Oğuzam, Türk menem

Bayatlardan Türkmen’em…

Damarlarındaki asil kan

Aslına çektiğin ırk menem…

Yaprağın asılı dallar

Gövdeni taşıyan kök menem…

Yolunu gözleyen yar

Aşkınla çarpan ürek menem…

Can içre canan bilmişem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Yedi koldan

Yirmidört boydan gelmişem Orta Asya’dan

Yayından fırlayan ok

Huduttan hududa atılan mızrak

Deli havalar soluyan kısrak gibi esmişem…

Az gitmişem, uz gitmişem

Dere tepe düz gitmişem…

Kuş uçmaz kervan geçmez dağları

Göçebe adımlarla gezmişem…

Irağı yakın, yurdumu Irak eylemişem…

Tırnaklarımla oymuşam tortu kayaları

Kıraç toprakları gözyaşlarımla sulak etmişem…

Kızgın tohumlar serpmişem

Emek vermişem, aşa getirmişem…

Türk illerine haber salmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

 

Selçuklu Şah-ı Sultanlarım adım atmış otağıma

Kapıda karşılamışam civan mert erlerimi

Başım gözüm üstüne berhudar ağırlamışam…

Musul’da Zengiler

Kerkük’te Kıpçaklar

Erbil’de Beg Teginliler

Yiğit yatağı Atabegler kurmuşam

Dokuz başlı tuğlar aparmışam yad ellere

Türk’ün adını âlemlere duyurmuşam…

Bayındır kızanı torunlarımı kucaklamışam

Bahar coşkusu Akkoyunlar gibi ovalara yayılmışam…

Sultan Cüneyd’in emaneti

Şah İsmail’imle pişirmişem ham yanlarımı

Ocağımda tüten Safevi ateşiyle alev alev yanmışam…

Genç Osmanlı’yla açmışam Bağdat’ın kapısını

Cahiliye devrini hepten kapatmışam…

Dil, din ve ırk özgürlüğüyle donatmışam halkları

Çıra gibi aydınlatmışam kör karanlık tarihi

Çevreme ilim, irfan, ışık saçmışam…

Derin hülyalara dalmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Ne zaman ki

Türk birliğine diş bilemiş düşman

Çapraz fişek silahıma davranmışam…

Zırnık ödün vermemişem haa sevgimden

Korkmamışam heç!

Ölümleri kuşanmışam…

 

Yalın ayak koşmuşam Kafkas cephelerine

Sarıkamış harekâtına katılmışam…

Buz kesmiş yüreğim Allah-u Ekber Dağları’nda

Katmer katmer kefensiz donmuşam…

 

Çanakkale’de etten duvar olmuşam

Göğüs göğüse çarpışmışam Allah vekil

Bir adım geçirmemişem gâvuru öteye

Üst üste cansız yığılmışam…

 

Nasıl ki

Harb-i cihanlarla zayıflamışam

Güçten kudretten düşmüşem heyhat

Yeraltı kaya yağlarım sulandırmış ağızları

Hemhal manda manda paylaşılmışam…

 

Öyle ki

Et ve tırnak misali ayrılmışam

Süt kuzu yavru gibi koparılmışam Anadolu’dan

Yılanlar tıslamış

Köpekler hırlamış ardımdan

Sahipsiz kalmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Lord planları tayin etmiş kaderimi

Misak-ı Milli sınırlar dışına çıkarılmışam…

İtilmişem, kakılmışam, horlanmışam külliyen

Tekme tokat yerlere yatırılmışam…

Dağ ayılarının önüne atılmışam yaralı

Çöl develerinin hörgücüne tepe taklak asılmışam…

 

Türk menem demişem

Türkçe söylemişem

Eskiyaka’da kurşunlara dizilmişem…

Emeğimin hakkını istemişem

Gavurbağ’da linç edilmişem…

Adalet beklemişem

İplere gerilmişem…

Eşitlik yeğlemişem

Zab suyu kana bulanmış

Altunköprü’de ekin gibi biçilmişem…

El insaf vicdan dilemişem

Zindanlara sürülmüşem…

Çığlıklarım katlimin sâlası

Diri diri gömülmüşem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Duy hele

