Demokrasinin olmazsa olmazı olan “millî irade” bir milletin namusudur. Komünizm, kapitalizm, fundamentalizm (köktendincilik) gibi algılar, yanılsamalar (halüsinasyon) ise bu namusa göz dikmenin cilalı ambalajlarıdır bir yerde. Bireyi (insan) bir maraba bir mankurt gibi algılayan komünizm ne kadar ilkel ve çağdışı ise, bir makineye bir robota dönüştüren kapitalizm de bir o kadar bencil ve çağdışıdır. Öyle ki bir düş (rüya), bir sihirli değnek gibi algılanan Amerika ve dollar (‘dolı) denince siyonizm ve collar (‘kolı) akla gelmelidir. Çünkü ABD’nin -sözde- ulusal bankası bile Amerikalıların değildir. Yahudilerindir. O halde Türk milletinin izleyeceği siyaset “siyasetin Türklük, Türklüğün siyaset olacağı” yani milletin odaklı yeni bir dünya görüşü olmalıdır.

 

Biz ne kadar Avrupalı olabiliriz? Avrupa’nın istediği, izin verdiği kadar… Ötesi berduş avuntusudur. Bu gerçeğin bilincinde olma zorunluluğu, yükümlülüğü iliklere kadar hissedilmelidir. Batı, bizim adam olmamızı ister mi? Öyle ya, Batı o kadar ahmak mıdır? Doğu, açık pazar olduğu sürece Batı’nın gözünde bir değer taşır. O da bir sağmal ineğin taşıdığı değer kadar… “Batı, üretmeli; Doğu, tüketmeli” mantığından yola çıkan bir küreselleşme, küreselleşme değil -olsa olsa- köleselleşmedir. Her iki taraf da bunu içselleştirdiği sürece arada barış olacaktır. Aksi halde pilavdan dönenin kaşığı kırılacaktır. Tam da bu noktada Türklerin özellikle de Anadolu Türklüğünün tarihî görevi (mission) ve duruşu büyük önem kazanmaktadır.

 

Türk aydını millî olmalı; “Avrupa’nın herhangi bir şehrinde havyar yemektense ülkemin herhangi bir köyünde bulgur aşı kaşıklamayı tercih ederim” demeli, diyebilmelidir. Atalarının bey gibi dolaştığı Avrupa’da turist gibi dolaşmaktan utanmalıdır bir yerde. İstanbul önlerinde bir Türk gibi güçlü iken, Viyana’da düşülen çaresizlik (acziyet) iyi sorgulanmalıdır. Ulusların tarihinde Viyana benzeri bozgunlar bir günde oluşmaz. Hatalar birikir birikir ve bir noktada tarihî kırılma gerçekleşir. Bu tür kırılma noktalarına gerekli müdahaleyi yap(a)mayan toplumlar ve toplumların bileşke kuvveti olan devletler tarihin tozlu sayfalarında tepetaklak olurlar.

 

Doğulular bilim için servet harcarken; Batılılar servet için bilimi harcamışlardır. Bir başka deyişle Doğulular insanlık için servet harcarken; Batılılar, servet için insanlığı harcamışlardır. Meselenin dinî cepheleşmeden yani Hıristiyan-Müslüman kavgasından çok daha öte bir derinliğe, gerçekliğe sahip olduğu ortadadır. Burada da karşımıza yine Anadolu Türklüğü çıkmaktadır. Aslında bu durum, tarihin ve coğrafyanın Türk milletine dayattığı bir kaderdir. Demir dağları eritip kılıç, temren yapan ve dünyaya düzen veren Türkler yine/yeniden bir kutlu görev için ileriye doğru itelenmektedir. Ki gelecek yüzyılda Osmanlı’dan kat be kat daha güçlü bir cihan devleti kuracağımız da artık sır değildir. Sır olansa, bu yeni görevin ilki kadar uzun yani iki bin yıl sürüp sürmeyeceğidir sadece. Sürmesi, bilim ve uygarlıkta ortaya ne konulacağı ile de ilintilidir kuşkusuz.

