Ötüken, Neden Türkler İçin Stratejik Öneme Sahiptir?

          


Orta Asya Türk tarihi uzun bir süre sisler ardında kalmış ve ancak Çin, Sasani ve Doğu Roma gibi devletlerin kayıtlarından takip edilebilmiştir. Çünkü Orta Asya’da kurulup yıkılmış olan Türk devletlerine ait herhangi bir arşiv bulunmadığı gibi 19. yüzyıla kadar üzerinde yazı bulunan ve Türklere ait olduğu anlaşılan bir anıt da tespit edilememiştir. Bu sebeple, Türklerin bir alfabesi olmadığı ve hatta yazıyı kullanmadıkları düşünülmüştür. Ancak bu durum 19. yüzyılın sonlarında yaşanan keşifler ile değişmiştir.

Orta Asya Türk tarihi uzun bir süre sisler ardında kalmış ve ancak Çin, Sasani ve Doğu Roma gibi devletlerin kayıtlarından takip edilebilmiştir. Çünkü Orta Asya’da kurulup yıkılmış olan Türk devletlerine ait herhangi bir arşiv bulunmadığı gibi 19. yüzyıla kadar üzerinde yazı bulunan ve Türklere ait olduğu anlaşılan bir anıt da tespit edilememiştir. Bu sebeple, Türklerin bir alfabesi olmadığı ve hatta yazıyı kullanmadıkları düşünülmüştür. Ancak bu durum 19. yüzyılın sonlarında yaşanan keşifler ile değişmiştir.

Daha önce üzerinde kimlere ait olduğu tespit edilemeyen bazı yazılı taşlar tespit edilince, 1889 yılında Rus Coğrafya Kurumu N. M. Yadrintsev’i araştırma yapmak için Moğolistan’a göndermiştir. Yadrintsev, bu seyahat sırasında, Ulan Batur’un 360 km batısında, Orhon Irmağı kıyısında, Koşo-Çaydam Gölü yakınında iki büyük taş bulmuştur. 

Bu taşlarda kullanılan alfabe, 1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından çözümlenince, anıtların Göktürkler döneminden kaldığı ve Bilge Kağan ile kardeşi Kültigin için dikilmiş olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türklerin sadece yazıyı uzun bir süredir kullandıklarını göstermekle kalmamış, çok eski dönemlerden beri geliştirdikleri bir alfabeleri olduğunu da ortaya çıkarmıştır.

Bundan sonra Orta Asya Türk tarihi araştırmaları yoğunlaşmış ve başka yazılı taşlar da bulunmuştur. Bu kapsamda, Y. N. Klements, 1897 yılında Ulan Batur’un yaklaşık 60 km doğusundaki Nalayh Kasabası’na yakın, Bain-Tsokto denilen yerde Tonyukuk yazıtlarını bulmuştur. 

Yazıtların okunması ile Kül Tigin Yazıtı’nı ağabeyi Bilge Kağan’ın, 732’de diktirdiği ve Bilge Kağan Yazıtı’nı o öldükten bir yıl sonra, 735’te, oğlunun diktirdiği anlaşılmıştır. Tonyukuk Yazıtı’nı ise 720-725 yılları arasında kendisi diktirmiştir.

Kül Tigin Yazıtı, kaplumbağa şeklindeki oyuk bir kaide taşına oturtulmuştur. Yüksekliği 3,75 metredir. Bir çeşit kireç taşı veya saf olmayan mermerdendir. Dört yüzü bulunmaktadır. Doğu ve batı cephelerinin genişliği; aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Yazıt’ın üstü kemer şeklinde bitmektedir ve yukarı kısımda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üstünde kağanın işareti vardır.

Batı cephesi, büyük bir Çince kitabe ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitabelerle doludur. Cepheler arasında kalan ve keskin olmayan kenarlarda ve Çince kitabenin yanında da Göktürk yazısı vardır. Doğu cephesinde 40, kuzey ve güney cephelerinde 13 satır bulunmaktadır. Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir. Satırların uzunluğu, aşağı yukarı 235 santim kadardır.

Bilge Kağan Yazıtı, Kül Tigin Yazıtı’nın bir kilometre uzağındadır. Kültigin Yazıtı’na benzemektedir. Sadece boyu birkaç santim daha yüksektir. Doğu cephesinde 41, dar cephelerinde 15’er satır vardır. Batı cephesinde Çince kitabe vardır. Çince kitabenin üstünde ayrıca Türkçe kitabe devam etmektedir.

Bilge Kağan Yazıtı’nın kuzey cephesinin ilk sekiz satırı, Kültigin Yazıtı’nın güney cephesinin ilk sekiz satırına, kuzey cephenin 2-24 satırları ise Kültigin Yazıtı’nın doğu cephesinin mukabil satırlarına benzemektedir. Bu Yazıt’ta ayrıca, Kül Tigin’in ölümünden sonraki bazı gelişmelerin ilave edildiği görülmektedir.

Her iki yazıtta da Bilge Kağan’ın sözleri dışında, yazıyı yazan yeğeni Yolluğ Tigin’in kitabe kayıtları ve ilaveleri yer almaktadır. Yazıtların etrafında türbe enkazı, heykeller, balballar ve taşlar vardır. Tonyukuk Yazıtı, diğer iki yazıtın biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmemiş, dikili dört cepheli iki taş halindedir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, küçük olan taşta 27 satır vardır. Bu yazıtlarda da yazılar yukarıdan aşağıya doğru yazılmıştır. Fakat diğer iki yazıtın aksine soldan sağa doğru istif edilmiştir.

Kültigin Yazıtı’nın Birinci Yüzü; “(Ben) Tanrı gibi (ve) Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, bu devirde (tahta) oturdum.” cümlesi ile başlamaktadır. Bu çarpıcı girişten  sonra da şu şekilde devam etmektedir:

“Sözlerimi baştan sona işitin, önce (siz) erkek kardeşlerim (ve) oğullarım, birleşik boyum (ve) halkım, sağdaki Şadapıt beyler, soldaki Tarkanlar (ve) kumandan beyler, Otuz (Tatar…), Dokuz Oğuz beyleri (ve) halkı, bu sözlerimi iyice işitin (ve) sıkıca dinleyin!

İleride gün doğusuna, güneyde gün ortasına kadar, geride gün batısına (ve) kuzeyde gece ortasına kadar, bu (sınırlar) içindeki (bütün) halklar hep bana tabidir. Bunca halkı hep ben düzene soktum. Onlar şimdi (hiç de) kötü (durumda) değiller. Türk(lerin) hakanı Ötüken dağlarında oturur (ve oradan hükmeder) ise ülkede (hiçbir) sıkıntı olmaz.

Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize pek az kala durdum; güneyde Dokuz Esin’e kadar ordu sevk ettim, Tibet’e pek az kala durdum; batıda İnci (Sır Derya) ırmağı(nı) geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim, kuzeyde Yır Bayırku topraklarına kadar ordu sevk ettim; bunca diyara kadar (ordularımı) yürüttüm (ve anladım ki) Ötüken dağlarından daha iyi bir yer asla yok imiş! (Türk halkının yurt edineceği ve) yönetileceği yer Ötüken dağları imiş.


Bu yerde oturup Çin halkı ile (ilişkileri) düzelttim. (Çinliler)altın(ı), gümüş(ü) (ve) ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar. Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. Tatlı sözlerle (ve) yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp uzak(larda yaşayan) halkları böylece (kendilerine) yaklaştırırlar imiş. (Bu halklar) yaklaşıp yerleştikten sonra (da Çinliler fesatlıklarını o zaman düşünürler imiş.

