ELVEDA, AZİZ ÜLKEM…


 İklil KURBAN

Bu yıl, 12 Kasım 2018 günü, 12 Kasım 1944 tarihinde kurulan Şarki Türkistan Cumhuriyeti’ne yaşasaydı 74 yaş olacaktı… Fakat Rus-Çin İşbirliği ile bu cumhuriyetin ömrüne, Eylül 1949’da “Uçak Kazası” süsü ile son verildi. Ben bu cumhuriyeti iyi hatırlıyorum, Onun doğumuna da, ölümüne de şahit oldum. Bu cumhuriyet beni “OĞLUM” diye bağrına basmıştı. Elveda bahtı kara devletim Şarki Türkistan Cumhuriyeti…

Vatan ve devlet birbirini tamamlayan eş değer kavramlardır. Doğa beni vatansız yaratmadığına göre, nerde benim doğup büyüdüğüm vatanım? Her vatan onu koruyan devletsiz olmadığına göre, nerde benim devletim? Bir zamanlar vatanım da, devletim de vardı, şimdi yok, onları ejderha Çin yutmuştur.

Şarki Türkistan bu, benim doğup büyüdüğüm vatanımın adıdır. Her karış toprağını, sesi duyulan her akarsuyunu bildiğim-tanıdığım bu aziz ülke-dünyada benzeri olmayan benim ülkemdir. Bundan 42 yıl önce-1980 yılında ayrılmak zorunda kaldığım-ana yurdum olan bu kutsal toprağımı çok özlüyorum ve er geç döneceğime de inanarak yaşıyorum. Uluslardan oluşan insanlık-doğanın en yüce ürünüdür. Bu yüce yaradılış gereği, ulus olarak, vatan-devlet sahibi olarak yaşamak, doğanın insanlığa verdiği dokunulmaz-kutsal hakkıdır-benim de hakkımdır. Bir ulusun ulusal varlığı ancak ulusal devletiyle temin edilebilir. Devleti yok ulus, er geç yok olmaya mahkûm ulustur. Vatanım-ulusum senin için uğraştım, bunun için Çin’in hapishane ve çalışma kamplarında 24 yıl yaşam mücadelesi verdim. Fakat seni kurtaramadım bağışla beni.

Şarki Türkistan, bulut ile boy ölçüşen zirvesi ebedî karlı Tanrı Dağı gibi, Afrika’nın Sahra Çölünü andıran Teklamakan Çölü gibi, işgalcilere kolay kolay yaşama olanağı tanımayan engin ve olağanüstü koşullarıyla ta ezelden ta ebediyete kadar benim toprağım – Türk’ün toprağı olarak var olmaya-tanınmaya devam ede gelmiş müstesna bir topraktır. Şarki Türkistan’ın kuzeyini sulayan Tanrı Dağı’nın ebedi karla kaplanmış Han Tanrı Zirvesi 8000 metre yüksekliktedir. Şarki Türkistan’ın güneyini sulamış Himalaya Dağı’nın dünyanın doruğu olarak bilinen Everest Zirvesi 8878 metredir. Evet, bunların hepsi benim vatanımın doğa harikalarıdır.


SİMGESİ AY YILDIZ, ADI ŞARKİ TÜRKİSTAN CUMHURİYETİ OLAN BU TÜRK DEVLETİ, Eylül ayının 1949 günü Rus-Çin işbirliği ile hazırlanmış facialar-yalanlar sonucu olarak yaşamını yitirdi. Bu yıl, 12 Kasım 2018 günü, 12 Kasım 1944 tarihinde kurulan Şarkı Türkistan Cumhuriyeti’ne yaşasaydı 74 yaş olacaktı. Bu, Rus-Çin İşbirliği ile hazırlanmış Şarki Türkistan düşmanlığının ilki değildi. Yakup Beg’in (1820-1878) olağanüstü girişimleriyle kurulan 13 yıllık Kaşgar Devleti’nin (1865-1878) de sonunu hazırlayan düşmanlık-bu düşmanlık idi.

Şarki Türkistan Cumhuriyeti kurulduğunda ben henüz 9 yaşındaki çocuktum. Fakat Tatar İlk Orta Okulu’nun eğitimi ve daha yeni kurulan Ulusal Cumhuriyetin gayesi gereği bana çocuk gözüyle bakmıyordu. Çünkü yapılacak işler o kadar çok ki, ömür kısa, istikbal uzaktı. Ben de çocuk olmama rağmen bu gidişatın farkındaydım. Çünkü düşmanımız büyük, tek değil çiftti.

Yıl 1947-48 öğretim yılı, Şarki Türkistan Cumhuriyeti’nin kurucusu Ahmetcan Kasimi (1914-1949) bizim okulda idi. O, kısa süren açık hava toplantısında öğretmen ve öğrencilere şöyle sesleniyordu:

“Dünyadaki mesleklerin en şereflisi öğretmenliktir. Çünkü gelmiş geçmiş büyük zatlar, bilginler, yazarlar, doktorlar, generaller, mühendisler ve bunlar gibi meslek sahiplerinin hepsi öğretmenlerin emeğinin meyvesidir” diyordu. Biz öğrencilere hitaben: “Bir binayı-gökdeleni kurmak için önce onun temelini iyi işlemek lazım.  Temeli iyi işlenmemiş bina, gökdelen yıkılır. Aynı onun gibi sizler de bugün gelecekteki yüksek bilimlerinizin temelini işlemektesiniz.  İlk ve ortaokulu iyi neticeler ile bitirebilseniz gelecekte bilim sahasında daha çok başarılı olursunuz. İyi okuyun, size başarılar dilerim” diyordu. Bu ulu zat da, Rus-Çin işbirliğiyle öldürülmüştü.


Tanımı geçen bahtı kara devletimin: “ULUSUMUZ TÜRK-VATANIMIZ TÜRKİSTAN-ECDADIMIZ CENGİZ ve TİMUR” diye seslenerek, beni “OĞLUM” diye bağrına bastığı günler, ömrüm süresince beni yönlendiren anılar olarak kalbimin en derinliklerinde saklana gelmiştir. Beni “PANTÜRKİST” yapan kutsal sesleniş, bu sesleniştir.

1990’lı yıllar, bu benim 50’li yaşlarım, bundan 50 yıl önceki Tatar Okulu’nda geçirdiğim 1940’lı yılları nasıl bir özlem duygularımla anımsasam, bu 1990’lı yılları da öyle anımsıyorum. Artık Türklük bilimi, Türk Birliği uğruna çalışmanın; Rus-Çin İşbirliğine karşı savaşmanın ortamı doğmuştu. Tüm Türk dünyasını gezdim, ünlü Türk şehirlerinde bulundum, Taşkent’te 2 yıl kadar kaldım, Enstitülerde Türklük dersi verdim. Gazetelere “Bizim İstikbalimiz” uğruna yazılar yazdım. İleride dünyamız Türk Birliğine doğru yol alırken, Taşkent şehrini Türk dünyasının başkenti yapacağız. 1865 yılındaki Rus işgaline karşı direnişin destansı örneğini yaratmış olan-Hokant Hanlığı’nın ünlü komutanı Alimkul’un (1831-1865) şehit düştüğü bu Taşkent Savaşı uğruna-Taşkent’i başkent yapacağız. Türk’ün bu şanlı şehrinde, Cengiz Han’ın (1155-1227), Büyük Timur’un (1336-1405), Ulug Bey’in (1394-1449) bıraktığı ayak izleri vardır. Aziz ülkem Şarki Türkistan’ı ve sadece Türkistan’a özgü olan “KIMIZ” denilen şu içkini çok çok özledim. Türkistan uğruna oraya gitmeyi düşünüyorum. Bu benim vatan kaygısından kaynaklanmış kutsal hakkımdır. Eğer bu isteğime ezelî ve ebedî düşmanım olan Rus-Çin ve onların işbirliği engel olacaksa, Birleşmiş Milletlere müracaat edeceğim. Şu evrensel “KURAM” gereği Birleşmiş Milletler diyor ki: “EGEMENLİK, KENDİ YURTTAŞLARININ  İNSAN HAKLARINI KİTLESEL BİR BİÇİMDE İHLAL EDEN HÜKÜMETLER (DEVLETLER) İÇİN ARTIK BİR KORUYUCU KALKAN OLAMAZ !!!”

ELVEDA, KURTULUŞU BEKLEYEN-VATANIM ŞARKİ TÜRKİSTAN!…

Kurguyum Uşti Kolumdin,
Nerde Mihmandur Bugün.
Dehli Bermenglar Yarimga
Köngli Perişandur Bugün!

(Şahinim Uçtu Elimden,
Nerde Konaklar Bugün.
Üzmeyin Nazlı Yarı,
Gönlü Kırıktır Bugün)

 İklil KURBAN

 

Doğu Türkistanİklil Kurban

“ÇAĞIMIZA AYAK UYDURAMAYAN DİL” (!)

 


 

 İklil KURBAN

Nerede sömürgecilik, nerede zulüm, orada yalan…

Yakın zamandan beri, 50-60 yıldır süregelen Çin bunalımının biraz daha yükselmiş olduğunu öğrenmekteyiz. Bu bunalımın dış siyasetteki belirtisi, “İkinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin mezarını ziyaret ettin” diye, Japon Başbakanı ile yaşanan gerginliktir. Bu bunalımın iç siyasetteki belirtisi, “Uygurca çağımıza ayak uyduramayan dil” diye, Uygurları topyekûn Çinlileştirmenin eylemini başlatarak, Uygurlar ile yaşanan gerginliktir.

Bilindiği gibi 1990’lı yılların başı, Sovyet İmparatorluğu çökmüş, uluslararası komünizm-sömürgecilik sarsılmış; bilhassa Çin, ileride yine nelerin olabileceğinin kaygısıyla tutunacak bir dal arıyor konumundadır. Böyle bir vaziyette, uzun yıllardan beri varlığını sürdüregelen Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı davasının daha da alevleneceği kaçınılmaz bir olgu idi; öyle de oldu.

Yıl 1992, Haziran ve Temmuz ayları, Almatı’da ve Bişkek’te, Uyguristan Azatlık Teşkilatı’nın kuruluş kurultayları açılıp, Doğu Türkistan’ın kurtuluşu gündeme getirilmişti. Aynı yılın Kasım ayında İstanbul’da da geniş katılımlı Doğu Türkistan sorunu ile ilgili bir toplantı gerçekleşmişti. Yanılmıyorsam, bu tarihlere denk getirilmiş, biraz erken veya biraz geç, Pekin’de Uluslararası Türkoloji Konferansı açılıp, esas konu olarak, Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lûgat-it-Türk adlı kitabı ve Yusuf Hashacib’in Kutadgu Bilig adlı kitabı konuşulup, bu şahıs ve bu eserlere yüksek değer verilmişti. Ev sahibi olarak bu konferans aracılığıyla Çin, uluslararası alanda, hem bu bilim dalına olan saygısını (!) sergilemiş, hem bu bilimin kaynağı olan Uygurlara sevecenliğini (!) belirtmiş görünmekte idi.

