TÜRKMEN GÜNEŞİ DOĞACAKTIR!


Ümit KÖPRÜLÜ ( ukoprulu@egemenmilletinsesi.com )
11 Eylül 2019 - 12:56

Diren halkım

Günaydın bir asırdan beri sahipsiz bırakılan Kerkük, Musul, Erbil, Diyala, Selahettin ve Irak’ın diğer illerine bağlı tüm Türkmen İlçe, kasaba ve köyleri…

Günaydın iç ve dış düşman hain piyon çakkal ve tilkilerin her türlü düşmanlık ihanet zulüm ve evrensel sümürgeci güçlerin oyunlarına direnen mazlüm Türkmen halkım…

Bir asırdan beri kahraman evlatlarını şehit vererek, gençelerini zındanlara attırarak, göçe mahküm edilerek, yurdundan toprağından arındırılarak her türlü haksızlığa karşı durmaksızın mücadele veren şanlı Türkmen halkım diren ve unutma ki her gecenin aydın bir sabahı mutlaka olacaktır.
Bu karanlık zulümat labut bitecektir.
Belki biz görmeyeceğiz. Türkmen güneşi elbet ve ilelebed doğacaktır.
Yarın belki de yarından daha yakın gün ağaranda ruhlarımız şehitlerimizin ruhuyla şad ve bahtiyar olacaktır.

Ümit Köprülü
Türkmenşanı Medya ve Araştırma Merkezi
Genel Yönetmeni
Uluslararası Barış Elçisi
Uluslararası Yaratıcılık ve İnsanı Bilimler Rabıtası
Kuzey Avrupa ve Irak Sorumlusu

Atatürk Google Facebook instagram

TÜRK’ÜN ZAFERLER AYI TÜRK DÜNYASINA KUTLU OLSUN!



Dilek YILMAZ ( dilekyilmaz@egemenmilletinsesi.com )
27 Ağustos 2019 - 11:54

DİLEK YILMAZ
TÜRKLÜKBİLİMCİ (TÜRKOLOG)

Dünya Türklüğünün tutsaklığa bir kez daha dur dediği zaferler ayıdır Ağustos. Öyle ki Türk tarihinin altın sayfaları Ağustos’ta yazılmıştır. Ağustos Türk’ün bağımsızlık ayıdır. Yazımızda 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi ile başlayıp, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muhaberesi ve 30 Ağustos Zafer Bayramı’ndan söz ettikten sonra kardeş ülkelerimiz Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın 1991 Ağustos ayında elde ettikleri bağımsızlığa kısaca değineceğiz. Dileğimiz odur ki bir Ağustos günü esir Türk yurtlarımız da özgürlüğüne kavuşsun…

BARIŞIN GÜVERCİNİ SAVAŞIN KARTALI TÜRKLER

26 Ağustos 1071 Anadolu tarihine Malazgirt Zaferi olarak geçmiştir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; Anadolu’nun kapıları Malazgirt Zaferi ile Türklere açılmıştır ibaresi tam olarak doğru bir ifade değildir. Yapılan kazılar, arkeolojik buluntular Türklerin Anadolu’daki varlığının çok daha eskilere dayandığını ortaya koymaktadır. Çeşitli Türk boyları sürekli olarak Anadolu’ya akınlar yapmaktaydı. Önceleri aile aile, boy boy, oba oba geldikleri Anadolu’da Türkler belli bölgelere zaten yerleşmişlerdi. İstanbul’u ilk kuşatanlar bir Türk boyu olan Avarlardır. Atalarımız Selçuklular da daha önce akınlar yaptıkları Anadolu’ya 1071’den sonra artık topluca yerleşmiş, Anadolu’yu kalıcı yurt tutmuşlardır.
Doğu Roma imparatorluğunda Slavlar, Gürcüler, Ermeniler, Kürtler ve bunların dışında bir de Peçenek ve Uz Türkleri gibi birçok etnik halk bulunmakta idi. Tebaasındaki halklara karşı iyi bir tutum içinde olmayan Doğu Roma İmparatorluğu, Sultan Alparslan’ın kuşattığı yerlerdeki halka gösterdiği ‘‘nezaket’’ karşısında baştan kaybetmişti. Barışın güvercini savaşın kartalı Türkler, toprak fethetme konusunda olduğu gibi gönül fethetme konusunda da iyiydiler. Nitekim savaşın galibi Sultan Alparslan Romen Diyojen’i esir ettiğinde onu aşağılamamış ve affetmişti…

TURAN TAKTİĞİ

Savaş hazırlıkları tamamlanmıştı. Sultan Alparslan casuslar göndererek aynı soydan olduğu Peçenek ve Uz Türklerine haber ulaştırıp, Romalılara karşı savaşmalarını, kendilerine katılmalarını teklif etti. 70 bin kişilik Roma ordusunun karşısında 40 bin kişilik Türk ordusu vardı. Hilal biçiminde dizilen Selçuklu ordusu düşman üzerine hücum edip ilk vuruşları yaptıktan sonra yavaş yavaş geri çekilmeye başladı. Bu arada geriye doğru ok atabilen süvariler Romalılara kayıplar verdirdiler. Selçuklular geri çekilince bunu başarısızlık olarak gören Roma ordusu Selçukluların üzerine ilerlemeye başladılar. Bu sırada Peçenek ve Uz Türkleri daha önceden kararlaştırdıkları üzere Selçuklu saflarına geçtiler. Ermeniler de kendilerine öncelerden yapılan birtakım haksızlıklardan ötürü kin güttükleri Romalıların yanında daha fazla savaşmak istemeyip savaşı bıraktılar.
Roma ordusu kan kaybediyordu. Türkler kadar savaşma yeteneğine sahip olmayan diğer etnik halklar da kaçmanın yolunu arar oldular. Rum ordusunda görülen kargaşa halinin aksine Turan (Hilal) Taktiği sayesinde Türkler birlikte hareket ederek düşmanı çepeçevre sarmıştı. Turan taktiği, Rum Prensesi tarihçi Anna Kommena tarafından şöyle ifade edilmiştir: ‘‘Öyle ki burgaçlı bir kasırga gibi sarıp, düşmanı darmadağın ederler.’’
Roma ordusu ağır kayıplar vererek yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. 1071 yılından sonra özellikle ilk 20 yıl Anadolu’ya diğer Türk boylarından da sürekli göçler oldu ve Anadolu büyük ölçüde Türkleşti.



SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ, BÜYÜK TAARRUZ, BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBESİ VE ZAFER BAYRAMI

Ruşen Eşref Ünaydın 7 Ağustos 1921’de Hakimiyet-i Milliye’de yayınlanan yazısında şöyle diyor: ‘‘…Bugün muharebe olan yerler, Osmanlı Devleti hayatına başlarken ilk emeklediğimiz topraklardır: Söğüt, Bursa, İznik, Domaniç, Eskişehir, hatta İzmir, altı yüz yıldır, tekfurlar yıkılalı, beylikler küçük mülklerini ilk sultanlarımıza hediye ettiğinden beri kan rengi ve barut dumanı nedir görmemiş, duymamış yerlerdi. Oralar her taarruzdan korunan Türk kucağı idi. Bugün buralar düşman elindedir’’
Sakarya Meydan Muharebesi Kurtuluş Savaşı’nın dönüm noktası niteliğindedir. 23 Ağustos’ta vatanımızı işgal eden Yunanlılar taarruza geçmişlerdir. Türkler Yunanlıları ayaklarının altında çiğnemiş, Yunanlılar gerisin geriye kaçmak zorunda kalmışlardır. 13 Eylül’de Türk ordusunun zafer kazanmasıyla Yunanlılar savunmaya, Türkler taarruza geçmişlerdir.