İyi (ve) akıllı kişileri, iyi (ve) cesur kişileri ilerletmezler imiş; (öte yandan) bir kişi suç işlese, onun boyu(na), halkı(na) (ve) hısım akrabasına kadar (herkesi) öldürmezlermiş. (Çin halkının) tatlı sözlerine (ve) yumuşak ipekli kumaşlarına kanıp (ey) Türk halkı, çok sayıda öldün. (Ey) Türk halkı, öleceksin!

Güneyde Çuğay dağlarına (ve) Töğültün Ovası’na konayım dersen (ey) Türk halkı, öleceksin! Orada kötü (niyetli) kimseler şöyle akıl verirler imiş: “(Çinliler bir halk) uzak(ta yaşıyor) ise kötü hediyeler verir, yakın(da yaşıyor) ise iyi hediyeler verir.” deyip öyle akıl verirler imiş. (Ey) cahil kişiler, bu sözlere kanıp (Çinlilere) yakın gidip, çok sayıda öldünüz.

O yere doğru gidersen (ey) Türk halkı, öleceksin! Ötüken topraklarında oturup (buradan Çin’e ve diğer ülkelere) kervanlar gönderirsen hiç derdin olmaz. Ötüken dağlarında oturursan sonsuza kadar devlet sahibi olup hükmedeceksin. (Ey) Türk halkı, (sen) tok gözlüsün: açlığı tokluğu düşünmezsin; bir (de) doyarsan açlığı (hiç) düşünmezsin. Böyle olduğun için (seni) besleyip doyurmuş olan hakanlarının sözlerini (dinlemeden ve rızalarını) almadan her yere gittin, oralarda hep mahvoldun (ve) tükendin. Oralarda (nasılsa sağ) kalmış olanları(nız da hemen) her yönde bitkin ve mecalsiz (bir halde) yürüyor idiniz.

Tanrı lütufkar olduğu için, benim (de) talihim olduğu için hakan (olarak tahta) oturdum. Tahta oturup yoksul (ve) fakir halkı hep derleyip topladım: Fakir halkı zengin yaptım, az halkı çok yaptım. Yoksa, bu sözümde yalan var mı?

Ebedi taş hakkettirdim. (Burası) yakın (bir) mevki olduğundan, ayrıca kolay erişilir(bir) yer olduğundan, böyle kolay erişilir (bir) yerde ebedi taş hakkettirdim, yazdırttım. Onu görüp öyle bilin (ve öğrenin).” diye devam etmektedir. Bu ifadelerde en dikkat çeken husus, Ötüken’in öneminin ve asla terk edilmemesinin ısrarla vurgulanmasıdır. Aynı konu, anıtın Doğu yüzünde de vurgulanmaktadır.

“Onca zengin (ve) onca gelişmiş devletimiz vardı. (Ey) Türk, Oğuz beyleri (ve) halkı, işitin. Üstte(ki) gök çökmedikçe, altta(ki) yer (de) delinmedikçe, (ey) Türk halkı, (senin) devletini (ve) yasalarını kim yıkıp bozabilirdi? (Ey) Türk halkı, (kötü huyundan) vazgeç ve nadim ol! İtaatsizliğin yüzünden, (seni) besleyip doyurmuş olan akıllı hakanın ile bağımsız (ve) müreffeh devletine (karşı) kendin hata ettin (ve) nifak soktun.

Silahlı (düşman) nereden gelip (seni) bozguna uğrattı (ve) dağıttı? Mızraklı (düşman) nereden gelip de (seni yerinden yurdundan) sürüp kaçırttı? Kutsal Ötüken dağları halkı, (yerini yurdunu bırakıp) gittin. Doğuya gidenler(iniz) Gittiniz, batıya gidenler(iniz) gittiniz. Gittiğiniz yerlerde kazancınız şu oldu, hiç şüphesiz: Kanlarınız ırmaklar gibi aktı, kemikleriniz dağlar gibi yığıldı; bey olacak erkek evladınız köle oldu, hanım olacak kız evladınız cariye oldu.”

Aynı bilgiler, küçük farklılıklarla Bilge Kağan Yazıtı’nda da tekrarlanmaktadır. Tonyukuk Yazıtı’nda ise “(Türk kağanını), Türk halkını Ötüken toprağına ben kendim, Bilge Tonyukuk (getirdim). (Türk halkı) Ötüken toprağına yerleşmiş diye haber alıp güneydeki halklar, batıdaki, kuzeydeki ve doğudaki halklar (üzerimize) geldiler.” ifadeleri bulunmaktadır. Bu ifadelerden de Ötüken’in hem kendisi hem de Türk halkı için önemi vurgulanmakta, bu bölgeyi ele geçirir geçirmez tüm Türklerin bölgeye akın ettiği özellikle belirtilmektedir.


Bu durum, Ötüken bölgesinin Türk halkı için bir kutsal mekân olduğu, bu bölgeyi ele geçiren kişilerin kağan olduklarını ilan etme hakkını kendilerinde gördüklerini ve halkın da buna önem verdiğini göstermektedir. Nitekim, Göktürk Devleti’ni yıkarak kendi devletlerini kuran Uygurlar da başkent olarak Ötüken bölgesini seçmişlerdir.

Hal böyle olunca akla şu soru gelmektedir: Ötüken neden bu kadar önemlidir?

Kaynaklar incelendiğinde, bunun birden çok sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Göktürklerden önce kurulan Türk devletlerinin de merkezlerini Ötüken’de tesis etmeleri tarihi devamlılığın bu konuda önemli bir etkisi olduğu izlenimi vermektedir. Örneğin MÖ IV. yy.da Hunların ağırlık merkezi Orhun ve Selenga Nehirlerinin kaynak havzası olan Ötüken bölgesi ve Altay Dağlarıdır. Hunlar 500 yıl boyunca Orta Asya’da hâkim güç oldular ve bu süre boyunca merkezleri Orhun bölgesinde kaldı.  Bu durum bölgenin Türklerin zihninde değişmez merkez olarak yerleşmesine sebep olmuş olmalıdır.

Göktürkler, Çin kaynaklarında açıkça belirtildiğine göre, Hunlardan iniyordu. Başbuğ ailesi olan Aşina soyunun bir dişi kurttan türediğine dair yaygın bir efsane vardır.  Bu durum, Göktürklerin de ataları olan Hunların başkentini kendilerine başkent olarak seçmesini anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak diğer Türk boyları da bu bölgeye aynı şekilde değer vermektedir. Çünkü Hun İmparatorluğu neredeyse tüm Türk boylarını bir bayrak altında toplamış ve çok uzun bir süre varlığını sürdürmüş olduğundan Ötüken tüm Türk boylarının zihnine başkent ve merkez olarak kazınmıştır.

Muhtemelen bunun da etkisiyle Ötüken bölgesi, Türkler tarafından sadece önemli değil aynı zamanda kutsal sayılmıştır (Iduk Ötüken).  Yani Ötüken’in öneminin dini bir yönü de olduğu söylenebilir. Orhun yazıtlarında da görüldüğü gibi Türklerde yönler ileri, geri, sağ ve sol olarak ifade edilmektedir. Doğu yönü diğer yönlere göre daha kutsal kabul ediliyor olmalı ki, doğu için ileri ifadesi kullanılmaktadır. Ayrıca, devlet hanedan üyeleri arasında bölünerek idare edildiğinde, ülkenin doğu kesimi hep Hakan/Kağan tarafından yönetilmiş ve devletin merkezi ülke topraklarının doğusunda bulunan Ötüken olmuştur. Bunu hem Hunlarda hem de Göktürklerde ve hem de Uygurlarda görmek mümkündür.

