Atatürk'ün Kişiliği..!

 

Renkli bir kişiliği vardı.. 

Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.

Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen,

Lebon’a pasta yemeye,

Rejans’a Borç çorbası,

Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi. Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı.

Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4.80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.

Sık sık Sarayburnuna giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.

Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı.

Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı.

Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankarayı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.

Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar;

Aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.

Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı.

Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.

Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.

Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi.

Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün var." deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.

Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı.

Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.

Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.

Çok sık düş görür...

Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı.

Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı.

Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü.

Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü.

Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini lmıştı.

Ankara’da, sıkça ve gizlice,

Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.. 

NedameT

https://www.edebiyatdefteri.com/219056-ataturk-un-kisiligi/

TEŞEKKÜRLER.


 



Oğuzam, Türk menem

Bayatlardan Türkmen’em…

Damarlarındaki asil kan

Aslına çektiğin ırk menem…

Yaprağın asılı dallar

Gövdeni taşıyan kök menem…

Yolunu gözleyen yar

Aşkınla çarpan ürek menem…

Can içre canan bilmişem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Yedi koldan

Yirmidört boydan gelmişem Orta Asya’dan

Yayından fırlayan ok

Huduttan hududa atılan mızrak

Deli havalar soluyan kısrak gibi esmişem…

Az gitmişem, uz gitmişem

Dere tepe düz gitmişem…

Kuş uçmaz kervan geçmez dağları

Göçebe adımlarla gezmişem…

Irağı yakın, yurdumu Irak eylemişem…

Tırnaklarımla oymuşam tortu kayaları

Kıraç toprakları gözyaşlarımla sulak etmişem…

Kızgın tohumlar serpmişem

Emek vermişem, aşa getirmişem…

Türk illerine haber salmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

 

Selçuklu Şah-ı Sultanlarım adım atmış otağıma

Kapıda karşılamışam civan mert erlerimi

Başım gözüm üstüne berhudar ağırlamışam…

Musul’da Zengiler

Kerkük’te Kıpçaklar

Erbil’de Beg Teginliler

Yiğit yatağı Atabegler kurmuşam

Dokuz başlı tuğlar aparmışam yad ellere

Türk’ün adını âlemlere duyurmuşam…

Bayındır kızanı torunlarımı kucaklamışam

Bahar coşkusu Akkoyunlar gibi ovalara yayılmışam…

Sultan Cüneyd’in emaneti

Şah İsmail’imle pişirmişem ham yanlarımı

Ocağımda tüten Safevi ateşiyle alev alev yanmışam…

Genç Osmanlı’yla açmışam Bağdat’ın kapısını

Cahiliye devrini hepten kapatmışam…

Dil, din ve ırk özgürlüğüyle donatmışam halkları

Çıra gibi aydınlatmışam kör karanlık tarihi

Çevreme ilim, irfan, ışık saçmışam…

Derin hülyalara dalmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Ne zaman ki

Türk birliğine diş bilemiş düşman

Çapraz fişek silahıma davranmışam…

Zırnık ödün vermemişem haa sevgimden

Korkmamışam heç!

Ölümleri kuşanmışam…

 

Yalın ayak koşmuşam Kafkas cephelerine

Sarıkamış harekâtına katılmışam…

Buz kesmiş yüreğim Allah-u Ekber Dağları’nda

Katmer katmer kefensiz donmuşam…

 

Çanakkale’de etten duvar olmuşam

Göğüs göğüse çarpışmışam Allah vekil

Bir adım geçirmemişem gâvuru öteye

Üst üste cansız yığılmışam…

 

Nasıl ki

Harb-i cihanlarla zayıflamışam

Güçten kudretten düşmüşem heyhat

Yeraltı kaya yağlarım sulandırmış ağızları

Hemhal manda manda paylaşılmışam…

 

Öyle ki

Et ve tırnak misali ayrılmışam

Süt kuzu yavru gibi koparılmışam Anadolu’dan

Yılanlar tıslamış

Köpekler hırlamış ardımdan

Sahipsiz kalmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Lord planları tayin etmiş kaderimi

Misak-ı Milli sınırlar dışına çıkarılmışam…

İtilmişem, kakılmışam, horlanmışam külliyen

Tekme tokat yerlere yatırılmışam…

Dağ ayılarının önüne atılmışam yaralı

Çöl develerinin hörgücüne tepe taklak asılmışam…

 