NEYİMİZ VARSA HEPSİNİ, HER ŞEYİ 30 AĞUSTOS ZAFERİ’NE BORÇLUYUZ

26 Ağustos 1922’de Afyon’da başlatılan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da Yunanlılara karşı kazanılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi gerçekten çok büyük zaferlerdir. Gazeteci, yazar ve milletvekili Falih Rıfkı Atay Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden sonra; ‘‘Neyimiz varsa hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz’’ der.

TÜRKİSTAN’DA AĞUSTOS AYININ ÖNEMİ

Sovyetlerin dağılmasından sonra 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan Bağımsızlık Beyannamesi’ni duyurmuş ve onu ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. Beyannameden sonra 18 Ekim 1991’de Azerbaycan Cumhuriyeti adıyla bağımsız olmuştur.
30 Ağustos 1995 yılında Kazakistan Anayasası kabul edilmiştir. Yeni anayasa ile Kazakistan’da başkanlık sistemi kurulmuş ve iki kanatlı parlamento oluşturulmuştur. Kazakistan Anayasası’nın birinci maddesinde; birey, bireyin hayatı, hukuku ve özgürlüğüne vurgu yapılmıştır. Her yıl 30 Ağustos Kazakistan’da ‘‘Anayasa Günü’’ olarak şenliklerle kutlanmaktadır.
31 Ağustos 1991 tarihinde Özbekistan Aliy Meclisinde (Parlamento) ülke bağımsızlığı ilanı teklif edilmiş ve oy birliğiyle kabul edilerek Özbekistan Cumhuriyeti Bağımsızlığı ilan edilmiştir. Bağımsızlığın ilanıyla 1 Eylül Özbekistan Bağımsızlık Günü olarak kararlaştırılmış ve bu tarihten itibaren ülke çapında törenler düzenlenmektedir.
Yine 31 Ağustos Kırgızistan’ın da bağımsızlığını ilan ettiği gündür. Kırgız Türkleri her yıl 31 Ağustos’ta bağımsızlık gününü kutlamaktadır.


TARİH BOYUNCA BİZ TÜRKLERİN EN BÜYÜK HATALARI



1-) Ankara Savaşı
sonuç: Türkler ‘in Rumeli’ye açılması ve İstanbul’u fethi gecikti. Timur'un Çin üzerine gerçekleştirmek istediği sefer yalan oldu. Timur, savaştan sonra Çin üzerine çıkacağı seferde öldü. Ankara savaşı olmasaydı bir ihtimal daha erken Çin’in üzerine gidecekti.
2-) Atilla’nın 452 yılında Milano önlerine gelmesi ardından Papa Leon ile görüştükten sonra Batı Roma’yı haraca bağlayıp kuşatmayı kaldırması.
sonuç: Avrupa etnik haritası daha farklı olabilirdi. Türkler Avrupa’da kalıcı olabilirdi. Yüzyıllar sonra Osmanlıyla Rumeli’ye açılan Türkler Avrupa da kendine müttefik bulabilirdi. vs vs
3-) Mete Han’ın Baideng Muharabesi
sonuç: Hunların, köşeye sıkıştırıp kafa-kola aldığı Çin ordusu haraç ödemek suretiyle serbest bırakıldı. Eğer Çin ordusu imha edilseydi ve ardından akınlar kuzey Çin’e doğru devam etseydi ilerleyen yüzyıllarda Türk-Çin ilişkileri daha farklı olabilirdi.
4-) Timur’un, Toktamış liderliğindeki Altın Orda Devleti’ni yıkması
sonuç: Rus Knezlikleri serbest kalmayacaktı. Bir ihtimal yüzyıllar sonra o Rusların torunları orta Asya’nın canına okuyamayabilirdi. Rusya bu günkü toprak büyüklüğüne ve gücüne erişemeyebilirdi.
5-) Osmanlının coğrafi keşiflerde Avrupa devletleriyle beraber yenidünya arayışına çıkmaması, hâkimiyet alanını Akdeniz ile sınırlı tutması.
sonuç: Osmanlı da diğer Avrupalı devletler gibi Akdeniz ticaret yolları önemini kaybettiğinde elindeki sömürgelerden yararlanabilirdi. Barbaros Hayrettin Paşa günlüklerinde İstanbul’a “yenidünyanın keşfine bizde katılalım” diye haber yolladığında cevap olarak ''sen Akdeniz’i elinde tut yeter'' diye cevap verilmiştir.
6-) Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’daki alevi Türkmenleri isyan ettiği için yerlerini değiştirmesi ve imha etmesi. Ardından Anadolu’nun içlerine kadar Kürt aşiretlerini yerleştirmesi.
sonuç: Kürt sorunu olmazdı.
ŞİMDİLİK AKLIMA GELENLER BUNLAR


BOZKURT SEMBOLÜNÜN UNUTULAN ANLAMI



Ayşe Işık Pehlivanoğlu ( apehlivanoglu@egemenmilletinsesi.com )

31 Ağustos 2019 - 15:22

“Bektaşi’nin yolu bir gün bir köye düşmüş. Köyün girişindeki mezarlıkta dua etmek istemiş. Mezarlığa girdiğinde bir de ne görsün? Tüm mezar taşlarının üstünde bir gün yaşadı öldü, üç gün yaşadı öldü, 5 gün yaşadı öldü filan yazılı. Şaşkınlıkla mezarlık bekçisini çağırıp sormuş:
-Dede, neden tüm mezar taşlarının üzerinde 3 gün, 5 gün yaşadı yazıyor? Köyde kıran mı oldu? Bebekler mi öldü sadece? bonus veren siteler
Bekçi kafasını kaldırmış ve hafifçe tebessüm etmiş:
-Ey Erenler! Bizim buralarda ölünce mezar taşına nefes aldığın gün sayısı değil, gerçekten yaşadığın gün sayısı yazılır.”
 **
Bozkurt sembolünün çoktan unutulan derin anlamını anlatmaya bu kıssadan hisse ile giriş yapmak istedim. Çünkü günümüzde bu sembole sahip çıkan siyasi partinin mensupları bile, sorsanız size onun mana ve önemini anlatamazlar. Kaldı ki Bozkurt, belirli bir siyasi partiye mal edilemeyecek kadar derin bir manaya sahiptir ve belli bir yöreye sığdırılamayacak kadar geniş bir coğrafyaya, Turan Coğrafyası’na aittir. Endişelenmeyin bu kez giriş kısmını, Kartal sembolünün manasını anlatırken yaptığım gibi fazla uzatmayacak ve hemen gelişme kısmına geçeceğim.

Kadim Türk töresinde Bozkurt, Zaman anlamına gelmektedir.  Çünkü Zamanın, Bozkurdun keskin dişlerine benzeyen acımasız dişlileri, Zamanı, alınan nefeslerin sayısı zanneden, yani koyuna benzeyen sıradan insanların hepsini öğütür. Yukarıdaki kıssada vurgulanan husus da budur. O köyde yaşayanlar sıradan kişiler değil, Zamanın sırrına ermiş, Bozkurt ile iyi geçinen kişilerdir. Bir Bozkurt, yani Zaman, kimi yiyemez? Kendisinden ve koyunlardan daha üst bir akla sahip olanı, yani çoban ile sembolize edilen gerçek insanı yiyemez. Çobanlar, kurtlara pusu kurarlar. Hatta çobanlar isterse, üstün akıl becerileri sayesinde sürüsünün bir koyununu bile kurda kaptırmazlar. Ama çobanlar doğayı okumakta çok mahirdir, Türk töresinde kurdun, kuşun hakkını, işte bu yüzden ayırırlar. Zaten insanlık tarihindeki ilk kurban fikri de buradan hareketle ortaya çıkar. Sonraları bu fikirler, semboller halinde destan ve masallara konu olur.

