TÜRKLERİN SOYAĞACI

               


             Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), [1] Hz. Nuh'un üçüncü oğlu ve Türklerin atasıdır.[2] O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde "Capaş" şeklinde de kullanılmaktadır.[3][4] Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim, Yazıcızâde'nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır.[5] Yafes, Arapça eserlerde ismi, "Yafes bin Nuh" (Nuh'un oğlu) diye geçmektedir.[1] 

Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh'un oğullarından türemiştir. Hz. Nuh'un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan gelmektedir.[6][7] 

İnsanlığın başlangıcında insanların ömürleri uzun bulunmuştur. Bu da insanların çoğalmasını temin gibi hikmetlere dayanmaktadır. Hz. Adem'den sonra insanlar çoğalmış, fakat Allah'ın dinini terk ederek müşrikçe bir halde yaşamaya başlamışlardı. Nuh Aleyhisselâm'a inananlar pek azdı. Nihayet o inatçı kavme cezaları yaklaşmıştı. Hz. Nuh bir gemi yapmakla Allah tarafından emrolundu. Gemiyi yapar yapmaz şiddetli yağmurlar yağmaya başlamış, yeryüzü bir deniz kesilmişti. Hz. Nuh kendisine imân edenleri gemisine aldı. Bunların sayısı kırk erkek ile kırk kadından ibaret bulunuyormuş. Bunların içinde Hz. Nuh'un Sam, Ham, Yâfes adındaki oğulları da bulunuyordu. 

Yâm veya Ken'an adındaki oğlu ise Hz. Nuh'a isyan ederek gemisine binmemişti. Nihayet gemi dışında bulunanlar tamamen suların dalgaları arasında kalarak helak olup gitmişlerdi. Daha sonra yağmur kesilmiş, sular çekilmeye başlamış, gemi de Musul civarında Cudi denilen dağın üzerine Muharrem ayının onuna rastlayan aşure gününde oturmuştur. Hz. Nuh bu gemiye uygun gördüğü hayvanlardan da birer çift almış bulunuyordu. 

Bu tufan hadisesi cumhura göre umumidir, bütün yeryüzünü kapsamaktadır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri = eski zamandan beri taş kesilmiş hayvanların cesetleri görülmektedir. Böyle bir tufan hadisesinin yeryüzünde bir azap örneği olmak üzere vücuda getirilmiş olması, Allah'ın kudreti karşısında imkânsız görülemez. Maamafih bazı zatlara göre de bu hâdise, yalnız Hz. Nuh'un bulunduğu Babil havâlisinde meydana gelmiştir.[8] 

Deguignes'e göre Yafes'in sekiz oğlundan en büyüğü Türk ismine sahipti.[9][10] Hammer tarihinde "şecerenin ilki olan Türk... Her halde Heredot'un eserindeki Targitaos ve Mukaddes Kitap'taki Taghrama'dır" [11] deniliyor.[12] 

Yaşar Kalafat'a göre Türklük, ismini işte bu Türk Ata'dan almıştır. Türk Ata, Hz. Adem'in torunlarından olan Hazer'in oğlu Yafes'ten türemiştir. Türk Ata, ilahi tebligat yapılan tebligatçılar hiyerarşisinde yer almaktadır.[13] Bu tebligatın (Bildiri) akaidi Türk Töresi ve bu töreyi besleyenler tümüyle Türk'tür. Bu tebligatın dili Türkçe idi. Bu itibarla Türk dili ilahi bir muhteva içermektedir. Bu bildirilerin ulaştığı coğrafyalar ise Türk dünyası coğrafyasını oluşturmuştur.[14] 

Yaşar Kalafat, Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar devam eden ilahi nizam tebligatının Hz. Nuh'tan sonra Hz. Yafes'e; ondan da Hz. Türk'e geçtiğini düşünmektedir.[15] Türk inanç tarihinde Türkler Tanrı'nın “Türk Kağanları” Türk töresini uygulayıp devam ettirmeleri için gönderildiğine inanırlardı. Bu yönü ve özelliği ile, Türk kağanın ilahi bir kutsanmışlığı ve görev (Töre) mesuliyeti vardı. Bu özellik ve ilahi tebliğ mesuliyetini Bilge Kağan'ın kitabe yazısında görmek mümkündür.[14] 

Yâfes, evlâtları çoğalınca, onlara reis olmuştu. Bunların hepsi, dedeleri Nûh aleyhisselâmın gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evlâdı çoğalarak bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar da, zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldı.[16] Türk, Veliaht olduğunda babasından kalmış halkları korumuştur.[9]

 

Rehber Ansiklopedisi'nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes, nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozmuşlardır. [17] 

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarih tezini savunurken şunları söyler: "Efendiler bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes'in oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki Türkler, on beş yüzyıl önce Asya'nın göbeğinde muazzam devletler kurmuştur ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya çıkmıştır." [18] 

Vâni Mehmed Efendi, "Araisü'l-Kurân" adlı eserinin birinci bölümünde şöyle der: "Türklerin Benî İshâk‘tan kabul edilmesine gelince; buradaki İshâk'ın, İshâk Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde, Oğuz Han'ın Yafes'in neslinden olduğunu gördüm. Türkler'in tamamı O'nun neslindendir. Oğuz Han, Hz. İbrahim‘le çağdaş idi. Hatta Türkler, O'nun İbrahim'e iman ettiğini ve İshak'ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kurân-ı Kerîm'de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han'dır derlerdi. Bu duruma göre Türkler, anne tarafından Hz. İshak'ın evladı olmuş olurlar. Nitekim Hz. İsa'nın Benî İsrâîl'den olduğu gibi, Türkler de, Beni İshâk'tan sayılırlar. Bunda asla bir müşkillik yoktur." [19][20] 

Mehmet Faruk Gübtunca'nın "Peygamberler Tarihinden Seçilmiş Kıssalar" adlı kitabına göre Hz. Nuh'un dört oğlu olmuştu. Bunların isimleri şöyleydi: Harun, Sam, Yâfes ve Kenan. Bunlar da annelerine uymuşlar, kâfir olmuşlardı. Ama Sam ve Yâfes, daha sonra Hakk Dîn'e dönmüş, diğer ikisi ise bâtıl dinde kalmıştı.[21] 

Eski Türk boylarında çok eski devirlerden beri yaygın bir inanca göre, Hz. Nuh, tufandan sonra oğlu Yafes'i Türk yurduna göndermeden önce ona "YADA" adı verilen büyülü bir taşı oğluna vermiştir. Türklerin babası olarak kabul edilen Yafes, bu taşı Türklere vermiş, daha sonra bu taş Oğuz Hana geçmiştir.[22] 

Şamlı Fahreddin Osman b. Ebi Bekir b. eş-Şeyh Muhammed Züreyg'in "Kitabü'l-Bustan fi Ba'zı Ahbâri Âl-i Osman" adlı eserinde Osmanlılar için "Onlar Hz. Nuh'un oğlu Yafes neslinden Karahan oğlu Oğuz'un evlatlarındandır." tâbiri kullanılır.[23] 

Türk adından, ‘Tugar' olarak bahseden en eski belge, Musevilerin Ahdiatik (Tevrat)'idir. Ahdiatik en eski İbranice eserdir. Dünya varlığından, milletlerden, devletlerden ve dünyanın kuruluşundan bahseden en eski eser olarak Ahdiatik'in fasıllarında, insanlığın doğuşu (tekvin-i mahlukat) bölümünde anılan Tugar, Nuh'un oğlu Yafes'in oğludur. İsa'dan 458 sene önce yaşamış olan Musevi tarihçisi Hazkiyal, Tugar'la ilişkilendirilen Torok'ların yaşadığı bölge olarak Orta Asya'nın tam bir tarifini yapıyor. Ünlü tarihçi Josephe Flavius şöyle diyor: Toroklar, Dara'nın ülkesinin bitiminden başlayan ve sonu bilinmeyen yerlere kadar geniş sahalarda yaşayan, başlıca dokuz kola ayrılı büyük bir millettir. Çin kıtası da Torokların egemenliği altındadır. Ahdiatik'in en tanınmış müfessiri Mendelson, ‘tekvin-i mahlukat' bahsini açıklarken Torok tabirinin Türk olduğunu ve bu deyimin Turan şeklinde kullanıldığı zaman ‘Türklerin asıl vatanı' olarak anlaşılması gerektiğini karşılaştırmalarla anlatır.[24][25] 

Abul-Fevz Muhammed Emin Bağdadi, Türklerin Yafes oğlu Kumer oğlu Türke intisap ettiklerini yazar. Partold ise Hazar denizinden Çin hududuna yayılan Türk boylarının Türkmen Oğuz Karluk ve Dokuz-Oğuz olduğunu söyler.[26] 

Arap tarihçisi el-Mesudi'ye (X. yy.) göre, Türkler, Nuh Peygamber'in üç oğlundan biri olan Yafes (diğerleri Ham ve Sam)'in soyundan iniyordu. "Tac-üt Tevârih" yazarı Hoca Sadettin Efendi dahil bütün Osmanlı vak'anüvis (resmî devlet tarihçi)leri bu görüşü aynen benimsemiştir.[27] 

Osmanlılarda tarih anlayışı, silsilenameler şeklinde hikâye edilen kutsal bir tarihti. Bu anlayış içinde şecerelerini Hazreti Nuh'un oğlu Yasef'e kadar götürüyorlardı. Modern çağların ırk ve ulus tartışmaları içinde Hazreti Nuh'un üç oğlu, ayrı üç ırkın ataları haline geldiler. Ham (ve hamiler) siyahları; Sam (ve samîler) semitleri; Yafes ise beyazları temsil eder oldular. Böylece Osmanlılar, âdeta farkına varmadan, kendilerini Batılılarla birleştirmişlerdir.[28] 

Mekkeli Şair İbn el-Uleyf'e göre Nuh'un Sam, Ham ve Yafes adlı üç oğlu mevcuttur: Sam, Arap, Fars ve Rumlar'ın; Yafes, Türkler ile Ye'cuc ve Me'cuc'un; Ham ise Sudanlılar'ın atasıdır.[29] "Defter-i Çıngıznâme"ye göre ise Hz. Nuh'un Ham, Sam, Ken'an ve Yafes adlarında dört oğlu ve Reheb, Zeheb, Zühüt ve Zehüt adlarında dört kızı vardır. Ham'ın nesli Arap halkını, Sam'ın nesli Acem halkını ve Yafer'in nesli Rum diyarı halkını (Türkleri) oluşturmaktadır. Ken'an ise Tufan'da helak olmuş ve nesli kesilmiştir.[30] 

İbn Abbas (r.a) der ki: "Hz. Nuh`un kavminden seksen kişi iman etmişti, Bunların Üç tanesi oğlu idi: Sâm, Hâm ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini iman etmişti. Bunlar gemiden çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu`s-Semaîn" (seksen kişinin kasabası) diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hz. Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka`b`ın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Nûh da yüce Allah`a nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu. Atâ dedi kir Nûh (as), Hâm`a: Çocuklarının saçları, kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes`in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti." [31]

İbn İshâk dedi ki: "(Nuh Tufanında, gemide) hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğullan Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona iman etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları.” [32][31] 

İbnu Hacer, Türkler hakkında ilgili babta şu açıklamalara yer verir: “Türklerin aslı hususunda ihtilaf edilmiştir. Hattâbî: “Onlar Benû Kantûra (Kantûra evladları)dır. Kantûra, Hz. İbrahim'in cariyesi idi. Lügatçi Kürau'n-Neml: “Bunlar Deylemdir” demiştir. Ancak, “Onlar Türklerden bir cinstir, Oğuz da öyle” denilerek bu görüş tenkid edilmiştir. Ebu Amr: “Türkler, Yafes'in zürriyetindendir. Bunlar birçok boylara ayrılır” demiştir. 

