Türk Milliyetçiliğine Dair (4)

Bundan önceki üçüncü bölümde, Türklüğün doğu merkezli yapısından, devlet geleneğinden söz etmiştik.

Bu doğu merkezinin farklı dönemlerde birbirine yakın olan Karakurum, Ötüken, Ordabalık veya Beşbalık olduğunu ifade ettik. Bu doğu merkezi bir güvence idi, herhangi bir devletimiz yıkıldığında, güvencemiz hep doğu merkezimiz idi, merkezden yeniden doğardık, doğmalıydık, doğabilmeliydik. Merkezimiz ayakta olduğu müddetçe biz de vardık.
Sonrasında bu doğu merkezli devlet geleneğimizin kısmen Selçuklular ve İstanbul’un fethi ile Osmanlılar tarafından tamamen ortadan kalktığını belirttik.
Osmanlılar ile birlikte batı merkezli bir Türk merkezi meydana geldi. Bunun hem olumlu ve hem olumsuz yönleri elbette vardı. Sonuçta Türklerin bir hedefi vardı ve bu hedefe bir merkez belirleyerek varılabilirdi.
Merkez daima güvencemiz olmalıydı. Zor dönemlerde küllerimizden bu merkezde toplanıp tekrar doğmalıydık.

Osmanlıların bir dönemi, eski merkezimiz olan doğudaki merkez, batıda oluşan yeni merkeze biat etmişti, özellikle 16. ve 17. yüzyılda buna dair birçok fiili deliller var tarihin kaydettiği.

Fakat son Osmanlı’nın zayıflaması ile, bugün Türk Dünyası’nın en büyük sorunu olan durum hasıl oldu.
Bir merkezi yoktu, merkezsiz kalmıştı Türkler. Bu başıbozuk durum yüzyıldan daha uzun süredir devam ediyor.

Bu yazı dizisini kaleme almaya niyet ettiğimde adım adım varmak istediğim hususlardan birisi işte buydu.
Türk Milliyetçiliğinin bugün en büyük sorunu, terör değil, din değil, lider yokluğu değil, maddi değil, manevi değil, o değil bu değil, esas sorun bir merkezin olmayışı, olanların yitirilmiş olması.

Türkler tarih sahnesinde ortaya çıkışlarından itibaren, kendilerinden kalabalık olan milletlere karşı mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
Çinliler buna en kolay örnektir. Her ne kadar Çin milletinin oluşmasında Zhou hanedanlığı ve öncesinde tamamen Türk etkileri görülse bilinse de, örneğin Wolfram Eberhardt ki Türkiye’de de okutulur, bu konuda detaylı bilgiler vermiştir, fakat ben bu yazı dizisine başlarken, milat öncesine gitmeyeceğimi, miladi hududun içinde kalacağımı, bunu daha az tenkite sebep olacağı daha objektif olacağı için söylemiştim.
Kendinden kalabalık milletlerle mücadeleler içinde olan Türkler, buna göre stratejiler geliştirmek zorunda kaldılar.
Belirli sahalarda normalden daha fazla başarılı olmak zorundaydılar. Bazı konularda da daha esnek ve pratik olmak zorundaydılar. Hangi devlet dönemine gidersek gidelim orta çağ sonuna kadar, birçok Türk devletinin ordularında kullanılan silahlar ve teçhizatlar aynı dönemlerde yaşamış diğer milletlerden üstündü. Yahutta pratikliğe örnek olarak, konar göçer yaşam stili verilebilir, düşmanları aldatabilmek için. Esnekliğe ıse verilebilecek en güzel örnek dil konusudur. Türkler konuşma dillerini değiştirmemekle birlikte, yazı dillerini bulundukları coğrafyanın varolan hakim yazı dilini kabul ederek, bu konuda gayet esnek davranmışlardır. Bu esneklik Türkleri her coğrafyaya ve o coğrafyadaki diğer topluluklara kolay adapte ettiği gibi, Türk kültürünü olumsuz olarakta etkilememiştir fazla.
Türk kültürü dilden dile aktarmalarla yaşatıldığı için, konuşma dili daima önemli olmuş, yazı dili ise Türklerde çok geç kalınmış olarak önem kazanmıştır.

Türkler yukarda bahsettiğimiz durum olan nüfuslarının az olması, bütün coğrafyalara hükmetmesine her halükarda engeldi. Pratik zekalı Türkler yine çözüm yolunu bulmuştu. Türkler kurulu bir devletin nüfus olarak çoğunluğunu oluşturamayabilirdi fakat bu durum, Türklerin o devleti yönetmesine engel olmamalıydı. O halde yönetim kadrolarının Türklerden oluşması gerekliydi. Ordularda yer almak Türkler için zor olmasa gerekti, hiçbir devlet Türk askerliğine hayır demedi, diyemezdi cúnku Türkler ziyadesiyle askerliğe ve komuta etmeye müsaitti.
Fakat ordu Türk olmayan devletlerde her zaman yönetimin bizzat kendisi değildi, her devlet Türklerdeki gibi Ordu-devlet geleneğine sahip değildi. O halde Türkler, Türk olmayanların devletlerinin liderlerine verdikleri tüm ünvanları almalı, bunların hepsine sahip olmalıydılar.
Çinlilerin de kullandığı Kağan, Han ünvanından tutun, Konya’nın başkent yapılması sonrası Farsların Key unvanı, Çaldıran sonrası Şah unvanı, İstanbul’un fethi sonrası alınan Kayzer ünvanı, her ne kadar o dönemde alınmamış olsa bile Sultan Sencer dönemi Abbası halifesinin kendilerine verdiği Emir’lik (Emir’ül Müminün) unvanı, Tuğrul beg dönemi de yine hakeza Abbasiler Selçuklu Sultanı Tuğrul beg’e hutbe okutarak ben Abbası halifesiyim, siz Tuğrul beg ise bütün müminlerin emirisiniz dediği, üstüne de kızını verdiği gibi.
Fatih Sultan Mehmet’in eski Roma’nın yanı Konstantin’in kayzerliğini aldım, Yeni Roma Kayzerliği kaldı diyip Roma’yı kuşatıp, çıkan arnavut isyanı ile kuşatmayı kaldırıp dönüp arnavut isyanını bastırdığı gibi, Türklerin Kızıl Elma diye belirledikleri ülküler hedefler, daima bu yabancıların kullandığı hükümdarlık ünvanlarını devralmak yani onlara hükümdar olmak stratejisi, başka milletlerde görülmemiş bir Türk dehası olarak tarihe yansımıştır.

Türklerin tekrar bir bayrak altında toplanacağını öngören büyük Türk, Hüseyin Nihal Atsız’ın ölümünün 40.yıldönümü yarın 11 Aralık 2015, onun bir dörtlüğü ile bitirelim. Ruhu şad olsun.

Asırlar bize yaştır,
Kemal Ülkü’ye baştır,
Bize yol göster Kemal,
Anayurda ulaştır...

Nitekim Kaşgar’daki Uygur’un Kırgız’ın da İstanbul Türkçesini konuşması gereği arzusunu belirtmiş olan,
dilbirliği, kültür birliği kurulması için adımların devamlı atılması için nice telkinlerde bulunmuş olan,

kuru kuruya bununla yetinmeyip, Türk olmak üstün olmak için kafidir diyebilen, Türk kanının cevheri aslisinden, kudretinden ve asaletinden bahsetmiş olan Mustafa Kemal Atatürk’ü de rahmetle minnetle yad edelim. Ruhu şad olsun.



.