Kimliğim değiştirilmiş

El-Temim olmuş Türkmen Kerkük

Hafızalardan kazınmışam…

Baas Baas bağırmışlar partizanca

Kin kusmuşlar yüzüm barabarı

Evimden yurdumdan göçe zorlanmışam…

 

Kollarım kırılmış omuzlarımdan

İşkencelerle yoğrulmuşam…

Gözlerim kan çanağı

Fincan fincan oyulmuşam…

Ölmem yetmemiş kâfire

İp sarılmış cesedime

Sokaklarda dolaştırılmışam…

Cıncık gibi ortalığa saçılmış cism-i bedenim

Lime lime dağılmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Beterin beteri var

Biri getmiş, ötekiler gelmiş

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşam…

Mavzerler çevrilmiş üzerime

Tetiklere sarılmış puştlar

Merhamet beklerken, zulüm bulmuşam…

 

Böyük devletlerin böyük oyunu

Yok etmek Türk’ün soyunu

Çoraplar örülmüş

Çuvallar geçirilmiş başıma

Aslanım; kediye boğulmuşam…

 

Okumak yazmak yok!

Dilim damağıma bağlanmış

Düşünmem, konuşmam, kızmam yasak…

Başın kaldırıp bakmak

Gözün ucuyla süzmek ne cüret! ..

Elim ayağıma dolanmış

Oturmam, yürümem, gezmem yasak…

Taş kesilmişem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Di gah gel…

Di gel ölem di gel…

Adına gurban olam di gel…

Alnına kanım çalam di gel…

Bayrağım göğün mavi gülü, ay yıldızım sen…

Yurdum Türkmen eli, can özüm sen…

Soyum sopum Türkoğlu, yüzüm sürdüğüm izim sen…

Oy men ölmüşem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Şah Ali Yaşar

          


“Ben Sana Mecburum”, “Memleket Havası” gibi şiirlerin büyük ustası ve -kimilerine göre- ülkemizdeki sosyalist akımın önde gelen temsilcilerinden sayılan Attila İlhan -bize göre de- düşünür, şair, yazar, gazeteci, senarist, eleştirmen… kısacası çok yönlü bir Türk aydınıdır. Hatta Türkiye’nin Mir Sultan Galiyev’idir desek yeridir. Bir dönem Sosyalizmin Fransız aksanından etkilenmişse de son tahlilde yerli ve millî olmayı/kalmayı başarmıştır.

 

Attila İlhan’ın dünya görüşü daha doğrusu düşünce dünyası iki dönemden oluşmaktadır. İlki duygusal toplumculuk (romantic socialism/sosyalizm) ikincisi ise yerlilik ve millî(ci)lik… Her ne kadar zaman zaman “Ben bir sosyalistim.” dese de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ulusalcı (milliyetçi) bir çizgiye kaydığı görülür. Hakkı teslim etme, gerçeği dile getirme erdemini gösteren ender aydınlarımızdan, sanatçılarımızdan biri hatta en önde gelenlerinden olduğunun da altını çizelim. “Türkçülük; Gaspıralı’dan Molla Nur Vahidov’a, Validov’dan (Z. V. Togan) Sultangaliyev’e, Mustafa Kemal’den Ziya Gökalp’a, Mustafa Suphi’den Şevket Süreyya’ya… Türklerin ‘tam bağımsızlık’çı anti-emperyalist halk cephesidir.” sözünde olduğu gibi…

 

Attila İlhan birçok Sol görüşlü yazar-çizerin aksine Türkistan konusunda da oldukça ilgili ve bilgilidir. Marksizm-Leninizm takıntısı ve/veya Sovyet seviciliği yüzünden Türkistan’a mesafeli duran solculardan farklı bir duruş sergiler. Onun Türkistan’daki Cedit Hareketi’yle ilgili yaptığı “…Türkçüler, bir yanda Rus hegemonyasına karşı anti-emperyalist bir kurtuluş hareketine kalkışırken; diğer taraftan, içlerindeki ‘ümmet toplumuna’ karşı laik ve demokratik bir ‘ulusal sentez hareketi’ başlatmış oluyorlar.” şeklindeki sözleri yansız (objektif) ve yerinde bir değerlendirmedir kuşkusuz.