Türklerin Tübba neslinden oldukları da söylenmiştir. Keza Efrîdun b. Sam b. Nuh zürriyetinden oldukları veya Yafes'in kendi sulbünden oldukları veyahut İbnu Kûmi b. Ya'fes zürriyetinden oldukları da söylenmiştir.[33][34] 

İslam kaynaklarında Çinliler de, Türkler gibi Yafes'in soyundan gösterilirler.[35][36] 

Joseph Deguignes de "Büyük Türk Tarihi" adlı kitabında, Türklerin atası olarak Nuh Peygamberin oğlu Yafes'i zikretmekte, [37] hatta Yafes'in oğullarından birinin adının Türk olduğunu, Hazar, Türkistan ve Volga ırmağı çevresinde yaşadığını ifade etmektedir.[38][39] 

"Tarih-i Enbiya" ve "Hükem"de Hz.Nuh'un evlatlarından Yafes'ten söz edilirken Sultan'ın hal tercümesi sebebiyle Yafes ve soyu hakkında başka bir tarihte bilgi verileceği için burada fazla bilgi verilmeyeceği kaydedilir. Bu kayıt şöyledir: "Bu tarih yazılırken akılda Sultanın hallerinin ve neseblerinin kaydedileceği bir tarih yazılması da vardır, Yüce Tanrı izin verirse bu konu Yafes tarihine ayrılmıştır, bu sebeple sonra olacaktır (burada), bu kadar ile yetinildi, özetlendi." [40] 

Oğuzlar, genel olarak Türkmen adıyla kaynaklarda geçmiş ve tarihî alanda bu adla tanınmışlardır. Köprülü'nün Oğuzlann Müslüman olan gruplarına "Türkmen" adının verildiği görüşü genel kabul görmüş, Kâşgarlı Mahmut'un eserinde de Türkmen ve Oğuz adı çok yerde bir arada kaydedilmiştir.[41] Ebü Hayyân'ın Oğuz boy adı için sözlükte verdiği "Yafes'ten sonra Türklerin büyük babasıdır" (Ar. Ebu'l-Türku'l-kebir bade'1-yäfes) tanımı dikkat çekicidir. Burada Türk soyu ile ilgili efsanelere atıf yapılmıştır. Tevrat'ta mevcut rivayetlerle Türk soyunun Nuh Peygamber'in oğlu olan Yafes'ten geldiği söylenir.[42] Bununla ilgili olarak Kâşgarlı Mahmut'un Dîvânında da bilgiler vardır: "Türkler, aslında 20 boydur, Bunların hepsi -tanrı kutsal kılası- Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu Türk'e dek ulaşır." Türklerin Müslüman olmaları dolayısıyla soy kütüklerini İslâmî köklere bağlamaları gayet doğaldı. Oğuznamelere dayanan Ebu'l-gazi Bahadır Han, Türklerin şeceresini Nuh Peygamber ile Yafes'in neslinden başlatır.[43][44] 

"Oğuz Kağan Destanı"na göre Oğuz'un ilk atası, Nuh'un oğlu Yafes'tir. Nuh, yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman oğlu Yafes'e Doğu illeri ve Türkistan taraflarını verir. Yafes, Türklerin deyişine göre "Olcay Han" diye anılır. O, göçebe olarak yaşardı. Yaylak ve kışlakları Türkistan'da bulunurdu. Dhib Yavgu, Olcay Han'ın oğludur. Bunun da dört muteber ve şöhretli oğlu vardı: Kara-Han, Or-Han, Kür-Han, Küz-Han. Kara-Han babasının yerine tahta geçer. Bir oğlu dünyaya gelir. Çocuk, üç gün, üç gece anasının sütünü emmez. Herkes, onun öleceğini düşünürken; annesinin rüyasına girer. Çocuk, annesine; “Eğer sütünü emmemi istiyorsan biricik Yaratıcı'yı ikrar ve itiraf et.” der. Kadın, üç gece aynı rüyayı görür. Bu kavim, kâfir olduğundan; kadın, meseleyi kimseye anlatmaz. Kocasından gizli olarak Allah'a iman eder. O anda çocuk, anasının sütünü emmeye başlar. Oğuz'un temizlik ve güzelliğine herkes hayran kalır. Bir yıl sonra konuşmaya başlar. Oğuz daima Allah'ı anıp ona şükreder. Her türlü bilim ve hünerde, ok atmada, kargı kullanmada, kılıç çalmada, bilgi hususunda âleme ün salacak şekilde gelişme gösterir. Babası, evlenme çağı gelince onu iki amca kızıyla sırayla nişanlar. Oğuz, önce onları Allah'a inanmaya davet eder. Onlar, bunu kabul etmeyince; Oğuz, onlardan uzaklaşır. Or-Han'ın kızı Allah'ı kabul ettiği için Oğuz, onu alır. Onu herkesten çok sever. Oğuz'un avda olduğu bir zamanda eski eşleri, Oğuz'un Allah'a inandığını ve bunun için kendilerinden uzaklaştığını babasına anlatırlar. Oğuz'un babası ve akrabaları, Oğuz'u öldürmeye karar verirler. Oğuz, avdan dönünce durumu anlar. Babası ve amcaları Kür-Han ve Küz-Han'ı öldürür. 75 yıl amcalarının uruğlarıyla savaşır. Onları yendikten sonra Oğuz yönünü dışa çevirir. Oğuz, cihangirlik için sefere çıkarak muhtelif yerleri ülkesine katar. 1000 yıllık bir hayattan sonra yerini oğlu Kün Han'a bırakır.[45] 

Reşideddin'in "Cami'üt-Tevarih"indeki bir destanda Türklerin ilk hükümdarının Nuh peygamber oğlu Yafes olduğu ifadesi ile başlanmakta ve Yafes'in Türkçe "Olcay Han" adını taşıdığı söylenmektedir. Olcay sözünün Moğolca olduğu malumdur.[46] B. Ögel, kaynaklarda "Ebülce" ve "Abulca" olarak da geçen bu ismin en doğru şeklinin “Bulca” olması sonucuna varmıştır. Sonradan düzülen bir çok soy kütükleri, Peygamberler tarihine göre, Nuh Peygamber'e bağlanmışlardır. Çingiz-Han çağında yazılan Oğuz Destanları, Peygamberler tarihine pek itibar etmemişler ve kendilerinin menşelerini, ilk-ata Bulca Han ile başlatmışlardı. Bununla beraber, ne de olsa İslamiyet'in tesiri altında olan yazarlar, Bulca Han'ın Nuh'un oğlu Yafes olduğunu da söylemeyi ihmal etmemişlerdi. Fakat sonraki destanlar (mesela Ebu'l-gazi), Türklerin soy kütüğüne Yafes ile başlamış ve Bulca Han'ı da onun soylarına bağlamıştı.[47][48] 

Ebülgazi Bahadır Han'ın “Şecere-i Terakime”sinde Oğuz, anasını doğrudan Müslüman olmaya davet etmiştir. Ebülgazi, Türk halkının ta Yafes'ten Alınca-Han'a kadar Tanrı'nın birliğine iman ettiklerini, fakat Kara-Han döneminde büsbütün kâfir olduklarını söylemiştir.[49] 

Ebülgazi, Reşideddin ve ekibinin yeğledikleri “biricik Tanrı'yı ikrar ve itiraf” ifadesini açıklama ve zenginlik ve paraya dayalı bir “Cahiliye Dönemi” manzarası çizme gereği duymuştur: “-Müslüman ol ve hak dinine gel! Yok gelmezsen, ben de senin sütünü emmem”, diyordu. Bunun üzerine annesi oğlunun bu isteğine dayanamadı ve Tanrının birliğine iman getirdi. Bunun üzerine Oğuz-Han annesinin memesini emmeğe başladı. Fakat annesi ne gördüğü rüyaları ve ne de oğlunun isteği üzerine Müslüman olduğunu hiç kimseye açmadı. Çünkü Türk halkı, Yafes'ten ta Alınca-Han'a kadar Tanrının birliğine iman etmişti. Ama Alınca-Han'dan sonra Türkler çok zengin olmuşlar ve servetle paraya esir olmuşlardı. Bütün memleket Tanrı'yı unutarak kâfir olmuş ve kötü yola sapmışlardı. Kara-Han zamanında ise büsbütün kâfir olmuşlar ve küfre sapmışlardı. Meselâ bir baba, oğullarından birinin veyahut da bir oğul, babasının Hak dinini kabul ettiğini duysa idi, hemen onu düşünmeden öldürürdü.[50][49] 

Türkmenistan devlet başkanı Saparmurat Türkmenbaşı'nın "Ruhnâme" adlı eserinde Hz. Nuh'a ve onun öğütlerine ayrıcalıklı bir yer verilmiştir. Bunun nedeni, Türkmen halkının Nuh (a.s)'a kadar uzanan tarihî geçmişi olduğuna inanılması ve Nuh Peygamberin, oğullarından Yafes'in soyuna yurt olarak Türkistan bölgesini verdiğinin kabul edilmesidir.[51] Ruhname'de yer alan bu düşünce, tarih kaynaklarınca da teyit edilmektedir. Örneğin Abu'l Farac Tarihi'nde yer alan bilgilere göre, Hz Nuh tufan olayından sonra dünyayı Sam, Ham ve Yafes adındaki üç oğlu arasında taksim etmiş; [39] 

Sam oğullarına meskun dünyanın ortasından doğudaki ucuna kadar uzanan bölge düşmüştü. Bu bölge Filistin, Arabistan, Fenike ve Suriye ile iki nehir arasındaki bütün bölgeleri (Mezopotamya'yı), Asur, Babil, İran ve Hindistan'ı ihtiva ediyordu.

Ham oğullarına doğudan batıya kadar bütün güney ülkeleri; Orta ve Güney Hindistan, Mısır, Libya, Afrika ile kuzeye doğru Kilikya, Lidya ve Akdeniz adalarından Kıbrıs, Sakız, Sicilya ve daha yirmi ada düştü.

Yafes oğullarına ise doğudan batıya kadar bütün kuzey; Almanlar, Türkler, Kapadokya, Asya, Tarki (Trakya), Yunanlılar (İyonya), Roma (Bizans), Slavlar, Bulgarlar ve İspanyollar düştü.[52][39]

"Ruhname"ye göre, yüce Allah, kutsal emriyle Hz. Nuh'a bazı sayfalar göndermiş, [53] Hz. Nuh da bunları kendi soyundan gelen insanlar arasında, oğlu Yafes aracılığıyla da Türkistan halkına yaymıştır. Bu kutsal sayfaların özü tamamen “ahlâk güzelliği”ne aittir.[54][39] 

Osmonaalı Sıdıkov'a göre insanoğlu Adem ata ile Havva anadan türemiş, daha sonra Nuh ve Nuh'un üç oğlu Ham, Sâm, Yafes olarak nesil devam etmiştir. Yafes'in oğulları ikiye: Arîler ve Turaniler olarak ikiye ayrılır. Yazar Turanilere Asya kıtasında yaşayan kavimlerden Çinlileri, Hint-Çinlilerini, Japonları, Finleri, Osmanlıları, Tatarları, Kırgızları, Kazakları, Kalmukları, Tunganları dahil etmiştir.[9] 

Kırgızistanlı öğretim üyesi Prof. Dr. Ömürkul Yasayev'e göre Kırgızların kendi beylerinin hakimiyeti önünde birleşmesinin (bir araya gelmesinin ) sebebi aşağıdaki gibidir: O beyin aslı Slav'dır ve Slavların beylerinden biridir; onun Slavyan ülkesinde yaşadığı dönemde, oraya Rum elinden1 elçi gelir; (derebeyi) gelen elçiyi öldürür. (Onu) öldürmesinin sebebi Rumların Noydu'nun oğlu Simden, Slavyanlarında Yafes'den çoğalıp yayılmasıdır. 