Ötüken, Hunların, Göktürklerin ve Uygurların başşehri ve kutlu vatan toprağıdır.  Buradan anlaşıldığına göre; Türk kitlelerini ancak Türk devletçilik ruhunun yerleşmiş olduğu Ötüken etrafında toplamak ve idare etmek mümkün olmuştur.  Türklerde atalar kültü, yani ataların ruhlarına saygı inancı bulunduğu bilinmektedir. Yüzyıllarca Hun, Göktürk ve Uygur Devletleri için merkez olmuş olan Ötüken bölgesi, bu süre içinde muhtemelen bu devletleri yönetmiş olan ve zamanla isimleri efsaneleşen yöneticilerin defnedildikleri bölgedir. Bu önemli kişilerin mezarlarının bulunduğu Ötüken bölgesi, bu kişilerin ruhundan güç almak açısından da kutsal bir mekân olarak kabul edilmiş olabilir.

Ötüken, uzun süre başkentlik yaptığından Türklerin devlet ve toplum kültürünü de şekillendiren bir bölge olmuştur. Devletin yapısı ve halkın temel özellikleri bu coğrafyanın etkilerine göre şekillenmiştir. Tarihi kayıtlarda bahsedilen ve Ötüken merkez olmak üzere Asya bozkırlarında yaşayan Moğollar da dahil tüm toplumların kültürel yapısı bu coğrafyanın özelliklerinin bir yansımasıdır.

Bunu anlamak için devletlerin ve insan topluluklarının varlıklarını sürdürebilmek için en önemli unsur olan orduların yapısına bakmak yeterlidir. Çünkü, bozkır toplumlarında erkek nüfusunun tamamına yakını asker sayıldığından, ordunun yapısı kültürel yapıyı da yansıtmaktadır. Bozkır toplumlarının askerleri tarih boyunca yay çekebilenler olarak nitelendirilmiştir.  Bu askeri yapı, bozkır toplumlarının uluslaşma süreci açısından da belirleyici olmuştur. Nitekim Mete, MÖ 176 yılında Çin İmparatoru’na yazığı bir mektupta; “Bunların hepsi Hun oldu, yay çekebilen okçuların hepsi bir tek aile haline gelip birleştiler.” demiştir. 

Asya’daki konar-göçer kültürlerin en iyi takip edilebildiği coğrafya Moğolistan bozkırlarıdır. Bu sebeple, Mançurya’dan Macaristan’a kadar uzanan geniş bozkır coğrafyası içinde Moğolistan bozkırlarının Türk tarih ve kültürü açısından özel bir yeri bulunmaktadır. Bu konar-göçer hayat tarzı, tarih öncesi çağdan günümüze kadar süreklilik göstermektedir. Özellikle Moğolistan’ın kuzeyinde bulunan orta kuşak atlı bozkır kültürünün ortaya çıktığı, geliştiği ve günümüzde de yaşatıldığı sahalardan biridir. Bu saha içinde kalpgah bölge ise Bilge Kağan ve Költigin Yazıtlarının bulunduğu kültür coğrafyasıdır. 

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız ve genel olarak sübjektif nitelik taşıyan faktörlerin az veya çok Ötüken’in Türkler için önemli bir bölge olarak kabul edilmesinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak hiçbir yer sadece kutsal veya tarihi mekân olduğu için bir toplum tarafından tarih boyunca önemli bir yer olarak kabul edilmez. Bunun tarihte birçok örneği bulunmaktadır. Örneğin Anadolu’da tarihin değişik dönemlerinde kutsal veya önemli kabul edilen birçok yer, daha sonraki dönemlerde önemlerini ve kutsallıklarını kaybetmişlerdir. Bu sebeple, bir yerin önemli veya kutsal kabul edilmesi üzerinde her zaman geçerli olan pozitif faktörlerin daha etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Bu faktörlerin en önemlisinin, coğrafya olduğu değerlendirilmektedir. Çünkü coğrafya, insanın kendisi de dahil insana dair her şeyi etkiler ve şekillendirir. Coğrafyanın etkisi sadece kendi özelliklerinden kaynaklanmaz, bir bölgenin bulunduğu yer de önemlidir. Bu sebeple, Ötüken’in önemli bir yer olarak kabul edilmesinde Dünya ve özellikle de Orta Asya coğrafyası üzerinde bulunduğu yerin önemli olduğu söylenebilir.

Coğrafi açıdan Ötüken’in bu önemini incelemeden önce Türklerin tarihin büyük bir bölümünde yaşadığı coğrafi bölgenin sınırlarını tespit etmek faydalı olacaktır. Orta Asya’yı güneyde Alp sistemine dahil dünyanın en yüksek sıradağlarını teşkil eden Himalayalarla kuzeyde Sayan Dağları ve Baykal Gölü etrafındaki dağlar, batıda Hazar Denizi ile doğuda Kadırgan (Kingan) Dağları arasında kalan geniş saha meydana getirmektedir.

Bu geniş sahanın doğu parçası ile batı parçası arasında yer şekilleri arasında esaslı farklar vardır. Orta Asya’nın doğu kısmı yüksek dağlar, yaylalar ve bunlar arasında yer alan küçük-büyük birtakım kapalı çukurluklardan müteşekkil olduğu halde, batı kısmı kapalı denizlerle göllerden ve geniş ovalarla alçak yaylalardan meydana gelmiştir. Onun içindir ki bazı coğrafyacılar, Orta Asya’nın yüksek dağ ve yaylalardan müteşekkil doğu kısmına “Yüksek Orta Asya” derler.

Ovalardan müteşekkil olan batı kısmı ise bu büyük bölgenin alçak kısmını meydana getirmektedir. Asya’nın bu kısmına Türk unsurlar hâkim olduğu için Orta Asya topraklarına geniş manada Türkistan denilmektedir. Böyle bir adlandırmada Orta Asya’nın Pamir ile Altay Dağları arasındaki dağlık sahanın doğu kısmı Doğu Türkistan’ı, batı kısmı Batı Türkistan’ı meydana getirmektedir.

Tarif etmeye çalıştığımız bu coğrafyanın dışında, Avrasya bozkırları da tarihin en eski dönemlerinden itibaren Türk kökenli halklara yurtluk etmiştir. Dolayısıyla kadim Türk tarihi sadece Orta Asya’da değil, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyinde, hatta Macaristan ovalarına kadar uzanan geniş bir sahada meydana gelmiştir. Milyonlarca kilometrelik bu alanlar, coğrafi olarak aşağı yukarı birbirine yakın iklim özellikleri taşımaktadır. Tarihin ilk devirlerinden II. Yüzyıla kadar Türk kökenli topluluklar Moğolistan’ın doğusundaki Kerulen Irmağı’ndan Tuna boylarına kadar doğu-batı yönünde bu iklim kuşağında hareket etmişlerdir.

Bu geniş coğrafya içinde Ötüken bölgesi, devletin merkezi olmak için en uygun özelliklere sahiptir. Bunun en önemli sebebi, karşı karşıya olunan tehditler ile bu tehditlerin yeri ve büyüklüğüdür. Bilindiği gibi Çin, tarihin en eski dönemlerinden beri insanların yaşamasına uygun bir ortam sunduğundan tarım ekonomisine de çok eski dönemlerde geçilen bir yerdir. Bu ekonomi, yerleşik hayata geçen ve çiftçilikle geçinen insanlara has bir kültür ortaya çıkarmıştır.

