MUSTAFA KEMAL’İN SECCADESİ…

 


            Atatürk'ten Anılar,

Prof. Dr. Ramazan DEMİR 

Çanakkale Savaşlarında Türk Mehmetçiği sadece emperyalizme karşı savaşmıyordu; ayrıca karşılarında, emperyalistlerin kandırıp cepheye sürdükleri Müslüman askerler de vardı. Çanakkale’ye getirilen Hintli Müslüman askerler, nereye, ne için ve kiminle savaşmaya gittiklerini bilmeden… 

Mescitli Gemiler 

Güya Müslümanlıklarına herhangi bir “müdahil” olmadığını göstermek için “Mescitli Gemiler” oluşturulmuştu İngilizlerce… Hintli Müslümanları Çanakkale cephesine taşıyan büyük 3 İngiliz savaş gemisinin belli alanlarına Kur’an’dan ayetler ve hadisler asılarak, askerlerin namaz kılmaları için mescitler bile sağlanmıştı. Hintli Müslümanlar, dindaşı Türklerle savaşmaya gittiklerinden bihaberdiler… 

Bu gerçekler, Selanik’teki İngiliz Başkonsolosluğundan Dış İşleri Bakanlığı’na yazılan belgede yer almaktaydı. Mondros’ta İngilizlerin üç nakliye gemisine bazı ayetler ve hadisleri asarak mescit haline getirdiklerini resmen kayıt altına alıyordu. Müslüman Hintlilere burada namaz kılma imkânı sağlayarak Türklere karşı savaşacaklarını gizlediklerini sanıyorlardı. O da yetmiyormuş ki Hintli Müslüman’la askerlerin Ramazan ayında oruç tutmalarına müsaade edildiği, yiyeceklerin İslami esaslara göre hazırlandığı dikkatle propaganda ediliyordu… 

Aynı belgede zavallı Müslümanların kimin ile savaşa girişeceklerinden de habersiz olduklarından de bahsediliyordu. Sıkı sansür nedeniyle bu Müslüman askerlerin savaş hakkında hiç bir bilgileri de olmadığı anlatılıyordu belgede… Çanakkale savaşları aynı zamanda İngilizlerin savaş hilelerini de ortaya çıkarıyordu böylece…

***

İşte böyle hilelerle Çanakkale’ye getirilen sömürge askerlerle Türk vatanını işgal etmek istiyorlardı. Güney cephesinde Osmanlı askerlerinin Bağdat’tan ayrılırken artlarında masum ve endişeyle bakan Araplar, gelecekte kendilerini koruyacak bir başka gücün olamayacağını bilerek endişelerini gizleyemiyorlardı. Ancak yapılacak bir şey olmadığını da biliyorlardı. İngilizler tarafından organize edilen bu mescitli gemi gibi Arap şeyhlerini satın alarak Türk askerini arkadan hançerlemenin vereceği sonuçlar ileride son derece ilginç bir taktiğin gizemini ortaya çıkaracaktı; o günlerde sade Arap toplumu bunun farkında değildi…

***

Çanakkale Zaferi, Türk askerinin sarsılmaz iradesi ile Türk tarihine altın harflerle yazılırken bir yandan da dünyanın şahit olduğu pek çok acıyı da gündeme taşıyordu; İtilaf Devletlerin donanması Çanakkale Boğazında Nusrat Mayın Gemisi kahramana yenilip derin sulara gömülürken bir yandan da pek çok acı gerçeğin de böylece su yüzüne çıkmasını sağlıyordu…

***

Hediye Edilen Seccade… 

Öte yandan, Mustafa Kemal’in dindarlığı hakkında ileri geri konuşan meczupların, iftiralarına cevap olacak nitelikte bir olayı burada sırası gelmişken hatırlatmak isterim. “Tarihin Yıkılmaz Kalesi Çanakkale” adlı eserde zaferden sonra, savaşın gidişatını değiştirerek Çanakkale’yi “geçilmez” hale getiren Mehmetçik ve onun komutanı Mustafa Kemal’e hediye edilen iki seccadeden bahsediliyor ki, son derece önemli bir olaydır. 

Çanakkale Savaşları, Mustafa Kemal’in ve Türk varlığının milli şuurunun ortaya çıkmasına vesile olmuş kahramanlık destanlarıdır. Bu kahramanlığın hatırası olarak ve o zor fakat başarılı günleri hatırlatmak amacıyla, Mustafa Kemal Atatürk’e, Elazığ Valisi Sabit Bey tarafından hediye edilen iki seccadenin üzerlerine, Çanakkale Zaferi’ni hatırlatması için, Çanakkale haritaları işlenmişti… Bu incelik ve kadirşinaslık Gazi Paşa’yı son derece memnun etmişti… 

Mustafa Kemal, seccadelerden birini Latife Hanım’a verir, yatak odasında namazını kılması için, bir tanesini de çalışma odasındaki soyunma dolabına koydurur. Ve kimsenin olmadığı saatlerde seccadeyi serer üzerine diz çöker, derin tefekküre dalar, kendi parasıyla Elmalı Hamdi Yazır’a yaptırdığı “Kuran Meali” tercümesini dikkatle okur. Bu ibadet sahnelerine araç olarak da o hediye edilen Çanakkale Haritalı seccade eşlik ederdi…