Zamanlarının tümünü bozkırda geçiren atalarımız, okunması gereken asıl kitabın insan, doğa ve evren üçlüsü, yani bilim olduğunu anlamış, iş ve törelerini doğanın şaşmaz ve değişmez yasalarına uygun düzenlemişlerdir. İlahi yasaları okumayı başardıktan sonraki ikinci keşifleri ise evrenin her yerde geçerli tek dili olan matematiği çözmek olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine doğadan/bilimden başka mürşit aramamış, şüpheli olanın peşinden koşmamış, nerede akıldan ve anlayıştan yana bir pırıltı görseler, atlarını hep o pırıltının sağlam kazığına bağlamışlardır. Ve ne zaman ki bilimin yolundan ayrılmış, o zaman atlarını çaldırmışlardır.

Tanrının yaşlı kurdu Zamanın tasarrufunda tamamen hür olduğunu kavrayan eski Türklerin, boyunlarına tasma geçiremedikleri Bozkurtları özgürlük ve bağımsızlık ile eşdeğer tuttukları gün gibi açıktır. Bunu, İskandinav mitolojisindeki, Türk olduğu herkesçe bilinen Viking Kralı Odin’in yanındaki ikiz kurtlardan da anlıyoruz. O kurtların biri özgürlük, diğeri bağımsızlık sembolüdür. Çünkü büyük millet olmak için ilk olarak geçerliliğini yitirmiş eski düşüncelerin esaretinden özgürleşmek, çağın gerisinde kalmamak, ikinci olarak da hayati konularda dışa bağımlı olmamak, kendi kendine yetmek gerekir. Yine Göktürk hükümdarı Bilge kağan’ın kardeşi Kül-Tigin’in ölümünden duyduğu üzüntüyle söylediği; “Zamanı Tanrı yaşar, Kişioğlu hep ölmek için yaratılmış!” sözünden, Ön Türk devletlerinin Bozkurdun manasını çok iyi kavradıklarını anlıyoruz. Asra damga vurmak için, Zamanı doğru yönetmek ve Çağın ötesine geçmek gerektiği, aksi takdirde Zamana yenilenlerden olunacağı, bu cümleden daha güzel nasıl anlatılabilir?



Tarihten, kendini yenileyemeyen, vücutlarını büsbütün Zamanın dişlilerine kaptıran ama yine de ayakta kalmayı başaran tek bir devlet bile örnek gösteremezsiniz. 600 yıl cihana egemen olduktan sonra, Çağı yakalayamadığı için yıkılan Osmanlı Devleti bu konuya gösterilebilecek en büyük örnektir. Zamana ayak uydurmadan mazlum milletlere umut ışığı olamayacağımızı, artık bizi yönetenlerin de anlaması gerekir. Türk mitolojisine dikkatli bakarsanız, Bozkurt’un, Türklerin Ergenekon’daki Demirdağ’dan çıkışına öncülük eden dişi kurt ile de ilişkili olduğunu görürsünüz. İyi ama neden başka bir hayvan değil de dişi kurt? Türklerin anayurdu olan dağlık Altay bölgesindeki tek hâkim hayvan kurt değil ki, neden dağ keçisi değil de dişi kurt? Üstelik dağ keçisi Türk kültüründe bozkurttan daha hâkim, tüm eski petrogliflerin üstünde dağ keçisi motifleri var, bozkurt motifi yok denecek kadar az.  O halde Türklerin demir dağı aşmasına pek ala bir dağ keçisi de yardım edebilirdi. Söz konusu çetin kayalıklı bir dağ olduğunda, dağ keçisinin yanında kurdun esamesi bile okunmaz. Kurdun hiçbir zaman çıkamayacağı en sivri kayalara bile tırmanabilen tek hayvan dağ keçisidir. İşte o yüzden güçlü dimağlar, destanda kurt arketipi ile vurgulanılmak istenilenin yine bir aklı hürlük olduğunu hemen anlarlar. Kurdun dişi olmasının bile maksatlı bir anlamı var. Öyle anlaşılıyor ki Ergenekon destanında Zamanın gerisinde kalmak, demirden yapılmış bir duvarın ardında hapis kalmaya benzetiliyor ve bu Zaman hapishanesinden kurtulmanın tek yolu özgürlükten geçiyor. Ancak bakın burası çok önemli, ilk olarak dişiyi özgürleştirmekten geçiyor.

Kendi adıma ben bir dişi kurt olarak, üzerime düşen vazife ne ise onu yapacak ve manası unutulan tüm sembolleri bu köşeden her hafta size açıklayacağım. Çünkü artık bir zamanların egemeni ama ne yazık ki şimdinin tutuklusu Türk milletinin uyanmasının zamanı geldi. Çünkü günümüzün egemenleri, tüm bu sembollerin manalarını biliyor ve uyguluyorlar.

Kuru istekle sebep sonuç yasası çalışmaz. Bir fiili harekete geçiren, yine bir başka fiildir. Değil mi ki gazetemizin adı “Egemen Milletin Sesi”dir, öyleyse hepimiz yeniden cihana egemen millet olmak istiyoruz demektir. Bizi bu isteğimize ulaştıracak ilk fiil ise hatırlamaktır. Zaten bu hatırlayışın ardından otomatikman ikincisi, yani birleşmek eylemi gelecektir.

Ayşe Işık PEHLİVANOĞLU / 31.08.2019 – İstanbul

BİZ RUHUMUZU TANRI DAĞLARINDA BIRAKTIK (4)



Ayşe Işık Pehlivanoğlu (apehlivanoglu@egemenmilletinsesi.com )
 Tanrı Dağları yazı dizimin 4. ve son bölümü

“Güzel ata toprağı Kırgızistan’da görülecek harika yerler çok ama biz zamanımızın olanak verdiği ölçüde, en ilginçleri arasından bir seçki yaparak, 7 günlük miktarını görebildik. Hepsini görmek için 14 gün kalmak gerek.

Görme şansına eriştiğimiz ilginç mekânlardan birisi de Karakol şehrine çok yakın konumdaki, adını, girişindeki kırmızı kayaların, sıra sıra dizilmiş yatan yedi öküze benzerliğinden alan, “Cedi Ögüz Vadisi” idi. Yine Türkçe bir isim bu, ama Kırgızlar y harfine c diyorlar.

İçinden gürül gürül dereler akan çam ormanlarıyla çevrili büyüleyici vadide yürürken, adı ister istemez bana, Kuran’daki Yusuf suresinde anlatılan; Mısır kralının rüyada gördüğü, 7 cılız ineğin 7 semiz ineği yemesi olayını çağrıştırdı. Yusuf peygamber o rüyaya yaptığı yorum sayesinde, haksız yere atıldığı zindandan kurtulmuştu. Acaba Türkler mi İbranilerden, yoksa İbraniler mi Türklerden etkilenmişti, neden her iki kültür de 7 öküz/7 inek adını kullanmışlardı? Fakat bunun önemi yoktu. Kimin kimden etkilendiğinden çok, etkileyenin içerdiği anlam önemliydi…

Bir haftada 7 gün vardı ve zamanı yönetmeyi bilmediği için korku ve kaygının esiri olmuş bir ülke açısından, sürekli olarak, bu haftanın yaşanmakta olan 7 cılız günü, gelecek haftanın yaşanmamış olan 7 semiz gününü yiyordu. Böylece gelecek haftanın 7 günü de cılız ineğe dönüşüyor, ne bu haftadan, ne gelecek haftadan hayır geliyor, bu kısır döngüden çıkılamıyordu.

