DOĞU TÜRKİSTAN HATIRALARINDAN – YOLDA

 


 İklil KURBAN

(Bu yazım, 1984 yılında Emel Dergisi’nde yayınlanmış olup, aradan geçen 40 yıllık özlemim uğruna, tekrar  “ELVEDA” demeyi düşündüm).

Yıl 1980, 15 Eylül, vakit akşam… Birkaç gün önce 18.000 Yüen’e sattığım babamın evinde, akraba, komşu ve arkadaşlar toplanmıştık. Çay içmeler, konuşmalar, ağlamalar devam ediyor. Vakit gece yarısını geçmişti. İkram olsun diye akrabalara bırakılan keçeler üzerine uzanmıştık. Uyumak da zor, nasıl uyunur? Sabah altıda da garaja yetişmemiz gerekir. Aynı zamanda çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim bu ata yurdunda son saatlerimi uyku ile geçirmek istemiyordum. Ruhumda bir hüzün dalgalanıyor, daha ortalık karanlık… Eşyalarımızı komşularımın getirdiği dört eşek arabasına yükleyip, uzun bir duadan sonra kalabalık bir insanla garaja gittik. Garajda da bizi uğurlamaya gelenler bekliyordu. Bir defa daha kucaklaştık ve ağlaştık. Saat sekiz, otobüsümüz harekete geçti.

Tam öğle vakti, İli Ovası ile Cungar Düzlüğünü ayıran Talkı Dağları’nın arasındayız. İki tarafımız yemyeşil çam ağaçlarıyla süslenmiş. Yüksek dağlar, dağın eteğindeki derede taştan taşa seken gümüş sular, bir de ırmak boyunca yol alan otobüsümüz… Su hızla aşağıya akıyor, biz yavaş yavaş yukarıya tırmanıyoruz. Her tarafa doymadan bakıyordum, gönlüm perişan, gözlerim yaşlı, titrek bir sesle:

Elveda güzel dağlar, elveda köpüklü sular, elveda sihirli orman, artık ben sizi göremem, demiştim. Yanımda oturan küçük oğlum Danyal: “Baba ağlama, ben uçak ile seni tekrar buralara getireceğim” diyordu… Oğlumu bağrıma bastım, ve sessizce ağlayıp, bağrımdaki yangını gözyaşlarımla söndürmeye çalıştım.

Artık dağın doruklarındaydık. Uzaklarda Cungar Ovası’nda parlayan Sayram Gölü’nü seyrederek bu tepedeki tek lokantada öğle yemeğini yedik. Akşam saat 7 civarında Şihu kentinin oteline vardık. Sabah saat 7’de kalkıp, öğleden sonra saat 4 civarında Ürümçi garajına ulaştık. Oradan da tren istasyonuna yakın bir otele taşındık.

Pekin’e gitmek için tren sırasını bekleyen insan çokmuş. Hemen bilet alamadık. Bu arada Çin parasını Dolara değiştirmemiz gerekiyordu. Ürümçi Merkez Bankası ile epey uğraştık, formaliteler çoktu. Paramızın ancak bir kısmını zorla değiştirebildik, Dolar değerli idi. Pasaportumuzdaki belirtilen sınırlarda kalma süremiz de kısıtlı idi. Çin hemen gitmemizi istiyor, yolculuğumuzun başkalarına bulaşmasından korkuyordu.

