Bundan
önceki üçüncü bölümde, Türklüğün doğu merkezli yapısından, devlet geleneğinden
söz etmiştik.
Bu
doğu merkezinin farklı dönemlerde birbirine yakın olan Karakurum, Ötüken,
Ordabalık veya Beşbalık olduğunu ifade ettik. Bu doğu merkezi bir güvence idi,
herhangi bir devletimiz yıkıldığında, güvencemiz hep doğu merkezimiz idi,
merkezden yeniden doğardık, doğmalıydık, doğabilmeliydik. Merkezimiz ayakta
olduğu müddetçe biz de vardık.
Sonrasında
bu doğu merkezli devlet geleneğimizin kısmen Selçuklular ve İstanbul’un fethi
ile Osmanlılar tarafından tamamen ortadan kalktığını belirttik.
Osmanlılar
ile birlikte batı merkezli bir Türk merkezi meydana geldi. Bunun hem olumlu ve
hem olumsuz yönleri elbette vardı. Sonuçta Türklerin bir hedefi vardı ve bu
hedefe bir merkez belirleyerek varılabilirdi.
Merkez
daima güvencemiz olmalıydı. Zor dönemlerde küllerimizden bu merkezde toplanıp
tekrar doğmalıydık.
Osmanlıların
bir dönemi, eski merkezimiz olan doğudaki merkez, batıda oluşan yeni merkeze
biat etmişti, özellikle 16. ve 17. yüzyılda buna dair birçok fiili deliller var
tarihin kaydettiği.
Fakat
son Osmanlı’nın zayıflaması ile, bugün Türk Dünyası’nın en büyük sorunu olan
durum hasıl oldu.
Bir
merkezi yoktu, merkezsiz kalmıştı Türkler. Bu başıbozuk durum yüzyıldan daha
uzun süredir devam ediyor.
Bu
yazı dizisini kaleme almaya niyet ettiğimde adım adım varmak istediğim
hususlardan birisi işte buydu.
Türk
Milliyetçiliğinin bugün en büyük sorunu, terör değil, din değil, lider yokluğu
değil, maddi değil, manevi değil, o değil bu değil, esas sorun bir merkezin
olmayışı, olanların yitirilmiş olması.
Türkler
tarih sahnesinde ortaya çıkışlarından itibaren, kendilerinden kalabalık olan
milletlere karşı mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Çinliler
buna en kolay örnektir. Her ne kadar Çin milletinin oluşmasında Zhou
hanedanlığı ve öncesinde tamamen Türk etkileri görülse bilinse de, örneğin
Wolfram Eberhardt ki Türkiye’de de okutulur, bu konuda detaylı bilgiler
vermiştir, fakat ben bu yazı dizisine başlarken, milat öncesine gitmeyeceğimi,
miladi hududun içinde kalacağımı, bunu daha az tenkite sebep olacağı daha
objektif olacağı için söylemiştim.
Kendinden
kalabalık milletlerle mücadeleler içinde olan Türkler, buna göre stratejiler
geliştirmek zorunda kaldılar.
Belirli
sahalarda normalden daha fazla başarılı olmak zorundaydılar. Bazı konularda da
daha esnek ve pratik olmak zorundaydılar. Hangi devlet dönemine gidersek
gidelim orta çağ sonuna kadar, birçok Türk devletinin ordularında kullanılan
silahlar ve teçhizatlar aynı dönemlerde yaşamış diğer milletlerden üstündü.
Yahutta pratikliğe örnek olarak, konar göçer yaşam stili verilebilir,
düşmanları aldatabilmek için. Esnekliğe ıse verilebilecek en güzel örnek dil
konusudur. Türkler konuşma dillerini değiştirmemekle birlikte, yazı dillerini
bulundukları coğrafyanın varolan hakim yazı dilini kabul ederek, bu konuda
gayet esnek davranmışlardır. Bu esneklik Türkleri her coğrafyaya ve o
coğrafyadaki diğer topluluklara kolay adapte ettiği gibi, Türk kültürünü
olumsuz olarakta etkilememiştir fazla.