Büyük vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, üzerine başka söz yazılmasına olanak tanımayan, Türk İstiklal Marşı’na “Korkma!” uyarısıyla başlamasının hikmeti bu olmalıydı işte. Eskiden ben de böyle, tıpkı o kralın rüyasındaki gibi, “korkuları tarafından yönetilirken, geleceğini yediğinin hiç farkında olmayan biri” idim ama çok okuyup eyleme geçerek, nihayet korkularımı tahttan indirmeyi başardım. Darısı ülkemizin başına olsun! Hep şikâyet eden ama hiç adım atmayan insanlar, hiçbir zaman 7 öküzlerini telef olmaktan kurtaramazlar.

İşte bu düşünceler ve düzlüklerinde özgürce koşan atlar eşliğinde seyretmeye doyamadığımız vadinin, bir masalsı tepelerini unutamıyorum, bir de bizi çadırına konuk eden Kırgız ailenin pişirdiği, ortası delik ev ekmeğinin lezzetini…

Siz de hem tefekkür etmek, hem de 2.000 metre rakımlı Cedi Ögüz’deki, kırmızı renkli kumtaşlarının sert iklim koşullarının etkisiyle, binyıllar içinde sıkışarak meydana getirdiği ilginç şekilli tepeleri seyretmek isterseniz, yapmanız gereken şey çok basit: Gelecek hafta için korku duymayı bırakıp, bu hafta harekete geçmek!

Büyüleyici güzellikteki vadi turumuzdan sonra arabalarla fiziki biçimi ve türkuaz renginden dolayı halk arasında Asya’nın Gözü olarak da adlandırılan Issık Göl’e ulaştık.

Gölün künyesini rehberimiz Aya hanımın o tatlı sesinden dinlemek yine çok hoştu:
“Issık kelimesinin Türkçe karşılığı ılıktır. Çünkü kışın gölü çevreleyen Tanrı Dağları’nın her tarafı karla kaplanıp, nehirler donarken bile bu göl donmuyor. Bu yüzden Çin kaynaklarında sıcak deniz olarak anılıyor. Sıcaklığının sebebi ise 100’den fazla çay ve yer altı sıcak su kaynağı tarafından beslenmesidir. Kaşgar’lı Mahmut’un, Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde Türk Gölü diye andığı göl, deniz seviyesinden 1.600 metre yüksekliktedir. 180 km uzunluğu, 80 km genişliği ve 660 metreye ulaşan derinliğiyle dünyanın 2. büyük dağ gölüdür. Hazar denizinden sonra dünyanın 2. büyük tuzlu gölü olduğu için de etrafına, akciğer hastaları için birkaç tane sanatoryum inşa edildi, çünkü havası çok bol oksijene sahip. Büyük bir iç denizi andıran gölün çevresi Sovyetler döneminde en popüler tatil merkezlerindendi ve şimdi de öyle. Yaz aylarında yerli ve yabancı turist akınına uğrayan gölde, tekne turları ve su sporları yapılıyor ve göçmen kuşların rotası üzerinde olduğu için kuş gözlemcileri için de bir cennet sayılıyor. Bir rivayete göre gölün en eski adı Iduk yani Kutsal Göl imiş. Kutsal kabul edilmesinin nedeni ise eski insanların gölün ruhunu kirletmemek adına, göle ayaklarını dahi sokmamasıymış. Oysa birazdan sizi götüreceğimiz halk plajından da göreceğiniz gibi, artık insanlar denize girer gibi rahatça yüzebiliyor. Son olarak Issık Köl’de bol miktarda balık türü yetiştiği için, çevresindeki irili ufaklı köy ve kasabalarda balıkçılıkla geçimini sağlayan binlerce aile olduğunu da sözlerime eklemek istiyorum.”

Zaten Karakol şehrinden Issık Göl’e varan yol boyunca, kurutulmuş balık, kiraz, kayısı, elma, bal satan köylüleri görmüş, arabadan inerek, hem bu güzel nimetlerin tadına bakmış, hem de hayretler içinde kalıp fotoğraf çekmiştik. Neden mi o kadar hayret ettik? Asya kıtasının göbeğinde, yani dünyadaki tüm denizlere en uzak mesafede, balıkçı barınaklarıyla karşılaşacağımızı hiç tahmin etmediğimiz için elbette!
Bu şoku da hasarsız ve mutlu atlattıktan sonra nihayet sıra, dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un, Yıldırım Sesli Manasçı adlı ünlü hikâyesinde, Tengri’nin yeryüzündeki gözü diye andığı o mübarek göl ile yakından tanışmaya gelmişti.

Minibüsleri park edip, heyecanlı adımlarla ağaçların arasından yürüyerek, halk plajına ulaşınca, etrafı kirpikleri andıran sivri zirveli ulu dağlarla ve kıyıları sanki gözün beyazını oluşturan gümüşi kumsallarla örülü, masmavi, ışıl ışıl, gerçek bir yeryüzü gözü gördük! Üstelik Asya’nın mavi gözünü çıkaran birileri olmamış, Türkiye’nin mavi gözü Salda gibi şanssız değil…

Girerken halkın hiçbir ücret ödemediği ama hiç de kirletmediği, ipek yumuşaklığındaki, gümüş renkli kumsal üzerinde hiç betonlaşma yok. Hattâ yiyecek satan tek bir kafeterya olmadığı gibi, tek bir seyyar satıcı da yok. Kimse gelip o cennet sahili işgal etmemiş, imara açmak için etrafındaki ağaçları yakmamış, insanlardan ve arabalardan işgaliye parası istemiyor. Bizi en imrendiren şey yine aynı; etrafta bir gram bile çöp yok.

Yine en iyi dileklerimi sundum, umarım Kırgızlar bu temizliği ebediyen korumayı başarır dedim. Ancak bunu söylerken, başarmaları için, ağaca, hayvana, doğaya, cana kıyan yozlaşmış Türklerin buraya ayak basmasına izin vermemeleri gerektiğinin de bilincindeydim. Ne yazık ki çok acı ama gerçek bu…

Oysa Yusuf Has Hacip ne kadar da haklıymış, gerçekten de bir Türk gölü olduğu çok belliydi orasının. Eski temiz Türkiye’mizin, çok tanıdık bir manzarasına sahipti. 70’li yılların Ataköy Çiroz Plajı’ndakine benzer, 100 metre aralıklarla basit, şirin soyunma kabinleri vardı. Az ötemizde sarışınlıklarından Rus olduğunu tahmin ettiğimiz bir aile, evinden şezlong ve şemsiyesini getirmiş, güneşleniyordu. Yine çekik gözlerinden Kırgız olduğu anlaşılan birkaç aile, tıpkı çocukluğumuzda annelerimizin yaptığı gibi, karşılıklı dört çıtaya ip bağlayıp, brandasını germiş, altına kilimlerini sermiş, gölgesinde dinleniyordu. Sanki bir anda çocukluk yıllarımıza ışınlanıvermiştik! Doğal olarak, bu rüya hiç bitsin istemiyorduk.