***

Aslında bu seccadelerin bir uzun hikâyesi vardır; yeri gelmiş iken onu da aktaralım; Elazığ Valisi Sabit Bey, Gazi Paşa için Çanakkale Zaferi hatırası olması için Sanayi Mektebi’ne üç seccade hazırlanması talimatını verir… 

Neden üç tane, o bilinmiyor; belki bir tanesi de Fikriye Hanım için olabilir diye akla geliyor. Fakat işler yolunda gitmez; kalifiye halı ustaların azlığından dolayı bu seccadelerin tamamlanması uzun süre alır… Seccadelerin hazırlanması sürerken, o arada Enver Paşa’ya bir ulakla hediye gönderilir… 

Vali, Gazi Paşa için ısmarlanan üç seccadeden biten bir seccadeyi, Enver Paşa’ya, “Allah sana çok önemli, şerefli ve büyük bir zafer ihsan buyursun” ayeti yazılı bir levha ile birlikte hediye olarak gönderir… 

Geriye kalan iki seccade bittikten sonra Gazi Paşa’ya ulaştırılır. 

İşte seccadelerin hikâyesi… 

Neden mi anlattım bunu? 

İngiliz riyakârlığını gösteren mescitli gemi ile taşınan Müslüman Hintlileri ve kendilerini kandırmış olabilirler, fakat ne Tanrı’yı kandırabildiler ne Türk’ün Çanakkale zaferini engelleyebildiler… 

Gazi Paşa, samimi ve içten bir Müslüman olarak, Tanrı’ya yapacağı ibadetin neden gizli olması gerektiğinin sebebini arif olan anlar; yine de açıklayalım; Gazi Paşa, kimsenin yaptığı ibadetten dolayı etkilenip “din ticareti” yapmaması için ibadetini gizli yapmıştır. Sıradan bir vatandaşın ibadetini açıktan yapması ayrı şey, liderinki ayrı şeydi… İstismara meydan vermemek için, din istismarcıları için kötü örnek olmamak için… 

Gazi Paşa, günümüzdeki din tüccarlarını tahmin ettiği için ibadetini hep saklı tutmuştur toplumdan… 

Dini kullanarak milleti aldatmamıştır… 

Eğer isteseydi, yani dini kullanmak isteseydi, kendisini “halife” ilan ederdi… 

Ve o zaman Gazi Paşa’ma kimse “yobazca” laflar da söylemezdi… 

Ama bunu yapmadı… 

Tanrıya karşı görevin gizliliği, yani ibadetin de kabahatin de gizli olması gerektiğini anlatması kadar mükemmel bir davranış olabilir mi? 

Tabii ki anlayana… 

www.r-demir.com

 Türk Tarihi

 

BEN ANTEPLİYİM, ŞAHİN’İM AĞAM, MAVZER OMUZUMA YÜK


25 Aralık Gaziantep’in düşman işgalinden kurtuluş Yıldönümü…

Millî Mücadele yıllarında en büyük şehir savaşlarından biri yaşanır Gaziantep’te…

Antepliler, düşmana karşı kenti savunurken, Şahin Bey’iyle, Karayılan’ıyla, Kılıç Ali’siyle, Şefik Özdemir’i ve nice isimsiz kahramanıyla unutulmaz bir destan yazar. Antep’in, işgalci Fransızlara karşı yaptığı o şanlı savunma, tam 11 ay sürer. Fransızlardan önce Antep’e İngilizler girer. 27 Aralık 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen bir İngiliz Müfrezesi 1 Ocak 1919’da Antep’i işgal eder. Antep halkı da İngiliz işgali üzerine bir miting düzenleyerek işgali protesto eder. Mitingde konuşan Antep Belediye Başkanı Lütfi Bey, işgalin kesinlikle kabul edilemeyeceğini bütün dünyaya ilân eder.

İngilizler Antep’i işgal ettikten bir müddet sonra Ermenilerin tahrik ve teşvikleriyle Türklere her türlü tecavüzü reva görür. Ermeniler de Türklere saldırmakta, yaptıklarına İngilizler tarafından göz yumulmaktadır.

29 Ekim 1919’da İngilizler, işgalleri altındaki Güneydoğu Anadolu Bölgesini Fransızlara terk eder. 29 Ekim günü Ermeni halkının coşkulu gösterileri arasında, içlerinde gönüllü Ermeni birliklerinin de bulunduğu Fransız işgal kuvvetleri Antep’e girer. Mustafa Kemal Paşa’nın Başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye, işgaller karşısında tavrını belirlemiştir: Türk milleti, bütün vasıtalara başvurarak tüm mevcudiyetiyle Fransız işgal kuvvetlerine karşı kendisini savunacaktır.

29 Ekim’de Antep’e gelen Fransız Ermeni Alayı Komutanı Albay Saint Marie, işgal idaresini teslim alır. Fransız ve Ermenilerin şehirde ve civar köylerde yaptıkları kötülükler gün geçtikçe artar.