Evet biliyoruz, Türklüğe ilgi duyan herkes biliyor; Türklük biliminin kaynaklarının kökü, 5.yüzyıldaki Yenisey Yazıtlarına; 8.yüzyıldaki Orhun Abidelerine; 11.yüzyıl Karahanlı Medeniyetine; 14.yüzyıldaki Avrupalıların Kıpçak dilini öğrenmek için yazdığı Codex Cumanicux (Kodeks Kumanikus) sözlüğüne kadar uzanıp gidiyor…  Orhun ve Yenisey anıtlarından evvelki devirleri bilmiyoruz, fakat, bu anıtlardan o çağlarda Türk dilinin oldukça gelişmiş, olgun bir durum almış bulunduğunu öğreniyoruz. O devirlerde Ruslar henüz dünyamızda yoktu. Dünyada Türklük bilimiyle (Türkoloji ile) uğraşan bilim adamlarının sayıca ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Fakat bu konuda bilinen gerçek şu ki, bu sahaya ilgi duyan Türk kökenli bilim adamlarının yanında bulunup, bu sahadaki çalışmalarıyla ün kazanmış yabancı bilim adamlarını biliyoruz, örneğin: Radlov (Alman), Barthold (Alman) vs.

Türkçemiz (tüm lehçeleri), konuşulması kolay ses uyumuyla; algılanması kolay mantıklı grameriyle; sözcük türetilmesi kolay son ekli yapısıyla; her zaman dil bilginlerinin, dil meraklılarının ilgisini çekmiş bir dildir. Örnek için bir karşılaştırma: Türkçemizin diğer dillerden üstün olduğunu kanıtlayan en önemli meziyetlerinden biri, ek alırken sözcük kökü sabit kalır değişmez; öğrenilmesini kolaylaştırır, öğrencinin aklını şaşırtmaz. Rusçanın böyle bir özelliği yoktur, ekten dolayı sözcük kökü değişip tanınmaz hale gelir; böyle dilleri öğrenmek zordur, öğrencinin aklını şaşırtır. Ben, meziyetlerle türemiş Türkçe (Uygurca, Tatarca, Özbekçe, Kazakça, Kırgızca) denilen bu dili konuşan anadan doğduğum için mutluyum. Dünyayı titreten ulu hükümdarlarımız Atilla, Timur, Fatih bu dil ile konuşmuş; ulu bilgin Uluğbey ve ulu şair Alişir Nevayi bu dil ile düşünüp-bu dil ile yazmış; Kaşgarlı Mahmut bu dilin Arapçadan hiç eksik olmadığını savunmuş; Alişir Nevayi bu dilin Farsçadan çok daha üstün olduğunu kanıtlamıştır.

Eğer Çin, birileri için, “çağımıza ayak uyduramayan dil” yakıştırmasını kullanmak istiyorsa, bu birileri Çin, bu dil ise, Çin dilinden başkası değildir. Çünkü Çin dili tek heceli olma özelliğiyle konuşulması-öğrenilmesi zor olduğu kadar, yüz binleri bulan resim yazısından (sinogram-hiyeroglif) oluşan yazı dilinin ezberi söz konusu olduğunda, bu işin peşinden sonuna kadar koşmaya cesaret eden Çinlinin ömrü yetmez. Evet, milâttan önceki Eski Mısırlıların resim yazısını Çinliler halen kullanmaktadır; tek heceli olmanın gereği benzer sesli sözcükler çok olduğu için, dünya dillerinde kullanılan alfabe Çin diline uymamaktadır. İşte “Çağ dışı dil”, diye buna denilir. Yeri iken, Çin’e, buradan sesleniyorum: “Hodri meydan, Uygur dilinin çağ dışı olduğunu kanıtla!!!” Kanıtlanamayan sözleri ancak, namussuzlar-alçaklar söyler. Çinli kültürünün ve dilinin böyle kullanışsız olmasından dolayıdır ki, Cengiz Han’ın yasalarında Çinli yaşamı eşek ile eş değer sayılmıştır. Bir Çinliyi öldüren kişi, bir eşek karşılığında cezadan kurtulmuştur. Doğanın nitelik (değer) ile niceliğin (sayının) zıt orantılı olma (nitelik inerse nicelik yükselir) yasasının gereğidir ki, Çinli nüfusu olağanüstü çoğalıp, günümüzde bir buçuk milyara yaklaşmıştır. Kalitesiz, gereksiz bu, sözde insan topluluğu günbegün dünyamızı kirletmekte, başkalarının yaşam ortamına zorla sokulmaktadır. Yakın bir gelecekte bu atık insan akınına dur denilmezse, dünyamız yaşanmaz hale gelecektir. Bu ulusun besini de çok ilkel ve bayağıdır: yılan, kurbağa ve pirinç. Karakter olarak bu ulus, önünden elini öper, arkandan hançerini saplar. Dil olarak Çin dili, atık insan dili olduğu için, böyle bir dil ile bilim yapmanın asla olasılığı yoktur. Bu sebeptendir ki, Çin’in yüksek üniversitelerinin dili İngilizcedir. Çin dilinin böyle sakat, çağ dışı olmasına rağmen, dünyada hiç kimse, Çinliye dilini değiştir, demez. Çünkü böyle bir davranış her şeyden önce insanî ahlaka, bireysel hak ve hukuka aykırıdır. Çin anlayışında ve geleneğinde ise, ahlak, hak ve hukuk denilen ilke ve kavram yoktur; en temel insanî duygu olan ana diline saygı ve sevgi hiç yoktur; tüm insanî manevî değerler Çin için hiçe bedeldir. Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı manevî tahribatı anlatabilmek için kitapların yazılması yetmez.

Türkçemize övgüler söylenmiş, Pekin’de açılan Uluslararası Türkoloji Konferansı’ndan aşağı yukarı 10 yıl zaman geçtiği şu günlerde, Çin yönetimi hiç utanmadan, Uygurcayı “çağımıza ayak uyduramayan dil” olarak nitelendirip, ön planı 2002’de yapılmış “çift dilli eğitim” denilen bir uygulamayı tüm Doğu Türkistan çapında yürürlüğe koymuş bulunmaktadır. Bu uygulamaya göre, Çin okulları ile Uygur okulları birleştirilmiş, ana okuldan başlayarak tüm Uygur çocukları Çince öğrenip, bu dil ile eğitimlerini sürdürecekmiş. Aksi halde Uygurlar zengin olamayacakmış(!); çağın gerisinde kalacakmış(!). Çünkü Uygur dili çağımıza ayak uyduramayan gerici bir dilmiş(!). Çin neden böyle, Uygurlara yönelik tutumunda 180 derece döneklik yapıp, övgü yönteminden kınama yöntemine geçmiştir? Samimiyetsiz art niyetli övgü, işe yaramamış-Uygurların bağımsızlık savaşını durduramamıştır, ondan. Bakalım, bu yalan uydurma kınamalar ne sonuç verecek?! Şu olacağı şimdiden kestirip söylemenin hiç sakıncası yoktur: Yalanlar er geç yok olup gidecek; gerçekler ise enkazların altından yeniden doğacaktır.

Komünist Çin’in bu asimilâsyon ırkçı doktrini aniden ortaya çıkmış yeni bir olgu değildir. Bu olgunun kökü, Doğu Türkistan’ın işgal edildiği 1755 yılına dek; Doğu Türkistan’a “Şin Cang” adının verildiği 1884 yılına dek; Doğu Türkistan’ı Milliyetçi Çin’in yönettiği 1949 yılına dek; son olarak Komünist Çin’in Doğu Türkistan’ı işgal ettiği bugüne dek uzanmaktadır. Devirler farklı olsa da amaç aynıdır: Doğu Türkistan denilen bu toprağın sahibi olan Uygurları Çinlileştirip-yok edip, bu toprağı ebedî Çin toprağı yapmaktır. Doğu Türkistan’ın işgale uğradığı günden bugüne dek, “Şarkî Türkistan” adının dile getirilmesi kesinlikle yasaklanmış olup, Milliyetçi Çin döneminde Doğu Türkistan’da yaşayan Türk kökenli halkların hepsi “soydaş” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca o dönemde iddialarının sanki bilimsel olduğunu kanıtlamak için, “Türk sözcüğü yalnız dil bilimine aittir ve bunun hiç ırk manası yoktur” şeklindeki bir sahte tez ileri sürülmüştür. Mao Zedung ise, “Azınlıklar tek başına medeniyet yaratamaz, ancak ulu ağabey Çin ulusunun yarattığı medeniyetten yararlanabilirler” denilen saçmalığı söylemiştir.

Çin siyasetinin zehirleme gücü çok yüksek, zulmü derin kalıcı olduğu için, içimizde hainlerimiz-düşmanlarımız çoktur. Çin siyaseti öyle ikiyüzlü, öyle zehirli ki, birbirine zıt iki kutuplu gibi algılanan ırkçılık ile Marksizm yoğrulup, bu melez düşünce, Çinli olmayan ulusları (Uygur-Tibet-Moğol ve başka ulusları) yok etmenin felsefî esası olarak ustalıkla kullanılagelmektedir. Çin’in ırkçı tezi, “Yaşasın ulu ağabey Çin ulusu!” sloganına dayanmakta; Marksizm tezi, “Tüm ulus ve ulusallık yok olacaktır!” hükmüne dayanmaktadır. Bana göre, Doğu Türkistan davası sadece Uygurlar adına değil, tüm Türklük adına yürütülse, var olma-kazanma şansı daha yüksek olacaktır. Çin, bugünkü gidişatıyla, karşısına çıkan bir güç tarafından dur, denilmezse, Uygurları yok edip, Uygur elini yutabilir; fakat, tüm Türklüğü yok edemez, tüm Türk elini yutamaz. Biz, ezelî ve ebedî düşmanımız Çin’e ve Rus’a karşı ölüm kalım savaşında, bütün tarihimizde, hiçbir zaman düşmanlarımızın kuvvetli oluşu nedeniyle yenilmedik. Biz her zaman kendi hatalarımız nedeniyle ve içimizde bulunan hainler-düşmanlar tarafından mağlûp edildik. Halkımız bu işgal karşısında hiçbir zaman boyun eğmemiştir. 1755 işgalin başlama tarihinden Yakup Bey’in Kaşgar’ı kurtardığı 1865 tarihine dek geçen 100 yıldan aşkın bir devir, tarihte “İsyanlar Yüzyılı” olarak adlandırılmıştır. Genel olarak bugüne dek büyük küçük olarak 400’den aşkın isyan, Doğu Türkistan topraklarında cereyan etmiştir.