Türk menem demişem

Türkçe söylemişem

Eskiyaka’da kurşunlara dizilmişem…

Emeğimin hakkını istemişem

Gavurbağ’da linç edilmişem…

Adalet beklemişem

İplere gerilmişem…

Eşitlik yeğlemişem

Zab suyu kana bulanmış

Altunköprü’de ekin gibi biçilmişem…

El insaf vicdan dilemişem

Zindanlara sürülmüşem…

Çığlıklarım katlimin sâlası

Diri diri gömülmüşem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Duy hele

Kimliğim değiştirilmiş

El-Temim olmuş Türkmen Kerkük

Hafızalardan kazınmışam…

Baas Baas bağırmışlar partizanca

Kin kusmuşlar yüzüm barabarı

Evimden yurdumdan göçe zorlanmışam…

 

Kollarım kırılmış omuzlarımdan

İşkencelerle yoğrulmuşam…

Gözlerim kan çanağı

Fincan fincan oyulmuşam…

Ölmem yetmemiş kâfire

İp sarılmış cesedime

Sokaklarda dolaştırılmışam…

Cıncık gibi ortalığa saçılmış cism-i bedenim

Lime lime dağılmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Beterin beteri var

Biri getmiş, ötekiler gelmiş

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşam…

Mavzerler çevrilmiş üzerime

Tetiklere sarılmış puştlar

Merhamet beklerken, zulüm bulmuşam…

 

Böyük devletlerin böyük oyunu

Yok etmek Türk’ün soyunu

Çoraplar örülmüş

Çuvallar geçirilmiş başıma

Aslanım; kediye boğulmuşam…

 

Okumak yazmak yok!

Dilim damağıma bağlanmış

Düşünmem, konuşmam, kızmam yasak…

Başın kaldırıp bakmak

Gözün ucuyla süzmek ne cüret! ..

Elim ayağıma dolanmış

Oturmam, yürümem, gezmem yasak…

Taş kesilmişem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Di gah gel…

Di gel ölem di gel…

Adına gurban olam di gel…

Alnına kanım çalam di gel…

Bayrağım göğün mavi gülü, ay yıldızım sen…

Yurdum Türkmen eli, can özüm sen…

Soyum sopum Türkoğlu, yüzüm sürdüğüm izim sen…

Oy men ölmüşem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Şah Ali Yaşar

          


“Ben Sana Mecburum”, “Memleket Havası” gibi şiirlerin büyük ustası ve -kimilerine göre- ülkemizdeki sosyalist akımın önde gelen temsilcilerinden sayılan Attila İlhan -bize göre de- düşünür, şair, yazar, gazeteci, senarist, eleştirmen… kısacası çok yönlü bir Türk aydınıdır. Hatta Türkiye’nin Mir Sultan Galiyev’idir desek yeridir. Bir dönem Sosyalizmin Fransız aksanından etkilenmişse de son tahlilde yerli ve millî olmayı/kalmayı başarmıştır.

 

Attila İlhan’ın dünya görüşü daha doğrusu düşünce dünyası iki dönemden oluşmaktadır. İlki duygusal toplumculuk (romantic socialism/sosyalizm) ikincisi ise yerlilik ve millî(ci)lik… Her ne kadar zaman zaman “Ben bir sosyalistim.” dese de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ulusalcı (milliyetçi) bir çizgiye kaydığı görülür. Hakkı teslim etme, gerçeği dile getirme erdemini gösteren ender aydınlarımızdan, sanatçılarımızdan biri hatta en önde gelenlerinden olduğunun da altını çizelim. “Türkçülük; Gaspıralı’dan Molla Nur Vahidov’a, Validov’dan (Z. V. Togan) Sultangaliyev’e, Mustafa Kemal’den Ziya Gökalp’a, Mustafa Suphi’den Şevket Süreyya’ya… Türklerin ‘tam bağımsızlık’çı anti-emperyalist halk cephesidir.” sözünde olduğu gibi…

 

Attila İlhan birçok Sol görüşlü yazar-çizerin aksine Türkistan konusunda da oldukça ilgili ve bilgilidir. Marksizm-Leninizm takıntısı ve/veya Sovyet seviciliği yüzünden Türkistan’a mesafeli duran solculardan farklı bir duruş sergiler. Onun Türkistan’daki Cedit Hareketi’yle ilgili yaptığı “…Türkçüler, bir yanda Rus hegemonyasına karşı anti-emperyalist bir kurtuluş hareketine kalkışırken; diğer taraftan, içlerindeki ‘ümmet toplumuna’ karşı laik ve demokratik bir ‘ulusal sentez hareketi’ başlatmış oluyorlar.” şeklindeki sözleri yansız (objektif) ve yerinde bir değerlendirmedir kuşkusuz.

