Temmuz ayının son günleri.
İstanbul'da
dayanılmaz bir sıcaklık var.
Evimin
misafir odasında Fatih Kısaparmak'la Elçibey sohbetindeyiz.
Sorularıma
büyük bir tevazu içinde cevap veriyor.
Gözleriyle
uzaklarda bir şeyler arayarak, zaman zaman dalarak, utanarak, duygulanarak
anlatıyor.
-
Sizin, Elçibey'le, önemli bir karşılaşmanız, kucaklaşmanız oldu.
-
Evet. Öyle...
-
Onunla ilk defa nerede karşılaştınız?
-
Ankara'da; Ankara Hastahanesi'nde.
-
Elçibey'in Ankara'ya geldiğinden nasıl haberdar oldunuz?
-
Rahmetlinin hastalığından,
Ankara'ya
geldiğinden haberim yoktu.
O
tarihlerde, ben İstanbul'daydım.
Bir
gün beni bir arkadaşım aradı.
Ankara
Radyosu'ndan prodüktör Kürşat Özkök. Dedi ki; Ebulfez Elçibey tedavi için
Ankara'ya geldi.
Şu
anda Ankara Hastahanesi'nde yatıyor. Nedense, onun bu gelişini ve tedavisini
gizli tutuyorlar.
Elçibey
Prof. Mustafa Kafalı'ya ve eşine Fatih
Kısaparmak'la mutlaka görüşmek istiyorum! demiş.
Seni
tanıdığım için, onlar da beni aradılar.
Şimdi
senin en kısa zamanda hemen Ankara'ya gelmen lazım!
-
Elçibey'le daha önceden tanışıyor muydunuz?
-
Hayır!
Ben
onu sadece gazetelerden tanıyordum.
Beni
dinlediğinden, bildiğinden hiç bir haberim yoktu!
-
Sonra?
-
Tabi hemen Ankara'ya gittim.
O
zaman Ankara Hastahanesinin Başhekimi
Doç.
Dr. Nusret Akyürek idi.
Elçibey'i
ziyarete birlikte gittik.
Odada
ayrıca Prof. Dr. Hatice Paşaoğlu ile Cumhurbaşkanlığı zamanında Elçibey'in özel
kalem müdürü Ali Mürseloğlu, Kürşat Özkök
Ve
benim menejerim Mehmet Güngör de vardı. Elçibey beni ayakta karşıladı.
Mavi
bir pantolon, mavi bir gömlek giyinmişti.
O
anı hiç unutamam.
Merhum
Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey beni omuzlarımdan tuttu.
Hiç
bir şey söylemeden dakikalarca gözlerimin içine baktı.
Belki
inanmayacaksınız ama, bu süre bana
5
dakika gibi uzun geldi.
Bir
süre öylece hiç konuşmadan göz göze baktık.
Sonra
beni bir ağabey, bir baba şefkatiyle kucaklayıp bağrına bastı.
Tabi
ben de onu kucakladım.
Bir
süre de böyle kaldık.
Kollarını
sırtımdan çözünce eğilip elini öpmek istedim.
Müsaade
etmedi.
Heyecanlı
bir sesle;
-
Ozanlar kimsenin elini öpmez!
-
Ozanların eli öpülür! Dedi.
Elçibey'in
yorgun olduğunu hissettim.
Sesi
titriyordu.
Başhekim
kendilerine oturmalarını söyledi.
Elçibey'in
sağındaki koltuğa ben oturdum.
Solundaki
koltuğa İse,
Başhekim
Nusret Akyürek bey.
O
arada çay geldi.
Hal
- hatır sorma faslından sonra söze yine
Elçibey
başladı.
Hepimiz
kulak kesildik.
-
Dedi ki;
-
"Hayatımda çok büyük idealler arkasında koştum.
Önce
Kuzey Azerbaycan'in hür ve bağımsız ve müreffeh bir Vatan olmasını istedim.