Koşarak tren istasyonundaki memur Uygur kardeşlerimle tanışıp, onlardan “Türkiye’ye gideceğiz” sözümün karşılığında büyük saygı gördüm. Hemen bilet de bulundu. Gündüz saat 2’de trene bineceğiz (22.09.1980). Tren durağına taşındık. Artık ayaklarımın vatan toprağındaki son dakikalarını yaşıyordum. Tren de geldi, acele eşyalarımızı yerleştirdik. Hoşça kal aziz toprak, aziz dostlar. Yarın bu saatlere kalmadan Doğu Türkistan’dan çıkıp, asıl Çin toprağına geçeceğiz. İlk defa korkmadan-titremeden elime kalem aldım ve “Elveda Vatan” diye bir şeyler yazmaya başladım. Akşam saat 8’de Pekin istasyonunda idik (25.09.1980). Yine buraya geleceğimiz için yakın bir otele gitmeyi düşünüyordum. Yükleri sokağa koyup, otelin danışmanına koştum. Sıradaki insan kalabalığına şaşırdım ve sıraya geçtim. İçerden bir memur çıkıp, “Boş yer kalmadı, boşuna beklemeyin, dağılın!” dedi. Neylersin! Tekrar sokağa koştum. Yükümü üstünde geniş tahtası olan bir bisiklet arabasına yükleyip en yakın otel diye gösterdikleri Dong Diyen adındaki otele gittim. Saat akşam 10’u geçmişti. Otelin nöbetçisi, “Gidin otele sokmam”, diyordu. Ben “Hiç olmazsa otelin önündeki salonda bir gece kalalım. Çocuklar ufak, annem-babam yaşlı, yorulduk-acıktık, başka gidecek yerimiz yok!” diye yalvarsam da, dinlemedi. Ailece sokakta kalmıştık. Ne yapalım, yüklerimi çözüp sokak kıyısında uyumaya karar verdim. Çocuklarımın birden boyunları büküldü, biri ekmek, öteki biri de yorgan istiyordu. Sinirlendim, bütün benliğimi bir öç duygusu kaplamıştı.

Tan attı, sokakta insan gölgesi görünüyordu… Nereden çıktıysa resmî giysili bir Çinli kadın gelip, bize dikiliverdi : “Siz ne biçim insansınız, niye sokak ortasında uyudunuz !?” Çok geçmeden etrafımıza Çinliler toplanmaya başladı. Eşim sinirlenmiş halde bizi seyredenlere karşı şöyle sesleniyordu:

“Siz bizim gibi beş on kişi değil, milyonlarcanız Shincang’a (Doğu Türkistan’a) gidiyorsunuz. Ama ben hiçbir Çinlinin sokakta gecelediğini görmedim. Sizler Shincang’da bizim oturamadığımız en güzel evlerde ömür boyu keyif sürüyorsunuz. Bize burada geceyi geçirip, karnımızı doyuracak bir otel odası bulamadık. Sizin bütün dünyada çığırtkanlık yaptığınız “Millî Beraberlik” siyasetinizin gerçek yüzü bu mudur!?”

Çevremiz ana baba gününe dönmüştü. İlk gördüğümüz kadın polis olmalı ki, birden otele girip telefona sarıldı. Kalabalığın arasında polis ve memur üniformalı kişiler çoğaldı. Polisler kalabalığı dağıtmakta iken (Bilindiği gibi komünistler böyle ani toplanan kalabalıktan çok korkarlar), o memur kadın bizi hemen otele davet etti. Masada çay hazırlanmıştı. Yüklerimizi polisler, otel hademeleri otele taşıyorlardı. Çocuklarımın yüzünde gülümsemeler… Otel memuru olmalı bir yaşlı Çinli: “Özür dilerim, bu olaydan benim haberim yok, sizi otele almayan memur suçludur. Herhangi bir ihtiyacınız varsa söyleyin, hizmetinizdeyiz” diyordu. İşte Çinlinin gerçek yüzü… Akşam kimse yokken başka, gündüz halk arasında başka. Bu tutum Çinlinin ulusal karakteridir. Otel hademeleri hizmetimize koşuyordu…

Öğleden sonra geçit vizesi gereği Rus elçiliğine gittim, ilgi gördüm, çay ikram ettiler. Rusya’ya gitmek için vize isteyen Sabit Abdurahman hakkında bilgi istediler. “Arkadaşımdır, ona yardım edin, vize verin” dedim. Rus elçiliğindeki işlerim bitmişti, otele dönüp rahat bir uykuya daldım. Evet Pekin’deyim, yapılacak işler az değildi. Bulunduğum otel Pekin’in merkezinde, mağazalarla dolu Vang Fu Cin bulvarında idi, satın alınması gereken eşyalarımı aldım. Yapılacak işlerimin en önemlisi Moskova tren biletinin alınması gerekirdi. Beynelmilel ulaşım biletinin satıldığı kuruma gittim. Ummadığım bir zorluk ile karşılaştım…