Antep’te kurulan Cemiyet-i İslamiye, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dönüşür. Cemiyet, yalnız Antep’te değil, kazalarında da ayrı ayrı teşkilatlanır. Doktor Ragıp, Alay Katibi Avni, Telgrafçı Mahir ve Meclis İdare Başkatibi Eşref’ten oluşan Antep Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti merkez heyeti, Sivas Kongresi’nden sonra toplanarak düşmana karşı mücadele kararı alır. Asıl adı Said olan Üsteğmen Şahin Bey’i de Antep Kuvayı Milliye Kumandanlığına getirir. Şahin Bey, karargâhını Ulumeşe Köyünde kurar ve Antep-Kilis yolu üzerinde üç savunma hattı meydana getirir. Antep’teki Fransızların erzak yollarını kesen Şahin Bey kuvvetleri, 1000 kişi ile 2 top ve 8 makineli tüfekten kurulu bir Fransız kuvvetini yener. Çok güç durumda bulunan Antep’teki Fransızlarsa telsizle Kilis ve Katma’daki birliklerinden yardım ister. Bunun üzerine, üç piyade alayı, 200 süvari, bir batarya top, dört tank, birçok ağır ve hafif makineli tüfekle donatılmış olan bir Fransız kuvveti, Antep’e gönderilir. Şahin Bey bunlara karşı da harekete geçmekte tereddüt etmez, 26 Mart 1920’de saldırıya başlayıp üç gün çarpışır, fakat sonunda kuvvetleri dağılır. Kendisi de Fransız süngüleriyle şehit olur. Şair Yavuz Bülent Bakiler, bu fedakâr ve yiğit askeri şu mısralarla övmektedir:

 


           
“Ben Antepliyim, Şahinim ağam.

Mavzer omuzuma yük.

Ben yumruklarımla dövüşeceğim,

Yumruklarım memleket kadar büyük.”

Mustafa Kemal Paşa, Şahin Bey’in şehit düşmesi üzerine Antep’teki Kuva-yı Milliye’nin kumandanlığına Kılıç Ali Bey’i getirir. Kılıç Ali Bey de 4 Nisan 1920 günü şehir yakınına gelerek Müdafaa-i Hukuk üyeleriyle bir toplantı yapar. Bu arada, Antep’te Türklerle Fransız ve Ermeniler arasındaki savaş bütün şiddetiyle sürmektedir. Fransızlar Antep’i yoğun top ateşi altına alır. Hafif silâhlarla donatılmış olan Türk millî kuvvetleri ile düşman kuvvetleri arasında sayı ve silâh bakımından büyük bir dengesizlik vardır. Kuşatma altındaki millî kuvvetlerin çevredeki köylerle bağlantısı kesilir. Onlar, sadece şehrin dışında bulunan Kılıç Ali Bey’le muhabere edebilmektedir.

19 Nisan’da Türk Millî Kuvvetleri şehrin etrafındaki Fransız çemberini yararak, içeriye 200 kişilik bir kuvvet sokmayı başarır. Bu suretle güçlenen Türk milisleriyle Fransız ve Ermeniler arasındaki çatışmalar yeniden hızlanır. Birinci Mağarabaşı Savaşı adını alan çatışmalarda, millî kuvvetler büyük başarı sağlar ve dışarısıyla yeniden bağlantı kurar.

Fransız işgalindeki mevkiler içinde askerî bakımdan en önemlisi, Kurban Baba Tepesidir. Bu tepe hem Fransız karargâhının bulunduğu koleje, hem de Mardin Tepe’ye hâkim vaziyettedir. 30 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerinde millî kuvvetler bu tepeye saldırır, kanlı bir savaştan sonra tepe de ele geçirilir. 2 Mayıs’ta göğüs göğse çarpışmalar meydana gelir. Bu çarpışmalarda yer alan sayısız kahraman içinde bir de Karayılan vardır ki Antep’in savunması dendi mi akla ilk gelenlerdendir. Bu gözü pek Türk genci, Fransızlarla yapılan birçok çarpışmaya katılır. Son olarak kendisine Şıhın Dağı’ndaki Sarımsak Tepe’de Fransızları püskürtmesi emri verilen Karayılan, 24 Mayıs 1920 günü buradaki çarpışmada şehit düşer. Karayılan ve çetesi, daha 20 Ocak 1920’de, Antep-Maraş karayolu üzerindeki Karabıyıklı’da Fransız birliklerine öldürücü bir darbe vurmuş, bu yolu Fransızlara kapatmıştır. Karabıyıklı baskınından sonra Karayılan ismi Antep bölgesinde nam salmış, Antep’te bulunan Fransız birlikleri Maraş’a gitmeye bir daha cesaret edememişlerdir.

Antep’teki Türk milisleri için çember giderek daralmaktadır. Antep Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, 27 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf göndererek Antep’teki milislerin morallerinin sarsılarak dağıldığını, şehrin Fransız toplarıyla yıkıldığını, bütün gelir kaynaklarının kuruduğunu, acilen yardım gönderilmesi gerektiğini haber verir.

Bu arada Antep halkı, büyük bir vefa örneği göstererek Kılıç Ali Bey’i Birinci TBMM’ne milletvekili seçer. Ardından, Mustafa Kemal Paşa ve Genelkurmay Başkanlığından gönderilen telgrafla Kılıç Ali’nin Ankara’ya gelmesi emredilir.


