Kaynayıp kanın
Bahadır canın,
Özgürlüğe atılır.
Sen erime,
Genç börüme
Karşı kim durur!
Sen, kaplanım,
Arslanım,
Düşmanı kovarsın.
Beşik Türküsü'nden
Yalnızca Kazakların değil, Turan
ülkesinden yayılan bütün Türk halklarının önde gelen, üstat kabul ettiği, övünç
bildiği, kor gibi yanan, sönmez yıldızı 1893 yılında dünyaya gelen Mağcan
Bekenbalası Cumabayoğlu'nun acı dolu hayatı 1938 yılının ilk günlerinde Rus
faşizmi tarafından şehit edilmesiyle son buldu.
Onun bizlere bıraktığı destan ve
şiirlerinin, 45 yıla ulaşmayan kısa ömrünün sadece 1912-1927 yılları arasındaki
bölümünde, yani hayatının ancak 15 yıllık bölümünde yazıldığını hepimiz
biliyoruz.
Kazak gençleri onun şiirlerini 1988
yılında ikinci defa olarak aklanıncaya değin okumadı, onu tam anlamıyla
tanımadı. Kimin “ak”, kimin “kara” olduğunun belli olmadığı bir devirde
“karalanmak” ve yıllar sonra bu “karaların” lütfüyle “aklanmak”…
Bir sanatçıyı, ömrünü edebiyata ve
eğitime adamış bir sanatçıyı niçin ve kim öldürebilir? Söz sanatlarının en
seçkin türlerinden biri olan şiirle uğraşan bir adamın öldürülmek için ne gibi
bir suçu olabilir? Mağcan, onu sağlığında suçlayanların dedikleri gibi “zengin
yanlısı, gerici, bugününü beğenmeyen, geleceği olmayan, karamsar, halk düşmanı”
biri miydi? Adam mı öldürmüş, yoksa hırsızlık mı yapmıştı?
Onun şiirlerini okuyan her
milletten, her dönemden bütün insanlar, kendisine ithaf edilen suçların bir
yalandan ibaret olduğunu rahatlıkla görebilecektir. Bilakis onun, “eşitlik,
emek, ferdi özgürlük” gibi konulara, onu suçlayanlardan da çok önem verdiği bir
hakikattir. Durum böyleyse, mesele nedir?
Yüreğindeki kor ateşi öylesine
muhteşem sözlerle, adeta kıvılcımlar saçarcasına söylemiştir ki şair, onun
hakkında, onu defalarca halk düşmanı diye ihbar eden Ğabbas Tokcanov bile 1925
yılında “Emekçi Kazak Gazetesi"nde kaleme aldığı bir makalesinde
"Mağcan büyük şair. Kendi düşüncesini, kendi dileğini idrak ettirebilen
şair” diye yazmıştı. Onun şiirleri, bir milleti tekrar uyandırabilecek, büyük
kalabalıkları birden büyük bir orduya dönüştürebilecek, ayaklandırabilecek
niteliktedir.
Büyük şair, daha 35 yaşındayken,
yani şehit edilmesinden 10 yıl kadar önce sesinin kesilmesinin ve yürekleri
parçalayan şiirlerinin Kazakistan'ın egemenliğine kavuşmasına değin
yasaklanmasının tek bir sebebi var: Ateşli yüreğinden onu parçalarcasına çıkan
sözlerle kağıda döktüğü şiirleri ve yüreğindeki “Türk” sevgisi.
“Türk” sözcüğünü bu yazıyı okuyan
Kazakların çoğunun “Türkiye'de yaşayan halk” olarak anlayacaklarını biliyoruz.