Şin Cang Uygur Özerk Bölgesi denilen sahte kuruluşun kukla başkan yardımcısı olan Cappar Hebibulla, “Uygurlar Çince konuşsa ne olmuş, Döngenler de (Çin Müslümanları) Çince konuşuyor…. “ diye, ulusal dilini ve ulusunu, oturduğu makamının bedeline satmıştır. Ne acıdır ki, sözde Uygur adını taşıyan bu kişiler, Uygurların akan kanını, dökülen gözyaşını şerbet olarak içmektedirler. Çin, “Bak! Her şeyi Uygurlar kendileri isteyerek yapıyor; biz onların hiçbir işine karışmayız; onun içindir ki, Uygurlar bizi çok seviyor!” diye, bu işin rahat propagandasını yapmaktadır. İşte, ölümcül, zehirli olduğu kadar tatlı, başkalarını yok etmenin Çin usulü.

Ünlü yazar, eserleri 150 dile çevrilmiş Cengiz Aytmatov’a, Türkiye’ye geldiği sırada, gazeteci Neslihan Savaş’ın, “Kırgızca ve Rusça yazan bir yazarsınız. İki dille yazmanın etkileri nedir?” şeklindeki sorusuna verilen yanıt ilgimi çekmişti:

“Rus olmayan topluluklar açısından iki dilli olmak bana avantaj sağlıyor. Bizim dilimiz büyük uygar ülkelerce bilinmiyor. Ama Rusça son derece gelişmiş bir dil, onunla yazıyor olmam bana daha geniş açılımlar yapma olanağı veriyor. Daha çok kişiye kolayca ulaşabiliyorum. Rus dili Rusların dışındaki yerli halkların dışarıya açılmasına yardımcı oluyor.”

Cengiz Aytmatov’un yukarıda geçen, Rus dili ve kendi dili hakkındaki düşüncesi, kendinden olmayanları hor gören zehirli sömürge siyasetinin ürünü olarak, zehirlenmişliğin yalın bir örneğidir-kanıtıdır. Yeri iken burada, yazara ben yine şu soruları sormak içimden geldi:

-Diliniz neden uygar ülkelerce bilinmiyor?

-Rusça son derece gelişmiş bir dil, diyorsunuz, sizin diliniz neden gelişememiştir?

-Veya Çin’in Uygur dili hakkında söylediği gibi, diliniz çağımıza ayak uyduramayan bir dil midir?

-Dilinizin gelişememiş olmasında yapısı mı kusurludur, yoksa başka bir sebebi mi var?

-“Rus dili Rusların dışındaki yerli halkların dışarıya açılmasına yardımcı oluyor”, diyorsunuz. Bu, durup dururken başkalarının yardımına muhtaç olma durumu, “yerli halkların” sömürülen-horlanan bir halk olduğundan kaynaklanmıyor mu?

Tüm ömrü Sovyet eğitiminin elemesinden geçmiş, Sovyet rejiminin baskısı altında yaşamış ve koyu Rus tesirinde büyümüş, Türklük bilimi ve Türklük bilinci zayıf olan Cengiz Aytmatov’un, yukarıdaki sorularıma gerçekçi ve net cevaplar verebileceğini sanmam. Çünkü, Çin yanlısı, Rus yanlısı insanlardan dürüstlük beklemek, şeytandan iman beklemek kadar ahmaklık olur.

Bugünkü Rusya Federasyonu sınırları içinde bulunan Türkî halkların en uygarı ve bağımsızlık savaşının önderi konumundaki Tatarlar, sömürge siyasetinin zehirleyici etkisine karşı, kendilerini korumak için dil mücadelesi vermektedirler. Tatarlar çoktandır Latin alfabesine geçiş kararını almış olup, Tatar yazı dili bu doğrultuda adım atarken, Devlet Başkanı Putin başta olmak üzere Rus şovenistlerinin engeline takılmıştır. Öfkeli Ruslar-Rus basını, bu nedenle, alfabe değişikliği ötesinde anlamlar taşıdığını öne sürmüştür. Tataristan’ın Türkiye’ye yaklaşmaya çalıştığını savunan Nezavisimaya (Bağımsız) gazetesi, bu cumhuriyetin Rusya topraklarında yaşayan diğer Türk asıllı halkların önderi olmak isteğini de yazmıştır. Gazete, Tataristan’ın Rus kültürünü dinamitlediğini, gelecekte diğer Türk asıllı halkların da aynı adımı atabileceğini bildirmiştir.

Evet öyle, milletçe var olma savaşı veya milletçe yok etme savaşı, her şeyden önce dil ve kültür savaşıdır. Türk dilli olma veya Türkçülük, Türk devletinin var olma felsefesidir. Bu felsefeyi dışlayan devlet, Türk devleti olamaz. Bu felsefeye bugün en çok muhtaç olan Türk boyu Uygurlardır. Uygurların Çin zulmünden kurtulabilmeleri ve devlet sahibi olabilmeleri, önce bu felsefeyi benimsemelerinden geçer. Bu sebeple düşmanlarımızın korkulu düşü-Türkçülüktür.

Çinceden çevrilmiş “Pantürkizm Medeniyeti Hakkında Araştırmalar” adlı, 181 sayfalık Uygurca bir kitap, 2000 yılında Ürümçi’de basılmıştır. Çin neden, özel uzmanların hazırladığı böyle bir yayına gereksinim duymuştur? Elbette Pantürkizm’den korktuğu için, Pantürkizm’i karalamak için. Çin Pantürkizm’den neden korkuyor? İleride Doğu Türkistan’da kurulacak devletin felsefesi Pantürkizm-Türkçülük olduğu için. Bu kitabın sonuç olarak sunduğu aşağıdaki ifadeler, düşman diliyle Pantürkizm’in tanımını yapar niteliktedir:

“Medeniyet Pantürkizm’i, siyasî Pantürkizm’in esasıdır. Bu esas, siyasî Pantürkizm’in yaşamı-gelişimi için kaynak ve Şin Cang’daki (Doğu Türkistan’daki) bölücülüğü nazarî esasla-medeniyet arka görünümüyle besler. Aynı zamanda Batılı düşmanlarımızın devletimizi parçalamasına kolaylık doğurur. Bu sebeple, Pantürkizm’e karşı savaş ve onun medeniyet alanındaki derin etkisini temizlemek, ideoloji sahamızdaki uzun vadeli vazifemizdir.”

İşte Çin’in, “çağımıza ayak uyduramayan dil” diye, Uygur dilini yok etmeye çalışmasının sebebi, yukarıdaki kendi ifadelerinden yalın bir şekilde anlaşılmaktadır. Çin’in, Uygur diline yönelik “çağımıza ayak uyduramayan dil” tanımlaması, Uygurlar diline ve kültürüne dayanıp, kendi devletlerini kuracaktır, Şin Cang (Doğu Türkistan) elden gidecektir korkusundan kaynaklanmış çıplak bir yalandır.

Kendi kendine sahip, kendi diline de, devletine de sahip olan Uygurlar, çağımıza daha kolay-daha iyi ayak uydurabilen Uygurlar olmaz mı idi?! Çağımıza ayak uydurmanın yolu, yok etmek değil, geliştirmek değil midir?! Ne yazık ki, sömürgeciler hiçbir zaman böyle yalın mantıktan hoşlanmazlar, anlamazlar. İsyandan başka çare yoktur. İsyan, mazlumların son çaresidir. Zalim ve mazlum var olduğu sürece, isyan da var olacaktır. Sanırım, haksızlığa karşı bu savaş Uygurlar ile sınırlı kalmayacak, büyüyerek evrensel boyutta sürüp gidecektir. Çünkü insanlığın doğası, dürüstlük, hak ve özgürlükten yanadır.

 İklil KURBAN

MART 2006

 

 

DOĞU TÜRKİSTAN HATIRALARINDAN – YOLDA

 


 İklil KURBAN

(Bu yazım, 1984 yılında Emel Dergisi’nde yayınlanmış olup, aradan geçen 40 yıllık özlemim uğruna, tekrar  “ELVEDA” demeyi düşündüm).

Yıl 1980, 15 Eylül, vakit akşam… Birkaç gün önce 18.000 Yüen’e sattığım babamın evinde, akraba, komşu ve arkadaşlar toplanmıştık. Çay içmeler, konuşmalar, ağlamalar devam ediyor. Vakit gece yarısını geçmişti. İkram olsun diye akrabalara bırakılan keçeler üzerine uzanmıştık. Uyumak da zor, nasıl uyunur? Sabah altıda da garaja yetişmemiz gerekir. Aynı zamanda çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim bu ata yurdunda son saatlerimi uyku ile geçirmek istemiyordum. Ruhumda bir hüzün dalgalanıyor, daha ortalık karanlık… Eşyalarımızı komşularımın getirdiği dört eşek arabasına yükleyip, uzun bir duadan sonra kalabalık bir insanla garaja gittik. Garajda da bizi uğurlamaya gelenler bekliyordu. Bir defa daha kucaklaştık ve ağlaştık. Saat sekiz, otobüsümüz harekete geçti.

Tam öğle vakti, İli Ovası ile Cungar Düzlüğünü ayıran Talkı Dağları’nın arasındayız. İki tarafımız yemyeşil çam ağaçlarıyla süslenmiş. Yüksek dağlar, dağın eteğindeki derede taştan taşa seken gümüş sular, bir de ırmak boyunca yol alan otobüsümüz… Su hızla aşağıya akıyor, biz yavaş yavaş yukarıya tırmanıyoruz. Her tarafa doymadan bakıyordum, gönlüm perişan, gözlerim yaşlı, titrek bir sesle:

Elveda güzel dağlar, elveda köpüklü sular, elveda sihirli orman, artık ben sizi göremem, demiştim. Yanımda oturan küçük oğlum Danyal: “Baba ağlama, ben uçak ile seni tekrar buralara getireceğim” diyordu… Oğlumu bağrıma bastım, ve sessizce ağlayıp, bağrımdaki yangını gözyaşlarımla söndürmeye çalıştım.

Artık dağın doruklarındaydık. Uzaklarda Cungar Ovası’nda parlayan Sayram Gölü’nü seyrederek bu tepedeki tek lokantada öğle yemeğini yedik. Akşam saat 7 civarında Şihu kentinin oteline vardık. Sabah saat 7’de kalkıp, öğleden sonra saat 4 civarında Ürümçi garajına ulaştık. Oradan da tren istasyonuna yakın bir otele taşındık.

Pekin’e gitmek için tren sırasını bekleyen insan çokmuş. Hemen bilet alamadık. Bu arada Çin parasını Dolara değiştirmemiz gerekiyordu. Ürümçi Merkez Bankası ile epey uğraştık, formaliteler çoktu. Paramızın ancak bir kısmını zorla değiştirebildik, Dolar değerli idi. Pasaportumuzdaki belirtilen sınırlarda kalma süremiz de kısıtlı idi. Çin hemen gitmemizi istiyor, yolculuğumuzun başkalarına bulaşmasından korkuyordu.

