TILSIM TÜRK OLMAKTADIR !



M. Esat BOZKURT
‘’....Bir aralık süngü yetiştirilemiyordu.
Birinci İnönü savaşında bir kısım askerimiz taşla döğüştü.
Sayın Milletvekili General Sıtkı'dan hadiseyi söyle dinledim:
Alay kumandanı düşmanın yaklaştığını ve fakat askerin dövüşmek için süngüsü olmadığını söylediği vakit, general su cevapta bulunmuş:
''Bellerinde kuşak vardır.
Yerde de Allah'ın taşı dolu.
Doldursunlar, süngü yerine taş kullansınlar!
''Düşman yanaştığı zaman, bir kısım kuvvetlerimiz süngüye karsı tasla dövüşmüşlerdir.
Düşmanın basını tasla ezmişlerdir.
Ve düşman savaş alanını bize bırakmıştır!
Atatürk bu şartlar içinde; Türk başbuğluğu yapmıştır.
Türk ulusu da bu şartlar içinde savaşmış ve yenmiştir!
Böyle savaş olur mu? demeyiniz.
Böyle savaş kazanılır mı? demeyiniz.
Bunu başkaları söyleyebilir fakat siz; hayır!
Türk gençleri!
Siz söylemeyiniz.
Çünkü böyle savaş olur ve kazanılır.
Bu sanatın sırrı, tılsımı, Türk olmaktadır.’’

Atatürk İhtilali-Mahmut Esat Bozkurt

Nihal ATSIZ'ın ''Topal Asker'' şiirini yazmasına neden olan olay



1915 yılının Aralık ayı. Kışın en şiddetli günleri. Türk Ordusu 37 yıldan beridir Rus ve Ermeni işgali altında bulunan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum şehirlerini Rus ve Ermeni zulmünden kurtarmak için Doğu'ya sefer düzenler. Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusu Allahüekber Dağları'ndan aşarak düşman ordularını arkadan kuşatıp imha etmek istemektedir. Öncü kuvvetler Sarıkamış, Selim ve Kars'ın yol güzergâhındaki köyleri gizlice seferber ederler. Türk Ordusu'nun harekete geçtiğini haber alan köylüler, Türk Ordusu'na yardım etmek için hummalı bir çalışmaya koyulurlar. Hayvanlar kesip kavurma yapar, buğday kavurup kavurga, kavut hazırlar, uzun süre bayatlamayan lavaş ekmekler pişirir; çoraplar, kazaklar örer, keçe çarıklar dikerler.

Yıllardan beridir Ermenilerin ve Rusların baskı ve zulmünden canlarına yeten ve tahammül edemez duruma gelen bazı Türk gençleri ise Rusların, Ermenilerin tehdit ve takiplerine aldırmaksızın silahsız, donanımsız olarak köylerinden ayrılır, Türk Ordusuna katılmak için yollara düşerler.

Palasını beline bağlayıp, azığını sırtına alarak Türk Ordusu'na katılmak için yollara düşen gençlerden birisi de Ahmet Turan'dır.

Ahmet Turan, Kars'ın Derecik köyündendir. İki yıldır evlidir. Bir kızı vardır. Annesi, babası ve eşiyle vedalaşıp bir gece yarısı köyünden ayrılır.

Bütün Türk anne ve babalar artık evlatlarının Ermenilerle, Ruslarla mücadele etmelerine, onlara karşı savaşmalarına engel olmuyorlar, hiç bir eğitim almayan yavrularının cepheye koşmalarına ses çıkarmıyorlardır. Çünkü yapacakları başka şey kalmamıştı. Rusların fedailiğini yapan Taşnak ve Hınçak Ermenileri ve Rumlar gemi azıya almışlardı. Türklere yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Köyleri basıyorlar, insanları öldürüyorlar, mallarını yağmalıyorlar, kadınlarını kızlarını kaçırıyorlardı. Halk çaresizdi. Ya canlarından olacaklardı ya da sefil zelil yaşayacaklardı. Ölmeyi sefil ve zelil yaşamaya tercih ediyorlardı.