Ancak, bu sözün yalnızca Türkiye'deki Türk halkını değil, Balkanlardan Çin
ülkesine kadar bütün coğrafyalarda yaşayan milyonlarca insanın ortak adı
olduğunu Mağcan iyi biliyordu. Aslında yalnızca Mağcan değil, dost da düşman da
o yıllarda bunu gayet iyi biliyordu. Mağcan öldükten sonra halk arasında
“Türkî”, “Türkçe konuşan”, “Türkî kökenli” gibi aslına az çok yakın görünen
kavramlar yayıldı. Bu planı hayata geçirirken kendi sömürgeci maksatları için,
zaten toprak olarak bölünmüş olan “Türklerin” gönüllerini de bölmeyi amaçlayan
işgalcilere en büyük cevabı adının “Kazak”, soyadının “Türk” olduğunu herkese
anlatmaya çalışan Mağcan şiirleriyle yoluyla vermişti. “Türk” sözünü onun
eserlerinden sadece şiirlerini ele alacak olsak bile tam 32 yerde görmek
mümkündür. Çünkü gerçek odur ki, Türk olmak Kazak olmaya engel değildir.
Kazakların, Kırgızların, Özbeklerin, Türkmenlerin her biri nasıl bir Türk
atanın çocuklarıysa, Türkiye'de yaşayan insanlar da Türk atanın, Türk'ün
yalnızca kendisi değil, çocuklarından, evlatlarından biri değil midir? 1913
yılında Kazak Gazetesi'nde yayımlanan “Ural Dağı” adlı şiirinde “anamız” dediği
Ural Dağı hakkında şair şöyle diyor:
…
Bir zamanlar senin sahibin Türk idi,
Mekan tutup göçüp konup yaşar idi,
Korkmazdı dağdan taştan yiğit Türk
Koynuna yayıyla girmiş idi.
Er Türk sonsuz bozkırının süsü idi,
Otursa, göçse, konsa özgür idi.
Varken baht kuşu başlarında,
Rüzgar ve güneş onlara yar idi.
Bu yalancı dünyada vefa var mı?
Korun; aldatır, sakın yakın varma!
Bugün can dostun olsa da,
Atar yarın seni uçuruma.
Bak bir etrafına başını çevirip,
Altay, Ural boyunda duran Türk,
Adı da, kendisi de yok, sesi yok,
Kaybolmuş nereye, çürüyüp gidip?
Ural gibi ata vatan yerlerine,
Mübarek atanın kabirlerine,
Ağzı tüylü yabancılar sahip olup,
Veriyorlar eziyet erlerine.
Anamız, bizi büyüten, sevgili Ural,
Boynunu çevir ilk yavruna, geri gel!
Birleşince yiğit Türk çocukları,
Engel olma yollarını kesip, kendinde
ol.
Evet… Vatana “ağzı tüylü yabancılar”
sahip olduktan sonra, elinden gelen, yapılması gereken tek şey vardı Mağcan
için: Birleşmek… Bugün bile çok insanın anlayamadığı bu gerçeği, hakikat dolu
şiirler yazan büyük şair daha o günlerde anlamış ve bu yolda kalemiyle
savaşmıştı. Türkiye'den Ural'a, Altay'a kadar bütün Türklerin zincirsiz bir
tutsaklıkta bulunduğu yıllarda, bazılarının “Dünyanın bütün proleterleri,
birleşin!” uranları attığı karanlık günlerde o, ışığın, aydınlığın “Dünyanın
bütün Türkleri, birleşin!” uranında olduğunu biliyordu. Bunu korkusuzca
haykırıyordu. Üstelik neden korksundu ki bundan? Yeryüzünde “bölünmek” kötü,
“birleşmek” iyi değil miydi? Kandaşların birleşmesinin kime ne zararı olabilir,
bölünmesinin kime faydası olabilirdi? Türklerin birleşeceği aydınlık geleceğe o
kadar inanıyordu ki Mağcan, Ural dağına hitaben “Birleşince yiğit Türk
çocukları, engel olma yollarını kesip, kendinde ol.” diye yalvarırken, “Kazak
Dili” adındaki bir başka şiirinde:
…
ışık görmesen de yıllarca, zengin
dilim,
Temiz, derin, keskin, güçlü, engin
dilim,
Dağılmış Türk çocuklarını bağrına
Ak kolunla çekebilirsin sen dilim!
diyerek “dağılmış Türk çocuklarının”
bir gün mutlaka birleşeceklerine inancını dile getiriyordu.