Kılıç Ali’den sonra Antep’te Kuva-yı Milliye Kumandanlığını Şefik Özdemir Bey devralır. Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Antep’e gelen Şefik Özdemir Bey, 8 Ağustos 1920’de Antep’teki Kuva-yı Milliye’nin başına geçer. Şefik Özdemir Bey, Antep’teki görevine başlarken ilk iş olarak millî kuvvetleri yeni baştan düzenler, cepheler arasında bağlantı kurar ve Antep’teki Türk mahallelerini bir savunma alanı haline getirir. Fakat Antep’teki durum, her geçen gün biraz daha kötüye gitmektedir. Antep etrafındaki Fransız birlikleri, 11 Ağustos 1920 itibariyle 7 piyade taburu ile iki süvari bölüğüne yükselmiştir. Ayrıca çok sayıda topu vardır düşmanın… Şehir her gün topa tutulmakta, ölenlerin sayısı fazla olduğundan defnetmede sorunlar yaşanmaktadır.

23-25 Ağustos günleri arasında Antep şiddetli bombardımana tutulur. Halkın çoğu Malatya, Urfa, Maraş ve Elazığ gibi bölgelere göç eder. Tam bu sırada Malatya Mebusu Hacı Bedir Ağa, 300 kişilik bir kuvvetle Anteplilerin yardımına koşar, Antep halkı da düşmana dayanmaya çalışmaktadır.

Bu arada şehirde hayat şartları gittikçe güçleşmektedir. Halk ve millî kuvvetler yiyecek bulmakta zorlanmaktadır. Antep’in savunmasını sürdürecek yeterli asker ve milis de yoktur. Mustafa Kemal Paşa’dan ve Antep Mebuslarından acele asker gönderilmesi istenir, ama, bunun mümkün olamayacağı ve mahallî kuvvetlerle düşmana karşı konulması cevabı alınır. Bu umut kırıcı haberdir millî kuvvetler için, ancak dayanmaktan başka çare yoktur…

Fransızlarsa, Suriye ve Adana Bölgesindeki durumları gittikçe zorlaştığından, Antep harekâtını bir an önce sonuçlandırmak isteğindedir. Başında General Goubeau’nun bulunduğu bir tümen, Antep’teki Fransızlara yardımla görevlendirilir ve 21 Kasım 1920’de Goubeau’ya bağlı birlikler Antep’e gelir. Antep şehri o günün akşamından itibaren ikinci defa kuşatılmış olur. Fransız kuvvetleri, tepelerde bulunan Türk kuvvetlerini ve şehrin içini uzun ve etkili topçu ateşi ile dövmeye başlar, Antep’in etrafıyla bağlantısı tekrar kesilir.

1 Aralık 1920’de Goubeau, Kuva-yı Milliye Kumandanı Şefik Özdemir Bey’e mektup göndererek Türk kuvvetlerinin teslim olmasını ve Fransız mandasının kabulünü ister. Şefik Özdemir Bey de Fransız generale şu cevabı verir: “Bizim için Antep’i savunmaya devam etmekten ve şerefli bir ölümü beklemekten başka çare yoktur.”

5 Aralık’ta teklifinin reddedilmesi üzerine General Goubeau, şehrin yeniden yoğun şekilde bombalanması emrini verir. Amacı, Türk kuvvetlerini ve halkı yıldırıp teslim olmaya zorlamaktır.

1921 senesinin Ocak ayına gelindiğinde Antepliler çok ciddi bir erzak sıkıntısı içine girer. Şehirde at, sığır, koyun ve keçilerle üzüm, fıstık ve benzeri yenebilecek maddelerin hepsi toplanarak “iaşe-i umumiye” ambarına konur. Buradan, Anteplilere ancak hayatta kalmaya yetecek kadar gıda maddesi dağıtılmaya başlanır. Açlık giderek korkunç bir hâl alır şehirde… Öyle ki ölen atlar ve eşekler derhal kapışılmaktadır. Antepliler bu vaziyette ölümden de, savaştan da beter bir duruma düşmüştür. Düşman, askeri, topu ve silahıyla yenemediği Türk Milletini aç bırakarak teslim olmaya zorlamaktadır.

2 Şubat 1921 günü, şehrin savunmasına katılan halk adına Mehmet Ali Efendi, Kolordu Kumandanlığına giderek bir huruç harekâtı yapmayı teklif eder. Teklif kabul edilir; 6 Şubat’ta yapılan çıkış harekâtında, Şefik Özdemir Bey ve hükümet erkânıyla iki yüz kişilik bir kuvvet, şehirden çıkmayı başarır.

Sonunda Fransızlar 8 Şubat 1921’de Antep’i ele geçirir. 9 Şubat’ta 11 maddelik teslim antlaşması imzalanır. Antepliler, dört yandan kuşatılmış oldukları hâlde on bir ay Fransız kuvvetlerine karşı dayanmış ve şehri teslim etmeğe mecbur kalmıştır. Fakat Antep, sahipsiz değildir. Güneyde Türk Birliklerine yenilerek barışa yönelen Fransızlar, 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Antep’i terk etmeyi kabul eder. 25 Aralık 1921’de Türk birlikleri Antep’e girer. Gaziantep’in kurtuluşu, her yıl 25 Aralık’ta törenlerle kutlanmaktadır.