Koşarak tren istasyonundaki memur Uygur kardeşlerimle tanışıp, onlardan “Türkiye’ye gideceğiz” sözümün karşılığında büyük saygı gördüm. Hemen bilet de bulundu. Gündüz saat 2’de trene bineceğiz (22.09.1980). Tren durağına taşındık. Artık ayaklarımın vatan toprağındaki son dakikalarını yaşıyordum. Tren de geldi, acele eşyalarımızı yerleştirdik. Hoşça kal aziz toprak, aziz dostlar. Yarın bu saatlere kalmadan Doğu Türkistan’dan çıkıp, asıl Çin toprağına geçeceğiz. İlk defa korkmadan-titremeden elime kalem aldım ve “Elveda Vatan” diye bir şeyler yazmaya başladım. Akşam saat 8’de Pekin istasyonunda idik (25.09.1980). Yine buraya geleceğimiz için yakın bir otele gitmeyi düşünüyordum. Yükleri sokağa koyup, otelin danışmanına koştum. Sıradaki insan kalabalığına şaşırdım ve sıraya geçtim. İçerden bir memur çıkıp, “Boş yer kalmadı, boşuna beklemeyin, dağılın!” dedi. Neylersin! Tekrar sokağa koştum. Yükümü üstünde geniş tahtası olan bir bisiklet arabasına yükleyip en yakın otel diye gösterdikleri Dong Diyen adındaki otele gittim. Saat akşam 10’u geçmişti. Otelin nöbetçisi, “Gidin otele sokmam”, diyordu. Ben “Hiç olmazsa otelin önündeki salonda bir gece kalalım. Çocuklar ufak, annem-babam yaşlı, yorulduk-acıktık, başka gidecek yerimiz yok!” diye yalvarsam da, dinlemedi. Ailece sokakta kalmıştık. Ne yapalım, yüklerimi çözüp sokak kıyısında uyumaya karar verdim. Çocuklarımın birden boyunları büküldü, biri ekmek, öteki biri de yorgan istiyordu. Sinirlendim, bütün benliğimi bir öç duygusu kaplamıştı.

Tan attı, sokakta insan gölgesi görünüyordu… Nereden çıktıysa resmî giysili bir Çinli kadın gelip, bize dikiliverdi : “Siz ne biçim insansınız, niye sokak ortasında uyudunuz !?” Çok geçmeden etrafımıza Çinliler toplanmaya başladı. Eşim sinirlenmiş halde bizi seyredenlere karşı şöyle sesleniyordu:

“Siz bizim gibi beş on kişi değil, milyonlarcanız Shincang’a (Doğu Türkistan’a) gidiyorsunuz. Ama ben hiçbir Çinlinin sokakta gecelediğini görmedim. Sizler Shincang’da bizim oturamadığımız en güzel evlerde ömür boyu keyif sürüyorsunuz. Bize burada geceyi geçirip, karnımızı doyuracak bir otel odası bulamadık. Sizin bütün dünyada çığırtkanlık yaptığınız “Millî Beraberlik” siyasetinizin gerçek yüzü bu mudur!?”

Çevremiz ana baba gününe dönmüştü. İlk gördüğümüz kadın polis olmalı ki, birden otele girip telefona sarıldı. Kalabalığın arasında polis ve memur üniformalı kişiler çoğaldı. Polisler kalabalığı dağıtmakta iken (Bilindiği gibi komünistler böyle ani toplanan kalabalıktan çok korkarlar), o memur kadın bizi hemen otele davet etti. Masada çay hazırlanmıştı. Yüklerimizi polisler, otel hademeleri otele taşıyorlardı. Çocuklarımın yüzünde gülümsemeler… Otel memuru olmalı bir yaşlı Çinli: “Özür dilerim, bu olaydan benim haberim yok, sizi otele almayan memur suçludur. Herhangi bir ihtiyacınız varsa söyleyin, hizmetinizdeyiz” diyordu. İşte Çinlinin gerçek yüzü… Akşam kimse yokken başka, gündüz halk arasında başka. Bu tutum Çinlinin ulusal karakteridir. Otel hademeleri hizmetimize koşuyordu…

Öğleden sonra geçit vizesi gereği Rus elçiliğine gittim, ilgi gördüm, çay ikram ettiler. Rusya’ya gitmek için vize isteyen Sabit Abdurahman hakkında bilgi istediler. “Arkadaşımdır, ona yardım edin, vize verin” dedim. Rus elçiliğindeki işlerim bitmişti, otele dönüp rahat bir uykuya daldım. Evet Pekin’deyim, yapılacak işler az değildi. Bulunduğum otel Pekin’in merkezinde, mağazalarla dolu Vang Fu Cin bulvarında idi, satın alınması gereken eşyalarımı aldım. Yapılacak işlerimin en önemlisi Moskova tren biletinin alınması gerekirdi. Beynelmilel ulaşım biletinin satıldığı kuruma gittim. Ummadığım bir zorluk ile karşılaştım…

Pekin-Moskova tren hattı sadece Çarşamba ve Cumartesi günlerinde, Rus treni Mançurya üzerinden, Çin treni Moğolistan üzerinden gidecekmiş. Ben Cumartesi gidecek Rus treninin biletini istedim. Bilet satan kadın, “Sen Çin vatandaşısın Çin treniyle gitmelisin” diyordu. Ben, Çin trenini bekleyemem vaktim kıt, deyince, Çinli kadın “Sen Çin vatandaşı olduğunu unuttun mu, neden zamanını ona göre ayarlamadım?!” diye kızdı…Susmaktan başka çarem yoktu. Sabah saat 9’dan beri kadının önünde boyun büküp oturuyordum. Öğle yemeğine gitme zamanı olmalı, kadın önündeki pasaportları toplarken, kaba bir sesle:

– Ne düşündün, hangi trenle gideceksin?! Kararını söyle! Dedi. Rus treni ile gitmekten başka çarem yok! dedim. Kadın soğuk bir sesle:

– Getir parayı, al pasaportunu, diye, benden kurtulmaya çalıştı… Hayret, işlem beynelmilel, yol seçme hakkı bireysel olduğu halde, bu ne biçim davranış? Tanrı eğer sen varsan bir daha Çinliye muhtaç etme, dileğiyle ben de o kadından kurtulmaya çalıştım. Kadının bu davranışı, Çin ulusunun tarihi buyunca süre gelen akıla karşı, çıkara endekslenmiş geleneğinin- yaradılışının sonucu idi.

Yıl 1980, Ekim ayının 4.günü, akşam saat 8’de Rus treniyle yola çıktım. İki gece bir gündüz yolculuk sonunda sabah sınırda idik. Çinlilerin de, Rusların da dedik dedik aramalarından sonra sınırı geçtik. Rus topraklarındaki bir gündüz, bir gecelik yolculuktan sonra sabahın ilk aydınlığı Baykal gölünden yansıyordu. Gölün kıyılarından geçiyoruz… Ah Baykal… Dünyanın en derin gölü ve tarihin en sırlı bozkırları… Trenin ahenkli sesi, o sakin geniş ormanlara-bozkırlara yayılırken, ben hayale dalmıştım… “Binlerce yıl öncesine gittim. At koşturup, kılıç çektim. Bu ölümlü dünyanın ölümsüz anıtlarını diken atalarımın: KÜLTİGİN ve BİLGE KAGAN’IN, “Ötüken’i niye terk ettin?” diyen öfkeli seslerini duydum. Hoşça kal Baykal! Hoşça kal ata yadigârı aziz topraklar… Ben tekrar geliyorum…

Sararmış ama kar ile süslenmiş Sibirya ormanlarından, Asya’yı Avrupa’dan ayıran Ural Dağlarından geçiyoruz, Önümüzde Moskova. Orada tren istasyonunda akraba ve yakınlarım bekliyor. İşte geldik, tarih ve zaman: 10 Ekim 1980 ve hızla geçmekte olan akşam saat 6… Eşyalarımızı tren istasyonundaki ambara koyup, Kızıl Meydan’a yakın Tsentralnaya Gostinitsa (Merkezi Otel) denilen otele gelip yerleştik. Otel lüks ve pahalı idi. Kişi başına 10 Ruble-15 dolar. Ruble pahalı, fakat çarşıda satın alınacak hiçbir şey yok, soğuk ve yoksul bir şehir. Sabahtan itibaren Moskova-İstanbul tren biletini almaya koştum. Ne mümkün bu tren haftada bir gün kalkacakmış. Ancak 22 Ekim günü için bilet varmış. Ne yapalım, Moskova’da 12 gün yaşamak zorunda kaldım. Türkistan hatırası gereği aldığım Hoten halısını sattım.

Kısacası Moskova’dan memnun değildik. Koşup oynayan çocuklarıma karşı, otele bakan bir Rus kadını:

– Domuzlar, medeniyetsizler! Burası domuz yuvası değil, Burası Çin değil! Kaba Çinliler! Kendinizin Moskova’da olduğunuzu unutmayın! diye bağırıyordu… Bu sözlere karşı sinirlenen eşim:

– Ben medeniyetsiz olsam, sen vahşisin! Domuza domuz yiyenler benzer. Senin Moskova’na biz isteyerek gelmedik. Paramız iyi, kendimiz mi kötüyüz!? Çocuklarımın son ekmeğini de yağmalıyorsunuz, diyordu. Hususen bize Çinli, demesi benim de çok ağrıma gitmişti. Bu kavgayı otel müdürü duyunca, aniden durumumuzda değişiklik oluverdi… Kişi başına 3 Ruble para karşılığında daha geniş odalara taşındık. Bize hakaret eden Rus kadını pastalar getirip özür diledi. Yani Pekin’deki olay bir az değişikle tekrarlandı. Ne olursa olsun Kurban Bayramını otelde güler yüzle geçirdik. Otel hademeleri otel koridorunda koşan çocuklarımı görmezlikten geliyordu.

Moskova’da kaldığım bu 12 gün içinde yine söylemeye değer bir konu da, otelde karşılaştığım bir kişinin bana yaptığı tesiri idi. O beni kendisi bularak Çin ve Doğu Türkistan hakkında bilgi istedi. Sohbet esnasında beni meraklandıran şey, bu kişinin hangi ulusa mensup olması idi. Adını sordum:

– Vadim, Veli de diyebilirsiniz, diyordu.

– Siz Kazanlı mısınız, yani Tatar mısınız, dedim.

– Sovyetler Soyuzundan, diye bozuk bir sesle Tatarca konuşmaya gayret ediyor, sözünün yarısı Rusça idi… O beni lokantaya davet etti. İki tabak yemek getirip, birini benim önüme sürdü,

– Kusura bakma, size etsiz yumurtalı çorba getirdim. Burada size layık etli yemek yokmuş, dedi, ama kendisi et yiyordu.