Ahmet Turan'ın da annesi ve babası ona engel olmamışlar, bilâkis ardından su serpmişler dualar etmişlerdi.

Ahmet Turan, Oltu önlerinde Türk Ordusu'na kavuşur. Ona destek kıtaların birisinde görev verilir. Ordu hareket halindedir.
 Türk Ordusu Aralık ayının son günlerinden Aşkale tarafından Allahüekber Dağı'na yönelir. Çok zorlukla çıktıkları dağın üzerindeki platoda tipiye tutulurlar. Ordunun büyük bir bölümü donarak şehit olur. Sağ kalan askerlerden birisi Ahmet Turan'dır. Hatta birkaç askeri de donmaktan o kurtarmıştır.

Komutanı o geceki gayretlerinden dolayı onu çok beğenir ve yanına alır.

Türk Ordusu, büyük bir talihsizlik olarak düşmanla savaşamadan iklimin azizliğine uğrar ve savaşamaz duruma gelir.

Büyük kayıplar veren Türk Ordusu Erzurum'a çekilir. Kısa süre sonra destek kıtalarından birkaçı Irak cephesine gönderilir. Ahmet Turan da bu kıtalardan birisinin komutanının yaveri olarak Irak cephesindedir.

İngilizlere karşı savaşan 6. Türk Ordusu'na destek verirler. İngilizleri bozguna uğratırlar. Bir İngiliz tümenini generalleriyle birlikte esir alırlar. Ne yazık ki Türk Ordusu bu cephede de Arapların azizliğine, daha doğrusu ihanetine uğrar. İngilizlerin bağımsızlık vaadlerine ve dağıttıkları altınlara aldanan Araplar Türk Ordusu'nu arkadan vururlar. Bu amansız çatışmalarda Ahmet Turan bacağından yaralanır. İyi bir tedavi göremez. Yaraları iyileşir ama bacak kemiğinin eğri tutması sebebiyle ayağı garip bir görünüm alır. Topallayarak yürümektedir.

İki yıl kadar bu bölgede İngiliz-Hint ve aldatılmış Araplara karşı savaşırlar. Ne hazin ki Bağdat'ı Araplara bırakmak zorunda kalırlar. O günlerde İstanbul'dan bir emir gelir. Destek kıtalarından birkaçı Galiçya'ya gidecektir. Ruslara karşı savaşan Türk kolordusuna katılacaklardır.

Ahmet Turan'ın içinde bulunduğu kıta da gidecektir. Komutanı onu götürmek istemez. Ahmet Turan, kıtasından ayrılmamak için komutanına yalvarır yakarır. Sonunda arzusuna kavuşur. Komutanı onu yine yanında götürür. Aylardan sonra Galiçya önlerindedirler.

İki yılı aşkın bir süre de bu bölgede bulunurlar. Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşılar. Zaman zaman çok zor durumlarda kalırlar.

Ahmet Turan birçok arkadaşını kaybeder. Birçok arkadaşı sakat kalır. Nice arkadaşı atılan bombaların altında parçalanıp meleklere katılır. Kendisi de bir kez daha yaralanır. Siperdeyken kafasına hedeflenen kurşun sakat bacağına saplanır. Bir şarapnel parçası da burnunu, çenesini dağıtır. Yine iyi bir tedavi yapılamaz. Ayağı daha da eğri ve sakat kalır. Yüzü gözü tanınmaz olur.

Türkler bu cephede de Amerika'nın ve Bulgarların hıyanetine uğrar ve perişan bir vaziyette çekilirler.

Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, Türkler, Avusturya-Macaristan ve Almanya ile birlikte savaşı kaybetmişlerdir. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul'a dönerler.

Askerler terhis edilir. Ahmet Turan da silahını teslim eder. Silahı ile birlikte ruhunu, canını bıraktığını zanneder. Kendisiyle özdeşleşen silahından ayrı yaşayamayacağını düşünür. Düşmanları için gözdağı, kendisi için arkadaş, kardeş olan, güvendiği, dayandığı silahı artık onunla değildir. Bir değnek bulur, şimdiden geri ona dayanarak yürüyecektir.