Türk Tarihi

 

 

3. Kılıç

 

Sakarya Meydan Muharebesi tam 22 gün 22 gece sürdü. Çok büyük çarpışmalar oldu. Türk Ordusunun karşısında Yunan Ordusu bozguna uğradı. Geri çekilmeye, hatta kaçmaya başladılar. Bu 1683 Viyana bozgunundan bu yana kötü giden makus Türk talihinin de yenilmesiydi. Mehmetçik düşmanı Eskişehir’e, Afyon’a kadar sürdü. 40.000 Yunan leşi yerlere serildi. Kaçanları kovalayan askerlerimiz yanlardan ve arkadan yıpratma harekatıyla epeyce zayiat verdirdi. 

Artık Türk Ordusu ilerleyecek. 

Ama yeterince silah yok, silah alacak para yok. 

İstanbul’daki vatanseverlerin bin bir güçlükle ele geçirip Anadolu’ya kaçak yollardan gönderebildikleri silah, cephane yeterli değil. Gelen malzeme, kadın, kız, çoluk çocuk, yaşlılarca kağnılara yüklenip cepheye taşınıyor. Anadolu aç, Anadolu sefil, Anadolu harap, Anadolu yılgın.. Yiyecek ekmeğe muhtaç. 

TBMM tarafından “Gazi” lik ünvanı verilen Mustafa Kemal Paşa çareler arıyor. 

Sakarya zaferini duyan Türk İslam dünyası sevinç içinde. Kırım’dan Kerkük’e, Bakü’den Buhara’ya, Taşkent’ten Urumçi’ye, Tebriz’den Bişkek’e, Semerkant’tan Musul’a tüm Türkistan.. Niceleri canlarını, mallarını vermeye hazır. 

Gazi Paşa Türkistan’da kurulmuş olan, Timur’un hazinelerine sahip kardeş Buhara Hanlığı ile temasa geçti. Ne var ki Buhara Hanlığı siyasi olarak Sovyetler Birliğine bağlı. Gerekli ayarlamalar yapıldı, Lenin’le görüşüldü. Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hocaoğlu tesadüfen oradaymış pozisyonunda Lenin’i ziyaret etti, Türkiye’ye yardım gündeme geldi. Lenin “bizde para yok” deyince Osman Hocaoğlu “biz yardım yapabiliriz” dedi. Sonuçta Lenin duyduğu rakamdan küçük dilini yutmuş halde, Türkiye’ye Buhara Hanlığı tarafından 100 milyon altın Ruble yardım yapılması kararlaştırıldı. 

100 milyon altın Ruble trenle Moskova’ya geldi. 

Lenin bu paranın 10 milyon Ruble’lik kısmını silah olarak, 10 milyonluk kısmını da nakit olarak Anadolu’ya gönderdi. 80 milyon ise kendi hazinesine.. 

Buhara Hanlığı bu yardımdan sonra Türkiye’ye bir heyet gönderdi. 

Heyetin beraberinde getirdiği hediyelerin manevi değeri çok yüksek. 

Timur’un el yazması Kur’an-ı Kerim’i ile 3 adet Timur’a ait altın kılıç. 

Mustafa Kemal Paşa ile görüşen heyet Cumhurbaşkanı Osman Hocaoğlu’nun selamlarını, başarı dileklerini iletti. “Kur’an-ı Kerim Türk Milletine armağandır” dediler. 3 adet de kılıç takdim ettiler. Bunlardan birinin Mustafa Kemal’e, bir kılıcın Batı Cepheleri Kumandanı İsmet Paşa’ya, en değerlisinin de İzmir’e ilk girecek Türk birliğinin komutanına, İzmir Fatihi’ne verilmesi ricasını ilettiler. “Çünkü bu kılıç Timur’un 1402 yılında İzmir’i fethettiğinde belinde olan kılıçtır” dediler. Üzerinde elmas yakut gibi değerli taşlarla süslü bir kılıç. Emsali bulunmaz, değerine paha biçilmez. 

Heyettekiler “Rodos Şövalyelerinin elinden 1402 yılında İzmir’i ilk fethedenin Ulu Hakan Timur olması nedeniyle İzmir’in kendileri için apayrı bir anlam ifade ettiğini” belirttiler. Gazi Paşa emanetleri aldı.

Mustafa Kemal, 

– Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve Orduları adına ekselansları Osman Hacıoğlu’na ve onun şahsında kandaşlarımız bütün Türkistan Türklerine teşekkür ederim. Bu anlamlı ve onur verici armağanları da talepleri doğrultusunda ilgililere takdim edeceğimi bildiririm. Kardeşlerimiz Türkistan Türklerini temsilen yapılan bu teşebbüsten mutlu olup şeref duyduk, dedi. 