Rumların adı, "Sag köpek" sözüyle ilgilidir. Çünkü onlar, köpeğin sütü ile beslenmişlerdir. Bu işin esası şöyledir: Yafes için karıncanın yumurtasını alıp geldiğinde, karınca, Yafes'in çocuğunun rahat görmemesi için Allah'a yalvarır. Yafes'in çocuğu doğduğunda ona Emka [55] adı verilir. Onun iki gözü kördür. O zamanlarda köpekler, dört gözlüdür. Yafes'in bir köpeği olur. O, bir yavru doğurur. Yafes, bu köpeği öldürüp atar. Yafes'in çocuğu kör olduğu için dört yıl boyunca köpeğin kulağından tutup onun sütünü emer. Köpek, ikinci yavrusunu doğurduğunda Yafes'in çocuğunu atıp ondan kurtulmak için Allah'a yalvarıp O'na şükrünü bildirir. Ertesi gün, bu köpeğin iki gözü, kör olan çocuğa geçer ve iki gözü de kendinde kalır. Onlar, yine köpeğin burnunda kalır. Bu sebepten onlar, "Saklablar" (Slavyanlar) diye adlandırılır.[56] 

Yafes ve Sam Kompleksi 

Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'a göre; doğru ve kusursuz bir insan olan Nuh'un, Yafes, Sam ve Ham adında üç oğlu bulunmaktadır. Tevrat'ta ve İncil'de konu edildiği üzere, çiftçilik yapan ve diktiği bağdan elde ettiği şarabı içerek sarhoş olan Nuh, çadırının içine çırılçıplak uzanmış ve babasını bu durumda gören Ham dışarı çıkıp gördüklerini iki kardeşine anlatmıştır. Yafes ve Sam, bir giysiyle babalarının üzerini örtmeye çalışmış ve bunu yaparken ona bakmamışlardır. Ayıldığında küçük oğlu Ham'ın kendisine yaptıklarını hatırlayan Nuh, onu lanetlerken Yafes ve Sam için güzel dualar etmiştir.[57][58] 

Yafes ve Sam Kompleksi; gazetecilerin gerçekliği tüm çıplaklığıyla yazıp yazmamaları gerektiğine ilişkin tartışmalarda oto-sansürü, diğer bir ifadeyle göz kapatma tavırlarını tanımlamaktadır. Bu bağlamda Yafes ve Sam Kompleksi, olaylara dışarıdan bakma ve onlardan söz etme güçlüğü ya da bu kapasiteden yoksun olmak anlamına gelmektedir. 1968 yılında Vietnam'da gelişen My Lai katliamının ardından Amerika'da açılan davalarda olayın tanıklarının aylarca suskun kalmaları, Yafes ve Sam Kompleksi'nin en önemli ve çağdaş örneklerindendir.[59][58] 

Kaynaklar ve Dipnotlar 

[1] tr.wikipedia.org/wiki/Yafes

[2] "İsimler Sözlüğü", http://www.1insaat.com/.../pdfs/5665_1181034643_644.pdf

[3] Ebülgazi Bahadır Han, "Şecere-i Terâkime" (Türkmenlerin Soykütüğü), Hazırlayan Zuhal Kargı Ölmez.- Ankara: Simurg, 1996.– s.474; Şakarim Hudayberdi ulı. Rodoslovnaya tyurkov, kirgizov, kazahov i hanskih dinastiy/Perevod Bahıta Kairbekova.-Alma-Ata: Jazuşı, 1990.

[4] Prof.Dr. Sulayman Kayıpov, "Folklor Üzerine Yazılar", ISBN 978-9967-25-581-4.

[5] Abdullah Bakır, "Tevârih-i Al-i Selçuk Oğuznamesi", turkishstudies.net/sayilar/sayi13/7bakirabdullah.pdf

[6] Mehmet Doğan, "Kurân ve Tarih Önünde Türkün Muhasebesi", www.bagpinar.net/kuran_tarih.pdf

[7] Ahmet Cevdet Paşa, "Faideli Bilgiler", Hakikat Yayınevi, 28. Baskı, İstanbul 2001.

[8] http://www.turkansiklopedi.com/.../20156-araf-suresi...

[9] Cıldız Asanbaeva, "KIRGIZİSTAN'DA ŞECERE VE KIRGIZ TARİHİNİ YAZAN İLK YAZARLAR VE ONLARIN ESERLERİ (1849-1949)" (Yüksek Lisans Tezi), Tez Danışmanı: Prof. Dr. Remzi Ataoğlu, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek 2005.

[10] Deguıgnes, "Histoire Générale II", 5.

[11] Hammer Tarihi, s. 1-2.

[12] Saffet Bilhan, "ASYA EĞİTİM FELSEFESİNE TARİHSEL BİR YAKLAŞIM", Çin Eğitim Felsefesi, EBF. Dergisi, C. 16, sa. 77-112,1984; Mezopotamya ve Sümerler Eğitimi EBF. Dergisi, C. 17, Sayı: 1-2, sa. 303-339, 1985; Hint Eğitim Felsefesi, Gazi Eğitim Dergisi, C 1, sayı: 1, 1985.

[13] Yaşar Kalafat, “Halk Bilimi İtibariyle Türkmen Milli Kültüründe Devamlılık”, Serhat Kültür, Mayıs 2005, S. 2005/5, s. 48.

[14] tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS00489.pdf

[15] Bu konuda Hikmet Tanyu ile aynı düşünmektedir. Bakınız: Hikmet Tanyu, "İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı inancı", Ankara 1980.

[16] http://www.turkansiklopedi.com/.../16437-samanilik.html

[17] Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Türkler" maddesi, İhlas Gazetecilik, İstanbul 1993.

[18] Sinan Meydan, “Türk Tarih Tezinin Doğuşu”, Atatürk ve Kayıp Kıta Mu, Truva Yayınları, İstanbul 2005, s.25-26.

[19] Vânî Mehmed Efendi, "Arâisü'l-Kurân", Süleymâniye Ktp.,Yeni Câmii 100, vr. 543 a.

[20] Doç. Dr. Erdoğan Pazarbaşı (E. Ü. İlahiyat Fakültesi), "OSMANLI DÖNEMİ KUR‘AN TEFSİRLERİNDE TÜRKLERLE İLGİLİ DEĞERLENDİRMELER", sbe.erciyes.edu.tr/dergi/sayi_11_06_Pazarbasi_1.pdf

[21] Mehmet Faruk Gübtunca, "Peygamberler Tarihinden Seçilmiş Kıssalar", Sağlam Yayınevi, İstanbul.

[22] Elif Çiftçi, "Kahraman Maraş'ta Büyüyle İlgili Karşılaştırmalı Bir Araştırma" (Yüksek Lisans Tezi), KSÜ, Kahraman Maraş Şubat 2007.

[23] Yrd. Doç. Dr. Mehmet Emin Şen (Batman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü), "FAHREDDİN OSMAN B. EBİ BEKİR B. EŞ-ŞEYH MUHAMMED ZÜREYG'İN KİTABÜ'L-BUSTAN Fİ BA'ZI AHBÂRİ ÂL-İ OSMAN ADLI YAZMASI", mukaddime.artuklu.edu.tr/documents/Makaleler/10.pdf

[24] Cemal Kutay, "Sohbetler", Aralık 1968, S.1., s.33.

[25] Yrd. Doç. Dr. Ali Çavuloğlu, "“Türk” Adı ve Mevlâna'daki Anlamları", Selçuk Üniversitesi / Selçuk University Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi / Rumi Research and Application Center, Mevlâna Araştırmaları Dergisi / Journal of Rumi Studies, Yıl / Year: 2007, Sayı / Number:1, s. 101-119.

[26] Erşat Hürmüzlü, "Türkmenler ve Irak", img6.imageshack.us/img6/3507/erathrmzltrkmenlerveira.pdf

[27] Öğretim Görevlisi Ali Yayla, "Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi Ders Notları", web.itu.edu.tr/~yayla/tkm.pdf

[28] Orhan Gökdemir, "Türkçülüğün Kökenleri ya da Milli Türkçülüğe Giriş", Fabrika Dergisi, Aralık 2005, s.12.

[29] Şükran Fazlıoğlu, "Mekkeli Şair İbn el-Uleyf'in Sultan II. Bayezid'e Yazdığı Kasîde", www.ihsanfazlioglu.net/Sukran_Fazlioglu/Uleyf.pdf

[30] Yrd. Doç. Dr. Bekir Şişman (Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü), “Defter-i Çingiznâme” ve Türk Destanlarındaki Kahraman Tipolojisi Açısından “Cengiz Han”, http://www.sosyalarastirmalar.com/.../sisman_bekir.pdf

[31] Hakkı Yılmaz, "Meal-Tebyîn", Hûd Sûresi, http://www.oltugazetesi.com/.../tebyin.../hudsuresi.pdf

[32] Kurtubi; "el-Camiul Ahkami'l Kurân".

[33] İbn Hacer, "Fethu'l-Bâri", VI. 203.

[34] Prof. Dr. Talat Sakallı (S.D.Ü., İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilimdalı Öğretim Üyesi, Isparta/Türkiye), "Hadislerde “Türk” Mefhumu Ve Rivayetlerdeki Çağrıştırdığı Zihniyetin Analizi", ilahiyat.sdu.edu.tr/Turkler Sempozyum/sempozyum pdf/3 oturum b salon.pdf

[35] Mesudi, "Murûc ez-Zeheb", Çev. A.Batur, İstanbul 2004, s.39-41.

[36] Prof. Dr. Saadettin Gömeç (A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi), "Location Names In Divanü Lugat-it Türk" (DİVANÜ LUGAT-İT-TÜRK'DE GEÇEN YER ADLARI), www.ergenekun.com/DLT'DE YER ADLARI.pdf

[37] Joseph Deguignes, "Büyük Türk Tarihi", Hazırlayan: S. Alpay, İstanbul 1976, c.I, s.122.

[38] a.g.e., c.I, s.126-127. Ayrıca bkz. Hikmet Tanyu, Türklerin Dinî Tarihçesi, İstanbul 1978, s.17-18.

[39] Yard. Doç. Enver Uysal (U.Ü. İlâhiyat Fakültesi), "Ruhnâme ve Ahlâkî Boyutu", T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 12, Sayı:2, 2003 s. 115-131.

[40] Ayşehan Deniz Abik, "Ali Şîr Nevâyî'nin Zübdetü't-Tevârîh'i Üzerine", turkoloji.cu.edu.tr/ESKI TURK DILI/1996_1_Abik.pdf

[41] İbrahim Kafesoğlu, "Türkmen adı, manası ve mahiyeti", Jean Deny Armağanı, Haz. J. Eckmann, Agâh Sırrı Levend, Mecdut Mansuroğlu, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1958, s.127-128.

[42] Ahmet Suphi Fırat, "Yâfes" maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C. 13. İstanbul 1986, s. 333.

[43] Bahattin Ögel, "Türk Mitolojisi", I. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1993, s.373.

[44] Doç. Dr. A. Melek Özyetkin (Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi), "14. Yüzyılda Arap Filolog Ebû Hayyân'ın Bilgisi Dahilindeki Türk Dünyası", A.Ü. DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından düzenlenen Cumhuriyetin 80. Yılını Kutlama Etkinlikleri çerçevesinde Türk Dili ve Edebiyatı Sempozyumu (Ankara, 18 Aralık 2003) bildirisi, dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/12/921/11486.pdf

[45] Mehmet Emin Bars (Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Halk Bilimi Doktora Öğrencisi), "Oğuz Kağan Destanı Üzerine Yapılan Çalışmalar", Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 3/4 Summer 2008, http://turkoloji.cu.edu.tr/.../mehmet_emin_bars_oguz...