Allah'a
çok şükür ki, Azerbaycan artık Sovyet Rusya emperyalizminde bir köle millet
değildir.
Sonra
Güney Azerbaycan'ın da hürriyete kavuşmasını çok istedim.
-
Güney Azerbaycan hürriyetine kavuşuncaya kadar sakalımı kesmeyeceğim.
Bir
başka idealim, dünya gözüyle İstanbul'u görmekti.
Şu
güzelim tecelliye bakınız.
1992
yılında, İstanbul'a Azerbaycan Cumhurbaşkanı olarak geldim.
Beni
Üsküdar'a götürmelerini istedim.
Üsküdar'a
gittik.
Üsküdar'a
Bir Siyasi parti Lideri ile gitmiş ancak sayfada siyasi tartışmaya yol
açabileceğini düşünerek burayı sansürledik.
Bir
ara Salacak'da korumalarımdan ayrıldım.
Sonra
Fatih Sultan Mehmet Han'ın orada,
Ayak
bastığı toprağı eğilerek öptüm.
Orayı
Vatanımın toprağıdır diyerek öptüm! İstanbul'u görmek, Fatih atamızın
İstanbul'a baktığı yerde durmak, onun bastığı toprağı öpmek benim ideallerim
arasında idi.
Sonra
sizi görmek, sizinle tanışmak,
Sizinle
kucaklaşmak istedim.
Bu
duygunun yüreğimde nasıl yer ettiğini tahmin edemezsiniz.
Allah'a
çok şükür, bugün bu muradıma da erdim.
Size
sevgim, Ozanlık geleneğimizi devam ettirmenizi gördükten sonra başladı.
Bazı
kimseler, Ozan kelimesini yanlış kullanıyorlar.
-
Şairlerimize Ozan diyorlar.
-
Halbuki Şair başka,
-
Ozan başkadır.
-
Ozan, yüreğini saza döken,
-
Şiirlerini besteleyen,
-
Sazıyla birlikte çalıp söyleyendir.
-
Şairin sazı yoktur.
-
Şair bir söz mimarıdır.
-
Yani şair şiir söyler,
-
Ozan ise türkü söyler.
-
Türküsünü sazıyla söyler.
Ben
sizi, Azerbaycan Halk Cephesi'ni kurduğumuz,
Bağımsızlık
mücadelesi verdiğimiz o hareketli, velveleli, heyecanlı günlerde tanıdım.
Televizyon
Programlarında dinledim.
Sazınızdan
ve sözünüzden büyük zevk aldım.
Sizi,
yalnız ben dinlemedim.
Azerbaycan
Halk Cephesi üyelerine de sizi dinlettim.
Sazınız
ve sözünüz her defasında bizim şevkimizi artırdı.
Türküsüz
millet olur mu?
Türkülerimizi
yaşatmak, dilimizi,
Milletimizi
yaşatmak demektir" dedi.
-
Bu konu gerçekten çok mühim.
Elçibey
bizim musikimiz hakkında başka neler söyledi size?
Yahya
Kemal'in beytini biliyorsunuz...
"Çok
kimse anlamaz eski musikimizden,
Ve
ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden".
-
Rahmetliyi dinleyince, anladım ki bana bir yol göstermek, bir öğüt vermek
istiyor.
Nitekim
yanılmadığımı gördüm.
Dedi
ki; "Anadolu Türk Müziğinin armoni sistemi henüz kurulamadı.
Bu
çok büyük bir eksikliktir.
Bu
eksikliği bir an önce gidermek lâzım.
Azerbaycan'da
bizim musikişinaslarımız bu konuyu ele alarak gerekeni yaptılar.
Biz
Azerbaycan Türk musikisinin armoni sistemini çoktan kurduk.
Türk
musikişinasları Batıyı taklitten vazgeçmelidirler.
Batı
karşısında eziklik - küçüklük duygularına kapılmamalıdırlar.
Bildiğiniz
gibi Batı Tampere sisteminde,
12
tam ses, 4 yarım ses var.