Memleketine, köyüne dönmek istemektedir. Yedi yıldır köyünden, eşinden, çocuğundan, anne ve babasından haber alamamıştır. Onların hasretiyle buram buram yanmaktadır. Onlarla kucaklaşacağı anı, onlara savaş hatıralarını anlatacağı günü aramaktadır. Topal bacağıyla kanatlanmış kuş gibidir. Uçmak istiyor, havalanıp köyüne konmak, yıllardır yolunu gözleyen eşine, çocuğuna ulaşmak istiyor.

Komutanı ülkesinin neresinde neler olduğunu iyi bilmektedir. Yunanlıların İzmir'i işgal ettiğini, İtalyanların Antalya'yı, Fransızların Kahramanmaraş'ı, İngilizlerin Adana'yı, Rus ve Ermenilerin doğu illerini aldıklarını biliyor. Hatta Rus ve Ermenilerin Erzincan'dan Gümrü'ye kadar yol güzergâhındaki bütün Türk köylerini yaktıklarını, insanlarını öldürdüklerini, bütün varlıklarını alıp götürdüklerini biliyordu. Bu köyler arasında Ahmet Turan'ın köyünün de talan edildiğini ve bütün halkının samanlıklara doldurularak yakıldığını öğrenmişti.

Komutan, bütün bunları bildiği için Ahmet Turan'ı İstanbul'da alıkoymak istemektedir. Yıllardır yanından ayırmadığı ve cepheden cepheye birlikte koştukları bu kahraman ve yiğit vatan evladını bırakmak istememektedir. Ancak bir türlü gerçekleri de ona söyleyememektedir.

Ahmet Turan vedalaşmak için komutanının yanına gelir. Elini öpmek helallik almak ister. Komutanı elini öptürmez, o yaralı dağ parçası yiğidi kucaklar bağrına basar. Bir süre onu bırakmaz. Vücudunun büyük bir parçasının kopup gittiğini zanneder. Yüreği yanar, gözleri yaşarır ama Ahmet Turan'a hissettirmez. Kollarını çözüp bu defa omuzlarından tutup bir müddet yüzünü seyreder. İç cebinden bir kağıt çıkarır, üzerine bir şeyler yazar ve katlayıp Ahmet Turan'a uzatır ve ekler:

-Ahmetçiğim, adresimi yazdım. Sakın kaybetme. Memleketine, köyüne git. Bir müddet kal, hasret gider. Eğer sıkıntıya düşersen, iş güç bulamazsan dön, bana gel. Sana iş güç bulabilirim. Burada birlikte yaşarız.

Ardından yan cebinden çıkardığı birkaç kuruşu da Ahmet Turan'ın eline tutuşturur.

-Bu birkaç kuruşu da al, gereğin olur.

Ahmet Turan pusulayı alıp sürekli göğsünde taşıdığı hamailin arasına koyar. Parayı almak istemez. Komutanın ısrarı üzerine onu alır paltosunun iç cebine koyar. Teşekkür eder.

Ahmet Turan İstanbul'dan ayrılır. O artık Kars yolundadır. Eşine, annesine, çocuğuna, babasına gitmektedir. Köyden köye, şehirden şehire, o topal bacağı ile sürünüp yürümektedir. Kimi gün yaya, kimi gün rastladığı at arabalarına binerek kimi zaman at, katır kafilelerine katılarak aylardan sonra Kars'a ulaşır.

Şehir tanınmaz hâldedir. Sanki yedi yıl önce bıraktığı şehir gitmiş yerine başka bir şehir gelmiştir. Sözün gerçek anlamı ile harpten çıkmış bir şehir. Çarşıyı pazarı dolaşır bir tek tanıdık simaya rastlayamaz. İçinde ağır bir sıkıntı oluşur. Kalbi sıkışır.. Duman dolmuş bir aşhaneye girmiş gibidir. Bir an önce şehirden çıkmak ister. Tenha bir bakkalda biraz şeker, çay ve şekerleme bulur, alır. Annesi, babası, eşi ve çocuğu için İstanbul'dan satın aldığı hediyelerin yanına kor ve bohçayı bağlayıp omuzuna atar. Köyün yolunu tutar. Ata ocağı, yâr kucağı olan köyü, Kars'ın 10 km. doğusundadır. Normal bir insan iki saatte varır. Ancak Ahmet Turan topaldır, üç dört saatte ancak varacaktır.