Eski bir nostaljiyi yaşayacak olmanın heyecanıyla, erkekler bir taraftaki, kadınlar diğer taraftaki kabine geçip sırayla mayolarımızı giydik ve havlularımıza sarınıp, gözün mavisiyle beyazının bitiştiği kıyısına vardık. Öyle hiç görmemişler gibi hemen göze batmadık. Önce bu kutsal varlığı selamladık içimizden saygıyla… Ve buralara gelip onu görmemizi nasip eden, onu da bizi de yaratan Allah’a şükranla…

Sonra bir kenara usulca havlumuzu bırakıp, annemizin şefkatli kollarına bırakır gibi güvenle bıraktık özümüzü, Asya’nın kutsal gözüne… Anne kucağı gibi sıcacıktı suyu gerçekten de…
Ve anne teni gibi yumuşacıktı dibi… Suyu içilebilecek kadar berraktı… Yalnız, annelerin gözyaşları gibi, tatlı ile tuzlu arasıydı tadı… Ruh hali ise uzun bir secdeye kapanmış bir azizeninki gibi kıpırtısızdı…

O dinginliğe karışıverdik yüzerken biz de… Gölün ruhuna hiç saygısızlık etmeden, adeta Tengri’nin gözüne girmiş gibi sessizce ve minnetle yüzdük, yerin gözünde…

Eski Türk inançlarında yerin göbeği diye bir inanış vardır. Bir şehrin göbeği, o şehrin merkezidir aynı zamanda. Yerin göbeği adı verilen ağaç, tüm ağaçların merkezidir ve Hayat Ağacı da denilen o merkez ağaç, yıldızlarla bağlantıyı sağlar.

Atalarımıza, ağaca yerin göbeği adını koyduran düşünüş biçimi ile Aytmatov ustaya, göle yerin gözü adını koyduran düşünüş biçimi, hep aynı inanışın ürünleridir. Bu yüzden atalarımız her ağacı kutsal bilir, her ağaca sanki merkez o imiş gibi özenle davranırdı.

Asırlar geçse de üzerinden, göçler sonucu merkezden taşraya taşınsa da meyveler, çekirdeklerinden çıkan yeni ağaçlar, asıllarıyla aynı lezzette ürünler vermeye devam ederler. Ve gidip Isparta ilimizdeki bir pınara suyun gözü adını koyuverirler.

Çünkü ait olduğu köklerle bağlantıyı diri tutanlar, ruhu olan her varlığın bir gözü olduğunu da biliyor. Polis farkında olmasa da onlar, Gülhane parkındaki (ya da Kaz dağlarındaki) bir ceviz ağacının gözünün ardından bakıp görenin ceset değil ruh olduğunun farkında. Onlar, her yeri kuşatan o Tek Ruhun ve onun her yerdeki gözlerinin farkında. Hiç kapanmayan gözler hem de…

Vahşi batının “Tanrının Gözü biziz, o göz bizde!” şeklindeki yalanlarıyla tüm dünyaya korku salmasına aldanmayın ve korkmayın sakın. Onların bahsettiği yapay bir gözdür. O yapay gözlerin ardından izleyen cesetler var. Doymak bilmeyen, cılız, 7 semiz öküzleri kemiren cesetler var, Tek Ruh yok.

Her yere kamera yerleştirmekle ve her yeri uydudan izleyip kontrol altına almakla, var olan sömürü düzenini sürdürmeye çalışmakla, o Tek Ruh’un gözüne girilemiyor asla. Bilakis, gözünden düşülüyor.

O’nun gözüne girmek, eski köye yeni adet getirmekle mümkündür ancak.

Kuran’daki yedi öküze yeni bir yorum getirmekle; islamı, asrın idrakına söyletmekle mümkündür.

Tanrı dağlarında bıraktığımız o idrak…

İşte bu yüzden, artık bize yeni bir göz gerek…”

19.08.2019/İstanbul
Ayşe Işık Pehlivanoğlu

Atatürk Google Facebook instagram

BİZ RUH’UMUZU TANRI DAĞLARINDA BIRAKTIK (3)



Basında çıkan haberlere göre, 7 bağımsız Türk devletinden biri olan, 6 milyon nüfuslu Kırgızistan, dünyanın en fakir 50 ülkesi listesinde 33. Sıradaymış… Fakat bence hiç de öyle değil, tam tersine dünyanın en zengin 50 ülkesinden birisi bence… Zenginlik ölçütünüzün ne olduğuna bağlı olarak değişiklik gösterir bu tip tek taraflı tespitler…
Eğer ölçütünüz kişi başına düşen milli gelir ise evet, bu ülke çok fakir… Ama ölçütünüz parayla satın alamayacağınız, yıktıktan sonra aynısını yapamayacağınız, doğanın binlerce yılda oluşturduğu coğrafi birikimler, yani metrekare başına düşen doğal kaynak miktarı ise, bu ülke çok zengin…

Kapitalizmin hiç ayak basamadığı, Amerikan emperyalizmine hizmet eden devasa küresel şirketlerin henüz eline geçiremediği, dört yanında dünya markalarına ait İngilizce tabelaların görülmediği, şehirlerini Avm’lerin, estetikten yoksun betonarme ve camdan kulelerin kuşatmadığı, köylerini ve doğasını maden şirketleri ile hes santrallerinin kirletemediği, çok zengin bir ülke Kırgızistan… Umarım hiçbir zaman da kirletemezler. Şu anda tüm dağları büyük bir hızla, iç ve dış gafillerin işbirliğiyle delik deşik edilen, ormanları acımasızca katledilen Anadolu ileride kurak bir çöl haline gelirse, torunlarımız tekrar o Anayurda gidip sığınabilirler.

Rehberimiz Ulukman beye bu temizliğin nedenini sorunca aldığımız yanıt çarpıcı: “Ruslar sayesinde!” Haklı olarak Ruslara epey büyük bir saygı besliyorlar, çünkü her şeylerini onlara borçlular. Örneğin Bişkek’teki geniş caddeler, içlerinde sergilenen heykellerle daha bir zenginleştirilip, birer açık hava müzesi haline getirilmiş parklar, o devasa kent meydanı, anıtlar, mermerden yapılmış opera, tiyatro, müze ve kamu binaları, hiçbir yoğunluğa olanak tanımayan trafik düzeni, satranç tahtası biçeminde yerleştirilmiş mahalle ve sokaklardaki, mimarisi bütünlük arz eden apartman blokları, yol kenarlarını süsleyen ve doğal şemsiye vazifesi gören ağaçlar ve o şahane ağaçları sulamak için, yolların 2 tarafına birden açılmış su arkları… Ulukman beyin, yemyeşil Ala Too meydanını ve enfes tablolarla keçe halılara ilaveten Kırgız kültürüne dair her şeyin sergilendiği Bişkek Müzesi’ni gezdirirken bize aktardığına göre, bunların hepsi Sovyetler Birliği zamanında, yani 1992 yılında bağımsızlıklarını ilan edip, parlamenter sisteme geçmeden önce yapılmış.

Ama onlar da bu güzellikleri gözleri gibi korumuşlar. Zaten sosyalist rejim zamanında alıştıkları disiplin ve titizliği sürdürüyor ve bunu her alanda hissettiriyorlar. Bir yandan Ruslara uyum sağlayıp (mesela hiçbir tuvalette taharet musluğu yok), öte yandan yüzlerce asırlık göçebe kültürünü sürdürmeyi başarmaları, büyük bir öz disiplinin neticesidir. Bununla birlikte, uzun süre Rus etkisine maruz kalınca, Türklük yönünden biraz asimilasyona uğramış olmaları da çok normal. Yerleşim yeri adlarının çoğu Türkçe ama Kiril alfabesiyle okuyup yazdıkları için, halkın geniş kesimi bunun farkında değil… Ve en büyük şikâyetleri -Türk Töresinde asla yeri olmayan- tüm devlet dairelerinde yaygın olan rüşvet… “Bilge olmak, Alp olmak, Tüz (düz, ahlaklı) olmak” şeklindeki üç ilkeyle özetlenen “Yüce Türk Töre”sini yitiren, sembollere sahip çıkıp anlamlarını unutan tek Türk devleti biz değilmişiz yani anlayacağınız…