 

Attila İlhan’ın, Yeni Hayat dergisinin Ekim 1997 sayısında yer alan ve o dönem oldukça ses getirmiş olan yazısından üç alıntı: “Şimdi pek çok insanın unuttuğu veya hatırlamak istemediği bir şey var; Kuva-yi Milliye’yi ve Müdafa-i Hukuk’u örgütleyenler Türkçülerdir. Türkçü ne demektir? Türkçü, Batılı emperyalizme karşı ayağa kalkan ve ona karşı çıkan adam demektir. Türkçü, Türk kimliğini açığa çıkarıp, Batılının ona olan baskısına karşı koyan adam demektir. Türkçü, ülkesinin tam bağımsız ve özgür bir ülke olarak devam etmesini sağlayan adam demektir.”

 

“Bizim yolumuz, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün yoludur. Bunun için Cumhuriyet’e laikliğe sahip çıkmak, emperyalizme karşı savaşmak, akıl mantık ve bilimsellikten sapmadan, gerçekçilikten uzaklaşmadan ama cesur adımlar atmak zamanı gelmiştir.”

 

“Bugünün Türkçüleri de tıpkı Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Atatürk gibi gerçekçi, akılcı, mantıklı ve bilimsel çizgiden sapmadan, en az onlar kadar cesur olmak ve tabii ki yerlerini iyi tayin etmek zorundadırlar.”

 

Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk… Lenin tarafından “burjuva milliyetçisi” olarak yaftalanan; Attila İlhan tarafından Türkçü ve demokrat olarak tanımlanan Atatürk’ün, -yakın arkadaşı- Mazhar Müfit Kansu’ya söylediği bir sözle noktayı koyalım: “Sosyalistlik filan bizim anlayamayacağımız karışık bir zihniyetin ifadesidir. Sosyalistlik, bilmem nelistlik bilmiyoruz. Vatan, millet ve milliyetçilik biliyoruz.”

 

Aziz Dolu Atabey

Serik/Sarıobalı

31.12.2022


Demokrasinin olmazsa olmazı olan “millî irade” bir milletin namusudur. Komünizm, kapitalizm, fundamentalizm (köktendincilik) gibi algılar, yanılsamalar (halüsinasyon) ise bu namusa göz dikmenin cilalı ambalajlarıdır bir yerde. Bireyi (insan) bir maraba bir mankurt gibi algılayan komünizm ne kadar ilkel ve çağdışı ise, bir makineye bir robota dönüştüren kapitalizm de bir o kadar bencil ve çağdışıdır. Öyle ki bir düş (rüya), bir sihirli değnek gibi algılanan Amerika ve dollar (‘dolı) denince siyonizm ve collar (‘kolı) akla gelmelidir. Çünkü ABD’nin -sözde- ulusal bankası bile Amerikalıların değildir. Yahudilerindir. O halde Türk milletinin izleyeceği siyaset “siyasetin Türklük, Türklüğün siyaset olacağı” yani milletin odaklı yeni bir dünya görüşü olmalıdır.

 

Biz ne kadar Avrupalı olabiliriz? Avrupa’nın istediği, izin verdiği kadar… Ötesi berduş avuntusudur. Bu gerçeğin bilincinde olma zorunluluğu, yükümlülüğü iliklere kadar hissedilmelidir. Batı, bizim adam olmamızı ister mi? Öyle ya, Batı o kadar ahmak mıdır? Doğu, açık pazar olduğu sürece Batı’nın gözünde bir değer taşır. O da bir sağmal ineğin taşıdığı değer kadar… “Batı, üretmeli; Doğu, tüketmeli” mantığından yola çıkan bir küreselleşme, küreselleşme değil -olsa olsa- köleselleşmedir. Her iki taraf da bunu içselleştirdiği sürece arada barış olacaktır. Aksi halde pilavdan dönenin kaşığı kırılacaktır. Tam da bu noktada Türklerin özellikle de Anadolu Türklüğünün tarihî görevi (mission) ve duruşu büyük önem kazanmaktadır.