Bizim
ses zenginliğimiz, Batının ses dünyasından çok daha renkli, çok daha zengin.
Bizim
musikimizde 500 küsur makam bulunması ses ve saz zenginliğimizden
kaynaklanıyor.
Batının
armonisiyle kendi müziğimizi geliştiremeyiz.
Batıyı
taklitle bir yere varamayız.
Bu
bakımdan Anadolu Türk müziği armoni sistemini bir an önce kurmanız lâzım.
Bu
konuda size ve arkadaşlarınıza büyük işler düşüyor.
Düşüncelerimi,
yüz yüze gelerek size anlatmayı çok istiyordum.
Şükür
bu emelime de kavuştum.
Gönlüm
istiyor ki, Türkiye'deki musikişinas kardeşlerimiz de Anadolu Türk musikisinin
armoni sitemini kurmakta gecikmesinler.
O
zaman Batı Dünyası, bizi de taklit etmeye başlayacaktır.
Bizim
musikimizi Bizans'a veya Araba bağlayanlar, konuyu bilmeden konuşuyorlar.
Kendi
musikimizi geliştirmenin yollarını aramalıyız.
Ozanlık
geleneği çok mühim.
Bu
gelenek mutlaka devam etmeli.
Çünkü
ozanlar, dünkü ve bugünkü kültür dünyamız arasında köprü vazifesi vuruyorlar.
Toplumların
değişmesinde, gelişmesinde birlik ruhu içinde bulunmasında ozanların önemli
vazifeleri var."
Elçibey,
görüşlerini büyük bir heyecanla anlatıyordu.
Sözün
bu noktasında araya girdim...
-
Yani efendim dedim, Türkü yakanlar,
Kanun
yapanlardan daha mı güçlüdürler, daha mı müessirdirler?
-
Evet! Dedi...
Milletlerin
hayatında kanunlar da çok önemli.
Kanunsuz,
nizamsız devlet mi olur?
Ama
unutmamak lâzım bizim bazı kânunlarımızın ömrü 5–10 yıldır.
Bilemediniz
40–50 yıldır.
Bir
yeni kanunla yüzlerce kanun artık hükümsüz hale getirilir.
Ama
Türkülerimiz öyle değil.
5
– 6 yüz yıldan beri yaşayan Türkülerimiz var.
Siz
artık 65 milyonluk bir Türkiye’nin ozanı değilsiniz.
Bugün
sizin sorumluluğunuz daha çok arttı.
Ozanlığınızı
sakın Türkiye sınırları içinde düşünmeyin.
Siz,
250 milyonluk büyük bir Türk dünyasının ozanısınız!
Bunu
aklınızdan çıkarmamalısınız.
Ve
bu büyük mesuliyetin gereğini yerine getirmelisiniz!
Elçibey,
sözün burasında Kürşat Özkök'e döndü.
-
Kürşat Bey dedi...
TRT
yayınlarını dikkatle takip ediyorum.
Görüyorum
ki TRT, üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirmiyor.
Fatih
Kısaparmak beye neden program yaptırmıyorsunuz!
-
Olur mu bu?
Onun
sazını ve sözünü yurt içine ve yurtdışına, Bütün Türk dünyasına önce TRT
duyurmalıydı.
Bu
kayıtsızlığı anlamak mümkün değildir.
-
Merhum Elçibey'le o hastahane odasında hep müzik meselelerimizi mi konuştunuz?
-
Hayır!
Muhterem
Elçibey o ilk karşılaşmamızda,
Bana
Türk birliğinden bahsetti.
Dünya
Türklüğünün meselelerine eğilirken sesinin titrediğini, gözlerinin yaşardığını
gördüm.
-
Biraz da bu konuda, Ondan dinlediklerinizi bana lütfeder misiniz?
-
Merhum Elçibey, O Ankara Hastanesi'ndeki odasında bana, benimle orada bulunan
kimselere dedi ki;
"Benim
en büyük ideallerimden biri de,
Bütün
Türk dünyasının birleştiğini görmektir.