– Sizin yediğiniz et, ne eti diye sordum.

– Biz artık alıştık, alışmaya bağlıdır. Eğer alışsanız bu et çok besleyicidir, diyor, ama etin adını söylemekten, ulusunun adını söylemekten nasıl çekiniyorsa, öyle çekiniyordu. Bu zavallı insanın bu miskin durumuna çok üzüldüm… Benim annem de Kazanlıdır. Zavallı kazan-zavallı Tatarlar… Moskova ile komşu olmanın acı sonuçlarını bütün çıplaklığıyla yaşayıp, tarihin çetin denemelerinden geçmektesiniz… Rus ulusunun tarihi boyunca süre gelen başkalarını yutma geleneği bu gün de devam etmektedir. Dili uğruna kendini yakan Udmurt Albert Razin (1940-2019) olayı, Rus yutmasına karşı direnişin en çarpıcı örneğidir. Albert Razin taraftarı olarak Tatar şairi Robert Mingnullin de Ruslara karşı direniş şiiri yazdı…

Yıl 1980, Ekimin 22. Günü, akşam saat 8’de Moskova-İstanbul trenine bindim. Artık Moskova’dan kurtulmuştum. Tarih 25.10.1980, gece saat bir. Türk sınırından geçtim. Bambaşka insan, bambaşka ilişki… Pasaportumu inceleyen iki Türk memuru:

– Siz Türk müsünüz, Türkiye’de mi kalacaksınız?! Hoş geldiniz, hayırlı olsun, diyordu.

Gündüz saat üç, pencereden İstanbul’u seyrediyorum. Gönül dolu arzular….

 

Doğu TürkistanHatıraİklil KurbanYolculuk

 

MANÇULAR ve MOĞOLLAR

 


İklil KURBAN

Doğu Türkistan’ın istilası, Çin’deki Mançular hanedanı dönemine (1644–1912) rastladığı için, Mançular hakkında kısaca bilgi vermem uygun olur. Mançuların asıl yurdu, bugünkü Çin’in kuzeydoğu bölgesi olan Mançuriye’dir. Mançuların bugünkü Rusya sınırları içinde kalan kısmına Tunguzlar denilir. Mançular yaşadıkları bölge itibariyle Eski Türklerin (Hunlar, Göktürkler, Uygurlar), Moğolların ve Çinlilerin komşularıdır. Konuştukları dil Ural-Altay dil grubunun Altay koluna mensuptur. Mançular 1644 yılında bütün Çin’i istila ederek, 1912 yılına kadar Çin’i Pekin’den idare etmişlerdir. Mançular dilinin Altay dil grubuna mensup olması, Çinlilerin kuzey komşusu olması ve Çin’i istila ederek, orada bir hanedan kurmasıyla her ne kadar Moğollara benzese bile, ister Çin tarihinde, ister Türk tarihinde oynadığı rolleri itibariyle Moğollara nispeten çok büyük fark ve zıtlıklar arz etmektedir.

Moğollar yarım yüzyıllık bir mücadelen sonra 1278 yılında bütün Çin’e hâkim olmuşlardı (Howorth 1876: 237). Öğrenmeyi çok seven, geniş fikirli, ünlü devlet adamı Kubilay’ın (1214–1294), hemen hemen bütün Asya’yı kapsayan büyük Moğol imparatorluğunu bir elden yönettiği 35 yıllık hükümdarlık devri, Moğol tarihinin en şanlı devridir (Howorth 1876: 251–252). Kubilay 80 yıllık ömrünün sonuna kadar Çin’de yaşasa bile, babası Tuluy ve dedesi Cengiz gibi bütünüyle milletine bağlı kalır. Atalarının hatırasını anmak üzere, Cengiz’in babası Yesukey’den başlayarak, bunların adına tapınaklar yaptırır. En güzel Çince eserleri Moğolcaya çevirtir. Bir ekip kurarak, Moğol imparatorluğunun tarihini yazdırır (Howorth 1876: 223–224). Kubilay’ın dinler hakkındaki tutumu da dikkate değerdir. O, bütün dinlere eşit muamele ederek, her dinin büyük törenlerine katılırmış. “İsa, Muhammed, Musa ve Şakyamuni veya Buda’dan ibaret dünyanın bu dört büyük peygamberinin hepsi için dua edermiş”. Kubilay büyük dinlere böyle saygı göstermekle beraber, dünyevilikten uzaklaşmayı, zevklerden el çekmeyi teşebbüs eden bir tarikatın bütün kitaplarının yakılmasını 1281 yılında emretmiştir (Howorth 1876: 273). Kubilay’ın dinler hakkındaki bu tutumu, Timur oğullarından Hindistan padişahı Ekber tarafından geliştirilmiş halde devam ettirilecektir.

Pekin’deki son Moğol hanı Togan Timur, 1368 yılında pekini terk eder ve Moğolistan’da bir Moğol olarak ölür (Howorth 1876: 329). Moğollar Türkistan’da Türkleşirler, fakat Çin’de Çinlileşmezler. Moğollar Türkistan’ı işgal ederken (1220), Türkler Moğolların müttefiki olurlar. Turfan İdikut Devleti’nin hanı Barçuk Art Tekin 10.000 kişilik ordusuyla Cengiz Han’ın batı seferine katılır. Moğol işgalinden sonra Türkistan, Fars ve Arap kültürünün baskısından kurtulup, tekrar Türkleşir. Mançular ise, Moğolların tam tersine, Çinlileşmiş ve devleti tamamen Çin devlet geleneğine göre, Çin kültürüne dayanarak idare etmişlerdir. Mançular, Doğu Türkistan’a hırçın bir istilacı olarak gelmiş ve Çinlilere kendilerini beğendirmek için, Çinlilerden beter Çincilik yapmış, direnişçileri acımasız bir şekilde öldürmüşlerdir. Mançu hanedanının 300 yıl (1644–1912) kadar uzun zaman Pekin tahtında saltanat sürebilmesinin başlıca sebebi, onların Çinlileşmiş olmasından ileri gelmektedir. Moğollar Çinlileşmemiş oldukları için, onların Pekin’deki saltanatı kısa sürmüş, 100 (1278–1368) yılı bile bulmamıştır. Moğollar, Moğolluklarını Pekin’deki saltanatlarından daha değerli ve yüksek tutmuşlarıdır.

Bu iki milletin geçmişteki farklı yaşamı ve tutumları, onlara öyle bir farklı gelecek hazırlamış ki, bugün Mançu milleti, Mançu toprağı denilen bir şey yoktur. Fakat Moğol milleti denilen Moğol kimliği ve İç Moğolistan, Dış Moğolistan denilen Moğol toprağı vardır. Cengiz Han “Ulusum yaşadıkça, kendi ölümümden korkmuyorum” (“Cengiz Han Yeniden At Koşturuyor”: 29.03.1990) derken, ulusunu sürekli yaşatabilmek için, Moğol tarihinde ulusuna bitmez-tükenmez manevi güç bıraktığına inanmıştır. Şüphesiz, ulusları yaşatan, ulusların tarihindeki büyük şahsiyetler ve manevi değerlerdir.

Mançular, tarihlerinde, kendilerini ayakta tutabilecek, Moğolların tarihindeki gibi büyük şahsiyetleri ve manevi değerleri olmadığı için, ister istemez Çinlileşme yoluna gitmişlerdir. Tarihinde büyük şahsiyetleri olmayan uluslar, meşru babası olmayan çocuğa benzer. Böyle çocuğa kim sahip çıkarsa, onun malı olur. Dünyada, tarihindeki büyük şahsiyetleriyle övünmeye haklı olan ulusların birisi Moğollar ise, diğeri Türklerdir. Zaten bu iki ulusun tarihi Büyük Timur dönemine kadar iç içedir.

Kaynakça:

Kurban, İklilDOĞU TÜRKİSTAN İÇİN SAVAŞ, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995.

 

 

TÜRKÇÜLÜK NEDİR ?

 İklil KURBAN

Türkçülük (Pantürkizm veya bilimsel Türkçülük), herkesin anlayabileceği kolay bir kavram, herkesin yapabileceği kolay bir eylem değildir. Türkçülüğün temelinde, Türklüğün cihanşümul bilimi, Türk’ün cihanşümul yazgısı yatmaktadır. Bu kavramı ve bu eylemi ancak, Türklüğün yazgısını yaşayan ve Türklük biliminden haberdar olan Türkler anlar-yapar.

Gelişmiş, gerçeğe uygun-bilime yatkın kavramlar-duygular kendini dışa vurmaz-belli etmez. Nasıl, günümüz dünyasında “İngilizcilik” diye bir sözcük-kavram kullanışta yok olmasına karşın, İngiliz duygusu-dili dünyaya egemendir. Çünkü, “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.”  

Atatürk’ün, Türk Tarih Kurumunu, Türk Dil Kurumunu kurup, tarihle, dille uğraşmasının izahı-adı açıklanmamış Türkçülüktür ki, bilimsel Türkçülük-bilimsel doktrin dediğimiz budur. “İçtenliğin dili yoktur, açıklanamaz. O gözlerden ve alınlardan anlaşılabilir.” (Atatürk, VATAN Gazetesi, 10.10. 2004).

Türk tarihinin gelmiş geçmiş hükümdarları arasında bilime ve Türklüğe verdiği önemiyle ayrı bir konuma sahip olan Büyük Timur hakkındaki şu samimî ve alçak gönüllü değerlendirme Mustafa Kemal Atatürk’e aittir: “Ben Timur’un zamanında gelseydim onun yaptığı işleri başaramazdım. O benim zamanımda gelseydi yaptıklarımdan daha fazlasını yapabilirdi…”

Türkçülük, bilim-vatan-ulus uğruna olağanüstü çalışma ve özveri gerektiren, gerekirse canını bile vermeyi göze alan büyük Türklerin uğraşı ki, bu uğraş uğruna ölen büyüklerimizin adı saymakla bitmez. Sadece, “Uygur tarihini öğrenme isteğim”, bu eserimde beyan ettiğim gibi, bana bu kadar acılar çektirmişse, bu olgu, dünyamızda Türk olarak yaşamanın ne kadar zor olduğunu anlatmaya yeter de artar.

 İklil KURBAN


Kaynakça:

  1. Kurban, İklil, “GERÇEKLER VE YALANLAR (Anılar-Yansımalar: 1943-2007)”, s: 182-183, Ankara 2007.

 

 

BİLGE KAGAN’IN HÂZİNESİ NASIL TAŞINDI?

 

Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

 

1889 yılında, Yadrintsev tarafından bulunduğu günden beri dünya ilim aleminin üzerinde en çok durduğu tarihi kaynakların başında hiç şüphesiz Türklere ait olan Orkun Yazıtları gelmektedir. Dünyada bir eşine daha rastlanmayan bu iki belli başlı yazıt, Bilge Kağan ile kardeşi Köl Tigin’in hatırasına diktirilmiştir. Bunlardan ayrı olarak bir de Tunyukuk Yazıtları vardır ki, Orkun Yazıtlarından yaklaşık 400 km daha güney-doğuda yer almaktadır. 