[46] Sümer'e göre, ilk Türk hükümdarına böyle bir adın verilmesi, zamanın hükümdarının Olcaytu adını taşıması ile ilgili olabilir. İlk Türk hükümdarlarının Nuh Peygamber'in oğlu Yafes olduğu hususu da İslami bir rivayettir. Bakınız, Sümer, a.g.m., s.360, 367.

[47] Bahaeddin Ögel, a.g.e., s.145-146.

[48] Gülşen İnci Yılmaz, "İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK DESTANLARININ TARİHİ AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ" (Yüksek Lisans Tezi), ANKARA ÜNİVERSİTESİ, SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI, Ankara 2006.

[49] Doç. Dr. Mehmet Aça (Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Balıkesir), "Woman in “Reshideddin's Oguzname", www.millifolklor.com/en/sayfalar/76/76-92.pdf

[50] Bahattin Ögel, "Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları İle Destanlar)", 1. c., 2. b., Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1993, s.157.

[51] Saparmurat Türkmenbaşı, "Ruhnâme", Aşkabad 2001, s.9, 79.

[52] Abu'l Farac, Abu'l Farac Tarihi (Çev. Ö. Rıza Doğrul), Ankara 1945, c.I, s.74-75. Kitab-ı Mukaddes'in Tekvin bölümünde de -böyle detaylı olmamakla beraber- Hz. Nuh ve oğulları hakkında bilgi verilmektedir. (Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 9/18-29 ve 10. Bab.)

[53] Oysa dinler tarihi kaynaklarında, kendisine sayfa verilen peygamberler arasında Nuh Peygamber geçmemektedir. Örneğin bkz. Mutahhar b. Tahir el-Makdisî, Kitâbu'l-Bed' ve't-Tarîh, Paris 1899-1919, c.III, s.2-3. Ama Kurân-ı Kerim'in “Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” (Nisa 4/163) ifadesinden Hz. Nuh'un vahye mazhar olduğu anlaşılmaktadır. Ancak burada vahyin, “kendisine kitap ya da sayfa verilmesi” anlamında değil, “Allah'ın, kullarına dilediğini söylemesi ve bildirmesi için seçtiği özel iletişim yolu” (Bkz. Komisyon, Kurân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993, söz konusu ayetle ilgili açıklama.) olarak anlaşılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Ayetin devamında da “Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e İshak'a Yakub'a, esbata (torunlara), İsa'ya, Eyyub'a Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.” buyrulmaktadır.

[54] Saparmurat Türkmenbaşı, a.g.e., s.10.

[55] Yafes'in çocuğunun adı Emka, Türk dillerinde emici manasına gelir. Demek ki, Gerdizi bu efsaneyi Türk halklarından aldı.

[56] Prof. Dr. Ömürkul Yasayev (Kırgızistan Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü), "Kırgızların Ortaya Çıkışı", Türkiye Türkçesine Aktaran: Mehmet Kıldıroğlu (Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi Modern Diller Yüksekokulu), Manas Sosyal Bilimler Dergisi, yordam.manas.kg/ekitap/pdf/Manasdergi/sbd/sbd1/sbd-1-17.pdf

[57] Tevrat, 1958, s.10.

[58] Yard. Doç. Dr. Emet Gürel (Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü E.Ü. Kampüsü 35100 Bornova / İZMİR) & Araş. Gör. Canan Muter (Celal Bayar Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu MANİSA), "Psikomitolojik Terimler: Psikoloji Literatüründe Mitolojinin Kullanılması", http://www.anadolu.edu.tr/.../pdf/2007-1/sos_bil_28.pdf

[59] Nuri Bilgin, "Sosyal Psikoloji Sözlüğü – Kavramlar, Yaklaşımlar", Bağlam Yayıncılık, İstanbul 2003, s.412.

Google, Facebook, Türk, Türk Tarihi, Yafes, Nuh, Noah,

ALP ER TUNGA

 


Deden Bilge Tur Han ile Türk’ün yurdu Turan olmuş,

Muştulanmış Peşeng Kağan, oğlu güneş gibi doğmuş…

 

Doğmadan bildi, bildirdi, ulu kamın söylediği,

Sen ki Türk’ün umudusun, Turan’ın namlı yiğidi…

 

İl senindir töre senin, kut’un, namın, sanın belli,

Türk’ün Han’ı olacaksın, hem bilgili hem erdemli…

 

Senin adını sorsunlar, boğazladığın Tunga’ya,

Nâmın gitgide yayıldı, Büyük Turan’dan İran’a…

 

Küçükken Akay’ı seçtin, Akay da seçmişti seni,

Sen Hakan oğlu Hakansın, acun işitti ismini…

 

Yiğitliğin destan oldu, ozanlar seni anlattı,

Dost düşman seni tanıdı, Türk seninleyken rahattı…

 

Yetmedi baba ocağı, batıya gittin atınla,

Turan’a il kazandırdın, Merv’i sen kurdun namınla…

 

Düşmanlar ile savaştın, Turan Taktiğini buldun,

Türk Budunu’nu topladın, Türk Birliği’ni sen kurdun,

 

Turan gittikçe büyüdü, ismin acunu bürüdü,

Merv, Semerkant iller derken, Hakan İran’a yürüdü…

 

Zal’ın oğlu Rüstem seni, “Afrâsyab” diye bilirdi ,

Çok saygı duyardı ama nâmından da çekinirdi…

 

Çocukken kapışmıştınız fakat yenen olmamıştı,

Şimdi erler meydanında, iran’dan bir o kalmıştı…

 

Onu beklerken karşına, baba Zal çıktı meydana,

Vuruştun ama kıymadın, bağışladın onu evlada…

 

Savaşta yenildi Farslar, başlarına bir it geçti,

Keyhüsrev’di itin adı, o da kahpeliği seçti…

 

Keyhüsrev hinlik düşündü, Han’a güler yüz gösterdi,

Önünde el pençe durdu, artık barışalım dedi…

 

Büyük bir toy tertip etti, seni toya davet etti,

Yediğine ağu kattı, Türk Han’ını zehirletti…

 

Alp Er Tunga bilmezdi ki, kahpelik namertlik nedir,

Savaşlar meydanda olur, kazanılır, kaybedilir…

 

Hakan yeyince yemekten, az sonra rahatsızlandı,

Yoldaşları anladılar, Alp Er Tunga ağulandı…

 

Hemen kaçırdılar Han’ı, Keyhüsrev’in otağından,

Beklenmezdi bu namertlik, düşmanın mert olanından…

 

Geçtiler büyük ormandan, geldiler ırmak başına,

Alp Er Tunga emir verdi, gidin budunun yanına…

 

Düşman peşindeydi Han’ın, o ise artık yalnızdı,

Önünde coşarak akan, derince bir ırmak vardı,

 

Atladı yardan aşağı, kayboldu sel sularında,

Ardından Türkler ağladı, namı kaldı arkasında…

 

Alp Er Tunga deyip geçme, bil atanı Türk Evladı,

Derstir yaşananlar sana, Türk bu derslerle yaşadı…

 

Murat ÇALIK

13.10.2013

 

*

Tur Han : Alp Er Tunga’nı Dedesi

Turan : Türk Yurdu

Peşeng Kağan : Alp Er Tunga’nı Babası

Muştu : Müjde

Kam : Eski Türk’lerde din adamı

Kut : Kutadgu Bilig de kut şöyle açıklanır: ’’Kut’un tabiatı hizmet, şiarı adalettir. Bey sen bu makama kendi gücün ve isteğinle gelmedin,onu sana Tanrı verdi.’’

Tunga : İri bir kaplan

Akay : Alp Er Tunga’nın atı

Acun : Dünya

Turan Taktiği : Savaşta kullanılan diğer adı hilâl taktiği olan Türk savaş taktiği

Afrasyab : İranlıların Alp Er Tunga’ya verdikleri ad..

Ağu : Zehir

Murat Çalık

BEN TÜRKİYE'YİM


          Yıkılmaz bir kaleyim ben Mustafa Kemal ustası,

Mavi mavi gözlerinde görünür; Ben Türkiye’yim.

Temelimde Cumhuriyet gururumun altın tas’ı,

Yüreğimin közlerinde görünür; Ben Türkiye ’yim.

-

Adım Mehmet, soyadında Çanakkale okunuyor,

Toprağıma zeval gelse çiğlerime dokunuyor,

Yurt ’ta sulh’um, Cihanda sulh kimler tavır takınıyor,

Atatürk ’ün sözlerinde görünür; Ben Türkiye’yim.

-

Bir tarafım Dumlupınar, bir tarafım Sarıkamış,

Bir tarafım Erzurumdur, bir tarafım Ardahan, Muş,

Her karışım gurur dolu ilk hedefim Akdenizmiş,

Adım adım izlerinde görünür; Ben Türkiye’ yim.

-

Ay yıldızlı bayrağım ben, dalgalandım coşuyorum,

İstiklal ’ın peşi sıra yüce dağlar aşıyorum,

Özümde ki sevgi ile dört mevsimi yaşıyorum,

Baharında yazlarında görünür; Ben Türkiye ’yim.

-

Ervani’ce görünsem de vatanın her taşıyım ben,

Kızıl Elma diyenlerin hayaliyim düşüyüm ben,

İlelebet Cumhuriyet listesinin başıyım ben.

Bayırında düzlerinde görünür; Ben Türkiye’ yim.

-

İhsan ŞOLA (Ervani)

-

Edebiyat Defteri

Türklüğün Doğduğu Ötüken'de Tarihi Değiştirecek Yazıt Bulundu

 

Türklüğün doğduğu Ötüken'de tarihi değiştirecek yazıt bulundu. Orhun Anıtlarından da eski yazıtta ‘Tanrı’, ‘Türk’, ‘Kutluk’, ‘Tümen’ yazıları var

Moğolistan’da Kültekin ve Bilge Kağan’ın babası ve İkinci Göktürk Devleti’nin kurucusu İlteriş Kutluğ Kağan’a ait yazıt ortaya çıktı. Yazıtta ‘Tanrı’, ‘Türk’, ‘Kutluk’, ‘Tümen’ yazıları yer aldığı ifade edilirken ilk kez ‘Türk’ adının geçtiği varsayılan Orhun Anıtlarından daha eski bir Türk anıtı keşfedilmiş oldu.

Moğolistan Ötüken'de 'Türk' adının geçtiği ilk yazıt bulundu

Uluslararası Türk Akademisi ve Moğolistan Arkeoloji Enstitüsü, Moğolistan’ın Ötüken bölgesindeki Nomgon Ovası’nda Kültekin ve Bilge Kağan’ın babası olan İkinci Göktürk Devleti kurucusu İlteriş Kutluğ Kağan’a ait yazıt bulduklarını açıkladı.


Hürriyet’ten Ali Rıza Akbulut ve Emin Mert Kırarslan’ın haberine göre Uluslararası Türk Akademisi ile Moğolistan Arkeoloji Enstitüsü’ndeki bilim insanları 2016’da araştırmalara başlamıştı.

Nomgon Ovası bölgesinin İkinci Göktürk Devleti’nin kurucusu olan İlteriş Kutluğ Kağan’ın tüm Türk boylarını topladığı yer olduğu düşünülüyordu.