Mustafa Kemal’in Türk İslam dünyası ile ilgili kimseye açmadığı çok önemli düşünceleri vardı. Osmanlı Devleti’nin de, ondan önceki Selçuklu Devletinin de, daha daha önceki Türk devletlerinin de, Türk gücü ile kurulduğunu çok iyi biliyordu. Bunun için yeniden büyük devlet olabilmenin, Büyük Türkiye’yi kurabilmenin yolunun Türk Birliğinden geçtiğine inanıyordu. Bu sebeple Türk Dünyasının meseleleri ile daha Anadolu’da ölüm kalım savaşı verdiği 1920 li yıllarda ilgilenmeye başlamıştı. 

Moskova’ya bir elçilik heyeti göndermeye karar verildi. Moskova’ya gidecek elçilik heyeti gideceğinde Mustafa Kemal şu açıklamayı yaptı, 

– Arkadaşlar bildiğiniz gibi Rusya’ya bir elçilik heyeti gönderiyoruz Rusya’da çok büyük İslam millet ve toplulukları vardır. Bu İslam kitlelere ileteceğimiz pek çok özel mesajlarımız ve onlarla ilgili yapacağımız çalışmalar vardır. Bu görevleri yapmak için bir ilim heyeti görevlendirilmiştir. 

Mustafa Kemal’in oluşturduğu bu heyettekiler sadece ilmi çalışma yapmayacak, bazı gizli görevler de yapacaktı. Moskova’ya gönderilen heyetteki kişilerden bazıları bir müddet sonra Türkistan’a geçti.  Bu kişiler 1921 Yılı Temmuz ayında Buhara’da görüşmelere başladı. Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda Türkistan Milli Birliği’nin kurulması için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmak amacıyla birbirine rakip Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen liderlerle bir araya geldiler. Çeşitli toplantılarla Türkistanlı aydınları Taşkent’te bir araya getirerek kısa adı TMT olan gizli Türkistan Milli Teşkilatının kurulmasını sağladılar. 

Buhara elçilik heyetinin gelişinden çok memnun kalan Mustafa Kemal 7 Ocak 1920 tarihinde heyeti Türkiye Büyük Millet Meclisi ‘ne takdim etti. 

Kürsüye çıkan Mustafa Kemal, 

– Buhara halkının Türkiye’deki Türk ve Müslüman kardeşlerine hediye olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim ile Türk ordusuna takdir ve tebrik nişanı olarak gönderdiği kılıçlar hakk-ı din ile hakka hizmet eden kuvveti temsilen fevkalade muazzam ve kıymettar yadigârlardır. 

Bu emanetleri elinizden alırken kalbim heyecanla doldu. Halkımız ve ordumuz uzaklardaki kandaşlarımızdan gelen nişanelerden şüphesiz çok mütehassıs ve mesrur olacaklardır. Dindaş ve karındaş Buhara halkının arzusunu yerine getirerek bu Kitab-ı Mukaddes’i millete seyfi muazzezlerden birini ben aldım, ikincisini İsmet Paşa’ya verdim, üçüncüsünü de İzmir Fatihi’ne teslim edeceğim. Allah’ın inayetiyle İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan milli ordumuz inşallah pek yakında bu kılıcı da kazanmış olacaktır. Muhterem heyetinize de Türkiye ahalisi ve ordusu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti namına teşekkür ederim, dedi. 

 Mecliste alkış tufanı koptu. 

Haber çok kısa sürede bütün orduya yayıldı. Her birliği Türkistan Türklerinin arzusunu yerine getirme, İzmir’e ilk giren birlik olma, bu şerefe erişme heyecanı sardı. Toplu dualar edildi. 

Gazi Paşa yurdu düşmandan kurtarma umudunu hiç yitirmedi. Hep mücadele etti, hep çareler aradı. Yediden yetmişe Türk Milleti onun etrafında kenetlendi. 

Aylarca hazırlık yapıldı.  Sabırla.. 

Gazi Başkumandan Temmuz Ayının son günlerinde Akşehir’e geldi. Akşehir’de yapılacak bir futbol turnuvasını izleyecek. Düşman kıs kıs gülüyor “Ülke elden gitmiş, O futbol turnuvası peşinde..” Halbuki O ülkenin kurtarılmasının derdinde. Akşehir’de bulunan Batı Cephesi Karargahı’nda savaş kurultayı yapıldı. Taarruz planları ayrıntılarıyla görüşüldü. 26 Ağustos’ta harekete geçilmesi kararlaştırıldı. 

Taarruz günü yaklaşırken Gazi, Ankara Gazetelerine bir demeç verdi. Gazetelerde “Çankaya’da yabancı temsilcilere kokteyl verileceği” yazıyordu. 

O ise Timur’un Kılıcını beline takmış Konya yönünde ilerliyordu. 

20 Ağustos’ta Batı Cephesi Karargahına vardı. İsmet ve Fevzi Paşalarla taarruz planını tekrar gözden geçirdiler. 

Artık Türk’ün şanlı destanlarından biri daha başlıyordu. 

26 Ağustos 1922 gününün şafağı, Afyon Kocatepe’de Türk’ün yeri göğü inleten top sesleriyle yırtıldı. 

Gazi Kumandan “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri” emrini verdi. 

Emri alan Türk Ordusu İzmir’e doğru bir sel oldu, aktı.. 