27 dörtlükten oluşan ve 1923 tarihli
şiirler toplamına giren “Türkistan” şiirini Mağcan'ın Taşkent'e gittikten sonra
yazdığı anlaşılıyor. O yıllarda Taşkent, bugünkü Orta Asya Türk
cumhuriyetlerini içine alan Türkistan Cumhuriyeti'nin başkentidir. “Dağılmış
Türk çocuklarının” birleşmesi yolunda atılmış en önemli adımlardan biri de
Türkistan Cumhuriyeti idi.
Türkistan iki dünya eşiğidir,
Türkistan er Türk'ün beşiğidir.
Kutlu Türkistan gibi yerde doğmak,
Türk'ün Tanrı'nın verdiği nasibidir.
Eskiden Türkistan'a Turan derlermiş.
Turan'da er Türk'üm doğup büyümüş.
Turan'ın kaderi var, dalgalı,
Başından ne güzel günler geçmiş.
…
Eskiden Okıs ile Yaksart,
Ceyhun ve Seyhun'du,
Türkler bu ikisine derya derdi.
Bu kutlu iki suyun kıyısında
Bulursun mübarek atanın mezarını.
Turan'ın Tyan-Şan dağları var,
Denk gelmez Tyan-Şan'a başka dağlar!
Mecburen er Türk'ü hatırlarsın,
Göğe ulaşan Hantengri'ye bakar
bakar.
…
Yeryüzünde Turan gibi yer var mı?
İnsanoğlunda Türk gibi el var mı?
Bol akıl, ateşli kuvvet, hayal gücü
Turan'ın erleri gibi er var mı?!
…
Asil kan, kutlu Türk kanı,
O kandandır İbni Sina Ebu Ali.
Bolluğu biliminin sihir gibi,
Dünyada böyle adam doğdu mu ki?
Türk'ün kim küçümser müziğini?
Farabi dokuz telli tamburunu
Çaldığında doksan dokuz nağmesiyle,
Huşudan kim tutabilmiş gözyaşını?
Turan'da Türk salınmış ateş gibi,
Türk'ten başka ateşten can var mı?
Çok Türk payını alıp dağıldığında
Kazak'ta kalmamış mı evin kubbesi?
…
Sarıarka'yı Turan'dan ayrı görme,
Türkistan altı Alaş'a olmuş gebe.
Turan'ın toprağında yatıyor
Tarihteki erler eri bozkurt Kene.
…
Ne yazık ki, bu cumhuriyetin ömrü de
Mağcan'ın ömrü gibi kısa olmuş ve sonrasında “Türkistan” sözcüğü de halka
derhal unutturulmaya çalışılmıştır. Bugün Kazakistan'da “Türkistan"dan söz
ederseniz, herkes Ahmet Yesevi'nin mezarının bulunduğu ve Şımkent oblısına
bağlı olan eski "Yassı” şehrini aklına getirecektir. Oysa Türkistan,
Türklerin yaşadığı yer, Türklerin vatanı anlamında “Türk eli” demektir, yani
“Er türiktiñ besigi"dir ve Mağcan'ın uzun şiirinde tek tek saydığı
Hazar'dan Çin Seddi'ne kadar olan o büyük coğrafyayı kapsar.
Mağcan'ın bu şiirinde tarihe büyük
bir özlem vardır. Türk'ün muhteşem tarihini çok iyi bilen şair, "kendisine
medeniyet öğretmeye gelen ağzı tüylü yabancılara” 27 dörtlükte tek tek
getirdiği örneklerle dersini veriyor ve fikrini “Türk'e insanlıkta başka halk
ulaşmış mı?” diyerek özetliyor.
1919 yılında Türkiye'de Atatürk'ün
başlattığın Kurtuluş Savaşı'na armağan ederek yazdığı “Uzaktaki Kardeşime”
adındaki şiirinde, kendisinden binlerce kilometre uzakta bulunan kandaşları,
kardeşleri için gözyaşı döker Türk'ün hassas yürekli şairi. Tutsaklık zinciri
kendi kolunu da parçaladığı halde azap çeken kardeşlerini unutmaz, eski
zamanları anıp, ayrılığı hatırlayarak ağlar ve ağlatır:
Uzakta ağır azap çeken kardeşim,
Kurumuş kardelen gibi solan
kardeşim,
Kuşatan kalabalık düşmanın
ortasında,
Göl kılıp gözyaşını döken kardeşim.