Pekin-Moskova tren hattı sadece Çarşamba ve Cumartesi günlerinde, Rus treni Mançurya üzerinden, Çin treni Moğolistan üzerinden gidecekmiş. Ben Cumartesi gidecek Rus treninin biletini istedim. Bilet satan kadın, “Sen Çin vatandaşısın Çin treniyle gitmelisin” diyordu. Ben, Çin trenini bekleyemem vaktim kıt, deyince, Çinli kadın “Sen Çin vatandaşı olduğunu unuttun mu, neden zamanını ona göre ayarlamadım?!” diye kızdı…Susmaktan başka çarem yoktu. Sabah saat 9’dan beri kadının önünde boyun büküp oturuyordum. Öğle yemeğine gitme zamanı olmalı, kadın önündeki pasaportları toplarken, kaba bir sesle:

– Ne düşündün, hangi trenle gideceksin?! Kararını söyle! Dedi. Rus treni ile gitmekten başka çarem yok! dedim. Kadın soğuk bir sesle:

– Getir parayı, al pasaportunu, diye, benden kurtulmaya çalıştı… Hayret, işlem beynelmilel, yol seçme hakkı bireysel olduğu halde, bu ne biçim davranış? Tanrı eğer sen varsan bir daha Çinliye muhtaç etme, dileğiyle ben de o kadından kurtulmaya çalıştım. Kadının bu davranışı, Çin ulusunun tarihi buyunca süre gelen akıla karşı, çıkara endekslenmiş geleneğinin- yaradılışının sonucu idi.

Yıl 1980, Ekim ayının 4.günü, akşam saat 8’de Rus treniyle yola çıktım. İki gece bir gündüz yolculuk sonunda sabah sınırda idik. Çinlilerin de, Rusların da dedik dedik aramalarından sonra sınırı geçtik. Rus topraklarındaki bir gündüz, bir gecelik yolculuktan sonra sabahın ilk aydınlığı Baykal gölünden yansıyordu. Gölün kıyılarından geçiyoruz… Ah Baykal… Dünyanın en derin gölü ve tarihin en sırlı bozkırları… Trenin ahenkli sesi, o sakin geniş ormanlara-bozkırlara yayılırken, ben hayale dalmıştım… “Binlerce yıl öncesine gittim. At koşturup, kılıç çektim. Bu ölümlü dünyanın ölümsüz anıtlarını diken atalarımın: KÜLTİGİN ve BİLGE KAGAN’IN, “Ötüken’i niye terk ettin?” diyen öfkeli seslerini duydum. Hoşça kal Baykal! Hoşça kal ata yadigârı aziz topraklar… Ben tekrar geliyorum…

Sararmış ama kar ile süslenmiş Sibirya ormanlarından, Asya’yı Avrupa’dan ayıran Ural Dağlarından geçiyoruz, Önümüzde Moskova. Orada tren istasyonunda akraba ve yakınlarım bekliyor. İşte geldik, tarih ve zaman: 10 Ekim 1980 ve hızla geçmekte olan akşam saat 6… Eşyalarımızı tren istasyonundaki ambara koyup, Kızıl Meydan’a yakın Tsentralnaya Gostinitsa (Merkezi Otel) denilen otele gelip yerleştik. Otel lüks ve pahalı idi. Kişi başına 10 Ruble-15 dolar. Ruble pahalı, fakat çarşıda satın alınacak hiçbir şey yok, soğuk ve yoksul bir şehir. Sabahtan itibaren Moskova-İstanbul tren biletini almaya koştum. Ne mümkün bu tren haftada bir gün kalkacakmış. Ancak 22 Ekim günü için bilet varmış. Ne yapalım, Moskova’da 12 gün yaşamak zorunda kaldım. Türkistan hatırası gereği aldığım Hoten halısını sattım.