Kaçan düşman köyleri, kasabaları yakmış, insanları işkencelerle öldürmüş.. Her taraf harap, her taraf yangın yeri. Bu durum Türk askerinin hızını daha da arttırdı.. 

Nihayet 4. Süvari Alayı Sabuncubeli’nden aşağıya sarkarak Mersinli’ye doğru ilerledi. Başlarında 33 yaşındaki Yüzbaşı Şerafettin Bey. Kırımlı Yüzbaşı İbrahim Bey’in oğlu. 

9 Eylül şafağında İzmir’e daldılar. Saat 09.00 oldu. Yüzbaşı Şerafettin’in Birliği Bornova üzerinden Halkapınar’a doğru ilerledi. Girilen çatışmada 4 asker şehit. Vuruşa vuruşa 80 kişilik birlikle Alsancak’a at sürdüler. Kurşun yağmuru altında saat 10.30 da Kordon’dalar. Kılıç çekip yüzlerce Yunanlıyı biçerek Konak’taki Hükümet Binasına yöneldiler. Atılan el bombası ile Şerafettin Bey’in atı vuruldu. Karnı parçalandı. Şerafettin Bey yere kapaklandı. Hemen at değiştirdi. Göğsünden çeşitli yerlerinden yaralı. Üstü başı kan içinde. Gözler neyi görür ki..! 

Konaktan gelen makinalı tüfek yaylım ateşi kimin umurunda.. 

Kilitli kapıyı yandan dolaşarak açtılar. Şerafettin Bey çatışa çatışa balkondaki Yunan Bayrağını indirerek göğsünde taşıdığı “Alganlara boyanmış” şanlı bayrağımızı Hükümet Konağına astı. 

Yunan askeri 15 Mayıs 1919’da İngiliz ve Fransızların desteğiyle İzmir’i işgal etmişti. Böylece 3 yıl 3 ay 24 gün sonra İzmir kurtarıldı. Denize dökülen Yunan askerlerinin leşi yosun gibi suyun üstünde yüzüyordu. Büyük zat “Geldikleri gibi giderler” demişti. Geldikleri gitmediler; perperişan denize döküldüler..

15 Eylül 1922 ‘de İzmir’de büyük bir kutlama töreni yapıldı. Kürsüde konuşma yapan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Şerafettin Bey’i yanına çağırarak Timur’un Kılıcının hikayesini anlattı. Kendi elleriyle 600 yıllık Timur’un altın kılıcını Şerafettin Beyin beline taktı.

 

Suat Zobu 

——— 

BU TOPRAKLAR KOLAY KAZANILMADI. HER KARIŞ TOPRAĞIMIZ TÜRKÜN KANIYLA ISLANARAK YURT YAPILDI.. 

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN. OĞUZ KAĞAN’DAN ATATÜRK’E TÜM KAHRAMANLARIMIZIN RUHU ŞAD OLSUN.. 

 

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.. 

——— 

Soyadı kanunu çıkınca Şerafettin Bey Atatürk’ün tavsiyesi ile İZMİR soyadını aldı. Trabzon’daki akrabaları “hangi soyadını alalım” diye kendisine danıştılar. Onlara “Atatürk İZMİR soyadını münhasıran tarafıma verdi. Şanlı bayrağımızı hükümet konağına çekerken alganlara boyanmıştım. Yaralıydım. Hem ben hem de bayrağımız kanlar içindeydi. Size de “ALGAN” soyadını tavsiye ederim” dedi. 

6 Kasım 1951’de vefat eden Trabzonlu Şerafettin Komutanın mezarı İstanbul’da Yahya Efendi Dergâhı mezarlığında. 

Maçka’nın Yeşilyurt köyünden olan Algan’larda Trabzon’da yaşayan, yıllarca Trabzonspor’da yöneticilik ve divan başkanlığı yapmış Dr. Nizamettin Algan, Afrika kıtasını salgın hastalıklardan kurtaran Dr. Celalettin Algan gibi pek çok değerler var. 

Gelelim Timur’un bu paha biçilmez kılıcının akıbetine. 

Kılıç uzun müddet Şerafettin Bey’de kaldı. Daha sonra “İzmir’de bir müze kurulacak kılıcı bağışlayabilir misiniz” talebi gelince eşi Siret Hanım da İstanbul Valiliğine giderek İzmir’e gönderilmek üzere Timur’un kılıcını teslim etti. 

Kılıç mutlak surette devlet envanterine işlenmiştir. 1963 yılında İzmir’deki müzede olmadığı saptanmış. 

Şu anda nerede olduğu bilinmiyor. Belki tozlu bir depodadır kim bilir..! 

Tüm gazilerimizin, şehitlerimizin, emeği geçen tüm geçmişlerimizin mekanı cennet olsun.. 

***

 

 

 

.

Satılık Halı

 

ATATÜRK'ÜN YAVERİ MUZAFFER KILIÇ ANLATIYOR;

 

Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk.

 

O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. Kitapçı dükkanının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara'da böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik.

 

Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler. Kitapçı;

 

- "*Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok*" dedi.

 

Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle;

 

- "*Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim*" dedi.

 

Bu sefer Atatürk daha çok merak edip;

 

- "*Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz*" dediler.