 

Attila İlhan’ın, Yeni Hayat dergisinin Ekim 1997 sayısında yer alan ve o dönem oldukça ses getirmiş olan yazısından üç alıntı: “Şimdi pek çok insanın unuttuğu veya hatırlamak istemediği bir şey var; Kuva-yi Milliye’yi ve Müdafa-i Hukuk’u örgütleyenler Türkçülerdir. Türkçü ne demektir? Türkçü, Batılı emperyalizme karşı ayağa kalkan ve ona karşı çıkan adam demektir. Türkçü, Türk kimliğini açığa çıkarıp, Batılının ona olan baskısına karşı koyan adam demektir. Türkçü, ülkesinin tam bağımsız ve özgür bir ülke olarak devam etmesini sağlayan adam demektir.”

 

“Bizim yolumuz, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün yoludur. Bunun için Cumhuriyet’e laikliğe sahip çıkmak, emperyalizme karşı savaşmak, akıl mantık ve bilimsellikten sapmadan, gerçekçilikten uzaklaşmadan ama cesur adımlar atmak zamanı gelmiştir.”

 

“Bugünün Türkçüleri de tıpkı Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Atatürk gibi gerçekçi, akılcı, mantıklı ve bilimsel çizgiden sapmadan, en az onlar kadar cesur olmak ve tabii ki yerlerini iyi tayin etmek zorundadırlar.”

 

Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk… Lenin tarafından “burjuva milliyetçisi” olarak yaftalanan; Attila İlhan tarafından Türkçü ve demokrat olarak tanımlanan Atatürk’ün, -yakın arkadaşı- Mazhar Müfit Kansu’ya söylediği bir sözle noktayı koyalım: “Sosyalistlik filan bizim anlayamayacağımız karışık bir zihniyetin ifadesidir. Sosyalistlik, bilmem nelistlik bilmiyoruz. Vatan, millet ve milliyetçilik biliyoruz.”

 

Aziz Dolu Atabey

Serik/Sarıobalı

31.12.2022


Demokrasinin olmazsa olmazı olan “millî irade” bir milletin namusudur. Komünizm, kapitalizm, fundamentalizm (köktendincilik) gibi algılar, yanılsamalar (halüsinasyon) ise bu namusa göz dikmenin cilalı ambalajlarıdır bir yerde. Bireyi (insan) bir maraba bir mankurt gibi algılayan komünizm ne kadar ilkel ve çağdışı ise, bir makineye bir robota dönüştüren kapitalizm de bir o kadar bencil ve çağdışıdır. Öyle ki bir düş (rüya), bir sihirli değnek gibi algılanan Amerika ve dollar (‘dolı) denince siyonizm ve collar (‘kolı) akla gelmelidir. Çünkü ABD’nin -sözde- ulusal bankası bile Amerikalıların değildir. Yahudilerindir. O halde Türk milletinin izleyeceği siyaset “siyasetin Türklük, Türklüğün siyaset olacağı” yani milletin odaklı yeni bir dünya görüşü olmalıdır.

 

Biz ne kadar Avrupalı olabiliriz? Avrupa’nın istediği, izin verdiği kadar… Ötesi berduş avuntusudur. Bu gerçeğin bilincinde olma zorunluluğu, yükümlülüğü iliklere kadar hissedilmelidir. Batı, bizim adam olmamızı ister mi? Öyle ya, Batı o kadar ahmak mıdır? Doğu, açık pazar olduğu sürece Batı’nın gözünde bir değer taşır. O da bir sağmal ineğin taşıdığı değer kadar… “Batı, üretmeli; Doğu, tüketmeli” mantığından yola çıkan bir küreselleşme, küreselleşme değil -olsa olsa- köleselleşmedir. Her iki taraf da bunu içselleştirdiği sürece arada barış olacaktır. Aksi halde pilavdan dönenin kaşığı kırılacaktır. Tam da bu noktada Türklerin özellikle de Anadolu Türklüğünün tarihî görevi (mission) ve duruşu büyük önem kazanmaktadır.