Tur programımızdaki bizi en fazla heyecanlandıran aktiviteyi gerçekleştirmek üzere, minibüsle Narin şehrine giderken, yol boyunca sıralanan köylerde bile kültürel kimliği bozan, mimari düzene aykırı tek bir yapı göremedik. Evlerin hepsi belirli bir plana uygun inşa edilmişti ve kiremitten yapılmış, tek tip üçgen çatıları çok şıktı. Evlerin yanında şirin kümesler ve ağıllar göze çarpıyor, bahçelerinde çiftlik hayvanları geziniyordu. Daha zengin oldukları güzelliğinden anlaşılan bazı evlerin yanı başında ise ahırlar, haralar ve at çiftlikleri göze çarpıyordu. Kışın köyde, yazın dağlarda göçebe bir yaşam tarzı süren ve ekseriyetle hayvancılık, biraz da tarımla uğraşan halkın, binek olarak kullanacakları atlar ile kesimlik yani yemelik atları ayrı haralarda yetiştirdikleri gözümüzden kaçmadı. Etinden ve sütünden yararlandıkları atlar, tabanlarına hiç nal çakılmamış, sırtlarına hiç semer vurulmamış, ağızlarına hiç gem vurulmamış atlar olduğu için etleri yumuşak oluyormuş. Dağlarda gördüğümüz, sürüler halinde özgürce gezen atlar işte bunlarmış.

Adını, kentin içinden narince süzülüp akan nehirden alan Narin’de bir gece kaldıktan sonra, sabah erkenden, Kırgızistan’ın ikinci büyük gölü Son Köl’e doğru hareket ettik. İlk önce, arabalarla Kurtka köyünden geçerek, Mahabat Köprüsü’ne ulaştık. O noktadan sonra ise geceyi geçireceğimiz Songöl’ün yanındaki keçe çadır kampına, ömrümüzce unutamayacağımız, 6 saat süren bir at yolculuğu ile ulaştık. 

Köprüde bizi karşılayan ve tüm yol boyunca koruculuk eden atlı seyisler, yanlarında her birimiz için bir at getirmişti. Gözüme doru diye tabir edilen bir atı kestirip, yanına gittim. İlk kez bir ata dokunmama rağmen hiç korkmadan onu alnından öptüm. Kulağına tatlı sözler fısıldayıp sırtını ve kahverengi yelelerini sevdim. O da bana gülen gözleriyle karşılık verdi. Az sonra genç çobanın yardımıyla keçe eyerin üzerine kurulmuştum bile. Ekip arkadaşlarım da kendi atlarını seçip, binmişlerdi. Rehberimiz Ulukman bey, hepimizin duyacağı bir ses tonuyla ata nasıl hükmetmemiz gerektiğini anlattı:
“Atınızın karnına topuğunuzla yavaşça vurup “Çuh!” derseniz atınız yürüyüşe geçer, siz bu arada yuları sakın elinizden bırakmayın. Tek elinizle yuları tutarken, düşmemek ve dengenizi sağlamak için de öteki elinizle eyerin önündeki demir kolçağı tutun. Hareket halindeyken yuların sağ tarafını kendinize çekerseniz atınız sağa, sol tarafını çekerseniz sola doğru yönelir. Atınızı durdurmak için, yuların iki tarafını birden kendinize çekmeniz yeter, atınız hemen durur. Yalnız, sakın attan kendi başınıza inmeye kalkışmayın, at kaçabilir. Atın gerisinde durmayın, tepebilir. Mola yerine varınca hem kendi kumanyalarınızı yemeniz, hem de atlarınızı otlatıp sulamanız için çobanlarımız attan inmenize ve tekrar binmenize yardımcı olacaklar zaten.”



 Hepimiz “Çuh! Çuh!” diye komut verip atlarımızı mahmuzladık. Ben dahil pek çoğumuz hayatımızda ilk kez ata binmemize rağmen, kısa bir alıştırma turundan sonra hepimiz atlarımızla bütünleşmiştik. Yer yer taşlı ve dikenli, yer yer dik ve engebeli rota üzerinden, en öndeki seyisi izleyerek ilerlemeye başladık. Kılavuz atı göremeseler bile, atların hepsi bir öndeki atı uysalca takip ediyordu. Ama sıra hiç aynı kalmıyordu. Bazen benimki bir hamle yapıp önümdeki atları solluyordu, bazen arkamdaki at beni geride bırakıp önüme geçiyordu. Ata binmek insana gerçekten özgürlük duygusu ve güven veriyordu. Yol boyunca yakınımızda, uzağımızda serbestçe gezen kesimlik at sürüleri, rengârenk dağ çiçekleri ve yoncaların arasından kıvrılarak akan, incecik su kaynakları görüyorduk. Atım taze yoncaları görünce hemen başını yere indirip yemeye, buz gibi sulardan içmeye çalışıyordu ama yularını geri çekip izin vermiyordum. Çünkü çoban, çok yiyip içince atların şişip yürüyemediklerini söylemişti. 


Biz at yolculuğunu tercih ettik ama Son Göl’e at ile tırmanmak mecburi değil. Kışın kardan kapanan, sadece yaz aylarında kurulan kamp alanına, toprak yolu kullanarak, arabayla ya da bisikletle de ulaşılabiliyor. Yemek molasından sonra dağlık araziyi geride bırakıp, toprak yola paralel kırlık düz arazide ilerlerken, toprak yolu kullanan birkaç bisikletli turiste rastladık. Yine birkaç göçebe yerli de eski Rus otomobilleri ile tozu dumana katarak ve bize el sallayarak yanımızdan geçtiler. İlk önceleri terletirken, şimdi üşütmeye başlayan havanın soğumasından zirveye yaklaştığımızı anlıyordum ama dengemi kaybedip düşmemek için sırt çantamdaki anorağımı çıkarmaya da cesaret edemiyordum.

Derken sonra birden önümdeki atlarla aramın çok açılmış olduğunu fark ettim, ilerideki bir tepenin ardında kayboldular. Sonra dönüp arkama baktım. Arkamdan gelen atlılar da çok geride kalmıştı, minnacık görünüyorlardı. Ama paralelimdeki toprak yolun beni kampa ulaştıracağını biliyordum artık, korkmadım. Sadece biraz garip oldum. Uçsuz bucaksızmış gibi görünen kırlarda, solumdaki toprak yol, üzerimdeki mavi gök, yer yer bembeyaz bulutlar, Tanrı Dağı, atım ve ben, tek başıma kalmıştım. Çok soğuktu, ürperdim…

Ve o yalnızlık duygusuyla, biraz da cesaret almak umuduyla içimden bir türkü tutturmak geldi.

Bilge Önder Atatürk’ün çok sevdiği bir türkü: “Sarı zeybek Aman, Şu dağlara yaslanır Aman!”

Nasıl olsa o anda sesimi atımdan ve yerle gökten başka işiten yoktu. Sesim iyi mi, kötü mü çıkıyor, beni beğenecekler mi, beğenmeyecekler mi? Hiç umurumda değildi. Bununla birlikte hiç detone de olmadım. Hattâ o an içinde bulunduğum trans hâlinin etkisinden olsa gerek, sesim kendime her zamankinden daha mükemmel geldi. Bunun üzerine iyice coştum, Tanrı Dağına yaslanıp, daha yüksek sesle, daha içten söylemeye devam ettim:

“Sarı zeybek Aman, Şu dağlara yaslanır Aman! Yağmur yağar, silahları Efem ıslanır! Bir gün olur Aman, Deli gönül uslanır Aman! Eyvah olsun, Telli doru Efem şanına! Eğil bir bak, Mor cepkenin Efem kanına! Karşı dağı Aman, Duman aldı bürüdü Aman! Üç yüz atlı, Beş yüz yayan Efem yürüdü! Sarı zeybek Aman, Şu cihanda bir idi Aman! Eyvah olsun, Telli de doru Aman şanına! Eğil bir bak, Mor cepkenin Efem kanına!”