 

Kitapçı;

 

- "*Paşam 40 lira istemişlerdi " *deyip yine halı sahibinin ismini vermedi.

Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak;

 

- "*Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam* " dedi.

 

Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü

doğru bir kişiydi.

 

Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkana 40 lira bırakmamı emretti.

 

Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.

 

Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;

 

- "*Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor*" diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;

 

- "*Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz.*" dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık.

 

Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı.

 

Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.

 

Abdülhalim Efendi;

 

- "*Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım.*" dedi.

 

Atatürk de;

 

- "*Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz.*" diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.

 

Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak;

 

- "*Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı...*" derken Atatürk sözünü keserek mütebessim;

 

- "*Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz.*" diyerek veda edip ayrıldılar.

 

Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı.

 

Bu ibret verici anı; O büyük *asker*, *devlet adamı* ve *devrimci liderin*, en az bu nitelikleri kadar büyük olan *insanlığını* anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.

 

Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan ETMİŞTİR.

BİLİNEN EN ESKİ TÜRK ANAYASASI

(İslamiyet’in kabulünden önce)

 

1. Tengri (yaratan) Tektir.

2. Her kim ki Tengri'den kut almak dilerse, başkasına yakarmasın.

3. Bir İl, bir Kağan, bir Tengri

4. Bir kına iki kılıç girmez. Bir hatun iki er alamaz ve bir budunda iki töre olmaz. Töre tektir. Töre kesin ve keskindir. Kim ki töreye uya kutlanır. Kim ki töreye kıya katlanır

5. Kimse töreden üstün değildir. Dirlik ve birlik için töre budur.

6. Bir çoban sürüsünden, bir er ailesinden, bir Kağan budunundan sorulur.

7. Her er eşine, atına, pusatına sahip çıkacak.

8. Ana babaya ve ataya tazim durulacak.

9. Hısımına sarılacak, komşusunu gözetecek

10. Er kişi yalan söylemeyecek.

11. Mal çalan, mülk çalan misliyle ödeyecek. Hesabı ya malıyla ya canıyla sorulacak.

12. Kim ki bir ırza musallat olursa, canından olacak.

13. Her kim olursa olsun haksız, aldatıcı iş tutarsa hesabı hemen sorulacak.

14. Cenkten beri duran ya da kaçan tamuya(cehennem) uçacak.

15. Aman dileyene kılıç üşürülmeyecek, sığınana arka dönülmeyecek.

16. Başkaldıranın başı alınacak, hak isteyenin hakkı verilecek.

17. Kimse kimseye üstünlük taslamayacak. Ne ak etin karadan, ne karanın kızıldan, ne kızılın sarıdan farkı olmayacak.

18. Kin ve gururdan uzak olunacak.

19. Mazluma merhamet, zalime azap duyulacak.

20. Zayıfa, yaralıya, çocuğa ve kadına el kaldırılmayacak.

21. Kızı isteyen kağan da olsa, bey de olsa kız istediğine verilecek.

22. Gereksiz yere ağaç kesmeyeceksin, suyu kirletmeyeceksin.

23. Bilmeyip de bildim demeyeceksin, bilene danışacaksın.

24. Bugünün işini yarına bırakmayacaksın.

25. Kusur görmeyecek, kusur aramayacaksın.

26. Güçlüyken affet, zayıfken sabret.

27. Yazgına asi olma.

28. Yaptığın iyiliği unut, yapılan iyiliği unutma.

29. Herkes adaletle iş görecek.

30. Her ne edersen et, yargılanacağını her daim akılda tut.

31. Milletine yaban kalma. İpeğin iyisine, sözün güzeline kanma, onlara boyanma.

32. Kağan odur ki adaleti üstün tutsun, töreyi yaşatsın. Töre yok olursa İl yok olur. İl olmazsa budun kul olur.

33. Ey Türk Oğuz beyleri, ey milletim işitin !!!

" Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir "

 

Bilge Kağan Yazıtı, Orhun Irmağı yakınları, Moğolistan

APOLET



İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa, her zamanki yumuşaklığı ile;
- Beyler, dedi, İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok. Daha geçen gün, bir bahane icat ederek İzmit'i tekrar işgal ediverdiler.
Sarı Atlas döşeli büyük oda nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi Anadolu'ya geçmeye çoktan hazır, Ankara'nın İstanbul'da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi.
Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:
- Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.
- İçeri al.
Nazır subaylara bilgi verdi:
- Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi. Kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi.
- Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz.
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın, havalı bir subaydı. Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle,
- Oğlum, dedi, dün akşam Beyoğlu'nda İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller'i, emirlere rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?
- Evet, efendim, doğru.
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi.
- Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?
- Hayır efendim, gördüm.
Nazırın canı sıkıldı:
- Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti.
- Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
- Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım.
Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:
- Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.
Nazır bıkkınlıkla,
- Söyle bakalım, dedi.
- Balkan savaşında teğmendim. Çanakkale'de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem..!
Harbiye Nazırı bozuldu:
- Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.
Yüzbaşı sükûnetle, 'Anladım efendim' dedi. Apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
- Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim..!
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul'u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü. Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular...
Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular. Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hiç unutmayın…