Bu
dünya tarihini değiştirecek bir olaydır.
Ama
ne yazık ki ben bu muhteşem hadiseyi göremeyeceğim.
Çünkü
sağlığım müsait değil.
Ama
şükrolsun ki sizler, Türklüğün o yeniden dirilişine şahit olacaksınız.
Elçibey
bu sözleri söylerken gözleri yaşarıyor,
Sesi
titriyordu.
-
Efendim dedim...
Dünya
Türklüğünün birleşmesine,
Dünyanın
büyük devletleri izin verirler mi acaba?
Bırakırlar
mı bizi?
Birden
bire öfkelendi.
Yüksek
bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
- "Bu
büyük davanın önüne artık kimse geçemez Fatih Bey.
Türk'ün
rüzgârı esmeye başladı.
Bu
rüzgâra karşı tükürmek isteyenlerin tükürükleri, kendi yüzlerine bulaşacaktır.
Göreceksiniz!"
-
Efendim dedim, size göre bütün Türk dünyasının birleşmesi acaba kaç yıl sonra
gerçekleşebilir?
-
25 yıl içinde Türk dünyası birleşecektir; Bütünleşecektir!..
-
25 yıl sonra mı diyorsunuz?
Öyleyse
bir şey kalmadı demektir!
-
"Bakın Fatih Bey" dedi...
"Ben
sizin Kazakistan konserinizi basından takip ettim.
Sonra,
sizi Kazakistan'da dinleyenlerden birisi de olanları gelip bana anlattı.
Siz
1998 yılında Almatı'da bir konser verdiniz.
Salon
tıklım tıklım doluydu.
Halkın
bir kısmı da dışarıda kalmıştı.
Öyle
mi? " dedi.
-
Öyle efendim dedim...
-
"Bu konseri 1998 yılında, Kazak - Türk İşadamları tertip etmişlerdi.
Öyle
mi? " dedi.
-
Öyle efendim dedim...
-
"Kazakistan'da Ahıska Türkleri, büyük bir pankart asmışlardı.
Size
büyük tezahüratta bulunmuşlardı.
Siz
de sahnede çalıp söylerken dayanamamış ağlamıştınız.
Ve
Asya - Can türkünüzü sahnede besteleyip söylemiştiniz.
Öyle
mi? " dedi.
-
Öyle efendim dedim...
-
"Şimdi beni iyi dinleyin!
Bundan
10 sene önce,
Size
deselerdi ki;
Ey
Kısaparmak! Kazak ve Türk işadamları bir araya gelip bir dernek kuracaklar.
Sizi
alıp Kazakistan'a götürecekler.
Siz
de orada hiçbir baskı altında kalmadan çalıp söyleyeceksiniz.
Soydaşlarınızla
kucaklaşacaksınız.
Onlar
da size korkusuzca tezahüratta bulunacaklar.
Sahnede,
milletin gözü önünde ağlayacaksınız.
Kazakistan'daki
soydaşlarınızı da ağlatacaksınız.
KGB,
size ve halka hiçbir müdahalede bulunmayacak.
Sonra
siz bir de kalkıp orada Asya - Can türküsünü besteleyip söyleyeceksiniz.
Konser
bitince halk arkanıza takılıp, kaldığınız otele kadar gelecek.
Orada
da başka bir fasıl başlayacak;
Kucaklaşmalar,
sohbetler, muhabbetler olacak!
Siz
bu söylenenlere inanır mıydınız, inanmaz mıydınız?
İnanmazdınız
değil mi?
Bunları
söyleyene.
"A
kişi derdiniz, sen nelerden bahsediyorsun öyle?
Olmayacak
çocuğa don mu biçiyorsun?
Yoksa
aklını mı kaçırdın sen?
Derdiniz!
