akçağ Yayınları, Ankara, 2017.
ERGİN, Muharrem; Orhun Abideleri,
Boğaziçi Yayınları, 52. Basım. İstanbul, 2018.
KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Milli
Kültürü, Ötüken Yayınları, 44. Basım, İstanbul, 2019.
KÜRKÇÜOĞLU Erol, Türklerin Siyasi
Tarihi, MÖ III-MÖ XII, Bilge Kültür ve Sanat Yayıncılık, 2. Basım, İstanbul,
2019.
TAŞAĞIL, Ahmet; Bilge Türk Tonyukuk,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2020.
…………………..; Bozkırların İlk
İmparatorluğu, Hunlar, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2020.