Kısacası Moskova’dan memnun değildik. Koşup oynayan çocuklarıma karşı, otele bakan bir Rus kadını:

– Domuzlar, medeniyetsizler! Burası domuz yuvası değil, Burası Çin değil! Kaba Çinliler! Kendinizin Moskova’da olduğunuzu unutmayın! diye bağırıyordu… Bu sözlere karşı sinirlenen eşim:

– Ben medeniyetsiz olsam, sen vahşisin! Domuza domuz yiyenler benzer. Senin Moskova’na biz isteyerek gelmedik. Paramız iyi, kendimiz mi kötüyüz!? Çocuklarımın son ekmeğini de yağmalıyorsunuz, diyordu. Hususen bize Çinli, demesi benim de çok ağrıma gitmişti. Bu kavgayı otel müdürü duyunca, aniden durumumuzda değişiklik oluverdi… Kişi başına 3 Ruble para karşılığında daha geniş odalara taşındık. Bize hakaret eden Rus kadını pastalar getirip özür diledi. Yani Pekin’deki olay bir az değişikle tekrarlandı. Ne olursa olsun Kurban Bayramını otelde güler yüzle geçirdik. Otel hademeleri otel koridorunda koşan çocuklarımı görmezlikten geliyordu.

Moskova’da kaldığım bu 12 gün içinde yine söylemeye değer bir konu da, otelde karşılaştığım bir kişinin bana yaptığı tesiri idi. O beni kendisi bularak Çin ve Doğu Türkistan hakkında bilgi istedi. Sohbet esnasında beni meraklandıran şey, bu kişinin hangi ulusa mensup olması idi. Adını sordum:

– Vadim, Veli de diyebilirsiniz, diyordu.

– Siz Kazanlı mısınız, yani Tatar mısınız, dedim.

– Sovyetler Soyuzundan, diye bozuk bir sesle Tatarca konuşmaya gayret ediyor, sözünün yarısı Rusça idi… O beni lokantaya davet etti. İki tabak yemek getirip, birini benim önüme sürdü,

– Kusura bakma, size etsiz yumurtalı çorba getirdim. Burada size layık etli yemek yokmuş, dedi, ama kendisi et yiyordu.

– Sizin yediğiniz et, ne eti diye sordum.

– Biz artık alıştık, alışmaya bağlıdır. Eğer alışsanız bu et çok besleyicidir, diyor, ama etin adını söylemekten, ulusunun adını söylemekten nasıl çekiniyorsa, öyle çekiniyordu. Bu zavallı insanın bu miskin durumuna çok üzüldüm… Benim annem de Kazanlıdır. Zavallı kazan-zavallı Tatarlar… Moskova ile komşu olmanın acı sonuçlarını bütün çıplaklığıyla yaşayıp, tarihin çetin denemelerinden geçmektesiniz… Rus ulusunun tarihi boyunca süre gelen başkalarını yutma geleneği bu gün de devam etmektedir. Dili uğruna kendini yakan Udmurt Albert Razin (1940-2019) olayı, Rus yutmasına karşı direnişin en çarpıcı örneğidir. Albert Razin taraftarı olarak Tatar şairi Robert Mingnullin de Ruslara karşı direniş şiiri yazdı…

Yıl 1980, Ekimin 22. Günü, akşam saat 8’de Moskova-İstanbul trenine bindim. Artık Moskova’dan kurtulmuştum. Tarih 25.10.1980, gece saat bir. Türk sınırından geçtim. Bambaşka insan, bambaşka ilişki… Pasaportumu inceleyen iki Türk memuru:

– Siz Türk müsünüz, Türkiye’de mi kalacaksınız?! Hoş geldiniz, hayırlı olsun, diyordu.

Gündüz saat üç, pencereden İstanbul’u seyrediyorum. Gönül dolu arzular….

 

Doğu TürkistanHatıraİklil KurbanYolculuk