Bu kültür, tarım sayesinde elde edilen bol gıda yüzünden nüfusun hızla artmasına bağlı olarak ilk siyasi organizasyonların kurulmasını sağlamış ve Çin tarihinin büyük bir bölümü birçok bölgede ortaya çıkan küçük devletçikleri birleştirerek imparatorluk haline getirme mücadelesi şeklinde yaşanmıştır. Bu sebeple Çin, Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar döneminde ve hatta daha sonraki yıllarda Asya’nın en önemli siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel merkezi olmuştur.

Buna mukabil, tarıma pek elverişli olmayan Asya bozkırlarında hayvancılığa dayalı bir ekonomi ve kültürel yapı ortaya çıkmıştır. Dengesiz iklim özellikleri ile geniş bir coğrafyada sürekli hareket etmek zorunda olan hayvancılıkla geçinen toplumlar, yerleşik hayata geçememişlerdir. Göçebe bir hayat süren bu topluluklar, iklim değişiklikleri ile dönemsel kuraklık ve kıtlık zamanlarında tarım toplumlarının arazilerine de girmek zorunda kalmış ve Anadolu’da bugün bile devam eden bir çatışmanın temelleri atılmıştır. Bu çatışma, göçebe hayvancılarla yerleşik çiftçilerin mücadelesidir.

Bunun izleri tarihi kayıtlardan da açıkça görülmektedir. İran’dan Macaristan’a kadar tüm Avrasya’da bozkır orduları ile savaşan ve bu savaşlarda topraklarını kaybeden yerleşik tarım toplumlarına ait tarihi kayıtlarda; verimli tarlalarının otlaklara ve meralarına dönüştürüldüğüne dair yakınmalara rastlanmaktadır. Bugün doğu Anadolu’da göçer diğer bölgelerde Yörük denilen ve hayvancılıkla geçindikleri için mevsimlere göre yer değiştiren topluluklar ile çiftçilik yapan köylüler arasında bu göç mevsimlerinde hala büyük çekişmeler ve hatta kavgalar yaşanmaktadır.

Bu durum, tarihin en eski dönemlerinden beri farklı toplumlar arasındaki sonu gelmez savaşların en önemli sebeplerinden birinin bu toplumların yaşam şekillerinin, yani üretim ve tüketim biçimlerinin olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar zamanında da temel mücadele göçebelerle yerleşikler, yani hayvancılık yapanlarla çiftçiler arasındaki çekişmeler (kültür savaşları) şeklinde yaşanmıştır.

Bu dönemde göçebe hayvancıların karşısındaki en önemli ve hatta tek yerleşik tarım devleti Çin’dir. Bu yüzden, mücadelenin taraflarından biri olan göçebeler tarafında iktidara kim veya hangi boy gelirse gelsin Mete’nin de dediği gibi tüm göçebeleri bir bayrak altında toplamaya çalışmış ve bundan sonra taraflardan diğerini temsil eden Çin ile mücadeleye girişmiştir. Bu durum, tarih boyunca Türkler için Çin’i, Çinliler için Türkleri (ve diğer bozkır uluslarını) en büyük tehdit haline getirmiştir.

Askerî açıdan bir ordunun ve hatta bir devletin ağırlık merkezinin, en büyük tehdide oldukça yakın olması gerekir. Ancak bu yakınlık, ani bir saldırı karşısında baskına uğrayarak imha olacak kadar da yakın olmamalıdır. Örneğin Millî Mücadele’de Ankara, hareketin merkezi olarak seçilmiştir çünkü hem en büyük iç tehdit olan İstanbul hükümetine hem de en büyük dış tehdit olan Yunanlıların bulunduğu Batı Cephesi’ne yeterince yakındır. Ankara, ayrıca ulaştırma ve haberleşme hatlarının da geçtiği bir merkez konumundadır. Fakat ne İstanbul ne de Yunan ordusu, ani bir baskınla Ankara’ya ulaşabilecek kadar yakın değildir.

Ötüken bölgesinin de benzer bir özellikte olduğu anlaşılmaktadır. Yani en büyük tehdit olan Çin’e, oradaki gelişmeleri gözden kaçırmayacak kadar yakın ve ani bir saldırıda imha olmayacak kadar uzaktır. Bu sebeple, Baykal Gölü’nün güneybatısında, yüksek dağlar ile Orhun ve Tımar Irmaklarınca çevrili, savunması kolay fakat akınlar yapmaya elverişli bir mevkide bulunan, iklimi mutedil ve otlağı bol bir yer olan Ötüken Yaylası, Asya Hunları ve Göktürk Hakanlığı zamanında devletin ağırlık merkezi olarak Türklerin kutlu toprağı sayılmıştır.

Nitekim, yanı başında yeni ve kendisine rakip olabilecek bir siyasi yapının ortaya çıkmaya başladığını gören Çin, MÖ 215 yılında büyük bir ordu ile Hunlara taarruz ettiğinde  henüz güç oluşturma çabası içinde bulunan Teoman, imha olmamak için Gobi Çölü’nün kuzeyine, Orhun ve Altay bölgelerine, yani Ötüken’e çekilmeyi uygun bulmuştur. 

Burada, Gobi Çölü gibi büyük bir engelin varlığının da çok önemli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü piyade ağırlıklı Çin ordusunun büyük miktardaki ikmal ve bakım malzemeleriyle ağır bir şekilde ilerleyerek bu çölü kısa sürede geçmesi ve Ötüken’e baskın yapması mümkün değildir. Ancak süvari ağırlıklı Türk orduları çölü kısa sürede geçerek Çin’e akınlar yapabilir.

Çin’e akınlar yapılabilecek bir yerde olması, Ötüken’in merkez olarak seçilmesinde belki de savunma açısından sağladığı avantajlardan da önemlidir. Çünkü o dönemde Asya’nın büyük bir bölümü oldukça mütevazi bir yaşam sürerken Çin büyük miktarda tarım ürünleri ile ipek ve kumaş üretilebilen bir zenginlik merkezi konumundadır. Devleti yöneten kağanın, zenginliklere de en kolay el atabileceği bir yerde bulunması işin doğası gereğidir.

Ötüken, bu jeopolitik, jeostratejik ve askeri öneminin yanında barınma ve yaşam koşulları açısından da önemli avantajlara sahiptir. Ötüken, yaylak ve kışlak alanlarıyla, akarsu, göl, dağ ve tepeleriyle ve aynı zamanda hayvan otlatmaya son derece elverişli otlak alanlarıyla Türklerin yaşamasına en uygun alan olarak görülmektedir. Türklerin hayat tarzına uygun olarak hayvanların otlatılabileceği geniş düzlükler ve av yapmaya da uygun olan sahalar bulunmaktadır. Ötüken aynı zamanda, ticaret yollarının kesiştiği bir noktada da yer almaktadır.

Bölgenin kuzeyinde orman ile bozkır buluşur ve bölge nispeten sulaktır. Bu sebeple tarım yapma ve av imkânı vardır. Burada insanlar avcılık ve balıkçılık yaparak ve hatta yabani meyveleri toplayarak da geçinebilir.  Bu sebeple bölge, tarım toplumlarına (yani Çin’e) muhtaç olmadan belli miktarda bir nüfusu barındırıp besleyebilecek imkanlara sahiptir.

Güneyde yer alan Orta Asya bozkırlarında ise tarım ve avcılık-balıkçılık imkanları azalmakta, tek çare olarak evcil hayvan besiciliği kalmaktadır.  Normal zamanlarda bile hayvanları besleyebilmek için sürekli olarak geniş bir bölgede yer değiştirmek gerekmektedir. Mevsim değişiklikleri ve kuraklık dönemlerinde ise bölge tamamen çöl özelliği gösterdiğinden, böyle zamanlarda çok sayıda hayvan ve buna bağlı olarak çok sayıda insan açlık, susuzluk ve soğuktan ölmektedir.