 

Millet olmak, kederde ve sevinçte ortak olmak demektir. Ortak ol(a)mazsanız, birileri gelir ülkenize ortak olur. Bugün Ortadoğu’da yaşananların özeti budur. Ortadoğu meselesi, Ortadoğu’nun, Osmanlı’sız kalması meselesidir. Vatansızlık, dalından kopmuş yaprağa dönmektir. Ortadoğu’daki cetvel artığı ülkelerde yaşayan Arap ve/veya Araplaş(tırıl)mış toplumlar büyük acılar, bedeller pahasına bu gerçeği öğrenmişledir. Türk milleti, bu toplumların yaşadığı acılardan, ödediği bedellerden de dersler çıkarıp, “bir, iri ve diri olmak” zorundadır. Adalar Denizi ile Hazar Denizi birbirine karış(tırıl)malı, Altaylar ile Torosların gölgesi birbirine kavuş(turul)malıdır. Revan’ın (Erivan), Karabağ’ın, Tebriz’in yüzyıl önce Türkmen ülkesi (Türkomania) olarak adlandırıldığı unutulmamalıdır. Anadolu Türkleri, oralarda yaşayan kardeşlerinin Azerî değil, Azerbaycan Türk’ü olduğunun bilincinde olmalıdır. Tıpkı Yavru Vatan’da yaşayan soydaşlarımızın Kıbrısî olmadıkları gibi!.. Doğu Türkistan’ı unutmak demek soysuzlaşmak demektir. Bosna’yı unutmak özümüze ihanettir. Bakü’de, Tebriz’de, Ankara’da yaşayanların “tek millet” olduğunu unutmak, unutturmaya çalışmak ise en hafifinden Türk’e düşman olmaktır.

 

Çanakkale’de omuz omuza verip ölüme meydan okuyanların, ölümü öldürenlerin torunlarıyız. Bugün olsa yine yaparız. ABD’nin, Cebelitarık’ta bilet kuyruğuna gireceği günler de gelecektir elbet. Ama bir hususun da altını çizmemiz gerekir. O da şudur: Bir millete silahşorlar kadar kalemşorlar da gereklidir. Yani tarih yapmak kadar tarih yazmak da önemlidir. Haliyle bir millet geçmişini kendisi yazmalı, geleceğine kendisi yön vermelidir. Milletçe akl-ı selîm, kalb-i selîm, zevk-i selîm… olunmalı; ham kalmayıp olgunlaşılmalıdır ki Türk kültürü ve uygarlığı bir güneş gibi insanlığı aydınlatabilsin. Hem “Türk budur; yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.” diyen büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu da ancak o zaman huzur bulacaktır.

 

azizdolu.wordpress.com







 

 


BÜTÜN TÜRKLER BİR OLUNCA.

TÜRK DÜNYASI BULUŞUNCA.

DAVUL VE ZURNA ÇALINCA.

KAZANLARDA AŞ KAYNAYINCA

KIMIZLAR BİR BİR SAĞILINCA

TOY OTAĞI KURULUNCA.

İŞTE O GÜN TURAN OLA,

TÜRK MİLLETİNE BAYRAM OLA

O BAYRAM TÜRKE KUTLU OLA...

 

NOGAYTÜRK / Edebiyat Defteri

Atatürk...


          

Yüce Türkü hürriyete yürütmüş,

Bin bir derde bata bata Atatürk...

Ayak bağı bağnazlığı çürütmüş,

Aklı rehber tuta tuta Atatürk...

.

Bir tarafta hanedanlık zilleti,

Bir tarafta yokluk, kıtlık illeti...

İnandırmış kurtuluşa Milleti,

Zorla umut sata sata Atatürk...

.

Katlanırken dış güçlerin desteği

İle içte yobaz, meczup kösteği,

Canlı tutmuş ruhundaki isteği,

Öfkesini yuta yuta Atatürk...

 

Cumhuriyet hak, adalet kapısı,

Halk elinde egemenlik tapusu...

Kurmuş modern bir yönetim yapısı,

Harca bilgi kata kata Atatürk...

.

Medeniyet, insanlığın evrimi,

Ömürlerin zevke, şevke çevrimi...

Yürürlüğe koymuş nice devrimi,

Cehalete çata çata Atatürk...

.

Kutsal Kitap indirilmiş askıdan,

Kurtarılmış iman, vicdan baskıdan...

Yenilemiş ne kalmışsa eskiden,

Çağdaş adım ata ata Atatürk...