 

Türk aydını millî olmalı; “Avrupa’nın herhangi bir şehrinde havyar yemektense ülkemin herhangi bir köyünde bulgur aşı kaşıklamayı tercih ederim” demeli, diyebilmelidir. Atalarının bey gibi dolaştığı Avrupa’da turist gibi dolaşmaktan utanmalıdır bir yerde. İstanbul önlerinde bir Türk gibi güçlü iken, Viyana’da düşülen çaresizlik (acziyet) iyi sorgulanmalıdır. Ulusların tarihinde Viyana benzeri bozgunlar bir günde oluşmaz. Hatalar birikir birikir ve bir noktada tarihî kırılma gerçekleşir. Bu tür kırılma noktalarına gerekli müdahaleyi yap(a)mayan toplumlar ve toplumların bileşke kuvveti olan devletler tarihin tozlu sayfalarında tepetaklak olurlar.

 

Doğulular bilim için servet harcarken; Batılılar servet için bilimi harcamışlardır. Bir başka deyişle Doğulular insanlık için servet harcarken; Batılılar, servet için insanlığı harcamışlardır. Meselenin dinî cepheleşmeden yani Hıristiyan-Müslüman kavgasından çok daha öte bir derinliğe, gerçekliğe sahip olduğu ortadadır. Burada da karşımıza yine Anadolu Türklüğü çıkmaktadır. Aslında bu durum, tarihin ve coğrafyanın Türk milletine dayattığı bir kaderdir. Demir dağları eritip kılıç, temren yapan ve dünyaya düzen veren Türkler yine/yeniden bir kutlu görev için ileriye doğru itelenmektedir. Ki gelecek yüzyılda Osmanlı’dan kat be kat daha güçlü bir cihan devleti kuracağımız da artık sır değildir. Sır olansa, bu yeni görevin ilki kadar uzun yani iki bin yıl sürüp sürmeyeceğidir sadece. Sürmesi, bilim ve uygarlıkta ortaya ne konulacağı ile de ilintilidir kuşkusuz.

 

Millet olmak, kederde ve sevinçte ortak olmak demektir. Ortak ol(a)mazsanız, birileri gelir ülkenize ortak olur. Bugün Ortadoğu’da yaşananların özeti budur. Ortadoğu meselesi, Ortadoğu’nun, Osmanlı’sız kalması meselesidir. Vatansızlık, dalından kopmuş yaprağa dönmektir. Ortadoğu’daki cetvel artığı ülkelerde yaşayan Arap ve/veya Araplaş(tırıl)mış toplumlar büyük acılar, bedeller pahasına bu gerçeği öğrenmişledir. Türk milleti, bu toplumların yaşadığı acılardan, ödediği bedellerden de dersler çıkarıp, “bir, iri ve diri olmak” zorundadır. Adalar Denizi ile Hazar Denizi birbirine karış(tırıl)malı, Altaylar ile Torosların gölgesi birbirine kavuş(turul)malıdır. Revan’ın (Erivan), Karabağ’ın, Tebriz’in yüzyıl önce Türkmen ülkesi (Türkomania) olarak adlandırıldığı unutulmamalıdır. Anadolu Türkleri, oralarda yaşayan kardeşlerinin Azerî değil, Azerbaycan Türk’ü olduğunun bilincinde olmalıdır. Tıpkı Yavru Vatan’da yaşayan soydaşlarımızın Kıbrısî olmadıkları gibi!.. Doğu Türkistan’ı unutmak demek soysuzlaşmak demektir. Bosna’yı unutmak özümüze ihanettir. Bakü’de, Tebriz’de, Ankara’da yaşayanların “tek millet” olduğunu unutmak, unutturmaya çalışmak ise en hafifinden Türk’e düşman olmaktır.

 

Çanakkale’de omuz omuza verip ölüme meydan okuyanların, ölümü öldürenlerin torunlarıyız. Bugün olsa yine yaparız. ABD’nin, Cebelitarık’ta bilet kuyruğuna gireceği günler de gelecektir elbet. Ama bir hususun da altını çizmemiz gerekir. O da şudur: Bir millete silahşorlar kadar kalemşorlar da gereklidir. Yani tarih yapmak kadar tarih yazmak da önemlidir. Haliyle bir millet geçmişini kendisi yazmalı, geleceğine kendisi yön vermelidir. Milletçe akl-ı selîm, kalb-i selîm, zevk-i selîm… olunmalı; ham kalmayıp olgunlaşılmalıdır ki Türk kültürü ve uygarlığı bir güneş gibi insanlığı aydınlatabilsin. Hem “Türk budur; yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.” diyen büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu da ancak o zaman huzur bulacaktır.

 

azizdolu.wordpress.com