Bu sebeple, tabiatın kısırlığı dolayısıyla nüfusu beslemeye kâfi gelmeyen bozkırlarda cüzi ziraat dışında ancak hayvan yetiştirebilen Türklerin normal bir hayat sürebilmek için çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası vb. başka iktisadi vasıtalara ihtiyacı olmaktadır. Bunu iyi bilen Çinliler, Türkleri Çin sınırlarında tutabilmek (yani kontrol edebilmek) amacıyla zaman zaman sınırlarda yeni şehirler kurmuşlar ve burada Pazar yerleri kurarak Türklerin kolaylıkla alışveriş yapabilmelerini sağlamışlardır. 

Çin, bu tür pazarlar kurarak ve iç savaş veya iklimsel felaket dönemlerinde insanlara yerleşebilecekleri topraklar vererek Türklerin kendi toprakları içinde ama dağınık bir şekilde yerleşmelerini her zaman teşvik etmiştir. Bu, Çinlilerin iyi niyetinden değil Türklere ve diğer bozkır uluslarına karşı tarih boyunca uyguladıkları stratejileri sebebiyle yapmışlardır. Çin, göçebe hayatı yaşayan Türk topluluklarını yerleşik hayata geçirerek, yani kültürel köklerinden koparıp alışkanlıklarını değiştirerek asimile etmek ve Çinlileştirmek için bunu yapmıştır. Hatta bugün Uygur Türklerinde de aynı stratejiyi uygulamaktadır. Yaşam alanlarından ve kendi toplumundan ayırdığı Türk çocuklarını eğitim kampı adı verdiği konsantrasyon kamplarında Çinli gibi yetiştirerek kendi kültüründen ve köklerinden koparmaya ve Çinlileştirmeye çalışmaktadır.

Bu stratejiye uygun olarak Çinliler, Göktürk İmparatorluğu yıkıldığında da Türk boylarını gıda ve barınma imkânı sağlamak vaadiyle kendi topraklarına yerleştirmiş, onları Çinli isimleri vererek ve Çinliler gibi giyinmeye teşvik ederek asimile etmeye ve kendi ordusunda asker olarak çalıştırmaya başlamıştır. Buna tepki olarak, bazı liderler isyan etmiş ama yoğun Çinli nüfusu içinde dağınık bir halde bulunan Türkler bir araya gelemeden bu isyanlar bastırılmıştır. Bu sebeple, İkinci Göktürk Kağanlığı’nın kurucusu olan Kutluk, yeni bir isyana başlayınca ilk iş olarak Çin topraklarından uzaklaşmış ve güçlenir güçlenmez Ötüken’i ele geçirdikten sonra buraya yerleşmiştir.


Tonyukuk’un anlattığına göre, Ötüken ele geçirilince bunu duyan Türkler hızla bu bölgede toplanmaya başlamıştır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ötüken, geniş ormanları ve nehirleri ile av hayvanları ve balık avlanarak da yaşamın sürdürülebileceği bir yerdir. Ayrıca bazı vadilerde kısıtlı da olsa tarım yapılabilmektedir. Böylece, sadece besi hayvanlarına bağlı kalmadan büyük bir nüfusun bu bölgede yaşaması mümkün olmaktadır. Halkın her yerden Ötüken’e akmasında, tarihi, psikolojik ve askeri sebeplerin yanında yaşamaya uygun olan bu özellikleri de etkili olmuştur.

Bu göç, Kutluk ve beraberindeki kişiler tarafından da desteklenmiştir. Çünkü, geniş bozkırlara dağılmadan devletin ağırlık merkezini oluşturan bir bölgede toplu olarak yaşayabilen yeterli bir nüfus, devletin geleceğinin garanti altına alınması demektir. Bu sayede, devlet merkezi geniş bir nüfus tarafından korunabilmekte, ihtiyaç duyulduğunda ordunun merkez kuvvetlerini teşkil edecek çok sayıda asker toplanabilmektedir. Bozkır ticaret yollarının da Ötüken bölgesinden geçmesi, büyük bir orduyu ekonomik açıdan idame ettirebilmek için geniş imkanlar sağlamaktadır. Ötüken’in daima kutlu bir merkez olarak görülmesinin, Orhun Yazıtlarında devletin merkezinin burası olması gerektiğinin ve halkın bu bölgeyi terk etmemesi gerektiğinin üstüne basa basa tekrarlanmasının da en önemli sebebi budur.

Çünkü nüfus, Türk devletleri için daima en gerekli unsur olmuştur. Bozkır yaşam koşullarının zorluğu yüzünden Türkler, hiçbir zaman Çinliler kadar kalabalık bir nüfusa sahip olamamışlardır. Bu sebeple Türkler, Çin kadar büyük ordular teşkil edememiş, bunu başarsalar bile bu ordunun kaybı durumunda kısa sürede yeni bir ordu toplayamamışlardır. Çünkü ölen askerlerin yerine yenilerini koymak için en az askerlik çağına gelmiş yeni bir nesil yetişene kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Yani Türkler, tarihleri boyunca nüfus artış hızı yüksek olan tarım toplumları karşısında sayısal olarak dezavantajlı durumda yaşamışlardır.

Bu durum, Göktürkler zamanında Türklerin birliğini sağlamak için yapılan savaşlarda baş eğdirilen boylara büyük katliamlar yapılmaması ve savaşın ardından hemen mağlup edilen boyun hemen devlete eklemlenmesinin de temel sebebidir. Aynı sebepten dolayı, yeni kurulan her Türk devleti öncelikle Çin’e gitmiş veya çevreye yayılmış boyları geri getirmeye çalışmıştır. Örneğin Gök Türk Devleti 682 yılında istiklaline yeniden kavuştuğunda, başlıca politikası Çin’e gitmek zorunda kalmış veya zorla götürülmüş Türk boylarını yeniden geri getirmektir. 


Kutluk’tan sonra iktidara gelen Kapgan Kağan’ın planı da nüfus zafiyetini ve nüfusu besleme problemini çözmek üzerinde toplanmaktadır. Bu maksatla tarım ürünleri temin etmek ve devletin huzurunu sağlamak maksadıyla Çin’i baskı altında tutmuş, Çin’de dağınık halde yaşayan Türkleri Ötüken’e çekmeye ve Asya Kıtası’ndaki bütün Türkleri kendisine bağlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Çin’den temin ettiği tohumlarla halkın belirli bir oranda çiftçilik yapmasına da gayret göstermiştir. 

Nüfus zafiyeti, Türklerin askeri harekatları ve fetih programları üzerinde de etkili olmuştur. Nüfusu seyrek bozkır topraklarını hızla devletin sınırları içine almalarına rağmen Türkler, hiçbir zaman yoğun bir nüfusa sahip olan Çin’i istila ederek orada oturma ve Çin’i kendi egemenlikleri altına alma yoluna gitmemişlerdir. Çünkü, Çin’e gidip orada yerleşirlerse zamanla kalabalık Çinli nüfusu içinde kendi benliklerini kaybedeceklerini ve Çinlileşeceklerini düşünmüşlerdir. Çinliler de nüfus üstünlüklerinin sağladığı avantajın farkında olduklarından, yay çekenler dedikleri bozkır topluluklarının nüfuslarını daha da azaltmak için dağınık en ufak bir Türk zümresi bile olsa hemen yerleştirmişler, onlara yerleşikliğin bütün icaplarını öğreterek asimile etme yoluna gitmişlerdir.