 

Türk aydını millî olmalı; “Avrupa’nın herhangi bir şehrinde havyar yemektense ülkemin herhangi bir köyünde bulgur aşı kaşıklamayı tercih ederim” demeli, diyebilmelidir. Atalarının bey gibi dolaştığı Avrupa’da turist gibi dolaşmaktan utanmalıdır bir yerde. İstanbul önlerinde bir Türk gibi güçlü iken, Viyana’da düşülen çaresizlik (acziyet) iyi sorgulanmalıdır. Ulusların tarihinde Viyana benzeri bozgunlar bir günde oluşmaz. Hatalar birikir birikir ve bir noktada tarihî kırılma gerçekleşir. Bu tür kırılma noktalarına gerekli müdahaleyi yap(a)mayan toplumlar ve toplumların bileşke kuvveti olan devletler tarihin tozlu sayfalarında tepetaklak olurlar.

 

Doğulular bilim için servet harcarken; Batılılar servet için bilimi harcamışlardır. Bir başka deyişle Doğulular insanlık için servet harcarken; Batılılar, servet için insanlığı harcamışlardır. Meselenin dinî cepheleşmeden yani Hıristiyan-Müslüman kavgasından çok daha öte bir derinliğe, gerçekliğe sahip olduğu ortadadır. Burada da karşımıza yine Anadolu Türklüğü çıkmaktadır. Aslında bu durum, tarihin ve coğrafyanın Türk milletine dayattığı bir kaderdir. Demir dağları eritip kılıç, temren yapan ve dünyaya düzen veren Türkler yine/yeniden bir kutlu görev için ileriye doğru itelenmektedir. Ki gelecek yüzyılda Osmanlı’dan kat be kat daha güçlü bir cihan devleti kuracağımız da artık sır değildir. Sır olansa, bu yeni görevin ilki kadar uzun yani iki bin yıl sürüp sürmeyeceğidir sadece. Sürmesi, bilim ve uygarlıkta ortaya ne konulacağı ile de ilintilidir kuşkusuz.

 

Millet olmak, kederde ve sevinçte ortak olmak demektir. Ortak ol(a)mazsanız, birileri gelir ülkenize ortak olur. Bugün Ortadoğu’da yaşananların özeti budur. Ortadoğu meselesi, Ortadoğu’nun, Osmanlı’sız kalması meselesidir. Vatansızlık, dalından kopmuş yaprağa dönmektir. Ortadoğu’daki cetvel artığı ülkelerde yaşayan Arap ve/veya Araplaş(tırıl)mış toplumlar büyük acılar, bedeller pahasına bu gerçeği öğrenmişledir. Türk milleti, bu toplumların yaşadığı acılardan, ödediği bedellerden de dersler çıkarıp, “bir, iri ve diri olmak” zorundadır. Adalar Denizi ile Hazar Denizi birbirine karış(tırıl)malı, Altaylar ile Torosların gölgesi birbirine kavuş(turul)malıdır. Revan’ın (Erivan), Karabağ’ın, Tebriz’in yüzyıl önce Türkmen ülkesi (Türkomania) olarak adlandırıldığı unutulmamalıdır. Anadolu Türkleri, oralarda yaşayan kardeşlerinin Azerî değil, Azerbaycan Türk’ü olduğunun bilincinde olmalıdır. Tıpkı Yavru Vatan’da yaşayan soydaşlarımızın Kıbrısî olmadıkları gibi!.. Doğu Türkistan’ı unutmak demek soysuzlaşmak demektir. Bosna’yı unutmak özümüze ihanettir. Bakü’de, Tebriz’de, Ankara’da yaşayanların “tek millet” olduğunu unutmak, unutturmaya çalışmak ise en hafifinden Türk’e düşman olmaktır.