Türk
kültürü dilden dile aktarmalarla yaşatıldığı için, konuşma dili daima önemli
olmuş, yazı dili ise Türklerde çok geç kalınmış olarak önem kazanmıştır.
Türkler
yukarda bahsettiğimiz durum olan nüfuslarının az olması, bütün coğrafyalara
hükmetmesine her halükarda engeldi. Pratik zekalı Türkler yine çözüm yolunu
bulmuştu. Türkler kurulu bir devletin nüfus olarak çoğunluğunu
oluşturamayabilirdi fakat bu durum, Türklerin o devleti yönetmesine engel
olmamalıydı. O halde yönetim kadrolarının Türklerden oluşması gerekliydi.
Ordularda yer almak Türkler için zor olmasa gerekti, hiçbir devlet Türk
askerliğine hayır demedi, diyemezdi cúnku Türkler ziyadesiyle askerliğe ve
komuta etmeye müsaitti.
Fakat
ordu Türk olmayan devletlerde her zaman yönetimin bizzat kendisi değildi, her
devlet Türklerdeki gibi Ordu-devlet geleneğine sahip değildi. O halde Türkler,
Türk olmayanların devletlerinin liderlerine verdikleri tüm ünvanları almalı,
bunların hepsine sahip olmalıydılar.
Çinlilerin
de kullandığı Kağan, Han ünvanından tutun, Konya’nın başkent yapılması sonrası
Farsların Key unvanı, Çaldıran sonrası Şah unvanı, İstanbul’un fethi sonrası
alınan Kayzer ünvanı, her ne kadar o dönemde alınmamış olsa bile Sultan Sencer
dönemi Abbası halifesinin kendilerine verdiği Emir’lik (Emir’ül Müminün)
unvanı, Tuğrul beg dönemi de yine hakeza Abbasiler Selçuklu Sultanı Tuğrul
beg’e hutbe okutarak ben Abbası halifesiyim, siz Tuğrul beg ise bütün
müminlerin emirisiniz dediği, üstüne de kızını verdiği gibi.
Fatih
Sultan Mehmet’in eski Roma’nın yanı Konstantin’in kayzerliğini aldım, Yeni Roma
Kayzerliği kaldı diyip Roma’yı kuşatıp, çıkan arnavut isyanı ile kuşatmayı
kaldırıp dönüp arnavut isyanını bastırdığı gibi, Türklerin Kızıl Elma diye
belirledikleri ülküler hedefler, daima bu yabancıların kullandığı hükümdarlık
ünvanlarını devralmak yani onlara hükümdar olmak stratejisi, başka milletlerde
görülmemiş bir Türk dehası olarak tarihe yansımıştır.
Türklerin
tekrar bir bayrak altında toplanacağını öngören büyük Türk, Hüseyin Nihal
Atsız’ın ölümünün 40.yıldönümü yarın 11 Aralık 2015, onun bir dörtlüğü ile
bitirelim. Ruhu şad olsun.
Asırlar
bize yaştır,
Kemal
Ülkü’ye baştır,
Bize
yol göster Kemal,
Anayurda
ulaştır...
Nitekim
Kaşgar’daki Uygur’un Kırgız’ın da İstanbul Türkçesini konuşması gereği arzusunu
belirtmiş olan,
dilbirliği,
kültür birliği kurulması için adımların devamlı atılması için nice telkinlerde
bulunmuş olan,
kuru
kuruya bununla yetinmeyip, Türk olmak üstün olmak için kafidir diyebilen, Türk
kanının cevheri aslisinden, kudretinden ve asaletinden bahsetmiş olan Mustafa
Kemal Atatürk’ü de rahmetle minnetle yad edelim. Ruhu şad olsun.
.