Yol boyunca eşini, evlilik günlerini, kızı Elif’i, annesini, babasını düşünür. Elif'in şimdi sekiz yaşında güzel bir kız olduğunu hayâl eder.

Köyün yanıbaşındaki derin vadinin karşı kaşına varır. Oradan köy nispeten görülmektedir. Elindeki değneğe dayanıp biraz dinlenmek ve köyünü seyretmek ister. Garip bir hava hisseder. Burnuna yanık kokuları gelir. Köyün camisinin ahşap minaresi, o güzelim ağaçlar, ağaç, direklerin başındaki leylek yuvaları, hiçbirisi görülmüyor. Sanki köy yere gömülmüş. Bir şeyler göremez. Ortalıkta kimseler de yoktur. Herkes yaylaya gitmiş gibi. Oysa yayla mevsimi değil. Bir anlam veremez. Yerinde duramaz, kafası, beyni uğuldamaktadır. Aklına çok garip şeyler gelir. Bir solukta vadinin dibine iner ve karşı yamaca tırmanmaya başlar. Kocaman yokuşu nasıl çıktığını bilemez. Vadinin diğer kaşına çıktığında köyün tamamını karşısında bulur. Acı gerçekle yüz yüze gelir. Dünyası yıkılır. Köy baştanbaşa yakılmıştır. Kimse yoktur. Bütün evler yerle bir olmuştur. Donakalır. Birden kendi evine doğru koşar. Bütün köy evleri gibi onun evi de yakılıp yıkılmıştır. Ahmet Turan'ın vücudu çözülür. Kolu kanadı yanına düşer. Dökülüp dağılacak gibidir. Bohça omzundan yere düşer. Ayakta duramaz. Takati kesilir. Bir taşın üzerine yığılır. Ellerini değneğine, alnını da ellerinin üzerine dayayıp donup kalır. Gözlerinin yaşı yerleri ıslatmaktadır.

Yaşadıkları gözlerinin önünden geçer. Komutanının sözlerini hatırlar. Adresini ona niçin ısrarla verdiğini o anda anlar.

Bir müddet yanıp kavrulduktan sonra kalkıp yakılıp yıkılan evlerin arasında dolaşır. Köyün kenarındaki mezarlığa varır. Alelâde yapılmış mezarları görür. Ölülerin, kimler tarafından toplanıp gömüldüğünü anlamakta gecikmez. Çünkü birçok cephede defalarca bu işi kendisi de yapmıştır. Mezarların toprağına yüzünü sürer, ağlar. Fatihalar okuyup ruhlarına bağışlar. Yanıp kül olan annesinin, babasının, eşinin, çocuğunun, hısım akrabalarının, ellerini yüzlerini öpmeyi umarken küllerini, topraklarını öpmek durumunda kalır.

Geceye kalmadan köyden ayrılır. Yola iner, Kars'a gitmekte olan bir at arabasına biner. Arabacı, epey ötede bulunan Subatan köyünün Ermeni katliamından kurtulan sakinlerinden birisidir. Tanışırlar. Ahmet Turan, köylerinin ve köylülerinin başına gelenleri sorar. Adam, içi sızlayarak anlatır.

Kâzım Karabekir Paşa'nın komutasındaki ordunun Erzurum'a geldiğini öğrenen Ermenilerin Kars ve çevresinde katliama başladıklarını, Derecik Köyü'nün 671 sakinini samanlıklara doldurup, gazyağı, benzin dökerek yaktıklarını, kaçmaya çalışanları ise balta, kılıç ve yaylım ateşi ile öldürdüklerini, 671 kişiden sadece 11 kişinin kurtulabildiğini, bütün bu bölgedeki köyleri aynı şekilde yakıp yıktıklarını, talan ettiklerini göz yaşlarına boğularak anlatır.

Ahmet Turan durumu bütün açıklığı ile öğrenir. Artık Kars'ta durmanın yersiz olduğunu anlar. Arabacıdan ayrılırken düşürdüğü bohçayı hatırlar. Arabacıya köyünün girişinde bıraktığı bohçayı almasını içindekileri ihtiyacı olanlara dağıtmasını rica eder.

Tekrar yollara düşer. Aynı yollardan aynı sıkıntı ve engellerle karşılaşarak aylardan sonra İstanbul'a ulaşır.

Komutanın adresi Avrupa yakasındadır. Yolcu vapuruna binerek karşı tarafa geçmek ister. Rıhtımın, güvertesinin tutacaklarına tutunarak güçlükle vapura biner. Vapur fazla kalabalık değil. Kimsenin oturmadığı büyük bir banka sendeleyip tutunarak oturur. Perişan hâldedir. Vücudu ve ruh hâli ülkesinin durumu gibidir. Saçı sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, çenesinin eğriliği ve yüzündeki derin yara izleri çehresini garip bir görünüme sokmuştur. Ayağının topallığı ise yürek yakmaktadır.

Karşı tarafta birkaç kadın ve yetişkin bir kız oturmaktadır. Bunlar Ahmet Turan'ı seyretmektedirler. Onun yedi yıldır sırtından çıkaramadığı parça parça olmuş paltosuna, şalvarının uyumsuz çarpık yamalarına, yüzünün yamukluğuna ve eğik bükük topal ayağına bakıp durmaktadırlar. Aralarındaki, dış görünüşü ve tavırlarıyla yabancıyı andıran bakımlı ve alımlı kız, Ahmet Turan'a bakıp bakıp güler. Ahmet Turan bu durumdan çok müteessir olur. Yıllardır onlar için savaştığı insanlardan ilgi, sevgi beklerden böyle bir tavırla karşılaşması onu perişan eder. Kalkıp oradan uzaklaşır. Güvertenin en kenarından bir direğe tutunup denizi ve uzakları seyre dalar. Kendisine karşı yapılan bu hakarete bir anlam veremez. Aklına, bir arkadaşının geçende anlattıkları gelir. İşgal kuvvetleri komutanı Fransız generali İstanbul'a girerken bazı İstanbullu kızlar, kadınlar Fransız ve İngiliz askerlerine çiçekler atmış, onlara pasta çörek ikram etmişler. Acaba bu kadın ve kızlar da onlardan mıdır diye aklından geçirir. Şaşkın vaziyettedir. Vatanında kendisini garip hissetmektedir. Herkese küsmüş gibi kimsenin yüzüne bakmaz.

Vapurdan inip epey uzaklaştıktan sonra hamailin içerisinden adresi çıkarır ve rastladığı kimselere sora sora komutanının evine varır. Kucaklaşırlar. Gözyaşları birbirine karışır. Ahmet Turan çocuk gibi ağlamaktadır. Hıçkıra hıçkıra, içini çeke çeke dakikalarca ağlar, anlatır. O sırada komutanının arkadaşlarından Mehmet Nail Bey'in oğlu askerî tıbbiye öğrencisi Hüseyin Nihâl olayı seyretmekte anlatılanları dinlemektedir.

Hüseyin Nihâl, bu fedakâr ve kahraman Türk gazisine yapılan densizliğe çok üzülür ve gençlik heyecanını da katarak Ahmet Turan'ın ağzından o arsız kıza bir şiirle cevap verir:

Topal Asker

Ey saçları “alagarson” kesik hanım kız!
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Bacağımla alay etme pek topal diye.
Bir sorsana o topallık nerden hediye ?

Sen Şişli’de dans ederken her gece, gündüz
Biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz
Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
Siz salonda dans ederken bizler savaştık.

Ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız,
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Olan işler dimağını azıcık yorsun!
Biliyorum elbisemle eğleniyorsun;

Biliyorum baldırını o kadar nazla
Örten bir tek ipek çorap kıymetçe fazla
Benim bütün elbisemden… Hatta kendimden…
Biliyorum: Çünkü bugün şu dünyada ben

Neyim? Bir hiç… işe güce yaramaz, topal…
Sen sağlamsın senin hakkın dünyadan zevk al:
Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz!

Ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
Her yolcunun uğradığı ey hancı güzel!
Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
Yapıyorduk biz de kanla, barutla düğün.

Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına, yağmur,
Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık

Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık;
Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık…
Gülme bana bakıp pek arsız arsız
Sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız!

Sana karşı haykıranı mecbursun dinle;
Bugün hesap göreceğiz artık seninle:
Ben cephede geberirken, geride vatan
Aşkı ile bin belalı işe can atan

Anam, babam, karım, kızım eziliyorken
Dağlar kadar yük altında… Gel, cevap ver, sen
Bana anlat, anlat bana, siz ne yaptınız?
Köpek gibi oynaştınız, fuhşa taptınız!

Anavatan boğulurken kıpkızıl kanda
Yalnız gönül verdiniz siz zevke, cazbanda…
Ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:
Sizin için harbederken yedim kurşunu.

Onun için topal kaldı böyle bacağım,
Onun için tütmez oldu artık ocağım.
Nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda
Sallanarak ölü kaldık biz bataklarda.

Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,
Bu amansız boğuşmada öldü yarımız,
Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız
Size şarap oldu sanki… Şehit canımız

Güya sizin mezenizdi! Yiyip içtiniz;
Zıpladınız, kudurdunuz arsız, edepsiz!…
Gerçi salonlarda “yıldız” dı senin adın,
Hakkikatte fahişesin ey alçak kadın!

Ey allıklı ve düzgünlü yosma bil şunu:
Bütün millet öğrenmiştir senin fuhşunu.
Omuzunda neden seni fuzuli çeksin?
Kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..

 Nihal ATSIZ

KAYNAK: Prof. Dr. Ali KAFKASYALI

ERMENİ TEHCİRİ VE GERÇEKLER



Prof.Dr.Yusuf HALAÇOĞLU

Ermeni Mezalimi, Osmanlı Dönemi

Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllar boyunca millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Avrupa devletlerinin Şark Meselesi olarak şöhret bulan politikaları neticesinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren zayıflayan Osmanlı idaresine karşı ciddi bir sorun teşkil etmeye başlamışlardır. Fransız Devrimi’nin fitilini ateşlediği milliyetçilik cereyanları ile zayıflayan Osmanlı Devleti’nin topraklarına göz koyan Avrupalı güçlerin Hıristiyan azınlıklardan kendi emellerini gerçekleştirebilmek için yararlanma arzuları, Ermeni Kilisesi tarafından da desteklenen Ermeni milliyetçiliğini teşvik etmiş; başlangıçta burjuva ve şehir kökenli olan ve elitist bir özellik taşıyan Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni toplumunun tüm katmanlarına yayılarak ayrılıkçı bir renge bürünmesini hızlandırmıştır. Bu sürecin dönüm noktası, literatürümüzde 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile bu savaşı müteakiben imzalanan Ayastefanos (3 Mart 1878) ve Berlin (13 Temmuz 1878) andlaşmalarıdır.

93 Harbi süresince Rus ordusu ile yakın bir işbirliğine girmiş olan Ermeni meclisi, savaşın ardından, Rus Çarı II. Aleksandr’a “Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmeyerek burada Rusya’ya bağlı bir Ermenistan kurulması” şeklinde özetlenebilecek bir muhtıra göndermiştir. Siyasi dengeler sebebiyle gerçekleştirilmesi Ruslar tarafından dahi mümkün görülmeyen bu talebin bir nebze olsun telafi edilebilmesi için Ruslar, anlaşmaya, Ermenilerin sakin olduğu Doğu Anadolu vilayetlerinde ıslahat yapılması ve buradaki Hıristiyanların Kürt ve Çerkeslere karşı korunmasının temin edilmesi gerektiğini bildiren meşhur 16. maddeyi eklemişlerdir. Bu, aynı Küçük Kaynarca Andlaşması’nın (21 Temmuz 1774) 7 ve 14. maddelerinin Çarlık Rusyası’na Orta Doğu politikaları konusunda bir meşruiyet sağladığı gibi Anadolu üzerindeki Rus emel ve tasarrufları için de bundan sonra hukuki bir zemin teşkil edecek bir biçimde düzenlenmiştir. Ancak, olası bir Osmanlı dağılmasının nimetlerinin sadece Ruslara bırakılamayacak kadar kıymetli olduğunu idrak eden Düvel-i Muazzama’nın diğer üyeleri Ayastefanos Andlaşması’nın Osmanlı aleyhindeki ağır hükümlerinin toplanan Berlin Kongresi ile tadil edilmesini kararlaştırmışlar; neticede birçok madde tekrar düzenlense de, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalede en önemli unsuru teşkil edecek olan ıslahat sorunu, 61. madde ile olduğu gibi bırakılmıştır.

