Türk mitolojisinde ırmakların yeri

Kutsal ırmaklar, Türk mitolojisinde çok önemli bir yer tutmuşlardı. Türk kitleleri, büyük devletler kurduktan ve yüksek bir toplum hayatına geçtikten sonra bile, eski kutsal ırmakları unutmamışlardı. 

Elbetteki yüksek toplum hayatına geçen milletlerde, mitolojinin birçok teferuatu, zihinlerden silinmiş ve unutulmuş olurdu. Meselâ Uygurlar, Orhun ile Selenga nehirlerinin birleştikleri yere, büyük bir önem vermişlerdi. Çünkü onların ataları, bu iki nehrin kavşağında bulunan bir adacıkta, gökten inen bir nurla doğmuş ve türemişlerdi. Diğer yandan, yine Orhun nehrinin kaynaklarını aldığı dağlar ve ormanlar, çok daha önemli sayılmış ve burası yüzyıllarca, birçok imparatorluklara başkentlik etmişti. “Ötügen, Ordu Balıg, Kara-Korum” gibi ünlü başkentlerin hepsi de bu bölgedeydi. Bütün bu bilgileri bir araya toplayınca, Orhun nehrinin yalnızca kaynağının veya birleştiği; döküldüğü yerin değil; tümü ile birlikte, bütün ırmağın kutsal olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz.

Onan ve Kerülen nehirlerinin, Cengiz-Han'ın hayatı ile Moğol İmparatorluğunun büyük tören ve kurultaylarındaki, önemini çok iyi biliyoruz. Cengiz-Han'ın, Kereyit Hükûmdarı Ong-Han'a mağlûp olmasından sonra, “Balcuna” adlı nehre nasıl sığındığı ve bu nehirden su içerek, arkadaşları ile birlikte ne şekilde yemin ettikleri, tarihin meşhur olaylarından biridir. Bu sebepten dolayı “Balcuna” nehri, şimdi bile mukaddes sayılan ve üzerinde mabetler yapılan bir yerdir. Bundan önce de, aynı bölge halkı arasında kutsal sayılıyor ve Balcuna ırmağına saygı gösteriliyordu.

 Biliyoruz ki Kimek ve Kıpçak Türkleri, Altay dağlarının batısı ile Güney Rusya içlerine kadar uzanıyorlardı. İrtiş ırmağı da bu Türk kavimleri arasında büyük bir saygı görüyor ve âdeta ona, Tanrı gibi tapınılıyordu.

 Önce Sibirya'da türkçe konuşan kavimlerin, Lena ve Yenisey nehirleri hakkındaki düşünceleri üzerinde duralım. Bu nehirler, bir kıt'ayı baştan başa kesip geçen, büyük ırmaklardır. Bu sebeple Yakut'lar ve diğer Türkler, “ Bu ırmakların kaynağını, dünyanın başlangıcı ve denize döküldükleri yerleri de, sonu olarak kabul ederlerdi. Sibirya efsanelerine göre, bu nehirlerin kaynağı, cennette idi. Yani onlara göre, bunlar, kaynaklarını cennetten alan, gökten inen ve bir süre yeryüzünde aktıktan sonra, denize dökülerek, yer altı dünyasında kaybolan kutsal sulardı.” Bu inanış, Orta Asya mitolojilerine hâkim olan, umumî bir prensipti. İşte bundan sonra, Orhun nehrinin kaynaklarının niçin kutsal sayıldığını daha iyi anlayabiliriz.

Orta Asya ve Sibirya halkalarının çoğu Cennetteki bir göl veya denizin sütle dolu olduğuna inanırlardı. Bu sebeple Altay Türkleri bu göle, “Süt-Ak-Köl”, yani “Süt gibi Ak Göl” demişlerdi. Tabiî olarak, bu gölün süt ile mi dolu olduğu; yoksa içindeki kutsal suların, süt gibi ak olduklarından dolayı mı bu adın ona verildiği, ayrı bir münakaşa konusudur.

Yakut Türklerine göre, “Gök Tanrısının tahtı, süt gibi ak bir dağ üzerine kurulmuştu. Bu dağın üzerinde de yine süte benzer bir deniz vardı.” Bundan da anlaşılıyor ki buradaki “aklık”, kutsallığın bir ifadesi ve rengi idi. Altay mitolojisinde ise bu inançlar, dış tesirler dolayısı ile, büsbütün dejenere edilmiş ve değiştirilmişti. Onlara göre, “Hayatın kaynağı Süt-Ak-Köl idi. Ruhlar orada kaynaşır ve insanlara ruh veren Yaratıcı, yani, Yayuçı da, onun yanında otururdu. Yeryüzünde bir çocuk doğacağı zaman, bu gölden bir ruh alınır ve doğacak çocuğa gönderilirdi. Bu göl, Süro adlı bir dağın üzerinde bulunurdu.” Bu kutsal dağın adı, Hint mitolojisinden gelmiştir. Fakat aynı Altay mitolojisinde, eski İran tesirleri yok değildir. Meselâ aynı rivayete göre, “Bu kutsal dağın üzerinde, 7 Kudai, yani 7 Tanrı bulunurdu.” Kudai veya Kuday sözü de İran'dan gelmiş bir deyimdir. Ayrıca İran mitolojisinde de böyle bir “Gökdenizi” vardır. Eski İran düşüncesine göre, “Göğün en üstünde bir Hayat Ağacı vardı. Onun altında Gök-Denizi ve onun altında da Gök-Dağı bulunurdu. Dünyadaki bütün ırmaklar, kaynaklarını bu Gök-Denizi'nden alırlardı. Bu denize de Ardvisûra denirdi.” Ortaasya mitolojisinde Gök veya Cennet denizi motifi, çok yaygın olarak görülürdü. Bunların çoğu da, Orta Asya'ya has özelliklerini kaybetmiş ve türlü şekillere girmiş masallardı.

Su ve ırmak Tanrılarını Altay panteonunda da görebiliyoruz. Altay Şamanizminde, Talay ve Yayık-Han adlı iki Tanrı vardı ki, bu her ikisi de sularla ilgili Tanrılardı. Tabiî olarak bu küçük Tanrılar, Büyük Tanrı Bay Ülgen'in maiyetinde bulunur ve ona yardım ederlerdi: Talay-Han, bir deniz veya okyanus Hanı idi. Bu Tanrı, kudretli yer Tanrıları arasında dördücü sırayı alırdı. Yayık-Han ise, taşan ve kabaran suların Tanrısı idi. Onun evi. 17 denizin birleştiği bir yerde bulunurdu. Yer yüzündeki bütün suların hakimi Yayık-Han idi. Bilindiği üzere Türkler Ural ırmağına da, Yayık derlerdi. Öyle anlaşılıyor ki Talay-Han, Altay Tanrılar panteonuna dışarından gelmiş, yabancı bir Tanrı idi. Türklerin gerçek ve en eski “Irmak Tınrısı"nın, Yayık olması çok daha muhtemeldi.

Türk mitolojisinde, "Irmak kenarındaki dağlar da kutsal idiler”. Uygurların menşe efsanesindeki kutsal ışık, iki nehrin birleştiği yerdeki bir dağ üzerine düşmüştü. Altay Türklerinin inanışlarında da, bunu görüyoruz. Meselâ Es ırmağının kenarındaki Sakçak dağı ile, Mıras suyu kıyısındaki kara-dağ'lar, böyle kutsal dağlar arasında önemli bir yer tutarlardı. Gelinler, bu dağlara “Kayın babamız” derlerdi.

kaynak: