BİLİNENLER-BİLİNMEYENLER (3)

  

 

Onbirinci Yüzyıldan Günümüze

Türk Milliyetçiliğinin El Kitabı!..

Ahmet ŞAFAK

 

"Yüce Tanrı’nın devlet güneşini Türk Burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların yurtları üzerinde dünyanın bütün dairelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı, onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne hâkim kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya milletlerinin idare dizginini onların eline verdi, onları herkese üstün eyledi, kendilerini hak üzre kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kimseleri kötülüklerin şerrinden korudu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gücünü almak için, onların dilleriyle konuşmaktan başka çare yoktur."

 

Günümüzde AKP iktidarının "Türk diye bir ırk yoktur." diyerek, millet olarak da yok hükmünde gördüğü Türklüğün, bundan (1) bir asır önce dünya nizamı noktasında içerdiği önemi anlamak için her halde bu sözler yeterlidir.

Kaşgarlı Mahmut’un Bağdat’ta kaleme alıp, Halife El Muktedi Billah’a sunduğu bu eser, onuncu yüzyılda yaklaşık sekiz bin kelimeyi açıkladığı hem bir sözlük, hem de gramer olarak tarihe geçmiştir. Sadece bu kadar değil; atasözleri, şiirler ve harita ile Türk Dilini, Türk Folklörünü gözler önüne sermiştir. Bu açıdan bakıldığında Divan-ı Lügat-ı Türk, bize tarih, coğrafya, folklör, dil-kültür, halk edebiyatı noktasında bir ansiklopedi imkânı sunmuştur.

Batıda 18. yüzyılda beliren milliyetçilik, Kaşgarlı Mahmut’un bu mükemmel eserinde henüz onbirinci yüzyılda ete kemiğe bürünmüştür. Kaşgarlı Mahmut, bu Kitabıyla hem bir Türkolog, hem de Türk İslam sentezinin kaynaklarından biri olarak anılma hakkını elde etmiştir.

Devamı var... (Aksakal)

Enver Özçağlayan

BİLİNENLER-BİLİNMEYENLER (2)

   

Şimdi gelelim sevgili Ahmet ŞAFAK’ın, mutlaka bilinmesi, öğrenilmesi gerek makalesine:

ONBİRİNCİ YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN EL KİTABI...

 

MİLLİYETÇİLİK; Batıda, sanayileşme döneminin getirdiği bir ideoloji olarak kabul edilir.Önce şehir devletleri vardır, sonra pazar birliği ile ulus meydana gelir.Yani ticaret, şehirleri ulus haline getirmiştir.

Her şey bu kadar basit değildir her halde.

İngilizlik, Almanlık, Fransızlık ortaçağda da mevcudiyetini sürdürür. Nitekim şehirler millet haline gelirken, çelik çekirdek olarak halkın temelinde bulunan etnik güç harekete geçer ve millet nihai şekline kavuşur.

Bu da 18. yüzyıla tekabül eder. Demek ki batı milliyetçiliği 18. asırda tanır.

Türk dünyası için böyle bir seyirden söz edemeyiz. Millet dediğimiz oluşum, türdeşlerinin, benzerlerin, ortak kültürlerin birleştiği, buluştuğu bir insan topluluğu ise, diğer bir anlamı da ortak inançlar, destanlar, ağıtlar, türküler, hikmet ve vecizeler oluşturmayı başarmış, bunu kendine has bir dille yaşatmış topluluktur.

Türk Milleti böyle özellikli bir millettir.

Bu hamasi bir duyguyla söylenmiş bir söz demeti değildir.Bugün tahlilini yapacağımız mucize kabilinden bir kitap, bize bu iddiali sözleri söyleme imkânı bahşediyor.

DİVAN-I LÜGATI TÜRK!..

Kaşgarlı Mahmut’un onbirinci yüz yılda yazıp, Halifeye hediye ettiği muhteşem eser. Bu eser adeta Türk Milliyetçiliğinin kaynaklarından başlıcasıdır. Çünkü Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügatı Türk ile güçlü iki dil olan Arapça ve Farsça’ya karşı Türkçe’nin engin, derin ve zengin varlığını gözler önüne sermiştir.

Kitabında yer verdiği şu sözler O’nun Türk Milletine, Türk Medeniyetine bağlılığını ifade ettiği gibi, aynı zamanda başka milletler nezdinde Türklüğün vasfını da anlatır:

 

Devamı var... (Aksakal)

Enver Özçağlayan

BİLİNENLER-BİLİNMEYENLER (1)

  

Bir zamanlar çalıştığım gazetenin servisiyle işime giderken, o gazetede henüz göreve başlamak üzere gittiğini öğrendiğim benden on yaş kadar daha küçük yaşlarda bir arkadaşla karşılaştım. Sonraki günlerde hem aynı yerde çalışmanın hem de her gün aynı servisle iş yerimize gidip gelmenin oluşturduğu yakınlıkla samimiyetimiz günbegün artmıştı ki; O’nun iyi bir yazar seviyesi tutturduğunu hem edebî, hem felsefi, hem de sosyal konulu yazılarda başarılı olduğunu görmenin hazzını yaşamaya, ayrıca yeni arkadaşımızın daimi okuyucusu olduğumun farkına varmaya başladım. O da ayrıca yazdıklarımla ilgili bana güzel intibalar getiriyor, hattâ zaman zaman, “daha sizlerden öğreneceğimiz çok şeyler var ağabey...” diyerek biz eskilere övgü ile saygılarını gösterme yoluna giriyordu.

Ancak kısa bir zaman sonra gördüm ki; o arkadaşımız, benim takibinde hassasiyet gösterdiğim bir yazar olmuş, tüm çalışan ve okuyanlarının nazarında gün geçtikçe aranır ve adından hayli bahsedilir duruma erişmişti. Birgün sabah servisinde yine gazeteye giderken gazete Müdürümüz ve başyazarımız rahmetli Necdet Sevinç bu yeni arkadaşa dönerek "Hadi Ahmet, bir şarkı söyle de dinleyelim. Enver Ağabey de seni dinlesin" deyiverdi.

Rahmetli Necdet Bey’le eskiden beri tanışıklığımız bulunduğundan, benim Musiki uğraşılarımı bilirdi. Ahmet hiç de naz etmeden bir şarkıya başladı, sonuna kadar devamla, kusursuz bir solo yapıverdi.

Arkadaşımızın kulağı çok sağlam, sesi de gayet güzeldi. Bu işin oradaki en "yetkili bileni" olarak tebrik ve taktirlerimi belirttim; ara sıra da bu servis seyahatlerinde benim de şarkı söylediğim zamanlar olmuştu. Ancak Ahmet’ten sonra hep ondan dinlemeye başladık.

Ben bir yıl kadar sonra, bir anlaşmazlık nedeniyle gazeteden ayrılmıştım. Kısa bir zaman sonra da bir başka gazetede göreve başladım. Ancak talihe bakın ki; bir hafta kadar sonra Necdet Bey’le sevgili Ahmet de oraya taşındılar. Aynı kadroyu yeni yerimizde de oluşturmanın hazzını yaşamaya başlamıştık ki; bir müddet sonra Ahmet’in ayrılacağını ve de ayrıldığını duymanın üzüntüsünü yaşadık. Ancak bu gazeteci Ahmet’in kimliği ile sonrasını yansıtacak satırlarım sakın sizi şaşırtmasın. Zira kısa bir müddet sonra bu Ahmet’in "şarkıcılığa", Ses Sanatçılığına başladığını görmenin şaşkınlığını ve sevincini de yaşamış olduk.

Bizim sevgili Ahmet artık kısa zamanda sevilen, şöhretli ve kendine özgü şarkılar okuyan bir Ahmet Şafak oluvermiş.

Sevgili Ahmet, şimdilerde pek duyulmuyor olsa da sanırım şöhreti dillerde söyleniyor, sesi kulaklarda çınlayıp duruyordur.

Sevgili Ahmet Şafak, belki de kendini öyle saydığı yaşlılık kategorisinin tadını çıkarırken, biz de O’nun çok kıymetli bir makalesini, yazımızın sonuna almak istedik. Hayli yararlanacağınızı umarak!

Sevgilerle... (Aksakal)

Enver Özçağlayan

(DEVAMI VAR)

O BİR TÜRK BÜYÜĞÜDÜR!..

 
 

"Bigâne meğirid mera zin kûyem

Derkûy-u şuma hane-i had micûyem

Düşmen neyem her çend ki düşmen rûyem

Aslem Türkest eğerçi Hindu gûyem."

 

"Beni bu beldede yapancı sanmayın. Sizin beldenizde

ben evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüşlüysem de,

düşman değilim. Farsça yazsam bile aslım Türk’tür."

 

Şiir günümüzde; 751. ölüm yılını andığımız rahmetli Mevlâna Hazretlerinin bir rubaisiyle başlamamız elbette bir sebebe dayanıyor Muhterem Dostlar. Çoğu zaman küçük devletleri bırakın, büyük devletlerin de çeşitli konularda övünmeye, kendilerini olduğundan fazla göstermeye ihtiyaçları vardır. Bu durum savaş zamanlarında olduğu gibi, barış zamanlarında da böyle sürüp gider. Devletler için propaganda malzemesi olarak savaşta aranan tipler vardır, barışta aranan ayrı ayrı tipler vardır. Devletler her zaman ve devir için ayrı ayrı tip ve modellerden yararlanmak yoluna giderler. Uygun zaman ve zeminlerde şöhretli Dinî Liderler ve mutasavvıflar da her devletin her zaman kullanageldiği propaganda materyallerindendir. Bunlardan biri ve önde geleni de bizim yukarıda bahse konu ettiğimiz Büyük Mutasavvıf Mevlâna Hazretleridir. 751 yıl önce vefatını her yıl andığımız Mevlâna, eski bir Türk Şehri olan Belh şehrinde doğan tanınmış bir ailenin evladıdır. Ancak tarihi (Moğol baskınları gibi mecburiyetlerle) hayli küçük yaşta; Babalarının riyasetinde, ailece oradan göç edip Anadolu’ya doğru yol almaları uzun zamanlarını almıştır; önce Nişabur’a göçerler. Onlar için bu şehir uzunca kaldıkları, onlara vatan gibi olan, oranın dilini ve kültürünü aldıkları yerleşim muhitleri olmuştur. Sonra Bağdat’a ve Kûfe üzerinden Mekke-Medine’ye giderek hacı olurlar. Ardından Şam, Erzurum, Malatya ve orada l8 yaşını idrak eden Celalettin’in Gevher Hatunla evliliği tahakkuk eder. Bir müddet sonra da 1.Alaaddin Keykubat’ın daveti üzerine Konya’ya yerleşirler. Konya’ya ulaştıklarında Celalettin’in bundan sonraki hayatı, ulaştığı tüm değerler Konya’da oluşacaktır. Buna rağmen tüm eserlerini Farsça yazması, O’nun kültürde görünüm algısının başka devletlere mal olma gerekçesini oluşturmuş ve Mevlâna’nın kimlik durumu, büyük propagandalarla, başka devletlere mal edilmek istenmiştir. Ancak O, bizzat kendi kimliğini bir rubaiyle tanıtmış olmasa dahi; Türk bir aileye mensubiyeti, tarihin şahadetiyle ortadadır.

Her türlü menfi bir kimlik propagandasına karşı Mevlâna kimlik gerçeğini ortaya koymak için bu kısa bilgiyi ifadelendirmek istedik. Büyük Mutasavvıfımız Mevlâna Hazretlerine rahmet dualarımızla.

Saygıyla duyurulur...

(Aksakal)

 

Enver Özçağlayan

 Edebiyat Defteri


Turkuaz Sevdam

 

Semerkant’tan Buhara’ya aslen şecerem bağlı,

Kırım-Tatar, Özbek, Kazak göbek dönmez Emmoğlu.

"Yâkutiler" Sibir’deki çınar kökü Türkoğlu,

Bir ok attım Türkistan’a, menzilini yönlerim,

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

İlk Kurt izi Ötüken’de deseler inanırım,

Ural-Altay dağlarına Yılkıyla tırmanırım.

Ata yurduma varınca Kurt postu donanırım.

Hangi soydaş neredendir lehçesinden anlarım,

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

Sincan halkı, kızıl Çin’de Uygurların teberi,

Bilmiyorsan, oku öğren! tarihten al haberi.

Türklük kokar Ortaasya bozkırının her yeri,

Bilge Kaan yazıtında kazılıdır dünlerim.

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

Azerbaycan bilirim ki, oğuz ata torunu,

Pek severim gardaşımın gardaşlık şuurunu.

Dedem Korkut diyarında Aliyev şiârını,

"İki devlet bir milletiz " dùsturuyla ünlerim.

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

Gence, Şuşa, Nahçivan’dan iniversen aşağı

Tebriz ellerine kadar hamısı Türk uşağı.

Yüzyıllardır Rus, Ermeni ve de Acem uşağı

Zulmeyledi gardaşıma duydunuz mu? canlarım.

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

Hiç anlamam poptan, cazdan, türkü söylerim gözüm!

Bağlamamın tellerinde bağlıdır yanık sözüm.

Yalnız Türkiyeli değil, Türkistanlıdır özüm,

Bizi bize anlatır bak! bin yıldır ozanlarım.

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

Ben beni bileli dostlar! Türk tarihi okurum,

Göğsümdeki ay-yıldızı şiirlere dokurum.

Bazen şehit-şuhedâya gözyaşımı dökerim.

Tam onaltı bayrağımın gölgesinde "şan’larım"

Ne mutluyum, onurluyum, Türk’üm türkü dinlerim.

 

Ali Görgan

Edebiyat Defteri

KARAKEÇİLİ TÜRKMENLERİ

 



XVI. yüz yılda Anadolu’da bu adla iki önemli oymağa rastlanmaktadır. Bunlardan biri Urfa, diğeri de Ankara bölgesinde yaşamaktaydı. Aynı yüz yılın ikinci yarısında Teke (Antalya) yöresinde de bu adla anılan küçük bir oymak mevcuttu. Ankara bölgesindeki Karakeçililerden bir kol Eskişehir bölgesine göçerek orada yurt tutmuş, bu koldan bazı obalar da Balıkesir bölgesinde yerleşmiştir. Urfa yöresindeki Karakeçililer hakkında en eski bilgi XV. yüz yılın ikinci yarısına kadar inmektedir. 

Bu sıralarda Karakeçililer, Akkeçili oymağı ile birlikte Mardin yöresinde yaşıyor ve Akkoyunlulardan Mardin Hükümdarı Cihangir Mirza’ya tâbi bulunuyordu. Uzun Hasan Bey, ağabeyi Cihangir Mirza ile mücadele ederken 1457 yılında Mardin yöresine girmiş ve Cihangir Mirza’ya bağlı olan Karakeçili ve Akkeçili oymaklarını göç ettirerek kendi ülkesine ait bir yere yerleştirmişti. Bu oymaklardan Akkeçililere dair başka bilgiye rastlanmamaktadır. Muhtemelen bunlar küçük gruplara bölünerek yeni adlar altında varlıklarını sürdürmüşlerdir. XVI. yüz yılda Kütahya yöresinde 27 obalı Akkeçili adlı bir oymak vardı. 

Fakat bunların Mardin yöresindeki Akkeçililerden farklı bir teşekkül olduğu anlaşılmaktadır. Karakeçililer ise XVI. yüz yıla ait Urfa sancağı tahrir defterlerinde zikredildikleri gibi adlarına mühimme defterlerindeki hüküm sûretlerinde de rastlanır. Bunlar, daha sonra Urfa’nın kuzeyindeki Siverek yöresiyle ona komşu yerlerde yurt tutmuştur. Bu arada Siverek’e bağlı Karakeçi köyü bu oymağa ait yerleşim merkezlerinden biridir. Malatya’ya bağlı Besni kazasındaki Karakeçi köyünün ise bunlara ait olup olmadığı bilinmemektedir. 

Belgelerde Urfa Karakeçilileri Akkeçililer gibi Kürt asıllı gösterilir. Ancak oymağı teşkil eden şahıslar arasında Yağmur, Gündoğmuş, Bayram, Güvendik, Sevündük, Budak, Kaya, Sarı, Satılmış gibi Türkçe adlar taşıyanlara rastlanması bu bilginin doğru olmadığını ve bölgede beraber yaşadıkları Kürt aşiretleri dolayısıyla böyle anıldıklarını düşündürmektedir. 

XVI. yüz yılda Sivas’ın batısından Ankara’nın güneydoğusuna kadar uzanan geniş sahada yaşayan ve Uluyörük Türkleri adıyla anılan topluluğun büyük oymaklarından birini Karakeçililer teşkil ediyordu. Uluyörük topluluğu “bölük” denilen 28 oymaktan meydana geliyor, bunlardan bazıları Ak Salur, Çepni, Dodurga gibi Oğuz boylarının adlarını taşıyordu. Bir kısmının da Ağçakoyunlu, İnallu gibi Oğuz asıllı oldukları bilinen bu topluluğun bazı oymakları ise Cungar (< Ca’ungar = sol kol), Çavurçı (> Caverçi) gibi isimlerle anılıyordu; dolayısıyla bu sonuncuların Moğol asıllı olabileceği düşünülmektedir. Karakeçililerin taşıdıkları ad sebebiyle Oğuz asıllı oldukları şüphesizdir. Bunlar umumiyetle Ankara’nın güneydoğusunda Bâlâ ile onun doğusundan geçen Kızılırmak arasındaki yörede ikamet etmekteydiler. Karakeçililerin bu yurtları eskiden beri kendi adlarıyla anılmaktaydı. Günümüzde bu yöre idarî bakımdan yine onların ismiyle anılan bir nahiye olup nahiyenin merkezi de Karakeçili adını taşımaktadır. 

Karakeçililer Şarkıpâre, Ortapâre ve Yüzdepâre adlarıyla üç kola ayrılan Uluyörük topluluğu içinde Yüzdepâre’ye mensup olup 33 kışlakta oturmakta ve bu kışlaklarda Uluyörük’ün diğer bütün bölükleri gibi çiftçilik yapmaktaydılar. Yazın gittikleri yaylada hem davarları, sığırları ve atları otlatmakta hem de dinlenerek kendilerini hasada hazırlamaktaydılar. Oymağın vergi veren nüfusuna gelince bu sayı XVI. yüz yılda 2757’dir. Bu nüfusa kadınlar, çocuklar, din adamları, sakatlar, çok yaşlılar, sipahiler ve sipahizâdeler dahil değildir. Vergi nüfusu dörtle çarpılırsa 11.028 rakamı çıkar ki bu sayı oymağın gerçek nüfusu hakkında bir fikir verebilir. Vergi veren Karakeçililer arasında Budak, Gündoğmuş, Tanrıverdi, Yıldırım, Güvendik, Sevündük, Yağmur, Durak, Yaramış, Türemiş, Satılmış, Durmuş, Aydın, Bektaş, Oğurlu, Bozca, İnal, Karaca, Bayat, Kazlı, Salur, Dede Balı, Arslan, Tuman, Ağca, Menteşe, Turahan, Eymür gibi Türkçe isim taşıyanlar pek çoktur. 