.

Zulme karşı direnişin fermanı,

Müzminleşen çilelerin dermanı...

Yüreklerde olmuş bilinç ormanı,

Fikir, fikir bite bite Atatürk...

.

Her yaptığı destansı bir öyküdür,

Her hedefi Türk gencine ülküdür...

Söylendikçe haz veren bir türküdür,

Dilimizde nota nota Atatürk...

.

Anıtında ışıl, ışıl ışıyor,

Her anışta insan başka coşuyor...

Bin şükranla kalbimizde yaşıyor,

Gözümüzde tüte tüte Atatürk...

.

Veli BOSTANCI Edebiyat Defteri


.

 

Türk kültürünü oluşturan o kadar çok değerimiz var ki!

Say say bitmez.

Kaçını biliyoruz?

Örneğin Göktürk Anıtlarının tamamını okuyan kaç kişiyiz? Bilge Kağan’ı Tonyukuk’u tam olarak anlayanımız var mı?

Shakespeare’den 500 yıl önce yaşamış ve eserler vermiş Kaşgarlı Mahmut’u, Yusuf Has Hacip’i bilen, okuyan kaç kişi var? Ya Yunus’u, Karacoğlan’ı, Pir Sultan’ı..? Ya yüzlerce binlerce kilometre uzaklarda yaşamış değerlerimizi...!

Sen, ben anmazsak, hatırlatmazsak bir Brezilyalı, bir Zimbabweli, bir İngiliz mi hatırlatacak?

İşte adını sanını hiç duymadığımız bir yeteneğimiz:

--

Türkçü Ressam ve Türkolog: Çoros Gurkin

 

Çoros Gurkin bu günkü Rusya’ya bağlı Altay Türk Cumhuriyetinde Ulalu Kurt’a bağlı Caş Tura’da 1870 yılında doğmuş bir Türk’tür.

Daha 8 yaşında iken resim sanatına olan ilgisi ortaya çıkmaya başlar. Önceleri insan ve hayvan resimleri yapar. Sonraları manzara resimlerine yönelir. Çok güzel resim yapmaktadır.

Profesyonel anlamda ilk yapıtlarını 1894 yılında vermeye başlayan Gurkin, 1895 yılında ünlü "Kamlanie" (Kurban Gecesi) adlı yapıtını ortaya koyar, doğayla iç içe olmak ve onu daha yakından tanımak amacıyla sık sık dağlara yolculuk eder.

Çoros Gurkin, Etnograf-Türkolog Anohin’in teşvik ve yardımlarıyla 1897’de Petersburg Resim Akademisine gitmek ister. Fakat başvurusunu geç yaptığı için akademiye kabul edilmez.

Akademide Prof. olan Ivan Shishkin adlı bir Rus ressam onun yeteneğini fark eder. "Akademiye ihtiyacın yok. İşte atölye, tuval ve boya... Gel, benim yanımda çalış." diyerek Gurkin ile birlikte çalışmayı önerir.

Birlikte çalışırlar. Bu süre içinde Gurkin’e hocalık yapan İvan Şişkin 1898 yılının Mart ayında ölür.

1899 yılında Petersburg Resim Akademisine sınavsız alınan Gurkin dört yıl bu akademide eğitim görür. Bu arada yazarlık ve araştırmacı yeteneği de gelişen Gurkin, Altay masallarını toplamaya başlar. 1926 yılında bu çalışmalarının meyvesi olarak Rus şair G. Vyatkin ile Altay masallarını Rusça olarak yayınlar.

1905 yılından itibaren Altay’da “Onos” adlı yerde yaşamaya başlayan Gurkin, Mariya Agafonovna Luzina ile evlenir. Bu evlilikten dört çocuğu olur. 1906-1917 yılları Gurkin’in sanat hayatının en verimli yıllarıdır. Ressam en ünlü eseri “Han Altay” tablosunun ilkini 1907’de yapar.

1907 yılında Tomks’ta 300’den fazla resmiyle ilk sergisini açan Gurkin sonraki yıllarda da pek çok sergi açar. 1917 devrimini Altay’ın geleceği açısından endişeyle karşılayan Gurkin ve Altaylı aydınlar Ruslara karşı çalışmalara girişirler. Sibirya’daki bütün Türk boylarını içine alacak “Karakorum” adında bağımsız bir Türk Devleti kurmaya niyet ederler. Hatta bu amaçla küçük bir ordu bile oluştururlar. Fakat ne yazık ki istedikleri sonuca ulaşamazlar.