 

İLK TÜRK ADININ GEÇTİĞİ YAZIT 

Bilim insanları ilk olarak 19 Türk boyunun tamgalarının kazındığı bir bengü taşı keşfetti. Sonrasında çok sayıda heykel ve elinde ant kadehi bulunan Türk beylerine ait heykeller bulundu. Pandemi nedeniyle ara verilen ve Temmuz 2022’de yeniden başlatılan çalışmalarda, yaklaşık 250 metrekarelik bir kurganda yapılan kazıda dev bir külliye ortaya çıktı.

 

ORHUN YAZITLARINDAN DAHA ESKİ 

Külliyede ibadet yeri olduğu tespit edilen alanda ise, üzerinde iki yüzünde Türkçe ve bir yüzünde Soğdca yazılar bulunan bir taş ile kaplumbağa şeklindeki temeli ortaya çıktı. Taşın üzerindeki metinde “Tanrı”, “Türk”, “Kutluk”, “Tümen” gibi bir dizi kelime tespit etti. Yazıtın İkinci Göktürk Kağanlığını yeniden canlandıran Kültegin ve Bilge Kağan’ın babası İlteriş Kutluk Kağan adına dikildiği sonucuna varıldı. Keşifle ‘Türk’ adının ilk kez geçtiği var sayılan Orhun Anıtlarından daha eski bir Türk Anıtı bulunmuş oldu. 

Türk Akademisi Başkanı Darhan Kıdıralı, iki yüzünde 12 satırlık eski Türk yazısı, üçüncü yüzünde ise eski Soğd yazısı bulunan anıttaki “Tanrı”, “Türk”, “Kutluk” ve “Tümen” kelimelerini okuduklarını söyledi. Kıdıralı, “Orhun Yazıtları çok önemlidir ama bu yazıt da büyük öneme sahiptir. Bizim yazı tarihimizi daha ileri götürmektedir. Ek olarak Türk kelimesi ilk defa Türk bilim insanlarınca keşfedilmiştir. Biz akademiye üye ülkelerimizde bunun (keşfin) bilimsel tanıtımını yapacağız. Ayrıca UNESCO’da da bunun bir tanıtımını yapmayı düşünüyoruz. Bu hepimizin tarihine ışık tutacak ortak ve değerli bir buluştur.” dedi.

 

İLTERİŞ KUTLUĞ KAĞAN KİMDİR? 

İlteriş Kutluğ Kağan, Çin’de doğup büyüdü. 681 yılında 17 arkadaşı ile Türk devletini yeniden kurmak için harekete geçti. Birçok kavmi tek bayrak altında toplayarak Çin’e karşı isyan etti. 682 yılında Göktürk Devleti’ni ikinci kez kurarak ülkenin başına geçti. Hiçbir savaşta yenilgiye uğramadığı rivayet ediliyor.

 

BİLİM İNSANLARI ‘ÇOK ÖNEMLİ BİR KEŞİF’ 

Prof. Dr. Ahmet Taşağıl: Türk dünyası ve Türk tarihi açısından çok önemli bir keşif. Kültigin ve Bilge Kağan yazıtları kadar önemli bir keşif olabilir. 

Doç. Dr. Elvin Yıldırım: Kutlu olsun. Uluslararası Türk Akademisi ile Moğolistan Arkeoloji Enstitüsü’nü kutluyoruz. 

Prof. Dr. Kürşad Zorlu: Türk tarihi için önemli buluş. “Türk” ve “Tengri” ifadeleri var. Yazıt bu yönüyle Türk adının geçtiği ilk eser olacak. Hayırlı olsun.

Türk Tarihi, Türk, Ötüken, Bilge Kağan, Kültigin,

Ötüken, Neden Türkler İçin Stratejik Öneme Sahiptir?

          


Orta Asya Türk tarihi uzun bir süre sisler ardında kalmış ve ancak Çin, Sasani ve Doğu Roma gibi devletlerin kayıtlarından takip edilebilmiştir. Çünkü Orta Asya’da kurulup yıkılmış olan Türk devletlerine ait herhangi bir arşiv bulunmadığı gibi 19. yüzyıla kadar üzerinde yazı bulunan ve Türklere ait olduğu anlaşılan bir anıt da tespit edilememiştir. Bu sebeple, Türklerin bir alfabesi olmadığı ve hatta yazıyı kullanmadıkları düşünülmüştür. Ancak bu durum 19. yüzyılın sonlarında yaşanan keşifler ile değişmiştir.

Orta Asya Türk tarihi uzun bir süre sisler ardında kalmış ve ancak Çin, Sasani ve Doğu Roma gibi devletlerin kayıtlarından takip edilebilmiştir. Çünkü Orta Asya’da kurulup yıkılmış olan Türk devletlerine ait herhangi bir arşiv bulunmadığı gibi 19. yüzyıla kadar üzerinde yazı bulunan ve Türklere ait olduğu anlaşılan bir anıt da tespit edilememiştir. Bu sebeple, Türklerin bir alfabesi olmadığı ve hatta yazıyı kullanmadıkları düşünülmüştür. Ancak bu durum 19. yüzyılın sonlarında yaşanan keşifler ile değişmiştir.

Daha önce üzerinde kimlere ait olduğu tespit edilemeyen bazı yazılı taşlar tespit edilince, 1889 yılında Rus Coğrafya Kurumu N. M. Yadrintsev’i araştırma yapmak için Moğolistan’a göndermiştir. Yadrintsev, bu seyahat sırasında, Ulan Batur’un 360 km batısında, Orhon Irmağı kıyısında, Koşo-Çaydam Gölü yakınında iki büyük taş bulmuştur. 

Bu taşlarda kullanılan alfabe, 1893 yılında Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen tarafından çözümlenince, anıtların Göktürkler döneminden kaldığı ve Bilge Kağan ile kardeşi Kültigin için dikilmiş olduğu ortaya çıkmıştır. Bu durum, Türklerin sadece yazıyı uzun bir süredir kullandıklarını göstermekle kalmamış, çok eski dönemlerden beri geliştirdikleri bir alfabeleri olduğunu da ortaya çıkarmıştır.

Bundan sonra Orta Asya Türk tarihi araştırmaları yoğunlaşmış ve başka yazılı taşlar da bulunmuştur. Bu kapsamda, Y. N. Klements, 1897 yılında Ulan Batur’un yaklaşık 60 km doğusundaki Nalayh Kasabası’na yakın, Bain-Tsokto denilen yerde Tonyukuk yazıtlarını bulmuştur. 

Yazıtların okunması ile Kül Tigin Yazıtı’nı ağabeyi Bilge Kağan’ın, 732’de diktirdiği ve Bilge Kağan Yazıtı’nı o öldükten bir yıl sonra, 735’te, oğlunun diktirdiği anlaşılmıştır. Tonyukuk Yazıtı’nı ise 720-725 yılları arasında kendisi diktirmiştir.

Kül Tigin Yazıtı, kaplumbağa şeklindeki oyuk bir kaide taşına oturtulmuştur. Yüksekliği 3,75 metredir. Bir çeşit kireç taşı veya saf olmayan mermerdendir. Dört yüzü bulunmaktadır. Doğu ve batı cephelerinin genişliği; aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Yazıt’ın üstü kemer şeklinde bitmektedir ve yukarı kısımda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üstünde kağanın işareti vardır.

Batı cephesi, büyük bir Çince kitabe ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitabelerle doludur. Cepheler arasında kalan ve keskin olmayan kenarlarda ve Çince kitabenin yanında da Göktürk yazısı vardır. Doğu cephesinde 40, kuzey ve güney cephelerinde 13 satır bulunmaktadır. Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir. Satırların uzunluğu, aşağı yukarı 235 santim kadardır.

Bilge Kağan Yazıtı, Kül Tigin Yazıtı’nın bir kilometre uzağındadır. Kültigin Yazıtı’na benzemektedir. Sadece boyu birkaç santim daha yüksektir. Doğu cephesinde 41, dar cephelerinde 15’er satır vardır. Batı cephesinde Çince kitabe vardır. Çince kitabenin üstünde ayrıca Türkçe kitabe devam etmektedir.

Bilge Kağan Yazıtı’nın kuzey cephesinin ilk sekiz satırı, Kültigin Yazıtı’nın güney cephesinin ilk sekiz satırına, kuzey cephenin 2-24 satırları ise Kültigin Yazıtı’nın doğu cephesinin mukabil satırlarına benzemektedir. Bu Yazıt’ta ayrıca, Kül Tigin’in ölümünden sonraki bazı gelişmelerin ilave edildiği görülmektedir.

Her iki yazıtta da Bilge Kağan’ın sözleri dışında, yazıyı yazan yeğeni Yolluğ Tigin’in kitabe kayıtları ve ilaveleri yer almaktadır. Yazıtların etrafında türbe enkazı, heykeller, balballar ve taşlar vardır. Tonyukuk Yazıtı, diğer iki yazıtın biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmemiş, dikili dört cepheli iki taş halindedir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, küçük olan taşta 27 satır vardır. Bu yazıtlarda da yazılar yukarıdan aşağıya doğru yazılmıştır. Fakat diğer iki yazıtın aksine soldan sağa doğru istif edilmiştir.

Kültigin Yazıtı’nın Birinci Yüzü; “(Ben) Tanrı gibi (ve) Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, bu devirde (tahta) oturdum.” cümlesi ile başlamaktadır. Bu çarpıcı girişten  sonra da şu şekilde devam etmektedir:

“Sözlerimi baştan sona işitin, önce (siz) erkek kardeşlerim (ve) oğullarım, birleşik boyum (ve) halkım, sağdaki Şadapıt beyler, soldaki Tarkanlar (ve) kumandan beyler, Otuz (Tatar…), Dokuz Oğuz beyleri (ve) halkı, bu sözlerimi iyice işitin (ve) sıkıca dinleyin!

İleride gün doğusuna, güneyde gün ortasına kadar, geride gün batısına (ve) kuzeyde gece ortasına kadar, bu (sınırlar) içindeki (bütün) halklar hep bana tabidir. Bunca halkı hep ben düzene soktum. Onlar şimdi (hiç de) kötü (durumda) değiller. Türk(lerin) hakanı Ötüken dağlarında oturur (ve oradan hükmeder) ise ülkede (hiçbir) sıkıntı olmaz.

Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize pek az kala durdum; güneyde Dokuz Esin’e kadar ordu sevk ettim, Tibet’e pek az kala durdum; batıda İnci (Sır Derya) ırmağı(nı) geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim, kuzeyde Yır Bayırku topraklarına kadar ordu sevk ettim; bunca diyara kadar (ordularımı) yürüttüm (ve anladım ki) Ötüken dağlarından daha iyi bir yer asla yok imiş! (Türk halkının yurt edineceği ve) yönetileceği yer Ötüken dağları imiş.


Bu yerde oturup Çin halkı ile (ilişkileri) düzelttim. (Çinliler)altın(ı), gümüş(ü) (ve) ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar. Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. Tatlı sözlerle (ve) yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp uzak(larda yaşayan) halkları böylece (kendilerine) yaklaştırırlar imiş. (Bu halklar) yaklaşıp yerleştikten sonra (da Çinliler fesatlıklarını o zaman düşünürler imiş.

İyi (ve) akıllı kişileri, iyi (ve) cesur kişileri ilerletmezler imiş; (öte yandan) bir kişi suç işlese, onun boyu(na), halkı(na) (ve) hısım akrabasına kadar (herkesi) öldürmezlermiş. (Çin halkının) tatlı sözlerine (ve) yumuşak ipekli kumaşlarına kanıp (ey) Türk halkı, çok sayıda öldün. (Ey) Türk halkı, öleceksin!