Ermeni Meselesi artık siyasallaşmış ve Düvel-i Muazzama mensupları, özellikle de İngiltere ve Rusya arasındaki çekişme neticesinde uluslararası bir boyut kazanmıştır. Mevcut durumdan istifade etmek isteyen Ermeniler de bir adım daha atarak hızla yurt içinde ve dışında siyasi teşekküller kurmaya başlamışlardır. Bu teşekküllerin en önemlileri siyasi varlıklarını günümüze kadar sürdüren Hınçak (1887 yılında Cenevre’de kurulmuştur) ve Taşnaksutyun (1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur) fırkalarıdır.

Oluşumlarında bariz bir Rus destek ve etkisinin görüldüğü bu teşekküller, Makyavelist bir yaklaşımla, salt büyük güçler arasındaki siyasi çekişmelerin nihai hedefleri olan Türk topraklarında bağımsız bir Ermenistan kurulmasına yetmeyeceğini, gayelerini gerçekleştirebilmek için kendilerine büyük güçlerin çifte standartlı yardımını sağlayacak başka vasıtalara da başvurmalarının elzem olduğunu kısa sürede anlamışlardır. Bu vasıtaların en önemlisi, sonuçlarından Türkiye Cumhuriyeti olarak yakın geçmişe kadar muzdarip olduğumuz şiddet ve terördür.

Her ne kadar nüfus içerisinde asla çoğunluğu teşkil etmemiş olsalar da Anadolu toprakları üzerinde hak iddia eden Ermeniler ile bu toprakların gerçek sakini Türk ve Müslümanlar arasında ilk ciddi olaylar 1890 yılında Erzurum ve İstanbul Kumkapı’da patlak vermiştir. Bu, Ermeni terör ve şiddet sinsilesinin ilk halkasıdır. Sultan II. Abdülhamid ve hatta kendisi de bir Ermeni olan Patrik Aşıkyan da dahil olmak üzere Osmanlı idarecilerine suikast teşebbüslerinden masum Müslüman halkın katledilmesine kadar geniş bir yelpazede cereyan eden Ermeni faaliyetleri, başarılı bir propaganda neticesinde, Batı kamuoyunda taraftar bulmuş ve II. Abdülhamid’in “Kızıl Sultan”, Türk halkının ise “masum Ermeni halkının katlinden sorumlu barbarlar” olarak nitelendirilmesinin amili olmuştur. 11 Mayıs 1895’de Sasun olaylarını müteakip Avrupa devletlerinin Osmanlı idaresine verdikleri notada, ıslahat yapılacak vilayetlerin Vilâyât-ı Sitte adıyla Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Mamûretülaziz ve Diyarbekir olarak belirlenmesi, her ayrılıkçı akımın ihtiyaç duyduğu coğrafi alan mefhumunun da Ermenilerin şuurunda yer bulmasını ve toprak iddialarının kendilerince meşru bir zemin kazanmasını hızlandırmıştır.