Eskişehir yöresinde bulunan Karakeçililer, Uluyörük arasındaki Karakeçililer’in bir koludur. Bu kolun Eskişehir yöresine ne zaman geldiği bilinmemektedir. Bu Karakeçililer’in pek çoğu günümüzde, adı geçen ilin merkez ve Seyitgazi ilçelerindeki yirmiden fazla köyde oturmaktadır. Bunlar, uzun süreden beni her yıl eylül ayında kadınlar da dahil olmak üzere kalabalık bir halde Söğüt’te toplanarak Ertuğrul Gazi’nin türbesini ziyaret etmekte ve burada ziyafet ve şenlikler düzenlemektedirler. II. Abdülhamit bu şenliğe resmî bir hüviyet de verdirmişti. Buna göre bölgedeki en büyük mülkî ve askerî âmirlerle diğer görevliler, pek çoğunu Karakeçililerin meydana getirdiği kafilenin başında yürüyerek türbeyi ziyaret edecekler, ziyaretten sonra günün önemini belirten konuşmalar yapacaklar, ardından askerî bando Osmanlı marşları çalacaktı. 

Bu program imparatorluk sona erinceye kadar düzenli bir şekilde uygulanmıştır. Ayrıca II. Abdülhamit, Karakeçililere mensup seçme gençlerden 200 kişilik mızraklı bir bölük teşkil ettirmiştir. Bu bölüğe Söğütlü Maiyet Bölüğü adı verilmişti. Bunlar cuma selâmlığı ile diğer merasimlerde sarayda yakın ilgi görmüş ve takdir kazanmışlardı. Bölüğün yine Karakeçililerden olan kumandanı Mehmet Efendi, bölüğe mensup bir hemşehrisiyle birlikte Sultan Abdülhamit’in yatak odasının yanında yatardı. II. Abdülhamit onlardan “öz hemşehrilerim” şeklinde söz ettiği gibi Alman İmparatoru Wilhelm’e de Söğütlü Maiyet Bölüğü mensuplarını “akrabalarım” diye tanıtmıştı. 

Eskişehir bölgesindeki Karakeçililerden birçok oba XIX. yüz yılda Balıkesir yöresine göçmüş ve merkez ilçe ile İvrindi ve Balya ilçelerinde yurt tutmuştur. Bunlar günümüzde de adı geçen ilçelerdeki köylerde oturmaktadır. Bilhassa bu Karakeçililer zamanımızda her yerde aranan ve beğenilen güzel halılar dokumaktadır. Karakeçili halılarına diğer Yörük oymaklarının halılarında da görüldüğü gibi hendesî motifler hâkimdir ve bunlar Karakeçili halılarının karakteristiğini teşkil eder. 

Urfa, Ankara, Eskişehir bölgesi dışında bir kısım cemaatlerin Teke ve İçel yöresinde bulunduğu dikkati çekmektedir. 975 (1568) yılına ait bir hükümde, Karakeçili adlı bir cemaatin Karaman ilinde bir sipahinin raiyyeti iken yirmi otuz yıldan beri Teke sancağında yaşadığı için oymağın adının Teke sancağı defterine kaydedilmesi emredilmişti. Teke sancağındaki bu Karakeçili oymağı hakkında başka bilgi yoktur. Ancak zamanımızda İçel’de yaşamakta olan oymaklar arasında Karakeçili adlı bir oymak da bulunmaktadır. Bu oymağın XVI. yüz yılda Teke’de yaşayan Karakeçililer veya onların bir kolu olması mümkündür. Bugün Türkiye’de Karakeçili adını taşıyan bazı köylere rastlanmaktadır. 

Siverek’e ve Besni’ye bağlı Karakeçi adlı köylerle Uluyörük’e mensup Karakeçililerin bulunduğu nahiye ve nahiye merkezi dışında Çorum şehrinde bir mahalle, yine Çorum’a bağlı İskilip ve Sungurlu kazalarında birer köy Karakeçili adıyla bilinmektedir. Bu durum, vaktiyle Çorum yöresine nüfusu az olmayan bir Karakeçili oymağının yerleşmiş olduğunu göstermektedir. 

Ancak bunların Uluyörük Karakeçililerinin bir kolu olup olmadığını tesbit zordur. Karakeçili adını taşıyan iki köy de Manisa’nın Salihli ve Gördes ilçelerinde görülmektedir.

 

–Prof. Dr. Faruk Sümer–