Güneyde Çuğay dağlarına (ve) Töğültün Ovası’na konayım dersen (ey) Türk halkı, öleceksin! Orada kötü (niyetli) kimseler şöyle akıl verirler imiş: “(Çinliler bir halk) uzak(ta yaşıyor) ise kötü hediyeler verir, yakın(da yaşıyor) ise iyi hediyeler verir.” deyip öyle akıl verirler imiş. (Ey) cahil kişiler, bu sözlere kanıp (Çinlilere) yakın gidip, çok sayıda öldünüz.

O yere doğru gidersen (ey) Türk halkı, öleceksin! Ötüken topraklarında oturup (buradan Çin’e ve diğer ülkelere) kervanlar gönderirsen hiç derdin olmaz. Ötüken dağlarında oturursan sonsuza kadar devlet sahibi olup hükmedeceksin. (Ey) Türk halkı, (sen) tok gözlüsün: açlığı tokluğu düşünmezsin; bir (de) doyarsan açlığı (hiç) düşünmezsin. Böyle olduğun için (seni) besleyip doyurmuş olan hakanlarının sözlerini (dinlemeden ve rızalarını) almadan her yere gittin, oralarda hep mahvoldun (ve) tükendin. Oralarda (nasılsa sağ) kalmış olanları(nız da hemen) her yönde bitkin ve mecalsiz (bir halde) yürüyor idiniz.

Tanrı lütufkar olduğu için, benim (de) talihim olduğu için hakan (olarak tahta) oturdum. Tahta oturup yoksul (ve) fakir halkı hep derleyip topladım: Fakir halkı zengin yaptım, az halkı çok yaptım. Yoksa, bu sözümde yalan var mı?

Ebedi taş hakkettirdim. (Burası) yakın (bir) mevki olduğundan, ayrıca kolay erişilir(bir) yer olduğundan, böyle kolay erişilir (bir) yerde ebedi taş hakkettirdim, yazdırttım. Onu görüp öyle bilin (ve öğrenin).” diye devam etmektedir. Bu ifadelerde en dikkat çeken husus, Ötüken’in öneminin ve asla terk edilmemesinin ısrarla vurgulanmasıdır. Aynı konu, anıtın Doğu yüzünde de vurgulanmaktadır.

“Onca zengin (ve) onca gelişmiş devletimiz vardı. (Ey) Türk, Oğuz beyleri (ve) halkı, işitin. Üstte(ki) gök çökmedikçe, altta(ki) yer (de) delinmedikçe, (ey) Türk halkı, (senin) devletini (ve) yasalarını kim yıkıp bozabilirdi? (Ey) Türk halkı, (kötü huyundan) vazgeç ve nadim ol! İtaatsizliğin yüzünden, (seni) besleyip doyurmuş olan akıllı hakanın ile bağımsız (ve) müreffeh devletine (karşı) kendin hata ettin (ve) nifak soktun.

Silahlı (düşman) nereden gelip (seni) bozguna uğrattı (ve) dağıttı? Mızraklı (düşman) nereden gelip de (seni yerinden yurdundan) sürüp kaçırttı? Kutsal Ötüken dağları halkı, (yerini yurdunu bırakıp) gittin. Doğuya gidenler(iniz) Gittiniz, batıya gidenler(iniz) gittiniz. Gittiğiniz yerlerde kazancınız şu oldu, hiç şüphesiz: Kanlarınız ırmaklar gibi aktı, kemikleriniz dağlar gibi yığıldı; bey olacak erkek evladınız köle oldu, hanım olacak kız evladınız cariye oldu.”

Aynı bilgiler, küçük farklılıklarla Bilge Kağan Yazıtı’nda da tekrarlanmaktadır. Tonyukuk Yazıtı’nda ise “(Türk kağanını), Türk halkını Ötüken toprağına ben kendim, Bilge Tonyukuk (getirdim). (Türk halkı) Ötüken toprağına yerleşmiş diye haber alıp güneydeki halklar, batıdaki, kuzeydeki ve doğudaki halklar (üzerimize) geldiler.” ifadeleri bulunmaktadır. Bu ifadelerden de Ötüken’in hem kendisi hem de Türk halkı için önemi vurgulanmakta, bu bölgeyi ele geçirir geçirmez tüm Türklerin bölgeye akın ettiği özellikle belirtilmektedir.


Bu durum, Ötüken bölgesinin Türk halkı için bir kutsal mekân olduğu, bu bölgeyi ele geçiren kişilerin kağan olduklarını ilan etme hakkını kendilerinde gördüklerini ve halkın da buna önem verdiğini göstermektedir. Nitekim, Göktürk Devleti’ni yıkarak kendi devletlerini kuran Uygurlar da başkent olarak Ötüken bölgesini seçmişlerdir.

Hal böyle olunca akla şu soru gelmektedir: Ötüken neden bu kadar önemlidir?

Kaynaklar incelendiğinde, bunun birden çok sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Göktürklerden önce kurulan Türk devletlerinin de merkezlerini Ötüken’de tesis etmeleri tarihi devamlılığın bu konuda önemli bir etkisi olduğu izlenimi vermektedir. Örneğin MÖ IV. yy.da Hunların ağırlık merkezi Orhun ve Selenga Nehirlerinin kaynak havzası olan Ötüken bölgesi ve Altay Dağlarıdır. Hunlar 500 yıl boyunca Orta Asya’da hâkim güç oldular ve bu süre boyunca merkezleri Orhun bölgesinde kaldı.  Bu durum bölgenin Türklerin zihninde değişmez merkez olarak yerleşmesine sebep olmuş olmalıdır.

Göktürkler, Çin kaynaklarında açıkça belirtildiğine göre, Hunlardan iniyordu. Başbuğ ailesi olan Aşina soyunun bir dişi kurttan türediğine dair yaygın bir efsane vardır.  Bu durum, Göktürklerin de ataları olan Hunların başkentini kendilerine başkent olarak seçmesini anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak diğer Türk boyları da bu bölgeye aynı şekilde değer vermektedir. Çünkü Hun İmparatorluğu neredeyse tüm Türk boylarını bir bayrak altında toplamış ve çok uzun bir süre varlığını sürdürmüş olduğundan Ötüken tüm Türk boylarının zihnine başkent ve merkez olarak kazınmıştır.

Muhtemelen bunun da etkisiyle Ötüken bölgesi, Türkler tarafından sadece önemli değil aynı zamanda kutsal sayılmıştır (Iduk Ötüken).  Yani Ötüken’in öneminin dini bir yönü de olduğu söylenebilir. Orhun yazıtlarında da görüldüğü gibi Türklerde yönler ileri, geri, sağ ve sol olarak ifade edilmektedir. Doğu yönü diğer yönlere göre daha kutsal kabul ediliyor olmalı ki, doğu için ileri ifadesi kullanılmaktadır. Ayrıca, devlet hanedan üyeleri arasında bölünerek idare edildiğinde, ülkenin doğu kesimi hep Hakan/Kağan tarafından yönetilmiş ve devletin merkezi ülke topraklarının doğusunda bulunan Ötüken olmuştur. Bunu hem Hunlarda hem de Göktürklerde ve hem de Uygurlarda görmek mümkündür.

Ötüken, Hunların, Göktürklerin ve Uygurların başşehri ve kutlu vatan toprağıdır.  Buradan anlaşıldığına göre; Türk kitlelerini ancak Türk devletçilik ruhunun yerleşmiş olduğu Ötüken etrafında toplamak ve idare etmek mümkün olmuştur.  Türklerde atalar kültü, yani ataların ruhlarına saygı inancı bulunduğu bilinmektedir. Yüzyıllarca Hun, Göktürk ve Uygur Devletleri için merkez olmuş olan Ötüken bölgesi, bu süre içinde muhtemelen bu devletleri yönetmiş olan ve zamanla isimleri efsaneleşen yöneticilerin defnedildikleri bölgedir. Bu önemli kişilerin mezarlarının bulunduğu Ötüken bölgesi, bu kişilerin ruhundan güç almak açısından da kutsal bir mekân olarak kabul edilmiş olabilir.

Ötüken, uzun süre başkentlik yaptığından Türklerin devlet ve toplum kültürünü de şekillendiren bir bölge olmuştur. Devletin yapısı ve halkın temel özellikleri bu coğrafyanın etkilerine göre şekillenmiştir. Tarihi kayıtlarda bahsedilen ve Ötüken merkez olmak üzere Asya bozkırlarında yaşayan Moğollar da dahil tüm toplumların kültürel yapısı bu coğrafyanın özelliklerinin bir yansımasıdır.

Bunu anlamak için devletlerin ve insan topluluklarının varlıklarını sürdürebilmek için en önemli unsur olan orduların yapısına bakmak yeterlidir. Çünkü, bozkır toplumlarında erkek nüfusunun tamamına yakını asker sayıldığından, ordunun yapısı kültürel yapıyı da yansıtmaktadır. Bozkır toplumlarının askerleri tarih boyunca yay çekebilenler olarak nitelendirilmiştir.  Bu askeri yapı, bozkır toplumlarının uluslaşma süreci açısından da belirleyici olmuştur. Nitekim Mete, MÖ 176 yılında Çin İmparatoru’na yazığı bir mektupta; “Bunların hepsi Hun oldu, yay çekebilen okçuların hepsi bir tek aile haline gelip birleştiler.” demiştir. 

Asya’daki konar-göçer kültürlerin en iyi takip edilebildiği coğrafya Moğolistan bozkırlarıdır. Bu sebeple, Mançurya’dan Macaristan’a kadar uzanan geniş bozkır coğrafyası içinde Moğolistan bozkırlarının Türk tarih ve kültürü açısından özel bir yeri bulunmaktadır. Bu konar-göçer hayat tarzı, tarih öncesi çağdan günümüze kadar süreklilik göstermektedir. Özellikle Moğolistan’ın kuzeyinde bulunan orta kuşak atlı bozkır kültürünün ortaya çıktığı, geliştiği ve günümüzde de yaşatıldığı sahalardan biridir. Bu saha içinde kalpgah bölge ise Bilge Kağan ve Költigin Yazıtlarının bulunduğu kültür coğrafyasıdır. 

Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız ve genel olarak sübjektif nitelik taşıyan faktörlerin az veya çok Ötüken’in Türkler için önemli bir bölge olarak kabul edilmesinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak hiçbir yer sadece kutsal veya tarihi mekân olduğu için bir toplum tarafından tarih boyunca önemli bir yer olarak kabul edilmez. Bunun tarihte birçok örneği bulunmaktadır. Örneğin Anadolu’da tarihin değişik dönemlerinde kutsal veya önemli kabul edilen birçok yer, daha sonraki dönemlerde önemlerini ve kutsallıklarını kaybetmişlerdir. Bu sebeple, bir yerin önemli veya kutsal kabul edilmesi üzerinde her zaman geçerli olan pozitif faktörlerin daha etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Bu faktörlerin en önemlisinin, coğrafya olduğu değerlendirilmektedir. Çünkü coğrafya, insanın kendisi de dahil insana dair her şeyi etkiler ve şekillendirir. Coğrafyanın etkisi sadece kendi özelliklerinden kaynaklanmaz, bir bölgenin bulunduğu yer de önemlidir. Bu sebeple, Ötüken’in önemli bir yer olarak kabul edilmesinde Dünya ve özellikle de Orta Asya coğrafyası üzerinde bulunduğu yerin önemli olduğu söylenebilir.

Coğrafi açıdan Ötüken’in bu önemini incelemeden önce Türklerin tarihin büyük bir bölümünde yaşadığı coğrafi bölgenin sınırlarını tespit etmek faydalı olacaktır. Orta Asya’yı güneyde Alp sistemine dahil dünyanın en yüksek sıradağlarını teşkil eden Himalayalarla kuzeyde Sayan Dağları ve Baykal Gölü etrafındaki dağlar, batıda Hazar Denizi ile doğuda Kadırgan (Kingan) Dağları arasında kalan geniş saha meydana getirmektedir.