 

Çanakkale’de omuz omuza verip ölüme meydan okuyanların, ölümü öldürenlerin torunlarıyız. Bugün olsa yine yaparız. ABD’nin, Cebelitarık’ta bilet kuyruğuna gireceği günler de gelecektir elbet. Ama bir hususun da altını çizmemiz gerekir. O da şudur: Bir millete silahşorlar kadar kalemşorlar da gereklidir. Yani tarih yapmak kadar tarih yazmak da önemlidir. Haliyle bir millet geçmişini kendisi yazmalı, geleceğine kendisi yön vermelidir. Milletçe akl-ı selîm, kalb-i selîm, zevk-i selîm… olunmalı; ham kalmayıp olgunlaşılmalıdır ki Türk kültürü ve uygarlığı bir güneş gibi insanlığı aydınlatabilsin. Hem “Türk budur; yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.” diyen büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu da ancak o zaman huzur bulacaktır.

 

azizdolu.wordpress.com







 

 


BÜTÜN TÜRKLER BİR OLUNCA.

TÜRK DÜNYASI BULUŞUNCA.

DAVUL VE ZURNA ÇALINCA.

KAZANLARDA AŞ KAYNAYINCA

KIMIZLAR BİR BİR SAĞILINCA

TOY OTAĞI KURULUNCA.

İŞTE O GÜN TURAN OLA,

TÜRK MİLLETİNE BAYRAM OLA

O BAYRAM TÜRKE KUTLU OLA...

 

NOGAYTÜRK / Edebiyat Defteri

Atatürk...


          

Yüce Türkü hürriyete yürütmüş,

Bin bir derde bata bata Atatürk...

Ayak bağı bağnazlığı çürütmüş,

Aklı rehber tuta tuta Atatürk...

.

Bir tarafta hanedanlık zilleti,

Bir tarafta yokluk, kıtlık illeti...

İnandırmış kurtuluşa Milleti,

Zorla umut sata sata Atatürk...

.

Katlanırken dış güçlerin desteği

İle içte yobaz, meczup kösteği,

Canlı tutmuş ruhundaki isteği,

Öfkesini yuta yuta Atatürk...

 

Cumhuriyet hak, adalet kapısı,

Halk elinde egemenlik tapusu...

Kurmuş modern bir yönetim yapısı,

Harca bilgi kata kata Atatürk...

.

Medeniyet, insanlığın evrimi,

Ömürlerin zevke, şevke çevrimi...

Yürürlüğe koymuş nice devrimi,

Cehalete çata çata Atatürk...

.

Kutsal Kitap indirilmiş askıdan,

Kurtarılmış iman, vicdan baskıdan...

Yenilemiş ne kalmışsa eskiden,

Çağdaş adım ata ata Atatürk...

.

Zulme karşı direnişin fermanı,

Müzminleşen çilelerin dermanı...

Yüreklerde olmuş bilinç ormanı,

Fikir, fikir bite bite Atatürk...

.

Her yaptığı destansı bir öyküdür,

Her hedefi Türk gencine ülküdür...

Söylendikçe haz veren bir türküdür,

Dilimizde nota nota Atatürk...

.

Anıtında ışıl, ışıl ışıyor,

Her anışta insan başka coşuyor...

Bin şükranla kalbimizde yaşıyor,

Gözümüzde tüte tüte Atatürk...

.

Veli BOSTANCI Edebiyat Defteri


.

 

Türk kültürünü oluşturan o kadar çok değerimiz var ki!

Say say bitmez.

Kaçını biliyoruz?

Örneğin Göktürk Anıtlarının tamamını okuyan kaç kişiyiz? Bilge Kağan’ı Tonyukuk’u tam olarak anlayanımız var mı?

Shakespeare’den 500 yıl önce yaşamış ve eserler vermiş Kaşgarlı Mahmut’u, Yusuf Has Hacip’i bilen, okuyan kaç kişi var? Ya Yunus’u, Karacoğlan’ı, Pir Sultan’ı..? Ya yüzlerce binlerce kilometre uzaklarda yaşamış değerlerimizi...!

Sen, ben anmazsak, hatırlatmazsak bir Brezilyalı, bir Zimbabweli, bir İngiliz mi hatırlatacak?