Bu nüfus zafiyeti ve kültürel olarak asimilasyona uğrama ihtimali, Türkler için daima bir endişe ve korku kaynağı olmuştur. Hatta Çin’den çok uzak bölgelerde olsalar bile ısrarla mevcut yaşam tarzlarını ve kültürlerini korumaya çalışmalarının sebebi de budur. Örneğin Bilge Kağan ülkesinde kaleler, surlar ve tapınaklar inşa ettirmek istediğinde, Tonyukuk buna karşı çıkmış ve nüfus olarak Çinlilerden çok daha zayıf olduklarını belirtmiş ve şunları söylemiştir: “Hiçbir kentimiz yoktur. Sulu ve otlak yerler arayarak dolaşıyoruz ve avlanarak yaşıyoruz. Bütün halkımız savaş sanatını uygulayabiliyor. Güçlü olduğumuzda askerlerimizi akınlara sevk ederiz, zayıf isek bozkırlara çekilir ve korunuruz. İçinde oturmak için kaleler inşa edersek ve eski hayat tarzımızı değiştirirsek, günün birinde yeniliriz.”

Sonuç:

Sonuç olarak Ötüken’in Hun, Göktürk ve Uygur Devletleri ile tüm Türk toplulukları için önemli bir merkez olarak kabul edilmesinin sebepleri şu başlıklar altında toplanabilir:

1. Ötüken en eski zamanlardan itibaren kurulan Türk devletlerinin ağırlık merkezi olduğundan tarihi açıdan önemli bir bölgedir.

2. Bu derin tarih, toplumun belleğinde kalıcı bir yer edindiğinden Ötüken, kültürel ve psikolojik açıdan da toplumu birleştirici bir simge durumundadır. Bu yüzden Göktürk Devleti ilk kurulduğu zaman başkentini bu bölgeye taşımıştır. İkinci Göktürk Devleti’ni kuran Kutluk da bu bölgeyi ele geçirdikten sonra kendisini kağan ilan etmiş ve bu durum Türk toplulukları tarafından kabul görmüştür.

3. Bölgenin doğal yapısı, göçebe hayvancılık ile birlikte avcılık ve tarım da yapılmasına imkân verdiğinden bozkırın diğer bölgelerine göre daha büyük bir nüfusu besleme potansiyeline sahiptir. Devletin ağırlık merkezinde büyük bir nüfus bulunması devletin varlığı ve bütünlüğü için hayati önem taşımaktadır.

4. Bölge, dağlar ve çöller arasında kaldığından savunulması nispeten kolaydır.

5. Güneyde bulunan geniş çöl, en büyük Tehdit olan Çin ordusunu engelleyici bir nitelik taşımaktadır.

6. Ötüken, Çin sınırından baskın tarzında yapılacak saldırılar karşısında hazırlık zamanı sağlayacak kadar uzak ve süvari ağırlıklı Türk orduları tarafından hızla ve kısa sürede akınlar yapılabilecek kadar yakındır.

7. Çin, Sun Tzu’nun eserinde de görüldüğü gibi dolaylı tutum stratejisi konusunda ustadır ve tarih boyunca bu stratejiyi başarıyla uygulamıştır. Bu stratejinin Türklere ve diğer bozkır toplumlarına karşı en başarılı uygulaması ise kültürel asimilasyondur. Ötüken, Çin kültürünün ulaşamayacağı kadar uzak bir bölgede bulunmaktadır. Bu husus Türklerin varlığını sürdürebilmesi açısından belki de en önemli özelliktir. Bu yüzden Orhun yazıtlarında da sık sık Çin’e yakın bölgelere gidilmemesi, Çinlilerin güzel sözler ve ipekli kumaşlarla Türkleri kendine çektiği, kendi topraklarına yerleştirdiği ve asimile ederek yok ettiği üzerinde durulmaktadır.

8. Ötüken, Türklerin kadim inançları açısından da kutsal bir bölgedir.


KAYNAKÇA:

AYDIN, Erhan; Orhon Yazıtları, Köl Tegin, Bilge Kağan, Tonyukuk, Ongi, Küli Çor, Bilge Kültür Sanat Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 2019.

ÇELİK, Muhammed Bilal; İslam Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü, Nobel Yayınevi, Ankara, 2018.

DURMUŞ, İlhami, Bilge Kağan, Köl Tigin ve Bilge Tonyukuk, Akçağ Yayınları, Ankara, 2017.

ERGİN, Muharrem; Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, 52. Basım. İstanbul, 2018.

KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, 44. Basım, İstanbul, 2019.

KÜRKÇÜOĞLU Erol, Türklerin Siyasi Tarihi, MÖ III-MÖ XII, Bilge Kültür ve Sanat Yayıncılık, 2. Basım, İstanbul, 2019.

TAŞAĞIL, Ahmet; Bilge Türk Tonyukuk, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2020.

…………………..; Bozkırların İlk İmparatorluğu, Hunlar, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2020.



Atatürk'ün Kişiliği..!

 

Renkli bir kişiliği vardı.. 

Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.

Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen,

Lebon’a pasta yemeye,

Rejans’a Borç çorbası,

Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi. Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı.

Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4.80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.

Sık sık Sarayburnuna giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.

Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı.

Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı.

Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankarayı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.

Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar;

Aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.

Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı.

Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.

Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.

Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi.

Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün var." deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.

Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı.

Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.

Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.

Çok sık düş görür...

Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı.

Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı.

Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü.

Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü.

Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini lmıştı.

Ankara’da, sıkça ve gizlice,

Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.. 

NedameT

https://www.edebiyatdefteri.com/219056-ataturk-un-kisiligi/

TEŞEKKÜRLER.


 



Oğuzam, Türk menem

Bayatlardan Türkmen’em…

Damarlarındaki asil kan

Aslına çektiğin ırk menem…

Yaprağın asılı dallar

Gövdeni taşıyan kök menem…

Yolunu gözleyen yar

Aşkınla çarpan ürek menem…

Can içre canan bilmişem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Yedi koldan

Yirmidört boydan gelmişem Orta Asya’dan

Yayından fırlayan ok

Huduttan hududa atılan mızrak

Deli havalar soluyan kısrak gibi esmişem…

Az gitmişem, uz gitmişem

Dere tepe düz gitmişem…

Kuş uçmaz kervan geçmez dağları

Göçebe adımlarla gezmişem…

Irağı yakın, yurdumu Irak eylemişem…

Tırnaklarımla oymuşam tortu kayaları

Kıraç toprakları gözyaşlarımla sulak etmişem…

Kızgın tohumlar serpmişem

Emek vermişem, aşa getirmişem…

Türk illerine haber salmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

 

Selçuklu Şah-ı Sultanlarım adım atmış otağıma

Kapıda karşılamışam civan mert erlerimi

Başım gözüm üstüne berhudar ağırlamışam…

Musul’da Zengiler

Kerkük’te Kıpçaklar

Erbil’de Beg Teginliler

Yiğit yatağı Atabegler kurmuşam

Dokuz başlı tuğlar aparmışam yad ellere

Türk’ün adını âlemlere duyurmuşam…

Bayındır kızanı torunlarımı kucaklamışam

Bahar coşkusu Akkoyunlar gibi ovalara yayılmışam…

Sultan Cüneyd’in emaneti

Şah İsmail’imle pişirmişem ham yanlarımı

Ocağımda tüten Safevi ateşiyle alev alev yanmışam…

Genç Osmanlı’yla açmışam Bağdat’ın kapısını

Cahiliye devrini hepten kapatmışam…

Dil, din ve ırk özgürlüğüyle donatmışam halkları

Çıra gibi aydınlatmışam kör karanlık tarihi

Çevreme ilim, irfan, ışık saçmışam…

Derin hülyalara dalmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Ne zaman ki

Türk birliğine diş bilemiş düşman

Çapraz fişek silahıma davranmışam…

Zırnık ödün vermemişem haa sevgimden

Korkmamışam heç!