Bilge ve Köl Tigin Abideleri Moğolistan’ın Arhangay eyaletine bağlı Haşat ilçesinin Koşo-Çaydam bölgesindedir. Koşo-Çaydam Gölü fazla büyük olmayan bir su birikintisidir ve yazıtların doğusunda yer alırken, bu Türk abidelerine ismini veren Orkun nehri de eserlerin batısındadır. Ancak burada Orkun’un ana kolu değil, ona karışan bir parçası yer almaktadır. Köl Tigin Yazıtı ile Bilge Kağan Yazıtının arası yaklaşık 1 km kadardır. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1995 yılında imzaladığı anlaşmayı hesaba katarsak altı senedir bölgede bir dizi inceleme ve araştırmalarda bulunulmaktadır. 2000 yılından itibaren de sistemli kazılara başlanmış, ancak en verimli dönem olarak şimdiye kadar 2001 yılı çalışma dilimi görülmüştür. 2001 senesi Moğolistan’daki Türk Anıtları Projesi programı çerçevesinde Nalayh’taki Tunyukuk Yazıtları da dahil olmak üzere Orkun’da harita ve jeofizik çalışmaları tamamlanmış, eserlerin restorasyonu işinde büyük mesafeler kat edilmiştir. Her şeyden önce, en az 100 yıldır üç parça ve toprak üzerinde yok olmaya bırakılmış olan Bilge Kağan Yazıtı yeniden birleştirilerek, Orkun Yazıtlarının olduğu yerde bulunan ve müzeye dönüştürülmeye çalışılan binanın içerisine dikilmiş durumdadır. 

 


Resim 1: Türk-Mogol Kazı Grubu

Dönem itibarıyla 2001’de Bilge Kağan külliyesinin kazı faaliyetlerinin % 50’si bitirilmiş haldedir. Bu kazıların gerçek amacı zaten külliyenin esas planını çıkarmak ve ileriye dönük olarak restorasyonlarını yapmaktır. Bu gayeye bağlı olarak 2001 dönemi kazı ekibi ön hazırlıklarını bitirip, Bilge Kağan ve Köl Tigin Yazıtlarının bulunduğu Orkun Havzasına vardığı ilk gün, Moğol tarafının ilim adamlarıyla oturup, görüşmüşler, nereyi nasıl kazacaklarını belirlemişlerdir. 

İlk önce, yazıtın üzerinde bulunduğu kaplumbağanın önünden itibaren ilim adamlarımız açmalara başlamışlar, süratle bu işlem sunak taşının yer aldığı en batı noktaya kadar uzanmıştır. Sunak taşının da önünde, arkasında, sağında ve solunda dört nokta açılmıştır. Burada yine Türk ve Moğol kültürüne dair önemli ip uçları yakalandı. Ancak bu noktada ilgi çekici olan sunak taşının hemen kuzeyinde bir sembolik mezarın ortaya çıkmasıdır. Ne Radloff’un, ne de daha sonrakilerin üzerinde ciddiyetle durmadıkları bu sembolik mezar mutlaka Bilge Kağan’ın eşi veya oğluna ait bir yapı olmalıdır. Bununla beraber bu sandukanın etrafında da kaçak kazılar yapılmış, ama sistemli ve ilmi olmadığından olsa gerek herhangi bir netice alındığını sanmıyoruz. 

Kazı ekibimiz sunak taşının bu kuzey tarafında çalışmalarını yaparken, sunak ile mezarın arasındaki dar bölgeyi de kazmaktan geri durmamışlar ve sonuç olarak 31 Temmuz 2001 tarihinde Bilge Kağan veya oğluna ait özel eşyaların bulunduğu hazineye ulaşmışlardır. Buluntuların ortaya çıkmasıyla kazı çalışmalarının yarım kalmaması ve meydana gelebilecek bir tehlikeye karşı ilim adamlarımız gece de çalışarak, tabaka halinde bu değerli eserleri almışlar ve kampta oluşturulan bir özel çadıra getirmişlerdir. Yedi ilim adamı bunların hem envanterini çıkarmak, hem de durumunu belgelemek amacıyla gece-gündüz yaklaşık bir hafta çadırdan ayrılmamacasına çalışarak, işlemi bitirdiler. 

Hazinenin bulunmasından sonra kazı alanına en yakın yerleşim yerindeki Moğol makamlarına, Moğol tarafı ilim adamları vasıtasıyla haber gönderilmiş ve yardım talebinde bulunulmuştur. Fakat Moğolistan’ın içinde bulunduğu zor koşullar ve böyle bir polisiye tedbirin çevredeki köylüleri heyecanlandıracağı ve daha çok tehlike doğuracağı ileri sürülerek, maalesef Moğol makamlarından güvenlik sağlanamadı. Bu yüzden bizzat proje başkanı olarak bizim de içinde bulunduğumuz ilim adamlarından ekipler oluşturularak, bu değerli buluntular korundu. 

 


Resim 3: Müze

Nihayet çadırdaki ilim adamlarımız Bilge Kağan veya oğluna ait olan 2000’den fazla parçadan oluşan kıymetli malzemeyi kutuladıktan sonra, sıra bunların Moğolistan yetkililerine teslim işlemine gelmiştir. Türk ekibinin çalıştığı yer, Moğolistan’ın başkenti olan Ulan-batar’a yaklaşık 400 km uzaklıkta olup, yolun büyük bir kısmı toprak ve bozuk satıhtan meydana gelmekteydi. Her şeye rağmen Türk ve Moğol bilim adamları, yeniden kazı çalışmalarının sürdüğü ilçenin yetkililerinden bu taşıma işlemi sırasında bir koruma istediyseler de, tekrar Moğol makamları bunu karşılamaya imkanlarının olmadığını söylemişlerdir. Bu yüzden hazinenin kendi imkanlarımızla taşınması konusunda Moğol bilim adamlarıyla karara varıldı. 

9 Ağustos 2001, perşembe sabahı saat 5 civarlarında, buluntular üzerinde çalışan dört bilim adamı, Türk tarafı proje başkanı ve kazı sorumlusu ile beraber, Moğollardan da bakanlık temsilcisi ve kazı başkanıyla birlikte sandıklar iki cipe yüklendi ve peş peşe yola çıkıldı. Daha güneş yavaş yavaş doğmakta, bozkırda başı boş hayvanlar ya otlamakta veya onlar da insanlar gibi dinlenmekte olduğu bir vakitte, bize göre Türk tarihinin şimdiye kadar ki en büyük buluntusunu taşıyan ilim adamları, hem aşırı bir tedirginlikle, hem de tarihe geçmenin heyecanı arasında; tozlu ve bozuk patikalarda yol almaya başladılar. Tarihi bir olay gerçekte yaşanmaya başladı. Düşünün bir kere Türk tarihinin en mühim devlet adamlarından birine ait olduğu sanılan özel eşyalar, ceplerinde sadece kalemleri olan sekiz tane ilim adamının adeta sırtlarına yüklenmiş bir şekilde götürülüyordu. O ana kadar, çevrede zaten Türklerin Orkun’da bir şeyler bulduğu yayılmış durumda idi. Bunları ele geçirmek için birtakım insanların her şeyi göze alabileceği ihtimali de söz konusuydu. 

Bu hazinenin bulunuşu ekipteki birçok kişi tarafından İlahî bir şekilde yorumlanmıştır. Yüzyıldır bölgede çeşitli milletlerden ilim adamı veya soyguncu pek çok kişi kazı yaptıkları halde, bir şey bulamamışlardı. Veya biz öyle biliyoruz. Tanrı, Bilge Kağan’ın özel eşyalarını onun torunları Türklere sakladı. Ama buraya daha önce Türkler de geldiler ve kazı teşebbüslerinde bulundular. Kimse bunları bulamamıştı. Bu büyük olay sadece 2001 yılında giden ekibe nasip oldu. Çünkü Moğolistan’a giden grup her bakımdan, hem ilim, hem de idealler açısından seçilmişlerdi. Onlar nereye, niçin gittiklerinin farkındaydılar. Onlar atalarına karşı olan vefa borcunu yerine getirmek için oradaydılar. Bu kazı işini sadece bir arkeolojik olay olarak görmüyorlar, adeta ibadet ediyorlardı. Üzerine bastığı toprağı incitmekten korkan, her mala darbesiyle kaldırdıkları toprağa sanki taparcasına davranan bu insanlara elbette Bilge Kağan mükafatını vermeliydi ve de verdi. 

 


Resim 19: Bilge Kağan’ın Hazinesi

Pek çok kişi bu vakıayı İlahi bir olay olarak değerlendirmeyebilir. Ama Orkun’da Türk ekibi mucizeler yaşamıştır. Buluntunun ortaya çıkmasıyla, göğün ağlamaya başlaması, yani bardaktan boşanırcasına bir yağmur, bize göre bir delil idi. Her şeyden önemlisi Hazinenin yola çıktığı sırada, Oğuz Han’ın Bozkurtu’nun bize öncülük etmesi, Türk tarihini ve kültürünü çok iyi bilen bir tarihçiyi mucize olarak yorumlamaya sevk etmektedir. Bu olaya Türk ve Moğol sekiz bilim adamı da şahittir. 

Orkun’dan çıktıktan sonra ciplerimiz biraz yol almıştı ki, sabahın alaca karanlığında önümüzde aniden iki kurt belirdi. Belki de avlanmak için koyunların peşine düşmüş olan bu hayvanların, bizim araçlarımızın önüne çıkması ve bir süre onlar önde, biz arkada yol almamızın sadece tesadüfü bir olay olmasına inanışımız gelmedi. 

Kök Börü ya da diğer adıyla Bozkurt, Türklerin milli sembolü, bağımsızlığının işareti, kutlu atasıdır. Türk’ün tarihten silinmesine o engel olmuş, yeniden çoğalmasını sağlamış ve dünyaya hakim olurken de, hep önde o yol göstermiştir. İşte, o anda sanki Bilge Kağan’a eşlik edercesine bizim önümüze çıkmışlar ve koşuyorlardı. Ancak burada ilginç olan bir nokta, kurt Moğollarca da kutsal bir hayvandır. Araçlardaki Moğollar kurtu görünce adeta bizden daha çok heyecanlandılar. “Çono, çono” diye bağırmaya başladılar. Hepsi çok büyük bir sevinç içindeydiler. Şoförümüz kurtların peşinden koşturuyordu. Kendisine yavaş gitmesini, arkada belki de tarihin en değerli buluntularının yer aldığını, üstüne üstlük onları takip ederken arabalarımızın devrilebileceğini anlatmaya çalıştıktan sonra, şoförümüz yavaşladı. Moğolların anlattığına göre; bu kutlu hayvanı görmek uğur getirirmiş, o yüzden Moğollar büyük bir neşeye kapılmışlardı. 