Bu girişimin devamı gelmeyince Gurkin 1919 yılında önce Moğolistan’a, 1921 yılında da Sibirya Türkleri için düşündüğü devletin içinde yer alan ve onu bağırlarına basacak olan Tuvalıların arasına gider. 1940’lara kadar devam eden bu “Türkçü” hareketin ilk öncülerinden olan Gurkin bugün sadece Altaylılar tarafından değil Tuvalılar tarafından da bu yüzden sevilmektedir. 1917 Bolşevik Devrimiyle vatanına duyduğu sevgi yüzünden “halkının düşmanı” ilân edilen Gurkin, vatanından uzakta olduğu zor günlerini yine sanatla dolu olarak geçirir.

Çoros Gurkin fırçası ve kalemiyle hayatı boyunca bütün kalbiyle bağlı olduğu Altay kültürü için çalışır. Resimlerinde Altay’ın tabiat güzelliklerini, dinî ve millî kıyafetleriyle eşyalarını çizer. Gurkin, yok olduğunu gördüğü Altay kültürünü ve bu kültüre ait her unsuru resimleriyle âdeta ölümsüzleştirir.

Vatanına olan sevgisi ve özlemi hiç eksilmeyen Gurkin, 1925 yılında Tuva’dan tekrar Altay’a döner ve yurduna özlemini şöyle ifade eder: “Ne olursa olsun, burada, Altay’da tabiat ananın ortasında mutlu ve sevinçliyim.”

O yıl Moskova’da iki büyük sergi açar. Bir yandan da bağımsız Türk Devleti kurulmasını gerçekleştirmeye çalışır.

1931 yılında N.İ. Çevalkov’la birlikte bir resim okulu açar ve bu okulda düşüncelerini Altay’ın yeni yetişen gençliğine aktarmaya çalışır.

Aynı yıl Atatürk’e 2 bavul dolusu Türk kültürü ile ilgili malzeme ve belge gönderir. Buradan, 6.000 km’lik bir uzaklıktan Atatürk ile iletişimde olduğu anlaşılmaktadır.

Gurkin 1936 yılında yani tam 29 yıl sonra Han Altay tablosunu yeniden yapar.

(Şimdi burada biraz soluklanıp yukarıdaki her iki Han Altay tablolarının arasındaki farka dikkatlice bakın lütfen. İşte iki resim arasındaki fark bu muhteşem Türk’ün kurşuna dizilmesine neden olacak kadar önemlidir birileri için.)

Bu tabloda 1907’de yapılan tablodan bazı farklılıklar vardır. Tabloda yapılan bu değişiklikler aslında gerçek hayatta nesilleri tüketilen Türklerin dramının yansımasıdır. Çoros Gurkin’in yirmi dokuz yıl arayla iki kez çizmiş olduğu bu resim Altay’ın devrimden önce ve sonraki durumunu gösterir.

Resmin 1907’de yani devrimden önce çizilen ilk şeklinde Gurkin, karların erimeye başladığı, tabiatın bahara hazırlandığı bir dönemdeki Altay doğasını yansıtır. Bütün heybetiyle gökyüzüne yükselen dağların zirveleri beyaz bulutlarla kaplıdır. 1936’da yaptığı tabloda ise Altaylarda kanatlarını açmış olan kartal yoktur artık. Dağlar ululuğunu yitirmiş, bulutlar kararmıştır. İlk tablodaki görkemli çam ağacı iyice cılızlaşmış ve küçük fideler de yok olmuştur. Bununla birlikte çamın hemen yanı başında bir başka çam daha büyümüştür. (Ruslar)

Çoros Gurkin’in Altayların işgaline tepki anlamına gelen Han-Altay tablosunu yeniden çizmesi bardağı taşıran son damla olur. Stalin yönetiminin katı ilkeleriyle çatışan düşünceleri nedeniyle daha önce birçok kere tutuklanan Gurkin, 1937 yılında son kez tutukevine atılır. “Türkçü Ressam” olarak suçlanır ve aynı yılın 11 Ekim’inde kurşuna dizilerek öldürülür.