İşte adını sanını hiç duymadığımız bir yeteneğimiz:

--

Türkçü Ressam ve Türkolog: Çoros Gurkin

 

Çoros Gurkin bu günkü Rusya’ya bağlı Altay Türk Cumhuriyetinde Ulalu Kurt’a bağlı Caş Tura’da 1870 yılında doğmuş bir Türk’tür.

Daha 8 yaşında iken resim sanatına olan ilgisi ortaya çıkmaya başlar. Önceleri insan ve hayvan resimleri yapar. Sonraları manzara resimlerine yönelir. Çok güzel resim yapmaktadır.

Profesyonel anlamda ilk yapıtlarını 1894 yılında vermeye başlayan Gurkin, 1895 yılında ünlü "Kamlanie" (Kurban Gecesi) adlı yapıtını ortaya koyar, doğayla iç içe olmak ve onu daha yakından tanımak amacıyla sık sık dağlara yolculuk eder.

Çoros Gurkin, Etnograf-Türkolog Anohin’in teşvik ve yardımlarıyla 1897’de Petersburg Resim Akademisine gitmek ister. Fakat başvurusunu geç yaptığı için akademiye kabul edilmez.

Akademide Prof. olan Ivan Shishkin adlı bir Rus ressam onun yeteneğini fark eder. "Akademiye ihtiyacın yok. İşte atölye, tuval ve boya... Gel, benim yanımda çalış." diyerek Gurkin ile birlikte çalışmayı önerir.

Birlikte çalışırlar. Bu süre içinde Gurkin’e hocalık yapan İvan Şişkin 1898 yılının Mart ayında ölür.

1899 yılında Petersburg Resim Akademisine sınavsız alınan Gurkin dört yıl bu akademide eğitim görür. Bu arada yazarlık ve araştırmacı yeteneği de gelişen Gurkin, Altay masallarını toplamaya başlar. 1926 yılında bu çalışmalarının meyvesi olarak Rus şair G. Vyatkin ile Altay masallarını Rusça olarak yayınlar.

1905 yılından itibaren Altay’da “Onos” adlı yerde yaşamaya başlayan Gurkin, Mariya Agafonovna Luzina ile evlenir. Bu evlilikten dört çocuğu olur. 1906-1917 yılları Gurkin’in sanat hayatının en verimli yıllarıdır. Ressam en ünlü eseri “Han Altay” tablosunun ilkini 1907’de yapar.

1907 yılında Tomks’ta 300’den fazla resmiyle ilk sergisini açan Gurkin sonraki yıllarda da pek çok sergi açar. 1917 devrimini Altay’ın geleceği açısından endişeyle karşılayan Gurkin ve Altaylı aydınlar Ruslara karşı çalışmalara girişirler. Sibirya’daki bütün Türk boylarını içine alacak “Karakorum” adında bağımsız bir Türk Devleti kurmaya niyet ederler. Hatta bu amaçla küçük bir ordu bile oluştururlar. Fakat ne yazık ki istedikleri sonuca ulaşamazlar.

Bu girişimin devamı gelmeyince Gurkin 1919 yılında önce Moğolistan’a, 1921 yılında da Sibirya Türkleri için düşündüğü devletin içinde yer alan ve onu bağırlarına basacak olan Tuvalıların arasına gider. 1940’lara kadar devam eden bu “Türkçü” hareketin ilk öncülerinden olan Gurkin bugün sadece Altaylılar tarafından değil Tuvalılar tarafından da bu yüzden sevilmektedir. 1917 Bolşevik Devrimiyle vatanına duyduğu sevgi yüzünden “halkının düşmanı” ilân edilen Gurkin, vatanından uzakta olduğu zor günlerini yine sanatla dolu olarak geçirir.

Çoros Gurkin fırçası ve kalemiyle hayatı boyunca bütün kalbiyle bağlı olduğu Altay kültürü için çalışır. Resimlerinde Altay’ın tabiat güzelliklerini, dinî ve millî kıyafetleriyle eşyalarını çizer. Gurkin, yok olduğunu gördüğü Altay kültürünü ve bu kültüre ait her unsuru resimleriyle âdeta ölümsüzleştirir.