Arabalardan ve seslerden ürken iki kurt, daha sonra yolun solundaki tepeye doğru tırmanmaya başladılar, bu arada Bilge Kağan’ın eşyalarını taşıyan iki vasıta da durdu ve onları izlemeye başladık. Biraz sonra iki kurt da tepeye çıktılar ve onlar da bize bakmaya başladı. Sanki bize güle güle dercesine, bir süre dikildikten sonra, kayboldular. 

9 Ağustos 2001 tarihinde, Bilge Kağan’ın hazinesi böyle Ulan-batar’a ulaşmış, bir tutanak ile de Moğolistan Milli Tarih Müzesi’ne teslim edilmiş oldu.

 

 Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

 

“Bilge Kağan’ın Hazinesi Nasıl Taşındı?”, Orkun, Sayı 45, İstanbul 2001 

 


Resim 22: Bilge Kağan’ın Tacı

 Türk Tarihi

MUSTAFA KEMAL’İN SECCADESİ…

 


            Atatürk'ten Anılar,

Prof. Dr. Ramazan DEMİR 

Çanakkale Savaşlarında Türk Mehmetçiği sadece emperyalizme karşı savaşmıyordu; ayrıca karşılarında, emperyalistlerin kandırıp cepheye sürdükleri Müslüman askerler de vardı. Çanakkale’ye getirilen Hintli Müslüman askerler, nereye, ne için ve kiminle savaşmaya gittiklerini bilmeden… 

Mescitli Gemiler 

Güya Müslümanlıklarına herhangi bir “müdahil” olmadığını göstermek için “Mescitli Gemiler” oluşturulmuştu İngilizlerce… Hintli Müslümanları Çanakkale cephesine taşıyan büyük 3 İngiliz savaş gemisinin belli alanlarına Kur’an’dan ayetler ve hadisler asılarak, askerlerin namaz kılmaları için mescitler bile sağlanmıştı. Hintli Müslümanlar, dindaşı Türklerle savaşmaya gittiklerinden bihaberdiler… 

Bu gerçekler, Selanik’teki İngiliz Başkonsolosluğundan Dış İşleri Bakanlığı’na yazılan belgede yer almaktaydı. Mondros’ta İngilizlerin üç nakliye gemisine bazı ayetler ve hadisleri asarak mescit haline getirdiklerini resmen kayıt altına alıyordu. Müslüman Hintlilere burada namaz kılma imkânı sağlayarak Türklere karşı savaşacaklarını gizlediklerini sanıyorlardı. O da yetmiyormuş ki Hintli Müslüman’la askerlerin Ramazan ayında oruç tutmalarına müsaade edildiği, yiyeceklerin İslami esaslara göre hazırlandığı dikkatle propaganda ediliyordu… 

Aynı belgede zavallı Müslümanların kimin ile savaşa girişeceklerinden de habersiz olduklarından de bahsediliyordu. Sıkı sansür nedeniyle bu Müslüman askerlerin savaş hakkında hiç bir bilgileri de olmadığı anlatılıyordu belgede… Çanakkale savaşları aynı zamanda İngilizlerin savaş hilelerini de ortaya çıkarıyordu böylece…

***

İşte böyle hilelerle Çanakkale’ye getirilen sömürge askerlerle Türk vatanını işgal etmek istiyorlardı. Güney cephesinde Osmanlı askerlerinin Bağdat’tan ayrılırken artlarında masum ve endişeyle bakan Araplar, gelecekte kendilerini koruyacak bir başka gücün olamayacağını bilerek endişelerini gizleyemiyorlardı. Ancak yapılacak bir şey olmadığını da biliyorlardı. İngilizler tarafından organize edilen bu mescitli gemi gibi Arap şeyhlerini satın alarak Türk askerini arkadan hançerlemenin vereceği sonuçlar ileride son derece ilginç bir taktiğin gizemini ortaya çıkaracaktı; o günlerde sade Arap toplumu bunun farkında değildi…

***

Çanakkale Zaferi, Türk askerinin sarsılmaz iradesi ile Türk tarihine altın harflerle yazılırken bir yandan da dünyanın şahit olduğu pek çok acıyı da gündeme taşıyordu; İtilaf Devletlerin donanması Çanakkale Boğazında Nusrat Mayın Gemisi kahramana yenilip derin sulara gömülürken bir yandan da pek çok acı gerçeğin de böylece su yüzüne çıkmasını sağlıyordu…

***

Hediye Edilen Seccade… 

Öte yandan, Mustafa Kemal’in dindarlığı hakkında ileri geri konuşan meczupların, iftiralarına cevap olacak nitelikte bir olayı burada sırası gelmişken hatırlatmak isterim. “Tarihin Yıkılmaz Kalesi Çanakkale” adlı eserde zaferden sonra, savaşın gidişatını değiştirerek Çanakkale’yi “geçilmez” hale getiren Mehmetçik ve onun komutanı Mustafa Kemal’e hediye edilen iki seccadeden bahsediliyor ki, son derece önemli bir olaydır. 

Çanakkale Savaşları, Mustafa Kemal’in ve Türk varlığının milli şuurunun ortaya çıkmasına vesile olmuş kahramanlık destanlarıdır. Bu kahramanlığın hatırası olarak ve o zor fakat başarılı günleri hatırlatmak amacıyla, Mustafa Kemal Atatürk’e, Elazığ Valisi Sabit Bey tarafından hediye edilen iki seccadenin üzerlerine, Çanakkale Zaferi’ni hatırlatması için, Çanakkale haritaları işlenmişti… Bu incelik ve kadirşinaslık Gazi Paşa’yı son derece memnun etmişti… 

Mustafa Kemal, seccadelerden birini Latife Hanım’a verir, yatak odasında namazını kılması için, bir tanesini de çalışma odasındaki soyunma dolabına koydurur. Ve kimsenin olmadığı saatlerde seccadeyi serer üzerine diz çöker, derin tefekküre dalar, kendi parasıyla Elmalı Hamdi Yazır’a yaptırdığı “Kuran Meali” tercümesini dikkatle okur. Bu ibadet sahnelerine araç olarak da o hediye edilen Çanakkale Haritalı seccade eşlik ederdi…

***

Aslında bu seccadelerin bir uzun hikâyesi vardır; yeri gelmiş iken onu da aktaralım; Elazığ Valisi Sabit Bey, Gazi Paşa için Çanakkale Zaferi hatırası olması için Sanayi Mektebi’ne üç seccade hazırlanması talimatını verir… 

Neden üç tane, o bilinmiyor; belki bir tanesi de Fikriye Hanım için olabilir diye akla geliyor. Fakat işler yolunda gitmez; kalifiye halı ustaların azlığından dolayı bu seccadelerin tamamlanması uzun süre alır… Seccadelerin hazırlanması sürerken, o arada Enver Paşa’ya bir ulakla hediye gönderilir… 

Vali, Gazi Paşa için ısmarlanan üç seccadeden biten bir seccadeyi, Enver Paşa’ya, “Allah sana çok önemli, şerefli ve büyük bir zafer ihsan buyursun” ayeti yazılı bir levha ile birlikte hediye olarak gönderir… 

Geriye kalan iki seccade bittikten sonra Gazi Paşa’ya ulaştırılır. 

İşte seccadelerin hikâyesi… 

Neden mi anlattım bunu? 

İngiliz riyakârlığını gösteren mescitli gemi ile taşınan Müslüman Hintlileri ve kendilerini kandırmış olabilirler, fakat ne Tanrı’yı kandırabildiler ne Türk’ün Çanakkale zaferini engelleyebildiler… 

Gazi Paşa, samimi ve içten bir Müslüman olarak, Tanrı’ya yapacağı ibadetin neden gizli olması gerektiğinin sebebini arif olan anlar; yine de açıklayalım; Gazi Paşa, kimsenin yaptığı ibadetten dolayı etkilenip “din ticareti” yapmaması için ibadetini gizli yapmıştır. Sıradan bir vatandaşın ibadetini açıktan yapması ayrı şey, liderinki ayrı şeydi… İstismara meydan vermemek için, din istismarcıları için kötü örnek olmamak için… 

Gazi Paşa, günümüzdeki din tüccarlarını tahmin ettiği için ibadetini hep saklı tutmuştur toplumdan… 

Dini kullanarak milleti aldatmamıştır… 

Eğer isteseydi, yani dini kullanmak isteseydi, kendisini “halife” ilan ederdi… 

Ve o zaman Gazi Paşa’ma kimse “yobazca” laflar da söylemezdi… 

Ama bunu yapmadı… 

Tanrıya karşı görevin gizliliği, yani ibadetin de kabahatin de gizli olması gerektiğini anlatması kadar mükemmel bir davranış olabilir mi? 

Tabii ki anlayana… 

www.r-demir.com

 Türk Tarihi

 

BEN ANTEPLİYİM, ŞAHİN’İM AĞAM, MAVZER OMUZUMA YÜK


25 Aralık Gaziantep’in düşman işgalinden kurtuluş Yıldönümü…

Millî Mücadele yıllarında en büyük şehir savaşlarından biri yaşanır Gaziantep’te…

Antepliler, düşmana karşı kenti savunurken, Şahin Bey’iyle, Karayılan’ıyla, Kılıç Ali’siyle, Şefik Özdemir’i ve nice isimsiz kahramanıyla unutulmaz bir destan yazar. Antep’in, işgalci Fransızlara karşı yaptığı o şanlı savunma, tam 11 ay sürer. Fransızlardan önce Antep’e İngilizler girer. 27 Aralık 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen bir İngiliz Müfrezesi 1 Ocak 1919’da Antep’i işgal eder. Antep halkı da İngiliz işgali üzerine bir miting düzenleyerek işgali protesto eder. Mitingde konuşan Antep Belediye Başkanı Lütfi Bey, işgalin kesinlikle kabul edilemeyeceğini bütün dünyaya ilân eder.

İngilizler Antep’i işgal ettikten bir müddet sonra Ermenilerin tahrik ve teşvikleriyle Türklere her türlü tecavüzü reva görür. Ermeniler de Türklere saldırmakta, yaptıklarına İngilizler tarafından göz yumulmaktadır.

29 Ekim 1919’da İngilizler, işgalleri altındaki Güneydoğu Anadolu Bölgesini Fransızlara terk eder. 29 Ekim günü Ermeni halkının coşkulu gösterileri arasında, içlerinde gönüllü Ermeni birliklerinin de bulunduğu Fransız işgal kuvvetleri Antep’e girer. Mustafa Kemal Paşa’nın Başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye, işgaller karşısında tavrını belirlemiştir: Türk milleti, bütün vasıtalara başvurarak tüm mevcudiyetiyle Fransız işgal kuvvetlerine karşı kendisini savunacaktır.