Çoros Gurkin, Sadece Altay Türklerinin değil Sibirya’daki bütün Türk boylarının çok iyi tanıdığı ve hatta efsaneleştirdiği bir önderidir. Onu dünyaya tanıtan ressamlığı olsa da Çoros Gurkin aynı zamanda bir Türkolog ve etnograftır. Günümüz Sibirya Türkleri için Gurkin’in başka bir önemli yönü de bağımsızlık kahramanı olmasıdır. 4000’e yakın eserle verimli bir sanat hayatı yaşayan, muhteşem resimleri ile şu anda; Gorno Altay, Bamaul, Novosibirşk, Tomsk, Irkutsk, Çita, Moskova, San Petersburg müzelerini zenginleştiren Çoros Gurkin, hem Altay Türklerinin hem de Sibirya’daki Türk boylarının ilk ressamı olarak kabul edilir.

Altay Cumhuriyeti’nin başkentinde büyük bir heykeli vardır. Pek çok yere ismi verilmiştir.

Ruhu şad olsun.

 

Suat Zobu

.


İKİ NURİ - İKİ KAHRAMAN


                    Kenan ÖZEK

2 Nuri bu ülkeyi kalkındırmak için çığır açmıştı. Biri Nuri DEMİRAĞ, diğeri Nuri Paşa (KİLLİGİL)

 

Biri uçak üretip 1945'lerden itibaren ihraç etmeye başlamıştı.

Diğeri gelişmiş silahlar ve askeri teçhizatlar üretip birçok ülkeye ihraç etmeye başlamıştı.

 

Nuri Demirağ’ın uçakları, ABD’nin müdahalesi ve bizim o dönemin Batı bağımlısı yönetici ve bürokratları yüzünden devletimizce satın alınmadı. İflas ettirilmesi sağlandı.

Uçak fabrikamız kapatıldı.

 

Nuri (Paşa) Killigil’in gelişmiş silah fabrikası ise, tam da birçok Ortadoğu ülkesine ihracata başladığı sırada, yeni kurulan İsrail devletinin çatıştığı Müslüman komşularına silah satıldığı bir sırada, büyük bir sabotaj ile havaya uçuruldu. (2 Mart 1949)

 

Bunu yapanın, yaptıranın İsrail istihbaratı olduğunu herkes düşündü. Ama siyasetçilerimiz bunun üzerine gitmedi, gidemedi, üstelik te birkaç gün sonra yeni kurulan İsrail devletini tanıyıverdi.

 

Nuri Killigil’in cesedinden parçalar günler sonra bulunabildi.

 

Dönemin İstanbul müftüsü, cesedin tek parça olarak bulunmamasından dolayı cenaze namazının kılınamayacağına hükmetti.

 

Yani o dönemin din kurumu, ülkenin, milletin en faydalı, en çok hizmeti olmuş, kurtuluş savaşının, milli mücadelenin öncü isimlerinden, kendi zekâ ve çabasıyla gelişmiş bir silah fabrikası oluşturan Nuri Killigil Paşa’nın cenazesini kılmadı, kıldırmadı.

 

Daha sonra ailesi, buldukları ceset parçalarını bir araya getirerek, diyaneti dinlemeden cenaze namazını kıldı.

 

Bu iki Nuri'ye sahip çıkabilseydik, Türkiye bugün en çok uçak satan, silah ihraç eden en gelişmiş ülkelerden biri olacaktı.

 

O Nuri Paşa ki, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesini imzalayıp, ordunun silahlarını işgalcilere teslim etmeyi kabul eden Osmanlı yönetiminin ve Padişah Vahdettin'in emirlerini dinlemeyip, Kafkaslarda  milli mücadeleye girişmişti.

 

Azerbaycan'da milli ordu kurup İngilizlere karşı gelmişti. Yapılan çatışmalarda İngilizlere esir düşmüş, hapse atılmış, sevenlerinin yardımıyla hapishaneden kaçıp, tekrar Azerbaycan'da Kafkas İslam ordusu kurup İngilizlere karşı savaşmıştı.