Bu geniş sahanın doğu parçası ile batı parçası arasında yer şekilleri arasında esaslı farklar vardır. Orta Asya’nın doğu kısmı yüksek dağlar, yaylalar ve bunlar arasında yer alan küçük-büyük birtakım kapalı çukurluklardan müteşekkil olduğu halde, batı kısmı kapalı denizlerle göllerden ve geniş ovalarla alçak yaylalardan meydana gelmiştir. Onun içindir ki bazı coğrafyacılar, Orta Asya’nın yüksek dağ ve yaylalardan müteşekkil doğu kısmına “Yüksek Orta Asya” derler.

Ovalardan müteşekkil olan batı kısmı ise bu büyük bölgenin alçak kısmını meydana getirmektedir. Asya’nın bu kısmına Türk unsurlar hâkim olduğu için Orta Asya topraklarına geniş manada Türkistan denilmektedir. Böyle bir adlandırmada Orta Asya’nın Pamir ile Altay Dağları arasındaki dağlık sahanın doğu kısmı Doğu Türkistan’ı, batı kısmı Batı Türkistan’ı meydana getirmektedir.

Tarif etmeye çalıştığımız bu coğrafyanın dışında, Avrasya bozkırları da tarihin en eski dönemlerinden itibaren Türk kökenli halklara yurtluk etmiştir. Dolayısıyla kadim Türk tarihi sadece Orta Asya’da değil, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyinde, hatta Macaristan ovalarına kadar uzanan geniş bir sahada meydana gelmiştir. Milyonlarca kilometrelik bu alanlar, coğrafi olarak aşağı yukarı birbirine yakın iklim özellikleri taşımaktadır. Tarihin ilk devirlerinden II. Yüzyıla kadar Türk kökenli topluluklar Moğolistan’ın doğusundaki Kerulen Irmağı’ndan Tuna boylarına kadar doğu-batı yönünde bu iklim kuşağında hareket etmişlerdir.

Bu geniş coğrafya içinde Ötüken bölgesi, devletin merkezi olmak için en uygun özelliklere sahiptir. Bunun en önemli sebebi, karşı karşıya olunan tehditler ile bu tehditlerin yeri ve büyüklüğüdür. Bilindiği gibi Çin, tarihin en eski dönemlerinden beri insanların yaşamasına uygun bir ortam sunduğundan tarım ekonomisine de çok eski dönemlerde geçilen bir yerdir. Bu ekonomi, yerleşik hayata geçen ve çiftçilikle geçinen insanlara has bir kültür ortaya çıkarmıştır.

Bu kültür, tarım sayesinde elde edilen bol gıda yüzünden nüfusun hızla artmasına bağlı olarak ilk siyasi organizasyonların kurulmasını sağlamış ve Çin tarihinin büyük bir bölümü birçok bölgede ortaya çıkan küçük devletçikleri birleştirerek imparatorluk haline getirme mücadelesi şeklinde yaşanmıştır. Bu sebeple Çin, Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar döneminde ve hatta daha sonraki yıllarda Asya’nın en önemli siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel merkezi olmuştur.

Buna mukabil, tarıma pek elverişli olmayan Asya bozkırlarında hayvancılığa dayalı bir ekonomi ve kültürel yapı ortaya çıkmıştır. Dengesiz iklim özellikleri ile geniş bir coğrafyada sürekli hareket etmek zorunda olan hayvancılıkla geçinen toplumlar, yerleşik hayata geçememişlerdir. Göçebe bir hayat süren bu topluluklar, iklim değişiklikleri ile dönemsel kuraklık ve kıtlık zamanlarında tarım toplumlarının arazilerine de girmek zorunda kalmış ve Anadolu’da bugün bile devam eden bir çatışmanın temelleri atılmıştır. Bu çatışma, göçebe hayvancılarla yerleşik çiftçilerin mücadelesidir.

Bunun izleri tarihi kayıtlardan da açıkça görülmektedir. İran’dan Macaristan’a kadar tüm Avrasya’da bozkır orduları ile savaşan ve bu savaşlarda topraklarını kaybeden yerleşik tarım toplumlarına ait tarihi kayıtlarda; verimli tarlalarının otlaklara ve meralarına dönüştürüldüğüne dair yakınmalara rastlanmaktadır. Bugün doğu Anadolu’da göçer diğer bölgelerde Yörük denilen ve hayvancılıkla geçindikleri için mevsimlere göre yer değiştiren topluluklar ile çiftçilik yapan köylüler arasında bu göç mevsimlerinde hala büyük çekişmeler ve hatta kavgalar yaşanmaktadır.

Bu durum, tarihin en eski dönemlerinden beri farklı toplumlar arasındaki sonu gelmez savaşların en önemli sebeplerinden birinin bu toplumların yaşam şekillerinin, yani üretim ve tüketim biçimlerinin olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar zamanında da temel mücadele göçebelerle yerleşikler, yani hayvancılık yapanlarla çiftçiler arasındaki çekişmeler (kültür savaşları) şeklinde yaşanmıştır.

Bu dönemde göçebe hayvancıların karşısındaki en önemli ve hatta tek yerleşik tarım devleti Çin’dir. Bu yüzden, mücadelenin taraflarından biri olan göçebeler tarafında iktidara kim veya hangi boy gelirse gelsin Mete’nin de dediği gibi tüm göçebeleri bir bayrak altında toplamaya çalışmış ve bundan sonra taraflardan diğerini temsil eden Çin ile mücadeleye girişmiştir. Bu durum, tarih boyunca Türkler için Çin’i, Çinliler için Türkleri (ve diğer bozkır uluslarını) en büyük tehdit haline getirmiştir.

Askerî açıdan bir ordunun ve hatta bir devletin ağırlık merkezinin, en büyük tehdide oldukça yakın olması gerekir. Ancak bu yakınlık, ani bir saldırı karşısında baskına uğrayarak imha olacak kadar da yakın olmamalıdır. Örneğin Millî Mücadele’de Ankara, hareketin merkezi olarak seçilmiştir çünkü hem en büyük iç tehdit olan İstanbul hükümetine hem de en büyük dış tehdit olan Yunanlıların bulunduğu Batı Cephesi’ne yeterince yakındır. Ankara, ayrıca ulaştırma ve haberleşme hatlarının da geçtiği bir merkez konumundadır. Fakat ne İstanbul ne de Yunan ordusu, ani bir baskınla Ankara’ya ulaşabilecek kadar yakın değildir.

Ötüken bölgesinin de benzer bir özellikte olduğu anlaşılmaktadır. Yani en büyük tehdit olan Çin’e, oradaki gelişmeleri gözden kaçırmayacak kadar yakın ve ani bir saldırıda imha olmayacak kadar uzaktır. Bu sebeple, Baykal Gölü’nün güneybatısında, yüksek dağlar ile Orhun ve Tımar Irmaklarınca çevrili, savunması kolay fakat akınlar yapmaya elverişli bir mevkide bulunan, iklimi mutedil ve otlağı bol bir yer olan Ötüken Yaylası, Asya Hunları ve Göktürk Hakanlığı zamanında devletin ağırlık merkezi olarak Türklerin kutlu toprağı sayılmıştır.

Nitekim, yanı başında yeni ve kendisine rakip olabilecek bir siyasi yapının ortaya çıkmaya başladığını gören Çin, MÖ 215 yılında büyük bir ordu ile Hunlara taarruz ettiğinde  henüz güç oluşturma çabası içinde bulunan Teoman, imha olmamak için Gobi Çölü’nün kuzeyine, Orhun ve Altay bölgelerine, yani Ötüken’e çekilmeyi uygun bulmuştur. 

Burada, Gobi Çölü gibi büyük bir engelin varlığının da çok önemli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü piyade ağırlıklı Çin ordusunun büyük miktardaki ikmal ve bakım malzemeleriyle ağır bir şekilde ilerleyerek bu çölü kısa sürede geçmesi ve Ötüken’e baskın yapması mümkün değildir. Ancak süvari ağırlıklı Türk orduları çölü kısa sürede geçerek Çin’e akınlar yapabilir.

Çin’e akınlar yapılabilecek bir yerde olması, Ötüken’in merkez olarak seçilmesinde belki de savunma açısından sağladığı avantajlardan da önemlidir. Çünkü o dönemde Asya’nın büyük bir bölümü oldukça mütevazi bir yaşam sürerken Çin büyük miktarda tarım ürünleri ile ipek ve kumaş üretilebilen bir zenginlik merkezi konumundadır. Devleti yöneten kağanın, zenginliklere de en kolay el atabileceği bir yerde bulunması işin doğası gereğidir.

Ötüken, bu jeopolitik, jeostratejik ve askeri öneminin yanında barınma ve yaşam koşulları açısından da önemli avantajlara sahiptir. Ötüken, yaylak ve kışlak alanlarıyla, akarsu, göl, dağ ve tepeleriyle ve aynı zamanda hayvan otlatmaya son derece elverişli otlak alanlarıyla Türklerin yaşamasına en uygun alan olarak görülmektedir. Türklerin hayat tarzına uygun olarak hayvanların otlatılabileceği geniş düzlükler ve av yapmaya da uygun olan sahalar bulunmaktadır. Ötüken aynı zamanda, ticaret yollarının kesiştiği bir noktada da yer almaktadır.

Bölgenin kuzeyinde orman ile bozkır buluşur ve bölge nispeten sulaktır. Bu sebeple tarım yapma ve av imkânı vardır. Burada insanlar avcılık ve balıkçılık yaparak ve hatta yabani meyveleri toplayarak da geçinebilir.  Bu sebeple bölge, tarım toplumlarına (yani Çin’e) muhtaç olmadan belli miktarda bir nüfusu barındırıp besleyebilecek imkanlara sahiptir.

Güneyde yer alan Orta Asya bozkırlarında ise tarım ve avcılık-balıkçılık imkanları azalmakta, tek çare olarak evcil hayvan besiciliği kalmaktadır.  Normal zamanlarda bile hayvanları besleyebilmek için sürekli olarak geniş bir bölgede yer değiştirmek gerekmektedir. Mevsim değişiklikleri ve kuraklık dönemlerinde ise bölge tamamen çöl özelliği gösterdiğinden, böyle zamanlarda çok sayıda hayvan ve buna bağlı olarak çok sayıda insan açlık, susuzluk ve soğuktan ölmektedir.

Bu sebeple, tabiatın kısırlığı dolayısıyla nüfusu beslemeye kâfi gelmeyen bozkırlarda cüzi ziraat dışında ancak hayvan yetiştirebilen Türklerin normal bir hayat sürebilmek için çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası vb. başka iktisadi vasıtalara ihtiyacı olmaktadır. Bunu iyi bilen Çinliler, Türkleri Çin sınırlarında tutabilmek (yani kontrol edebilmek) amacıyla zaman zaman sınırlarda yeni şehirler kurmuşlar ve burada Pazar yerleri kurarak Türklerin kolaylıkla alışveriş yapabilmelerini sağlamışlardır. 

Çin, bu tür pazarlar kurarak ve iç savaş veya iklimsel felaket dönemlerinde insanlara yerleşebilecekleri topraklar vererek Türklerin kendi toprakları içinde ama dağınık bir şekilde yerleşmelerini her zaman teşvik etmiştir. Bu, Çinlilerin iyi niyetinden değil Türklere ve diğer bozkır uluslarına karşı tarih boyunca uyguladıkları stratejileri sebebiyle yapmışlardır. Çin, göçebe hayatı yaşayan Türk topluluklarını yerleşik hayata geçirerek, yani kültürel köklerinden koparıp alışkanlıklarını değiştirerek asimile etmek ve Çinlileştirmek için bunu yapmıştır. Hatta bugün Uygur Türklerinde de aynı stratejiyi uygulamaktadır. Yaşam alanlarından ve kendi toplumundan ayırdığı Türk çocuklarını eğitim kampı adı verdiği konsantrasyon kamplarında Çinli gibi yetiştirerek kendi kültüründen ve köklerinden koparmaya ve Çinlileştirmeye çalışmaktadır.