Sanırım atım da memnundu durumdan. Memnun olmasa huysuzlanırdı diye düşündüm. Oysa hiç tepki vermiyor, sanki huşu içinde beni dinliyordu. Türküyü bitirdikten sonra tüm korkularım geçmişti.

“Biz bu Tanrı Dağına Ata Ruhlarıyla dertleşmeye, şikâyet etmeye, onlardan yardım istemeye geldik!” dedim yüksek sesle ve cesaretle, “Onlar beni duysun ve beğensin yeter. Cengiz Han duysun, Mete Han, Bilge Kağan, Başbuğ Atilla, Kürşat, Alparslan duysun. En önemlisi de Atatürk duysun!”

Ve duydular beni gerçekten de…

Çünkü bunları der demez ağlamaya başladım.

Çünkü Ruh yanına gelince, insan gözyaşlarını tutamazmış. Tutamadım…

O ağlayışta garip bir haz vardı. Gurur vardı, onur vardı, şeref vardı. Sevinç, acı ve özlem vardı.

Vatan vardı o ağlayışta. Millet vardı, aşk vardı, hüzün ve umut vardı. Hepsi bir aradaydı.

Çünkü ben onları duymuştum, onlar da beni duymuştu işte;

O ağlayışta Ruh vardı…

Tanrı Dağlarında bıraktığımız, Atalarımızın Yücelmiş Ruhu vardı. (*)

(*) “Eski Türkler, Dağların, Ormanın, Toprağın, Yersuların ve Göksuların, kısacası cansız zannedilen, doğadaki tüm varlıkların bir Ruhu olduğunu bilir ve büyük ölülerin o Ruhlara karışarak yüceldiğine, ölümsüzlüğe erdiğine inanırdı. Onların tümüne sonsuz saygı gösterir, darda kaldıkları her zaman “Görünmezler” ya da “Gayberenler” adını verdikleri o Yüce Ruhlardan yardım isterlerdi.” Ayşe Işık PEHLİVANOĞLU – Büyük Türk Ruhunun Dirilişi – Atayurt Yayınevi – Kasım 2017 – Syf:133

(Haftaya Asya’nın Gözü diye anılan Issık Göl’ün Kutsal Ruhu ile buluşmak üzere…)

BİZ RUH’UMUZU TANRI DAĞLARINDA BIRAKTIK (2)



Geçen Pazar baktım ki Kırgızistan ve bana düşündürdükleri hakkında yazacaklarım bir yazıya sığmayacak, ben de 4 bölüm halinde yazmaya karar verdim. İşte karşınızda ikinci bölüm… 

Kırgızistan’a varınca, tur başkanımızla beraber 24 kişi olan grubumuzu, gezimiz boyunca bize güler yüzleriyle rehberlik eden, akademisyen soydaşlarımız Ulukman Bapaev ve Aya Bapaeva kardeşler karşıladılar. Her zamanki alışkanlığımla zihnimden hemen, Arapça’ya geçince Lokman haline dönüşen, Türkçe Ulu-Okh-Man isminin analizini yaptım: Yüce Yöneten Ben! / Ben Yüce Yönetenim! Bir nevi “Enel Hak” fikrinin ifadesinin ilk ve en eski biçimi… Okh hecesinin yöneten, yüksekte duran manasına geldiğini okumuştum. (1)

Çok eski devirlerde, henüz insanlar devletleşmemişken ve öbekler halinde yaşarken, dünyada tek heceli kelimelerden oluşan, ilk ve tek bir dil konuşuluyormuş. Hatta ilk toplumlar kendi boylarına bile tek hecelik; On, Ok, As, Tur, vb. isimler vermişler. İşte yerli ve yabancı birçok araştırmacı tarafından tek hecelik kelimelerinin ön Türkçe olduğu kanıtlanan o ilk dili konuşan ve o zamanlar adında Türk kelimesi geçmeyen bu öncül halklara, literatürde Ön Türkler adı veriliyor. (2)

Ben böyle derinlere dalmış düşünürken, şöför koltuğunun yanındaki ön kısımda, gezi başkanımız Ümit Şıracı’nın yanındaki koltukta oturan, Türkolog Aya hanımın tatlı sesiyle irkildim birden. Yüzünü bize dönerek, İstanbul Türkçesiyle anlatmaya başladı: 

“Birazdan Tokmok şehri yakınlarındaki (yine Türkçe, tokmak), başkentimiz Bişkek ile Issık Gölü arasındaki bölgede kalan ve geçmişte islamiyeti kabul eden ilk Türk Devleti olan Karahanlılar’a başkentlik yapan, Balasagun harabelerini ziyaret edeceğiz. Şu anda bulunduğumuz bölgenin adı ise Çu Nehri havzasıdır. Tanrı Dağlarından doğan ve çöle dökülen Çu Nehri etrafında, çok eski zamanlardan beri hep Türkler oturmuş, tarih boyunca Çu Havzası’nda sayısız Türk Şehri kurulmuştur. İşte çocuk hükümdar manasına gelen Balasagun da o şehirlerden biridir.”

Yeni bir bilgiyi daha idrak etmenin mutluluğuyla yüzüm aydınlandı. Yolu bozkırlardan geçtiği halde denizlere çıkmayan, çölde kaybolan nehirler de vardı demek, tıpkı bazı insanlar gibi yani… O nehirler ve insanlar da dokundukları hayatlara can katıyorlardı mutlaka. Ama ben yine de içimden, hikâyesi çölde bitenlerden olmayayım, yolum okyanusa çıksın diye dua ettim. Genç ve güzel rehberimiz Aya hanım, Balasagun’daki önemli tarihi eserleri anlatmaya devam ediyordu:

“Geçmişin en önemli ticaret rotası İpek Yolu üzerinde kurulan bu şehir, Kutadgu Bilig’in yazarı ünlü Türk tarihçi Yusuf Has Hacip’in de doğduğu yerdir. Tarihi kentin koruma altına alınan bölümündeki en önemli kalıntı, Karahanlılar zamanında hem minare, hem de gözetleme yeri olarak kullanılan Burana Kulesi’dir. Kulenin boyu 9. Yüzyıl sonlarında inşa edildiğinde 45 metreymiş ama 15. yüzyılda yaşanan büyük depremde kısalarak 25 metreye inmiş. Burana, (burana nasıl da minare kelimesine dönüşmüş, bakar mısınız?) bilinen minarelerden daha kalındır, Buhara’daki Türk İslam eserlerinden “Kalan (kalın) Minare”ye benzemektedir. Temel derinliği beş metre ve dolgu kaidesi de beş metre olan minarenin giriş kapısına ulaşmak için, sonradan eklenen demir merdivenle kaidenin üzerine çıkmanız gerekiyor. Tek kişilik, dar, tuğla merdivenden kulenin uç kısmına çıkmayı başarırsanız, muhteşem bir manzarayla karşılaşacaksınız.”