Ölümleri kuşanmışam…

 

Yalın ayak koşmuşam Kafkas cephelerine

Sarıkamış harekâtına katılmışam…

Buz kesmiş yüreğim Allah-u Ekber Dağları’nda

Katmer katmer kefensiz donmuşam…

 

Çanakkale’de etten duvar olmuşam

Göğüs göğüse çarpışmışam Allah vekil

Bir adım geçirmemişem gâvuru öteye

Üst üste cansız yığılmışam…

 

Nasıl ki

Harb-i cihanlarla zayıflamışam

Güçten kudretten düşmüşem heyhat

Yeraltı kaya yağlarım sulandırmış ağızları

Hemhal manda manda paylaşılmışam…

 

Öyle ki

Et ve tırnak misali ayrılmışam

Süt kuzu yavru gibi koparılmışam Anadolu’dan

Yılanlar tıslamış

Köpekler hırlamış ardımdan

Sahipsiz kalmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Lord planları tayin etmiş kaderimi

Misak-ı Milli sınırlar dışına çıkarılmışam…

İtilmişem, kakılmışam, horlanmışam külliyen

Tekme tokat yerlere yatırılmışam…

Dağ ayılarının önüne atılmışam yaralı

Çöl develerinin hörgücüne tepe taklak asılmışam…

 

Türk menem demişem

Türkçe söylemişem

Eskiyaka’da kurşunlara dizilmişem…

Emeğimin hakkını istemişem

Gavurbağ’da linç edilmişem…

Adalet beklemişem

İplere gerilmişem…

Eşitlik yeğlemişem

Zab suyu kana bulanmış

Altunköprü’de ekin gibi biçilmişem…

El insaf vicdan dilemişem

Zindanlara sürülmüşem…

Çığlıklarım katlimin sâlası

Diri diri gömülmüşem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Duy hele

Kimliğim değiştirilmiş

El-Temim olmuş Türkmen Kerkük

Hafızalardan kazınmışam…

Baas Baas bağırmışlar partizanca

Kin kusmuşlar yüzüm barabarı

Evimden yurdumdan göçe zorlanmışam…

 

Kollarım kırılmış omuzlarımdan

İşkencelerle yoğrulmuşam…

Gözlerim kan çanağı

Fincan fincan oyulmuşam…

Ölmem yetmemiş kâfire

İp sarılmış cesedime

Sokaklarda dolaştırılmışam…

Cıncık gibi ortalığa saçılmış cism-i bedenim

Lime lime dağılmışam gavim gardaş, nerdesen!..

 

Beterin beteri var

Biri getmiş, ötekiler gelmiş

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşam…

Mavzerler çevrilmiş üzerime

Tetiklere sarılmış puştlar

Merhamet beklerken, zulüm bulmuşam…

 

Böyük devletlerin böyük oyunu

Yok etmek Türk’ün soyunu

Çoraplar örülmüş

Çuvallar geçirilmiş başıma

Aslanım; kediye boğulmuşam…

 

Okumak yazmak yok!

Dilim damağıma bağlanmış

Düşünmem, konuşmam, kızmam yasak…

Başın kaldırıp bakmak

Gözün ucuyla süzmek ne cüret! ..

Elim ayağıma dolanmış

Oturmam, yürümem, gezmem yasak…

Taş kesilmişem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Di gah gel…

Di gel ölem di gel…

Adına gurban olam di gel…

Alnına kanım çalam di gel…

Bayrağım göğün mavi gülü, ay yıldızım sen…

Yurdum Türkmen eli, can özüm sen…

Soyum sopum Türkoğlu, yüzüm sürdüğüm izim sen…

Oy men ölmüşem gavim gardaş, nerdesen!..

 

Şah Ali Yaşar

          


“Ben Sana Mecburum”, “Memleket Havası” gibi şiirlerin büyük ustası ve -kimilerine göre- ülkemizdeki sosyalist akımın önde gelen temsilcilerinden sayılan Attila İlhan -bize göre de- düşünür, şair, yazar, gazeteci, senarist, eleştirmen… kısacası çok yönlü bir Türk aydınıdır. Hatta Türkiye’nin Mir Sultan Galiyev’idir desek yeridir. Bir dönem Sosyalizmin Fransız aksanından etkilenmişse de son tahlilde yerli ve millî olmayı/kalmayı başarmıştır.

 

Attila İlhan’ın dünya görüşü daha doğrusu düşünce dünyası iki dönemden oluşmaktadır. İlki duygusal toplumculuk (romantic socialism/sosyalizm) ikincisi ise yerlilik ve millî(ci)lik… Her ne kadar zaman zaman “Ben bir sosyalistim.” dese de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ulusalcı (milliyetçi) bir çizgiye kaydığı görülür. Hakkı teslim etme, gerçeği dile getirme erdemini gösteren ender aydınlarımızdan, sanatçılarımızdan biri hatta en önde gelenlerinden olduğunun da altını çizelim. “Türkçülük; Gaspıralı’dan Molla Nur Vahidov’a, Validov’dan (Z. V. Togan) Sultangaliyev’e, Mustafa Kemal’den Ziya Gökalp’a, Mustafa Suphi’den Şevket Süreyya’ya… Türklerin ‘tam bağımsızlık’çı anti-emperyalist halk cephesidir.” sözünde olduğu gibi…

 

Attila İlhan birçok Sol görüşlü yazar-çizerin aksine Türkistan konusunda da oldukça ilgili ve bilgilidir. Marksizm-Leninizm takıntısı ve/veya Sovyet seviciliği yüzünden Türkistan’a mesafeli duran solculardan farklı bir duruş sergiler. Onun Türkistan’daki Cedit Hareketi’yle ilgili yaptığı “…Türkçüler, bir yanda Rus hegemonyasına karşı anti-emperyalist bir kurtuluş hareketine kalkışırken; diğer taraftan, içlerindeki ‘ümmet toplumuna’ karşı laik ve demokratik bir ‘ulusal sentez hareketi’ başlatmış oluyorlar.” şeklindeki sözleri yansız (objektif) ve yerinde bir değerlendirmedir kuşkusuz.

 

Attila İlhan’ın, Yeni Hayat dergisinin Ekim 1997 sayısında yer alan ve o dönem oldukça ses getirmiş olan yazısından üç alıntı: “Şimdi pek çok insanın unuttuğu veya hatırlamak istemediği bir şey var; Kuva-yi Milliye’yi ve Müdafa-i Hukuk’u örgütleyenler Türkçülerdir. Türkçü ne demektir? Türkçü, Batılı emperyalizme karşı ayağa kalkan ve ona karşı çıkan adam demektir. Türkçü, Türk kimliğini açığa çıkarıp, Batılının ona olan baskısına karşı koyan adam demektir. Türkçü, ülkesinin tam bağımsız ve özgür bir ülke olarak devam etmesini sağlayan adam demektir.”

 

“Bizim yolumuz, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün yoludur. Bunun için Cumhuriyet’e laikliğe sahip çıkmak, emperyalizme karşı savaşmak, akıl mantık ve bilimsellikten sapmadan, gerçekçilikten uzaklaşmadan ama cesur adımlar atmak zamanı gelmiştir.”