Bu stratejiye uygun olarak Çinliler, Göktürk İmparatorluğu yıkıldığında da Türk boylarını gıda ve barınma imkânı sağlamak vaadiyle kendi topraklarına yerleştirmiş, onları Çinli isimleri vererek ve Çinliler gibi giyinmeye teşvik ederek asimile etmeye ve kendi ordusunda asker olarak çalıştırmaya başlamıştır. Buna tepki olarak, bazı liderler isyan etmiş ama yoğun Çinli nüfusu içinde dağınık bir halde bulunan Türkler bir araya gelemeden bu isyanlar bastırılmıştır. Bu sebeple, İkinci Göktürk Kağanlığı’nın kurucusu olan Kutluk, yeni bir isyana başlayınca ilk iş olarak Çin topraklarından uzaklaşmış ve güçlenir güçlenmez Ötüken’i ele geçirdikten sonra buraya yerleşmiştir.


Tonyukuk’un anlattığına göre, Ötüken ele geçirilince bunu duyan Türkler hızla bu bölgede toplanmaya başlamıştır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ötüken, geniş ormanları ve nehirleri ile av hayvanları ve balık avlanarak da yaşamın sürdürülebileceği bir yerdir. Ayrıca bazı vadilerde kısıtlı da olsa tarım yapılabilmektedir. Böylece, sadece besi hayvanlarına bağlı kalmadan büyük bir nüfusun bu bölgede yaşaması mümkün olmaktadır. Halkın her yerden Ötüken’e akmasında, tarihi, psikolojik ve askeri sebeplerin yanında yaşamaya uygun olan bu özellikleri de etkili olmuştur.

Bu göç, Kutluk ve beraberindeki kişiler tarafından da desteklenmiştir. Çünkü, geniş bozkırlara dağılmadan devletin ağırlık merkezini oluşturan bir bölgede toplu olarak yaşayabilen yeterli bir nüfus, devletin geleceğinin garanti altına alınması demektir. Bu sayede, devlet merkezi geniş bir nüfus tarafından korunabilmekte, ihtiyaç duyulduğunda ordunun merkez kuvvetlerini teşkil edecek çok sayıda asker toplanabilmektedir. Bozkır ticaret yollarının da Ötüken bölgesinden geçmesi, büyük bir orduyu ekonomik açıdan idame ettirebilmek için geniş imkanlar sağlamaktadır. Ötüken’in daima kutlu bir merkez olarak görülmesinin, Orhun Yazıtlarında devletin merkezinin burası olması gerektiğinin ve halkın bu bölgeyi terk etmemesi gerektiğinin üstüne basa basa tekrarlanmasının da en önemli sebebi budur.

Çünkü nüfus, Türk devletleri için daima en gerekli unsur olmuştur. Bozkır yaşam koşullarının zorluğu yüzünden Türkler, hiçbir zaman Çinliler kadar kalabalık bir nüfusa sahip olamamışlardır. Bu sebeple Türkler, Çin kadar büyük ordular teşkil edememiş, bunu başarsalar bile bu ordunun kaybı durumunda kısa sürede yeni bir ordu toplayamamışlardır. Çünkü ölen askerlerin yerine yenilerini koymak için en az askerlik çağına gelmiş yeni bir nesil yetişene kadar beklemek zorunda kalmışlardır. Yani Türkler, tarihleri boyunca nüfus artış hızı yüksek olan tarım toplumları karşısında sayısal olarak dezavantajlı durumda yaşamışlardır.

Bu durum, Göktürkler zamanında Türklerin birliğini sağlamak için yapılan savaşlarda baş eğdirilen boylara büyük katliamlar yapılmaması ve savaşın ardından hemen mağlup edilen boyun hemen devlete eklemlenmesinin de temel sebebidir. Aynı sebepten dolayı, yeni kurulan her Türk devleti öncelikle Çin’e gitmiş veya çevreye yayılmış boyları geri getirmeye çalışmıştır. Örneğin Gök Türk Devleti 682 yılında istiklaline yeniden kavuştuğunda, başlıca politikası Çin’e gitmek zorunda kalmış veya zorla götürülmüş Türk boylarını yeniden geri getirmektir. 


Kutluk’tan sonra iktidara gelen Kapgan Kağan’ın planı da nüfus zafiyetini ve nüfusu besleme problemini çözmek üzerinde toplanmaktadır. Bu maksatla tarım ürünleri temin etmek ve devletin huzurunu sağlamak maksadıyla Çin’i baskı altında tutmuş, Çin’de dağınık halde yaşayan Türkleri Ötüken’e çekmeye ve Asya Kıtası’ndaki bütün Türkleri kendisine bağlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Çin’den temin ettiği tohumlarla halkın belirli bir oranda çiftçilik yapmasına da gayret göstermiştir. 

Nüfus zafiyeti, Türklerin askeri harekatları ve fetih programları üzerinde de etkili olmuştur. Nüfusu seyrek bozkır topraklarını hızla devletin sınırları içine almalarına rağmen Türkler, hiçbir zaman yoğun bir nüfusa sahip olan Çin’i istila ederek orada oturma ve Çin’i kendi egemenlikleri altına alma yoluna gitmemişlerdir. Çünkü, Çin’e gidip orada yerleşirlerse zamanla kalabalık Çinli nüfusu içinde kendi benliklerini kaybedeceklerini ve Çinlileşeceklerini düşünmüşlerdir. Çinliler de nüfus üstünlüklerinin sağladığı avantajın farkında olduklarından, yay çekenler dedikleri bozkır topluluklarının nüfuslarını daha da azaltmak için dağınık en ufak bir Türk zümresi bile olsa hemen yerleştirmişler, onlara yerleşikliğin bütün icaplarını öğreterek asimile etme yoluna gitmişlerdir.

Bu nüfus zafiyeti ve kültürel olarak asimilasyona uğrama ihtimali, Türkler için daima bir endişe ve korku kaynağı olmuştur. Hatta Çin’den çok uzak bölgelerde olsalar bile ısrarla mevcut yaşam tarzlarını ve kültürlerini korumaya çalışmalarının sebebi de budur. Örneğin Bilge Kağan ülkesinde kaleler, surlar ve tapınaklar inşa ettirmek istediğinde, Tonyukuk buna karşı çıkmış ve nüfus olarak Çinlilerden çok daha zayıf olduklarını belirtmiş ve şunları söylemiştir: “Hiçbir kentimiz yoktur. Sulu ve otlak yerler arayarak dolaşıyoruz ve avlanarak yaşıyoruz. Bütün halkımız savaş sanatını uygulayabiliyor. Güçlü olduğumuzda askerlerimizi akınlara sevk ederiz, zayıf isek bozkırlara çekilir ve korunuruz. İçinde oturmak için kaleler inşa edersek ve eski hayat tarzımızı değiştirirsek, günün birinde yeniliriz.”

Sonuç:

Sonuç olarak Ötüken’in Hun, Göktürk ve Uygur Devletleri ile tüm Türk toplulukları için önemli bir merkez olarak kabul edilmesinin sebepleri şu başlıklar altında toplanabilir:

1. Ötüken en eski zamanlardan itibaren kurulan Türk devletlerinin ağırlık merkezi olduğundan tarihi açıdan önemli bir bölgedir.

2. Bu derin tarih, toplumun belleğinde kalıcı bir yer edindiğinden Ötüken, kültürel ve psikolojik açıdan da toplumu birleştirici bir simge durumundadır. Bu yüzden Göktürk Devleti ilk kurulduğu zaman başkentini bu bölgeye taşımıştır. İkinci Göktürk Devleti’ni kuran Kutluk da bu bölgeyi ele geçirdikten sonra kendisini kağan ilan etmiş ve bu durum Türk toplulukları tarafından kabul görmüştür.

3. Bölgenin doğal yapısı, göçebe hayvancılık ile birlikte avcılık ve tarım da yapılmasına imkân verdiğinden bozkırın diğer bölgelerine göre daha büyük bir nüfusu besleme potansiyeline sahiptir. Devletin ağırlık merkezinde büyük bir nüfus bulunması devletin varlığı ve bütünlüğü için hayati önem taşımaktadır.

4. Bölge, dağlar ve çöller arasında kaldığından savunulması nispeten kolaydır.

5. Güneyde bulunan geniş çöl, en büyük Tehdit olan Çin ordusunu engelleyici bir nitelik taşımaktadır.

6. Ötüken, Çin sınırından baskın tarzında yapılacak saldırılar karşısında hazırlık zamanı sağlayacak kadar uzak ve süvari ağırlıklı Türk orduları tarafından hızla ve kısa sürede akınlar yapılabilecek kadar yakındır.

7. Çin, Sun Tzu’nun eserinde de görüldüğü gibi dolaylı tutum stratejisi konusunda ustadır ve tarih boyunca bu stratejiyi başarıyla uygulamıştır. Bu stratejinin Türklere ve diğer bozkır toplumlarına karşı en başarılı uygulaması ise kültürel asimilasyondur. Ötüken, Çin kültürünün ulaşamayacağı kadar uzak bir bölgede bulunmaktadır. Bu husus Türklerin varlığını sürdürebilmesi açısından belki de en önemli özelliktir. Bu yüzden Orhun yazıtlarında da sık sık Çin’e yakın bölgelere gidilmemesi, Çinlilerin güzel sözler ve ipekli kumaşlarla Türkleri kendine çektiği, kendi topraklarına yerleştirdiği ve asimile ederek yok ettiği üzerinde durulmaktadır.

8. Ötüken, Türklerin kadim inançları açısından da kutsal bir bölgedir.


KAYNAKÇA:

AYDIN, Erhan; Orhon Yazıtları, Köl Tegin, Bilge Kağan, Tonyukuk, Ongi, Küli Çor, Bilge Kültür Sanat Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 2019.

ÇELİK, Muhammed Bilal; İslam Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü, Nobel Yayınevi, Ankara, 2018.

DURMUŞ, İlhami, Bilge Kağan, Köl Tigin ve Bilge Tonyukuk, Akçağ Yayınları, Ankara, 2017.

ERGİN, Muharrem; Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, 52. Basım. İstanbul, 2018.

KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, 44. Basım, İstanbul, 2019.

KÜRKÇÜOĞLU Erol, Türklerin Siyasi Tarihi, MÖ III-MÖ XII, Bilge Kültür ve Sanat Yayıncılık, 2. Basım, İstanbul, 2019.

TAŞAĞIL, Ahmet; Bilge Türk Tonyukuk, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2020.

…………………..; Bozkırların İlk İmparatorluğu, Hunlar, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2020.



Atatürk'ün Kişiliği..!

 

Renkli bir kişiliği vardı.. 

Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.

Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen,

Lebon’a pasta yemeye,

Rejans’a Borç çorbası,

Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi. Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı.

Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4.80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi.

Sık sık Sarayburnuna giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.

Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı.

Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı.

Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankarayı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti.

Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar;

Aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.

Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı.

Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı.

Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.

Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi.

Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün var." deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.

Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı.

Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı.

Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.

Çok sık düş görür...

Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı.

Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı.

Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü.

Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü.

Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini lmıştı.

Ankara’da, sıkça ve gizlice,

Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu.. 

NedameT

https://www.edebiyatdefteri.com/219056-ataturk-un-kisiligi/

TEŞEKKÜRLER.