 

-Vahdettin'i dinlemeyeceğim, İslam'ın bayrağını ve silahını İngiliz kafirine teslim etmeyeceğim, milli mücadele yapacağım- demişti.

 

O günlerde Atatürk'le sürekli irtibat halinde olmuş, sonra Atatürk'ün yanına gelmişti.

 

Silah üretimi konusunda süper yeteneği vardı. 1919'larda bunu ispat etmişti.

 

O günden sonra Atatürk'ün desteğiyle çalıştı. Çok istediği silah ve askeri teçhizat üretimine başladı.

 

1949'lara yaklaşırken ürettiği silahlar ve askeri teçhizatlar birçok Ortadoğu ülkesine satılmaya başlanmıştı.

 

Ama bir sabotajla tümüyle yerle bir oldu. Pek çok yetişmiş elemanı ve kendisi kazada hayatını feci şekilde kaybetti.

Ve devlet ve din kurumu ve siyaset bu kadar önemli bir olayın üstüne gitmedi. Unutturuldu.

 

Din ve siyaset kurumumuzun anlaşmalarla  ABD’ye bağlanmaya başlandığı dönemdi bu yıllar.

 

Atatürk’ün tam bağımsız milli kalkınma siyasetinden uzaklaşılmaya başlandığ yıllardı.

 

 Din kurumunun da ABD'ye ve Suudi kontrolüne terk edilmeye başlandığı yıllardı bu dönem.

 

Batının kontrolüne girmeyi gelişmişlik sayan, yine yabancıların tavsiyesiyle dini de devlet kontrolünden çıkaran dönemdi.

 

Dinin kontrolü düşmana bırakılınca, ülke yararına ne bir din ne de yararlı bir dayanışma kalmayacağını düşünemeyenlerin kararıydı bu.

Yani sözün kısası Atatürk’ün her yöndeki anlayış, fikir ve uygulamalarından vazgeçilmeye başlandığı günlerdi.

 

1950’den sonra bu kapıdan - siyasi İslam- girmeye başladı.

Dinin en ilkel ve en zararlı hali olan Suudi Vehhabi din anlayışı girdi. Rabıta girdi.

Bir daha hiçbiri çıkmadı.

 

Ülkemde ABD tam iktidar oldu.

Suudi-vahabi dinsizlik, ABD ve İsrail kontrolünde, insanlarımızın inancını teslim aldı.

 

Tüm milli ve dini örgütlerimiz, cemaat, vakıf ve sivil toplum örgütleri ABD ve İsrail istihbaratlarının kontrolüne girdi.

 

Onun için ülkemde gerçek anlamda bir daha milliyetçilik görülmedi.

 

Milliyetçi siyaset yaptığını söyleyenler ülkeye tek bir çivi çakmadı. Bir tek fabrika kurmadılar. Sadece slogan atarak 60 yıl geçirdiler.

 

ABD'ye hizmet etmeyi milliyetçilik sandılar.

 

Gerçek milliyetçiler de, Nuri Killigil'den Aselsan mühendislerine kadar, düşürülen Isparta uçağındaki bilim insanlarından pek çok aydınımıza kadar hepsi suikastlarla öldürüldüler.

 

Halen çektiklerimiz bundandır.

Türk Milletini tekrar kalkındırıp tam bağımsız hale getirebilmek için Atatürk'ün evlatlarından

2 Nuri yeter.

 

Yeter ki Atatürk'ün yolundan gidin.

 

Millî kimliğinizi ve tarihinizi unutmayın.

Denizli Haber Ajansı

------------ 

Nuri Demirağ

İş adamı

Açıklama

Mühürzâde Mehmed Nuri Demirağ, Türk iş adamı, siyasetçi. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları inşaatının ilk müteahhitlerindendir. Türkiye’nin 10.000 kilometrelik demiryolu ağının 1250 km’lik bölümünün inşasını gerçekleştirmiş ve bu nedenle kendisine Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Demirağ” soyadı verilmiştir. Vikipedi
--------------- 

Nuri Killigil

Askeri komutan ‧ Enver Paşa'nın erkek kardeşi

Açıklama

Nuri Killigil, Osmanlı Ordusu komutanı ve cumhuriyet döneminde tüccâr, yatırımcı ve sanâyici. Enver Paşa'nın kardeşi olan Nuri Killigil, I. Vikipedi
EşiMisli Melek Killigil (e. ?–1949)
Doğum1889; İstanbul

Uyan Ey Türkoğlu

               


               Er meydanlarından çekilir oldun

Çorak iklimlere ekilir oldun

Eğilmek bilmezdin bükülür oldun...