 

“Bugünün Türkçüleri de tıpkı Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Atatürk gibi gerçekçi, akılcı, mantıklı ve bilimsel çizgiden sapmadan, en az onlar kadar cesur olmak ve tabii ki yerlerini iyi tayin etmek zorundadırlar.”

 

Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk… Lenin tarafından “burjuva milliyetçisi” olarak yaftalanan; Attila İlhan tarafından Türkçü ve demokrat olarak tanımlanan Atatürk’ün, -yakın arkadaşı- Mazhar Müfit Kansu’ya söylediği bir sözle noktayı koyalım: “Sosyalistlik filan bizim anlayamayacağımız karışık bir zihniyetin ifadesidir. Sosyalistlik, bilmem nelistlik bilmiyoruz. Vatan, millet ve milliyetçilik biliyoruz.”

 

Aziz Dolu Atabey

Serik/Sarıobalı

31.12.2022


Demokrasinin olmazsa olmazı olan “millî irade” bir milletin namusudur. Komünizm, kapitalizm, fundamentalizm (köktendincilik) gibi algılar, yanılsamalar (halüsinasyon) ise bu namusa göz dikmenin cilalı ambalajlarıdır bir yerde. Bireyi (insan) bir maraba bir mankurt gibi algılayan komünizm ne kadar ilkel ve çağdışı ise, bir makineye bir robota dönüştüren kapitalizm de bir o kadar bencil ve çağdışıdır. Öyle ki bir düş (rüya), bir sihirli değnek gibi algılanan Amerika ve dollar (‘dolı) denince siyonizm ve collar (‘kolı) akla gelmelidir. Çünkü ABD’nin -sözde- ulusal bankası bile Amerikalıların değildir. Yahudilerindir. O halde Türk milletinin izleyeceği siyaset “siyasetin Türklük, Türklüğün siyaset olacağı” yani milletin odaklı yeni bir dünya görüşü olmalıdır.

 

Biz ne kadar Avrupalı olabiliriz? Avrupa’nın istediği, izin verdiği kadar… Ötesi berduş avuntusudur. Bu gerçeğin bilincinde olma zorunluluğu, yükümlülüğü iliklere kadar hissedilmelidir. Batı, bizim adam olmamızı ister mi? Öyle ya, Batı o kadar ahmak mıdır? Doğu, açık pazar olduğu sürece Batı’nın gözünde bir değer taşır. O da bir sağmal ineğin taşıdığı değer kadar… “Batı, üretmeli; Doğu, tüketmeli” mantığından yola çıkan bir küreselleşme, küreselleşme değil -olsa olsa- köleselleşmedir. Her iki taraf da bunu içselleştirdiği sürece arada barış olacaktır. Aksi halde pilavdan dönenin kaşığı kırılacaktır. Tam da bu noktada Türklerin özellikle de Anadolu Türklüğünün tarihî görevi (mission) ve duruşu büyük önem kazanmaktadır.

 

Türk aydını millî olmalı; “Avrupa’nın herhangi bir şehrinde havyar yemektense ülkemin herhangi bir köyünde bulgur aşı kaşıklamayı tercih ederim” demeli, diyebilmelidir. Atalarının bey gibi dolaştığı Avrupa’da turist gibi dolaşmaktan utanmalıdır bir yerde. İstanbul önlerinde bir Türk gibi güçlü iken, Viyana’da düşülen çaresizlik (acziyet) iyi sorgulanmalıdır. Ulusların tarihinde Viyana benzeri bozgunlar bir günde oluşmaz. Hatalar birikir birikir ve bir noktada tarihî kırılma gerçekleşir. Bu tür kırılma noktalarına gerekli müdahaleyi yap(a)mayan toplumlar ve toplumların bileşke kuvveti olan devletler tarihin tozlu sayfalarında tepetaklak olurlar.

 

Doğulular bilim için servet harcarken; Batılılar servet için bilimi harcamışlardır. Bir başka deyişle Doğulular insanlık için servet harcarken; Batılılar, servet için insanlığı harcamışlardır. Meselenin dinî cepheleşmeden yani Hıristiyan-Müslüman kavgasından çok daha öte bir derinliğe, gerçekliğe sahip olduğu ortadadır. Burada da karşımıza yine Anadolu Türklüğü çıkmaktadır. Aslında bu durum, tarihin ve coğrafyanın Türk milletine dayattığı bir kaderdir. Demir dağları eritip kılıç, temren yapan ve dünyaya düzen veren Türkler yine/yeniden bir kutlu görev için ileriye doğru itelenmektedir. Ki gelecek yüzyılda Osmanlı’dan kat be kat daha güçlü bir cihan devleti kuracağımız da artık sır değildir. Sır olansa, bu yeni görevin ilki kadar uzun yani iki bin yıl sürüp sürmeyeceğidir sadece. Sürmesi, bilim ve uygarlıkta ortaya ne konulacağı ile de ilintilidir kuşkusuz.

 

Millet olmak, kederde ve sevinçte ortak olmak demektir. Ortak ol(a)mazsanız, birileri gelir ülkenize ortak olur. Bugün Ortadoğu’da yaşananların özeti budur. Ortadoğu meselesi, Ortadoğu’nun, Osmanlı’sız kalması meselesidir. Vatansızlık, dalından kopmuş yaprağa dönmektir. Ortadoğu’daki cetvel artığı ülkelerde yaşayan Arap ve/veya Araplaş(tırıl)mış toplumlar büyük acılar, bedeller pahasına bu gerçeği öğrenmişledir. Türk milleti, bu toplumların yaşadığı acılardan, ödediği bedellerden de dersler çıkarıp, “bir, iri ve diri olmak” zorundadır. Adalar Denizi ile Hazar Denizi birbirine karış(tırıl)malı, Altaylar ile Torosların gölgesi birbirine kavuş(turul)malıdır. Revan’ın (Erivan), Karabağ’ın, Tebriz’in yüzyıl önce Türkmen ülkesi (Türkomania) olarak adlandırıldığı unutulmamalıdır. Anadolu Türkleri, oralarda yaşayan kardeşlerinin Azerî değil, Azerbaycan Türk’ü olduğunun bilincinde olmalıdır. Tıpkı Yavru Vatan’da yaşayan soydaşlarımızın Kıbrısî olmadıkları gibi!.. Doğu Türkistan’ı unutmak demek soysuzlaşmak demektir. Bosna’yı unutmak özümüze ihanettir. Bakü’de, Tebriz’de, Ankara’da yaşayanların “tek millet” olduğunu unutmak, unutturmaya çalışmak ise en hafifinden Türk’e düşman olmaktır.

 

Çanakkale’de omuz omuza verip ölüme meydan okuyanların, ölümü öldürenlerin torunlarıyız. Bugün olsa yine yaparız. ABD’nin, Cebelitarık’ta bilet kuyruğuna gireceği günler de gelecektir elbet. Ama bir hususun da altını çizmemiz gerekir. O da şudur: Bir millete silahşorlar kadar kalemşorlar da gereklidir. Yani tarih yapmak kadar tarih yazmak da önemlidir. Haliyle bir millet geçmişini kendisi yazmalı, geleceğine kendisi yön vermelidir. Milletçe akl-ı selîm, kalb-i selîm, zevk-i selîm… olunmalı; ham kalmayıp olgunlaşılmalıdır ki Türk kültürü ve uygarlığı bir güneş gibi insanlığı aydınlatabilsin. Hem “Türk budur; yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.” diyen büyük önder Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu da ancak o zaman huzur bulacaktır.

 

azizdolu.wordpress.com