Vatanına olan sevgisi ve özlemi hiç eksilmeyen Gurkin, 1925 yılında Tuva’dan tekrar Altay’a döner ve yurduna özlemini şöyle ifade eder: “Ne olursa olsun, burada, Altay’da tabiat ananın ortasında mutlu ve sevinçliyim.”

O yıl Moskova’da iki büyük sergi açar. Bir yandan da bağımsız Türk Devleti kurulmasını gerçekleştirmeye çalışır.

1931 yılında N.İ. Çevalkov’la birlikte bir resim okulu açar ve bu okulda düşüncelerini Altay’ın yeni yetişen gençliğine aktarmaya çalışır.

Aynı yıl Atatürk’e 2 bavul dolusu Türk kültürü ile ilgili malzeme ve belge gönderir. Buradan, 6.000 km’lik bir uzaklıktan Atatürk ile iletişimde olduğu anlaşılmaktadır.

Gurkin 1936 yılında yani tam 29 yıl sonra Han Altay tablosunu yeniden yapar.

(Şimdi burada biraz soluklanıp yukarıdaki her iki Han Altay tablolarının arasındaki farka dikkatlice bakın lütfen. İşte iki resim arasındaki fark bu muhteşem Türk’ün kurşuna dizilmesine neden olacak kadar önemlidir birileri için.)

Bu tabloda 1907’de yapılan tablodan bazı farklılıklar vardır. Tabloda yapılan bu değişiklikler aslında gerçek hayatta nesilleri tüketilen Türklerin dramının yansımasıdır. Çoros Gurkin’in yirmi dokuz yıl arayla iki kez çizmiş olduğu bu resim Altay’ın devrimden önce ve sonraki durumunu gösterir.

Resmin 1907’de yani devrimden önce çizilen ilk şeklinde Gurkin, karların erimeye başladığı, tabiatın bahara hazırlandığı bir dönemdeki Altay doğasını yansıtır. Bütün heybetiyle gökyüzüne yükselen dağların zirveleri beyaz bulutlarla kaplıdır. 1936’da yaptığı tabloda ise Altaylarda kanatlarını açmış olan kartal yoktur artık. Dağlar ululuğunu yitirmiş, bulutlar kararmıştır. İlk tablodaki görkemli çam ağacı iyice cılızlaşmış ve küçük fideler de yok olmuştur. Bununla birlikte çamın hemen yanı başında bir başka çam daha büyümüştür. (Ruslar)

Çoros Gurkin’in Altayların işgaline tepki anlamına gelen Han-Altay tablosunu yeniden çizmesi bardağı taşıran son damla olur. Stalin yönetiminin katı ilkeleriyle çatışan düşünceleri nedeniyle daha önce birçok kere tutuklanan Gurkin, 1937 yılında son kez tutukevine atılır. “Türkçü Ressam” olarak suçlanır ve aynı yılın 11 Ekim’inde kurşuna dizilerek öldürülür.

Çoros Gurkin, Sadece Altay Türklerinin değil Sibirya’daki bütün Türk boylarının çok iyi tanıdığı ve hatta efsaneleştirdiği bir önderidir. Onu dünyaya tanıtan ressamlığı olsa da Çoros Gurkin aynı zamanda bir Türkolog ve etnograftır. Günümüz Sibirya Türkleri için Gurkin’in başka bir önemli yönü de bağımsızlık kahramanı olmasıdır. 4000’e yakın eserle verimli bir sanat hayatı yaşayan, muhteşem resimleri ile şu anda; Gorno Altay, Bamaul, Novosibirşk, Tomsk, Irkutsk, Çita, Moskova, San Petersburg müzelerini zenginleştiren Çoros Gurkin, hem Altay Türklerinin hem de Sibirya’daki Türk boylarının ilk ressamı olarak kabul edilir.

Altay Cumhuriyeti’nin başkentinde büyük bir heykeli vardır. Pek çok yere ismi verilmiştir.

Ruhu şad olsun.

 

Suat Zobu

.