-
Ama siz işte, 1998 yılında elinizi kolunuzu sallayarak Kazakistan'a gittiniz ve
orada gönlünüzce bir konser verdiniz. İmkânsızlıkların devrildiğini gördünüz.
Bugün
de size, bütün Türk dünyasının birleşmesi imkânsızmış gibi görülebilir.
Ama
"2023" yılında bütün imkânsızlıkların savrulup, devrilip gittiğini
göreceksiniz.
Yeter
ki biz davamıza sahip çıkalım.
Yeter
ki işimizi sıkı tutalım.
Kimseyi
kendimizden üstün görmeyelim.
Eğilmeyelim,
kırılmayalım, dağılmayalım.
Bakın
şimdi, size yaşadığım bir hadiseyi anlatayım.
Benim
Cumhurbaşkanlığım zamanında,
Bazı
Rus balıkçıları izinsiz olarak Azerbaycan karasularına girip ağ atmışlar.
Tabi,
güvenlik güçlerimiz tarafından tevkif edilmişler.
Rusya
devlet başkanı Boris Yeltsin, bana telefon açtı.
Her
zamanki alışkanlığıyla emreder gibi konuştu.
"Tevkif
edilen balıkçılarımızı derhal serbest bırakın" dedi.
-Güldüm...
"Boris
Yeltsin! Dedim.
Sen
şimdi benimle Rusya devlet başkanı olarak mı konuşuyorsun, yoksa eski arkadaşım
olarak mı telefon açıyorsun?
"Boris
Yeltsin! "Rusya Devlet Başkanı olarak konuşuyorum!" dedi.
Cevap
verdim...
"Ben
de dedim, Azerbaycan Devlet Başkanı olarak konuşuyorum ve sana balıkçıları
bırakmayacağız!
Diyorum
anladın mı?
Şak
diye telefonu kapadım.
Biraz
sonra, Boris Yeltsin tekrar telefon açtı.
-
"Elçibey dedi.
Senden
eski arkadaşın olarak rica ediyorum, Lütfen bizim balıkçıları serbest
bırakın!"
-
"Bak şimdi oldu Boris!" dedim.
Rus
balıkçılarını serbest bıraktık.
70
- 80.000 Rus askerini Azerbaycan topraklarından ben çıkardım.
Rus
gemilerini bizim denizlerimizden ben uzaklaştırdım.
Dün
bazı kimseler, bu işlere;
-
"Olmaz!
-
İmkânsız!
-
Yapılamaz!" diye bakıyorlardı.
Olmaz
denilen işlerin olduğunu bugün gördüler.
Bugün,
büyük Türk birliğine "Olmaz" diyenler,
Yarın
Türk birliğinin olduğunu göreceklerdir.
-
Biz Türkiye Türkleriyle Bir Milletiz.
-
Ama İki Ayrı Devletiz.
-
Dilimiz Birdir.
-
Birleşmenin ilk adımı da dil birliği,
-
Dil beraberliği,
-
Dil gücüdür!
Merhum
Cumhurbaşkanının bu konuşması,
Bana
bir çalışmamı hatırlattı.
-
Efendim dedim, ben Elazığ'lıyım.
Bir
zamanlar, Harput ağzını inceledim.
Önce,
yediyüz civarında kelime tespit ettim.
Şimdi
bu kelimelerin sayısı bini buldu.
Sonra
gördüm ki bu kelimeler Kerkük ve Azerbaycan topraklarında da aynen bizdeki gibi
konuşulan, yaşayan kelimelerdir.
O
çalışmamı, "Dil Folkloru Açısından Harput Ağzı" diye bastırdım.
Ve
bir TV programında örnekler vererek anlattım ki, Harput Ağzı, Kerkük -
Azerbaycan ağzının Türkiye topraklarındaki devamıdır.
Sonra
Elçibey'e dedim ki;
"Efendim,
biz de Azeri kökenliyiz.
Benim
annemin anneannesi Guba'dan,
Türkiye'ye
gelmiş.
Ona
hep Gubalı Feride hanım derlerdi."