29 Ekim’de Antep’e gelen Fransız Ermeni Alayı Komutanı Albay Saint Marie, işgal idaresini teslim alır. Fransız ve Ermenilerin şehirde ve civar köylerde yaptıkları kötülükler gün geçtikçe artar.

Antep’te kurulan Cemiyet-i İslamiye, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dönüşür. Cemiyet, yalnız Antep’te değil, kazalarında da ayrı ayrı teşkilatlanır. Doktor Ragıp, Alay Katibi Avni, Telgrafçı Mahir ve Meclis İdare Başkatibi Eşref’ten oluşan Antep Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti merkez heyeti, Sivas Kongresi’nden sonra toplanarak düşmana karşı mücadele kararı alır. Asıl adı Said olan Üsteğmen Şahin Bey’i de Antep Kuvayı Milliye Kumandanlığına getirir. Şahin Bey, karargâhını Ulumeşe Köyünde kurar ve Antep-Kilis yolu üzerinde üç savunma hattı meydana getirir. Antep’teki Fransızların erzak yollarını kesen Şahin Bey kuvvetleri, 1000 kişi ile 2 top ve 8 makineli tüfekten kurulu bir Fransız kuvvetini yener. Çok güç durumda bulunan Antep’teki Fransızlarsa telsizle Kilis ve Katma’daki birliklerinden yardım ister. Bunun üzerine, üç piyade alayı, 200 süvari, bir batarya top, dört tank, birçok ağır ve hafif makineli tüfekle donatılmış olan bir Fransız kuvveti, Antep’e gönderilir. Şahin Bey bunlara karşı da harekete geçmekte tereddüt etmez, 26 Mart 1920’de saldırıya başlayıp üç gün çarpışır, fakat sonunda kuvvetleri dağılır. Kendisi de Fransız süngüleriyle şehit olur. Şair Yavuz Bülent Bakiler, bu fedakâr ve yiğit askeri şu mısralarla övmektedir:

 


           
“Ben Antepliyim, Şahinim ağam.

Mavzer omuzuma yük.

Ben yumruklarımla dövüşeceğim,

Yumruklarım memleket kadar büyük.”

Mustafa Kemal Paşa, Şahin Bey’in şehit düşmesi üzerine Antep’teki Kuva-yı Milliye’nin kumandanlığına Kılıç Ali Bey’i getirir. Kılıç Ali Bey de 4 Nisan 1920 günü şehir yakınına gelerek Müdafaa-i Hukuk üyeleriyle bir toplantı yapar. Bu arada, Antep’te Türklerle Fransız ve Ermeniler arasındaki savaş bütün şiddetiyle sürmektedir. Fransızlar Antep’i yoğun top ateşi altına alır. Hafif silâhlarla donatılmış olan Türk millî kuvvetleri ile düşman kuvvetleri arasında sayı ve silâh bakımından büyük bir dengesizlik vardır. Kuşatma altındaki millî kuvvetlerin çevredeki köylerle bağlantısı kesilir. Onlar, sadece şehrin dışında bulunan Kılıç Ali Bey’le muhabere edebilmektedir.

19 Nisan’da Türk Millî Kuvvetleri şehrin etrafındaki Fransız çemberini yararak, içeriye 200 kişilik bir kuvvet sokmayı başarır. Bu suretle güçlenen Türk milisleriyle Fransız ve Ermeniler arasındaki çatışmalar yeniden hızlanır. Birinci Mağarabaşı Savaşı adını alan çatışmalarda, millî kuvvetler büyük başarı sağlar ve dışarısıyla yeniden bağlantı kurar.

Fransız işgalindeki mevkiler içinde askerî bakımdan en önemlisi, Kurban Baba Tepesidir. Bu tepe hem Fransız karargâhının bulunduğu koleje, hem de Mardin Tepe’ye hâkim vaziyettedir. 30 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerinde millî kuvvetler bu tepeye saldırır, kanlı bir savaştan sonra tepe de ele geçirilir. 2 Mayıs’ta göğüs göğse çarpışmalar meydana gelir. Bu çarpışmalarda yer alan sayısız kahraman içinde bir de Karayılan vardır ki Antep’in savunması dendi mi akla ilk gelenlerdendir. Bu gözü pek Türk genci, Fransızlarla yapılan birçok çarpışmaya katılır. Son olarak kendisine Şıhın Dağı’ndaki Sarımsak Tepe’de Fransızları püskürtmesi emri verilen Karayılan, 24 Mayıs 1920 günü buradaki çarpışmada şehit düşer. Karayılan ve çetesi, daha 20 Ocak 1920’de, Antep-Maraş karayolu üzerindeki Karabıyıklı’da Fransız birliklerine öldürücü bir darbe vurmuş, bu yolu Fransızlara kapatmıştır. Karabıyıklı baskınından sonra Karayılan ismi Antep bölgesinde nam salmış, Antep’te bulunan Fransız birlikleri Maraş’a gitmeye bir daha cesaret edememişlerdir.

Antep’teki Türk milisleri için çember giderek daralmaktadır. Antep Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, 27 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf göndererek Antep’teki milislerin morallerinin sarsılarak dağıldığını, şehrin Fransız toplarıyla yıkıldığını, bütün gelir kaynaklarının kuruduğunu, acilen yardım gönderilmesi gerektiğini haber verir.

Bu arada Antep halkı, büyük bir vefa örneği göstererek Kılıç Ali Bey’i Birinci TBMM’ne milletvekili seçer. Ardından, Mustafa Kemal Paşa ve Genelkurmay Başkanlığından gönderilen telgrafla Kılıç Ali’nin Ankara’ya gelmesi emredilir.


Kılıç Ali’den sonra Antep’te Kuva-yı Milliye Kumandanlığını Şefik Özdemir Bey devralır. Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Antep’e gelen Şefik Özdemir Bey, 8 Ağustos 1920’de Antep’teki Kuva-yı Milliye’nin başına geçer. Şefik Özdemir Bey, Antep’teki görevine başlarken ilk iş olarak millî kuvvetleri yeni baştan düzenler, cepheler arasında bağlantı kurar ve Antep’teki Türk mahallelerini bir savunma alanı haline getirir. Fakat Antep’teki durum, her geçen gün biraz daha kötüye gitmektedir. Antep etrafındaki Fransız birlikleri, 11 Ağustos 1920 itibariyle 7 piyade taburu ile iki süvari bölüğüne yükselmiştir. Ayrıca çok sayıda topu vardır düşmanın… Şehir her gün topa tutulmakta, ölenlerin sayısı fazla olduğundan defnetmede sorunlar yaşanmaktadır.

23-25 Ağustos günleri arasında Antep şiddetli bombardımana tutulur. Halkın çoğu Malatya, Urfa, Maraş ve Elazığ gibi bölgelere göç eder. Tam bu sırada Malatya Mebusu Hacı Bedir Ağa, 300 kişilik bir kuvvetle Anteplilerin yardımına koşar, Antep halkı da düşmana dayanmaya çalışmaktadır.

Bu arada şehirde hayat şartları gittikçe güçleşmektedir. Halk ve millî kuvvetler yiyecek bulmakta zorlanmaktadır. Antep’in savunmasını sürdürecek yeterli asker ve milis de yoktur. Mustafa Kemal Paşa’dan ve Antep Mebuslarından acele asker gönderilmesi istenir, ama, bunun mümkün olamayacağı ve mahallî kuvvetlerle düşmana karşı konulması cevabı alınır. Bu umut kırıcı haberdir millî kuvvetler için, ancak dayanmaktan başka çare yoktur…

Fransızlarsa, Suriye ve Adana Bölgesindeki durumları gittikçe zorlaştığından, Antep harekâtını bir an önce sonuçlandırmak isteğindedir. Başında General Goubeau’nun bulunduğu bir tümen, Antep’teki Fransızlara yardımla görevlendirilir ve 21 Kasım 1920’de Goubeau’ya bağlı birlikler Antep’e gelir. Antep şehri o günün akşamından itibaren ikinci defa kuşatılmış olur. Fransız kuvvetleri, tepelerde bulunan Türk kuvvetlerini ve şehrin içini uzun ve etkili topçu ateşi ile dövmeye başlar, Antep’in etrafıyla bağlantısı tekrar kesilir.

1 Aralık 1920’de Goubeau, Kuva-yı Milliye Kumandanı Şefik Özdemir Bey’e mektup göndererek Türk kuvvetlerinin teslim olmasını ve Fransız mandasının kabulünü ister. Şefik Özdemir Bey de Fransız generale şu cevabı verir: “Bizim için Antep’i savunmaya devam etmekten ve şerefli bir ölümü beklemekten başka çare yoktur.”

5 Aralık’ta teklifinin reddedilmesi üzerine General Goubeau, şehrin yeniden yoğun şekilde bombalanması emrini verir. Amacı, Türk kuvvetlerini ve halkı yıldırıp teslim olmaya zorlamaktır.

1921 senesinin Ocak ayına gelindiğinde Antepliler çok ciddi bir erzak sıkıntısı içine girer. Şehirde at, sığır, koyun ve keçilerle üzüm, fıstık ve benzeri yenebilecek maddelerin hepsi toplanarak “iaşe-i umumiye” ambarına konur. Buradan, Anteplilere ancak hayatta kalmaya yetecek kadar gıda maddesi dağıtılmaya başlanır. Açlık giderek korkunç bir hâl alır şehirde… Öyle ki ölen atlar ve eşekler derhal kapışılmaktadır. Antepliler bu vaziyette ölümden de, savaştan da beter bir duruma düşmüştür. Düşman, askeri, topu ve silahıyla yenemediği Türk Milletini aç bırakarak teslim olmaya zorlamaktadır.

2 Şubat 1921 günü, şehrin savunmasına katılan halk adına Mehmet Ali Efendi, Kolordu Kumandanlığına giderek bir huruç harekâtı yapmayı teklif eder. Teklif kabul edilir; 6 Şubat’ta yapılan çıkış harekâtında, Şefik Özdemir Bey ve hükümet erkânıyla iki yüz kişilik bir kuvvet, şehirden çıkmayı başarır.

Sonunda Fransızlar 8 Şubat 1921’de Antep’i ele geçirir. 9 Şubat’ta 11 maddelik teslim antlaşması imzalanır. Antepliler, dört yandan kuşatılmış oldukları hâlde on bir ay Fransız kuvvetlerine karşı dayanmış ve şehri teslim etmeğe mecbur kalmıştır. Fakat Antep, sahipsiz değildir. Güneyde Türk Birliklerine yenilerek barışa yönelen Fransızlar, 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Antep’i terk etmeyi kabul eder. 25 Aralık 1921’de Türk birlikleri Antep’e girer. Gaziantep’in kurtuluşu, her yıl 25 Aralık’ta törenlerle kutlanmaktadır.

Türk Tarihi