Geçen
Pazar baktım ki Kırgızistan ve bana düşündürdükleri hakkında yazacaklarım bir
yazıya sığmayacak, ben de 4 bölüm halinde yazmaya karar verdim. İşte karşınızda
ikinci bölüm…
Kırgızistan’a
varınca, tur başkanımızla beraber 24 kişi olan grubumuzu, gezimiz boyunca bize
güler yüzleriyle rehberlik eden, akademisyen soydaşlarımız Ulukman Bapaev ve
Aya Bapaeva kardeşler karşıladılar. Her zamanki alışkanlığımla zihnimden hemen,
Arapça’ya geçince Lokman haline dönüşen, Türkçe Ulu-Okh-Man isminin analizini
yaptım: Yüce Yöneten Ben! / Ben Yüce Yönetenim! Bir nevi “Enel Hak” fikrinin
ifadesinin ilk ve en eski biçimi… Okh hecesinin yöneten, yüksekte duran
manasına geldiğini okumuştum. (1)
Çok
eski devirlerde, henüz insanlar devletleşmemişken ve öbekler halinde yaşarken,
dünyada tek heceli kelimelerden oluşan, ilk ve tek bir dil konuşuluyormuş.
Hatta ilk toplumlar kendi boylarına bile tek hecelik; On, Ok, As, Tur, vb.
isimler vermişler. İşte yerli ve yabancı birçok araştırmacı tarafından tek
hecelik kelimelerinin ön Türkçe olduğu kanıtlanan o ilk dili konuşan ve o
zamanlar adında Türk kelimesi geçmeyen bu öncül halklara, literatürde Ön
Türkler adı veriliyor. (2)
Ben
böyle derinlere dalmış düşünürken, şöför koltuğunun yanındaki ön kısımda, gezi
başkanımız Ümit Şıracı’nın yanındaki koltukta oturan, Türkolog Aya hanımın
tatlı sesiyle irkildim birden. Yüzünü bize dönerek, İstanbul Türkçesiyle
anlatmaya başladı:
“Birazdan
Tokmok şehri yakınlarındaki (yine Türkçe, tokmak), başkentimiz Bişkek ile Issık
Gölü arasındaki bölgede kalan ve geçmişte islamiyeti kabul eden ilk Türk
Devleti olan Karahanlılar’a başkentlik yapan, Balasagun harabelerini ziyaret
edeceğiz. Şu anda bulunduğumuz bölgenin adı ise Çu Nehri havzasıdır. Tanrı
Dağlarından doğan ve çöle dökülen Çu Nehri etrafında, çok eski zamanlardan beri
hep Türkler oturmuş, tarih boyunca Çu Havzası’nda sayısız Türk Şehri
kurulmuştur. İşte çocuk hükümdar manasına gelen Balasagun da o şehirlerden biridir.”
Yeni
bir bilgiyi daha idrak etmenin mutluluğuyla yüzüm aydınlandı. Yolu bozkırlardan
geçtiği halde denizlere çıkmayan, çölde kaybolan nehirler de vardı demek, tıpkı
bazı insanlar gibi yani… O nehirler ve insanlar da dokundukları hayatlara can
katıyorlardı mutlaka. Ama ben yine de içimden, hikâyesi çölde bitenlerden
olmayayım, yolum okyanusa çıksın diye dua ettim. Genç ve güzel rehberimiz Aya
hanım, Balasagun’daki önemli tarihi eserleri anlatmaya devam ediyordu:
“Geçmişin
en önemli ticaret rotası İpek Yolu üzerinde kurulan bu şehir, Kutadgu Bilig’in
yazarı ünlü Türk tarihçi Yusuf Has Hacip’in de doğduğu yerdir. Tarihi kentin
koruma altına alınan bölümündeki en önemli kalıntı, Karahanlılar zamanında hem
minare, hem de gözetleme yeri olarak kullanılan Burana Kulesi’dir. Kulenin boyu
9. Yüzyıl sonlarında inşa edildiğinde 45 metreymiş ama 15. yüzyılda yaşanan
büyük depremde kısalarak 25 metreye inmiş. Burana, (burana nasıl da minare
kelimesine dönüşmüş, bakar mısınız?) bilinen minarelerden daha kalındır, Buhara’daki
Türk İslam eserlerinden “Kalan (kalın) Minare”ye benzemektedir. Temel derinliği
beş metre ve dolgu kaidesi de beş metre olan minarenin giriş kapısına ulaşmak
için, sonradan eklenen demir merdivenle kaidenin üzerine çıkmanız gerekiyor.
Tek kişilik, dar, tuğla merdivenden kulenin uç kısmına çıkmayı başarırsanız,
muhteşem bir manzarayla karşılaşacaksınız.”
Hepimiz
Unesco Dünya Mirası listesine alınan bu minare-kuleyi çok merak ediyorduk ama
az sonra bizi güzel bir sürprizin beklediğinden habersizdik. Heyecanla Burana
Açık Hava Müzesi’nin kapısından içeri girip, bir koşu kulenin yanına varınca,
minibüsten inerken Ümit beyin bize neden öyle muzipçe güldüğünü anlamış olduk.
Meğerse Burana Kulesi’nin her yanı kadim Türk sembollerinden biri olan Oz Tamgaları
ile kaplı değil miymiş? Büyük sevinçle doldu içimiz tabii ki bu güzelliği
görünce. Asırlar öncesinden Türk bir Taş Ustasının hayali gülerek göz kırptı
bize. Türkün binlerce yıllık hafızası, tuğlalar aracılığıyla dile gelmişti
yine. Ön Türk kültüründe ozlaşarak Tanrıya yaklaşmayı simgeleyen damgayı
tanıyan Bülent Üner arkadaşımla göz göze geldik bir an ve mesajı aldığımızı
belirterek, birbirimize gerçekten göz kırptık…
Günümüz
Türkiye’sinin, yozlaşarak Tanrıdan uzaklaşan, her mahalleye ruhsuz betondan bir
cami dikerek Allah’a yaklaşacağını sanan, özü tutuklayıp hapsetmiş, şekilci
müslümanları acaba ne zaman, hangi etki sonucu uyanacaklardı yattıkları derin
uykudan?
Güzelim
Salda Gölü’ne mescit yapmaya karar verenler, en güzel mescidin yeryüzü olduğunu
ne zaman unutmuşlardı?
Altın
madeninden kat kat değerli, cânım Kaz Dağlarının, yerin altında da, üstünde de
işe yaramayan altın madeni uğruna, hem de yabancı eller tarafından didik didik
edilmesine göz yumanlar, akıllarını nerede kaybetmişlerdi?
Ve
nerede bulacaklardı?
(Devamı
Haftaya…)
(1)
http://www.halukberkmen.net/pdf/346.pdf
(2)
https://www.wikiwand.com/tr/%C3%96n_T%C3%BCrkler