Hepimiz Unesco Dünya Mirası listesine alınan bu minare-kuleyi çok merak ediyorduk ama az sonra bizi güzel bir sürprizin beklediğinden habersizdik. Heyecanla Burana Açık Hava Müzesi’nin kapısından içeri girip, bir koşu kulenin yanına varınca, minibüsten inerken Ümit beyin bize neden öyle muzipçe güldüğünü anlamış olduk. Meğerse Burana Kulesi’nin her yanı kadim Türk sembollerinden biri olan Oz Tamgaları ile kaplı değil miymiş? Büyük sevinçle doldu içimiz tabii ki bu güzelliği görünce. Asırlar öncesinden Türk bir Taş Ustasının hayali gülerek göz kırptı bize. Türkün binlerce yıllık hafızası, tuğlalar aracılığıyla dile gelmişti yine. Ön Türk kültüründe ozlaşarak Tanrıya yaklaşmayı simgeleyen damgayı tanıyan Bülent Üner arkadaşımla göz göze geldik bir an ve mesajı aldığımızı belirterek, birbirimize gerçekten göz kırptık…

Günümüz Türkiye’sinin, yozlaşarak Tanrıdan uzaklaşan, her mahalleye ruhsuz betondan bir cami dikerek Allah’a yaklaşacağını sanan, özü tutuklayıp hapsetmiş, şekilci müslümanları acaba ne zaman, hangi etki sonucu uyanacaklardı yattıkları derin uykudan?

Güzelim Salda Gölü’ne mescit yapmaya karar verenler, en güzel mescidin yeryüzü olduğunu ne zaman unutmuşlardı?

Altın madeninden kat kat değerli, cânım Kaz Dağlarının, yerin altında da, üstünde de işe yaramayan altın madeni uğruna, hem de yabancı eller tarafından didik didik edilmesine göz yumanlar, akıllarını nerede kaybetmişlerdi?

Ve nerede bulacaklardı?

(Devamı Haftaya…)

(1) http://www.halukberkmen.net/pdf/346.pdf
(2) https://www.wikiwand.com/tr/%C3%96n_T%C3%BCrkler

BİZ RUH’UMUZU TANRI DAĞLARINDA BIRAKTIK 1



Emine Işık Pehlivanoğlu
İnsanların birçoğu ABD’ye, Avrupa’ya ve Uzak Doğu’ya seyahat etmek isterler. Oysa ben çok uzun bir süredir Orta Asya’yı ziyaret etmek ve Atalarımızın geldiği toprakları, Ana Yurdumuzu yakından tanımak istiyordum. Fakat doğal olarak tek başıma böyle bir yolculuğa çıkmam mümkün değildi. Her şeyden evvel hiç bilmediğim o coğrafyada bana rehberlik edecek, dil ve adres sorunu olmayan, uzman kişilerin yardımına ihtiyacım vardı.
Nihayet bu hayalimi gerçekleştirmemi sağlayacak olan insan karşıma çıktı. Anadolu’nun dört bir yanındaki eski Türk Damgalarının kazınmış olduğu kaya resimlerini ve mezar taşlarını keşfetmesiyle tanınan araştırmacı-yazar Sayın Ümit Şıracı’nın, Ana Yurtlarımızdan Kırgızistan’a, Tanrı Dağlarına bir kültür turu düzenleyeceğini öğrendim. Hiç bu fırsatı kaçırır mıyım? Hemen kaydımı yaptırdım ve sekiz günlük tur programında nelerin, hangi tarihi yerlere ziyaret ve aktivitelerin olduğunu öğrendikten sonra, aktiviteler için gereken malzeme listesini temin ettim.
Örneğin yürüyüş pantolonu, yürüyüş sandaleti, dağda yürüyüş botu, kafa lambası, dağa çıkar ve inerken yaslanmak ve dengeyi korumak için yürüyüş batonu, teri çabucak kurutan sentetik tişört, rüzgar ve su yalıtımlı mont gibi, daha önceden gardrobumda hiç bulunmayan kıyafetleri satın aldım. Hazırlıklarım sadece alışverişle de sınırlı kalmadı. 3.500 rakımlı Ala Göl’e yürüyerek ve 3.000 rakımlı, dünyanın 2. Büyük dağ gölü olan Son Göl’e ise 6 saat süren bir at yolculuğu sonucu ulaşacağımızı öğrenince, kondisyonumu arttırmak için her gün düzenli olarak spor yapmaya başladım. İyi ki de spora başlamışım, zira tura katılan ve her biri kendi mesleki yada akademik kariyerlerinde başarılı olan insanların hepsinin, kondisyon olarak gayet güçlü olduklarına tanık oldum. Bu yılın Temmuz ayının 11’inde İstanbul Havalimanı’nda başlayan maceramız, 19’unda Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’teki Manas Havalimanı’nda son buldu. Ama biz Ruhumuzu Tanrı Dağlarında bıraktık…
Nasıl bırakmayalım ki? Bir kere, Kırgızistan, Anadolu’muzun, Kırgızistan’ın yüzde 60’ını kaplayan Tanrı Dağları da Toroslar’ımızın birebir kopyası gibiler. 80’li yıllarda Modern Folk Üçlüsü’nün söylediği, Anadolu isimli bir türkü vardı hani? Hepiniz hatırlarsınız; “Sen ne güzel bulursun, Gezsen Anadolu’yu, Dertlerden kurtulursun, Gezsen Anadolu’yu! Billur ırmakları var, Buzdan kaynakları var, Ne hoş toprakları var, Gezsen Anadolu’yu! Orda bahar başkadır, Yazlar kışlar başkadır, Ah bu diyar başkadır, başkadır, Gezsen Anadolu’yu!”… Sözlerini M. Faruk Gürtunca’nın yazdığı bu şiirin devamı şöyledir:
Gülerken köylü kızlar
Güler sanki yıldızlar
Ne kalbin, gönlün sızlar
Gezsen Anadolu’yu.
Derde şifa bulursun
Halkta vefa bulursun
Kim der cefa bulursun
Gezsen Anadolu’yu.
Kırlarında koşar at
At, ruhunu savur, at
Ruhunda açar kanat
Gezsen Anadolu’yu.
Dağdan serin yel eser
Soğuk suları Kevser
Güzelliği şaheser
Gezsen Anadolu’yu.

Bir ağaç kabuğundan
İçince bir tas ayran,
Erir, varsa her yaran
Gezsen Anadolu’yu.
Ne eşsiz yerleri var,
Beldeler dilberi var,
Bin Bursa, İzmir’i var
Gezsen Anadolu’yu.
Hanlar, köprülerden aş,
Ellerden ele dolaş.
Yumuşak gelir her taş
Gezsen Anadolu’yu.

İşte tam bu şiirde tarif edilen, Anadolu’muzun o hiç bozulmamış, el değmemiş, maden ocakları ve hes santralleriyle kirletilip, kelepçelenmemiş eski hali gibi bir coğrafya ile karşılaştık Kırgızistan’da… Karşılaşınca da hepimiz atalarımızın binlerce sene evvel iklim değişikliği sebebiyle o güzel Ana Yurttan dünyanın dört bir yanına göç etmek zorunda kalınca, bir bölümünün kendilerine Yeni Yurt tutmak için neden Anadolu’yu seçtiklerini anlamış olduk. Çünkü bir adı da Minor Asya (Küçük Asya) olan Anadolu coğrafyası, Orta Asya coğrafyasının küçük bir kopyasıydı. Yemyeşil meralar ve otlaklar, yaylalar, derin vadiler, irili/ufaklı yüzlerce dere, başı karlı yüce dağlar, Karadeniz’deki ormanların birebir aynısı, ulu yemyeşil ağaçlar ve doğal tatlı su kaynağı olan göller… Şimdi gelin, bir de bu enfes doğal güzelliklerin üzerine, uçsuz/bucaksız kırlarda özgürce otlayan koyun, sığır ve at sürülerini yerleştirin bakalım… Ne kadar olağanüstü bir manzara değil mi? Üstelik bu tabloda ruhunuzun dinginliğini bozan, “medeniyet dediğin, tek dişi kalmış o meşhur canavar”dan; betondan, çelikten, plastikten ve asfalttan eser yok…

Ruhunuz orada kalmasın da ne yapsın, söyler misiniz bana?

(Devam edecek…)