Batı dünyasına yönelik Ermeni propagandasında, vuku bulan şiddet olaylarının müsebbibinin II. Abdülhamid’in baskıcı rejimi olduğu iddiası, İttihad ve Terakki’nin iktidara gelişini müteakip yaşanan gelişmelerde de görüleceği üzere asılsızdır. İmparatorluğun hızla parçalanmakta olduğunu gören İttihadçıların II. Meşrutiyet’in başlarında iyi niyetli “ittihad-ı anâsır”ları uğruna Ermeni komiteleri ile birlikte hareket etme arayışları, fayda vermemiştir. Ayrılıkçı isyanlar gün be gün artmakta, İmparatorluk kan kaybetmektedir. Üstelik, Osmanlı topraklarında gözü olan iki hasmın, Çar II. Nicholas ile VII. Edward’ın, 1908 yılında, Reval’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı hususunda anlaşmalarıyla Rusya ve İngiltere arasındaki çekişmeden yoksun düşen Osmanlı diplomasisinin harekat sahası hızla daralmaktadır. Türk entelektüelinin zihninde “son yurt Anadolu” özel bir hassasiyet kazanmaktadır. Fonda bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, Ermeniler işte bu topraklar üzerinde de asılsız bir şekilde hak iddia etmektedirler. Birinci Cihan Harbi, artık kırılma noktasıdır.

Osmanlı Hükümeti’nin Birinci Cihan Harbi’ne girme kararı almasının en önemli nedenlerinden biri, hızla akmakta olan kum saatini durdurarak İmparatorluğu Rusya’ya karşı koruyabilme endişesidir. Bu çerçeveden bakıldığında, Doğu’daki Ermeni azınlığın tasarrufları ayrı bir önem kazanmaktadır. Daha 1912 yılında, İstanbul’daki Rus büyükelçisi Dışişleri Bakanı S. D. Sazanof’a gönderdiği raporunda, “Van, Bâyezid, Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu vilayetlerdeki Ermenilerin hepsi Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı bekliyorlar…21 Kasımda Bâyezid konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler Türkiye’ye karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve Rusya’nın protektörlüğünü, Ermeni topraklarını işgal etmelerini bekliyorlar. Ermeni Patriği Rusya’ya Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır.” demektedir. 1914 yılına gelindiğinde, Ermeni komiteleri de Türkiye’deki şubelerine şu tâlimatı vermişlerdir: “Rus ordusu sınırdan ilerler ve Osmanlı ordusu geri çekilirse her tarafta birden eldeki vasıtalarla başkaldırılacaktır.

Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, resmî binalar bombalanacak, iaşe depolarına sabotajlar düzenlenecek; aksine Osmanlı ordusu taarruza geçerse Ermeni askerleri Ruslara katılacak ve silah altına alınanlar kıtalarından kaçarak, Türk birliklerinin geri cephelerine zarar vermek ve ülke içinde çeşitli olaylar çıkarmak için çeteler kuracaktır.”

Nitekim, savaşın başında Doğu Cephesi’nde yaşanan gelişmeler aynen yukarıdaki raporlarda öngörüldüğü şekilde seyretmiştir. Ermeniler, seferberlik ilan edildiği 3 Ağustos 1914 tarihinden itibaren ordudan kaçmaya başlamışlar; Türk askerlerine karşı Zeytun’da silahlı saldırı tertip etmişler; Rusya’ya göç ederek Ruslar tarafından Türk ordusuna karşı savaşmak üzere oluşturulan çetelere katılmışlar; Rus ordusunun 1 Kasım 1914’te Doğu Anadolu üzerine başlattığı taarruzu müteakip de birçok vilayette isyan çıkarmışlardır. Bu Ermeni isyanları arasında en büyüğü ve aralarında tehcir kararı da bulunmak üzere sonuçları açısından en önemlisi, Van’daki isyandır.

Van ve çevresinde memur ve jandarmalar öldürülmüş, karakollar ve Türklerin evleri saldırıya uğramış, resmî binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Osmanlı hükümetinin seferberlik ilânından itibaren dokuz ay boyunca iyi niyetle ve küçük tedbirlerle işi çözmeye çalışması fayda etmemiş, Ermeniler konusunda köklü tedbirler alma lüzumu gün geçtikçe önem kazanmıştır. Bu tedbirlerin en önemlisi, tehcir kararıdır. İşte bu makale tehcir sürecinin nasıl işletildiği üzerinde duracak ve gerçeğin Ermeni propagandası tarafından sunulan manzaradan tamamen farklı olduğunu gösterecektir.

Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU
Türk Tarih Kurumu Başkanı
Araştırmanın tamamını okumak için : https://www.altayli.net/ermeni-tehciri-ve-gercekler.html…