Sürer mi bu gaflet; daha kaç sene?

Uyan ey Türk uyan! Uyumak nene?

 -

Boşaldın boşaldın.. Dolabilmedin,

Gidişin o gidiş.. Gelebilmedin...

Döktüğün kanları alabilmedin...

Şah damarlarına yapışan kene

Sömürür mü seni; daha kaç sene?

 -

Bakın şu Oğuz'un torunlarına;

Kara taş bağlamış karınlarına!

Umutsuz gözlerle yarınlarına

Bakarlar mı dersin; daha kaç sene?

Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene!

 - 

Eski sandıklarda harsın, tören ey!

Hain, çaşıt dolu; yanın, yören ey!

Bağlı tutsak sanır seni gören ey!

Bu böyle sürer mi; daha kaç sene?

Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene.

 -

Bak ne der Oğuz Han, Alparslan, Tuğrul:

Ey Bozkurtlar soyu! Yerinden doğrul!

Silkin! ... Öz mâyanla yeniden yoğrul!

İnsanlığı nûra kavuştur yine

Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene.

 -

Acunda ne varsa kurudan, yaştan

Al Dede Korkut'tan, Hacı Bektaş'tan

Malazgirt ufkuna doğ yeni baştan...

Dilerim Tanrı'dan bu devran döne,

Uyan ey Türk! ... Uyan! Uyumak nene?

 -

Seni aldatmasın 'Batı' denilen,

Onun mayasıdır 'katı' denilen,

Onun iç yüzüdür 'kötü' denilen...

Odur özsuyunu sömüren kene!

Sen uyan; onu da düşün! Sen gene!

-

Kaç parçaya bölmüşler seni?

Sonsuz bir sahraya salmışlar seni...

Kanadını kırıp yolmuşlar seni..

Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!

Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene.

 -

Yıkıldın, yakıldın: 'devrim' dediler,

Soysuzlaştırıldın 'evrim' dediler,

Bozkurta it, ite 'yavrum' dediler..

Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!

Uyan ey! ... Kendine dönmeyi dene.

 -

Türk Bilge Kağan der 'İşitin beni!

Benim çağlar aşan, benim en yeni.

Ey Türk! Bir gün gaflet basarsa seni

Gönül ver, kulak tut bendeki üne,

Uyan Ey! Kendine dönmeyi dene! '

 -

'Üstten gök basmayıp yer çökmeyince

Hainler türeyip bel bükmeyince

Seni gafil bulup kan dökmeyince

Türk'ün bir düşmanı çıksa da bine

İlini, töreni bozamaz yine! '

 -

Köklerinden koptu okumuşların,

Batıyı put yaptı okumuşların,

Yaptığına taptı okumuşların...

Ey Türk! Kendine dön! Yad, yaban nene

Kalk, doğrul yerinden, yürü geç öne!

 -

Dinle! Dövülmekte... Çağrı kösleri,

Dinle! Yakındadır... Ayak sesleri,

Bozkurtların sıcak, hür nefesleri

Ufkunu doğudan sarsın da yine

Kalk! Doğrul yerinden! Yürü, geç öne!

 -

Sen, Oğuz Ata'nın has milleti, sen!

Sen, son Peygamberin has ümmeti, sen!

O seni boğmadan, boğ zilleti sen! ...

Uyan! Ey Türk oğlu! Uyumak nene?

Kalk, doğrul yerinden! Yürü, geç öne!

 -

Medet ummaya gör kızıl surattan,

Seni mahrum koyar aşktan, muraddan,

Çağla Sakarya'dan, kükre Fırat'tan..

Kara, kızıl, sarı.. Sür, topla yine;

Bunlardır özünü sömüren kene!

 -

Destanlar yazılır, şanına lâyık,

Yine de erişmez ününe lâyık,

Olursan soyuna, dinine lâyık...

Geçer bu gafletin; sürmez çok sene,

Uyan ey Türk oğlu! Uyumak nene?

 -

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu

.