"Biz
de Azeri kökenliyiz" ifademe Elçibey kızdı.
-
"Bu Azeri ifadesi yanlıştır Fatih Bey", dedi... Yeryüzünde bir Türk
milleti vardır.
Azerbaycan
bir coğrafya adıdır.
Azerbaycan
coğrafyasında Ruslar da doğup yaşıyor, Ermeniler de, Yahudiler de, Gürcüler de.
Ama
onlar Türk değildir.
Azerbaycan
toprağında doğup - yaşayan başka milletler de kendilerine "Biz
Azeriyiz!" diyebilirler.
Bu
bakımdan, bizler;
"Azerbaycan
Türkleriyiz!" demeliyiz.
Ne
demek Azeri?
-
Azerbaycan Türkleriyiz!
-
Azerbaycan Türkleriyiz!
-
Böyle söylemeliyiz,
-
Böyle bilmeliyiz.
"Elçibey,
şimdi size anlattıklarımı ifade buyururken çok heyecanlanıyordu.
Bir
ara Başhekim Nusret Akyürek Bey'le
gözgöze
geldik.
Sanki
bana; "Aman hastamızı fazla heyecanlandırmayalım!" der gibi
bakıyordu.
Ben
de öyle düşünüyordum.
Merhum
Elçibey'den ayrılmak için izin istedim.
Birlikte
ayağa kalktık.
İşte
o zaman, ömrümce unutamayacağım bir hadiseye şahid oldum.
Elçibey,
omuzbaşlarımı avuçları arasına aldı.
Birşeyler
söylemek istiyor ama söyleyemiyordu.
Gözlerinin
birden kaydığını fark ettim.
Sonra
hafifçe sendelemeye başladı.
Bu
defa, sanki düşmemek için omuzlarımdan tutuyor gibiydi.
Başhekim,
Elçibey'in yüzüne dikkatle ve endişeyle bakıyordu.
Bize
"Odayı çabuk boşaltın!
Beyefendiyi
yalnız bırakın!" dedi.
Onlar,
doktor hanımlarla birlikte Elçibey'i yatağına uzattılar.
Biz
de odayı süratle terk ettik.
Hastanenin
alt katına inerek neticeyi merakla beklemeye başladık.
Aradan
ne kadar zaman geçtiğini şimdi hatırlamıyorum.
Belki
yarım saat,
Belki
de bir saat!
Elçibey'in
sağlığı hakkında hiçbir bilgi alamıyorduk.
Meraktaydık.
Derken
Elçibey'in özel kalem müdürü
Ali
Mürseloğlu aşağı indi.
Yüzüne
baktım.
Bir
facianın izleri yoktu Demek Elçibey'in sağlık durumu düzelmişti.
Ali
Bey aramıza girdi ve,
"Ayrılmayın!
dedi.
Elçibey
sizi uğurlama için aşağı inecek!"
-
Doğrusu anlatılmayacak kadar şaşırdım...
-
"Aman Ali bey kardeşim dedim, olur mu hiç? Elçibey o hasta haliyle aşağıya
nasıl iner?
Siz
beni burada görmemiş olun.
Gidin
kendilerine deyin ki, indim aşağıya
Fatih
Kısaparmak'ı göremedim.
Hemşireler
onun çıkıp gittiğini söylediler."
Ali
Bey de anlayışlı davrandı.
Peki
diyerek yukarı çıktı.
Ben
de adeta parmaklarımın ucuna basarak Ankara Hastanesini terk ettim.
Tevazuu,
kendi şahsında, bu kadar şahsileştirerek yaşayan bir başka Cumhurbaşkanı
düşünemiyorum.
Milletimizin
bu şerefli, bu asil, bu idealist evladına bin rahmet olsun!
Fatih
Kısaparmak ile Yavuz Bülent Bakiler Arasında Yapılan Röportaj...
Atatürk Google Facebook instagram
Atatürk Google Facebook instagram