…
Heyhat, değil miydi altın Altay,
Anamız, bizi doğuran, deli birer
tay,
Bağrında gezmedik mi oynayarak,
Yüzümüz değil miydi parlak bir ay?
…
Altay'ın altın günü nazlandırıp,
Seni bir kaplan ettiğinde,
erginleşip,
Akdeniz'in, Karadeniz'in ötelerine,
Kardeşim, gittin beni terk edip.
Ben kaldım küçük civciv, kanat
çırpamadan,
Uçayım deyip uğraşsam da güç
bulamadan,
Akıl veren, yol gösteren kimse
olmadı,
Vahşi düşman koyar mı şimdi beni
vurmadan?!
…
Heyhat, ayrıldık mı büyük birlikten?
Geri adım atmayan yağan oktan
Türk'ün o kaplan yüreğinden?
Gerçekten korkak kul mu olduk,
düşmandan korkan?!
Coşkuyla özgürlüğe atılan Türk'ün
canı
Gerçekten hastalandı mı, bitip
hali?!
Ateş sönüp yürekteki, kurudu mu
Kaynayan damardaki ata kanı?!
Kardeşim! Sen orada, ben burada,
Kaygıdan kan yutuyoruz; adımıza
Layık mı kul olup durmak? Gel
gidelim
Altay'a, atadan miras altın tahta!
Buna benzer duygularla daha 1915
yılında Kazak Gazetesi'nde yayımlanan “Yarime” adlı şiirinde de karşılaşıyoruz.
“Ant edip dönmemeye kendimi bildiğimden beri, prangalı kardeşime özgürlük
dileyip, can yarim, uzun, çetin yola düştüm.” diyen Mağcan, onunla “sulu göz
şair” diye alay eden namertlere “mertliğin” ne olduğunu göstermektedir:
Ateş yutan akrabanın halin görüp,
Günahsız su gibi akan kanın görüp,
Ayrılan ar namusundan öz bacımın
Gözyaşını, hüznünü, feryadın görüp;
Parçalanıp yüreğim, içim eriyip,
Belaya atlayıp, kolumu verip,
Ant edip dönmemeye kendimi
bildiğimden beri
Prangalı kardeşime özgürlük dileyip,
Can yarim; uzun, çetin yola düştüm.
Önümde dipsiz denizler, çöller,
çukurlar.
Kuru çöl ki, susuz, otsuz, kaynayan
bir kum,
Sağda solda ıslık çalan yılan çıyan
var.
…
Yol uzun, yakın için candan geçtim,
Kardeşimin halin görüp belayı
seçtim.
Kucakla, öp, gül, ağla, güç ver
bana,
Can yarim, uzun, ağır yola düştüm.
Makalenin başında “bir şair neden
öldürülür?” diye sormuştuk. Sevgili eşinden, o şefkatli Kazak kızından manevi
destek isteyen, yanıp kavrulan, ağlayan, ağlatan, “yakını için candan geçen”
bir yüce canın böyle şerefli bir ölümü bile bile nasıl kucakladığı ortada değil
mi?
Dilinden “Kazak"ı,
"Alaş"ı, "Sarıarka"ı, "ana yurd"u hiç düşürmeyen
bahtsız şair, "Türk” sözünü bizzat dile getirmediği pek çok durumda da, en
azından ilk atası “Hun"dan söz etmiş, bu sözü anlamayacak gençler için ise
"Türk Milletinin ilk atası” şeklinde bir hatırlatmayı da bizzat kendisi
yapmıştır. Bununla ilgili örneklerden birini 1922 yılında çıkan kitabında
yayımlanan “Ural” adlı şiirinde görüyoruz:
Uzun Ural gündüzle gecenin sınırı,
Bir yanı gündüz, bir yanı gecenin
balası.
Öte yanı gök gözlü cin yuvası,
Beri yanı Türk'ün sarı bozkırı.
…
Uzun Ural gündüzle gecenin sınırı,
Ölüm gece, yaşam güllü Hun bozkırı.
Yaşam ile ölümün sınırından
Geçiyor uyuyarak ezelden insanoğlu.
İki dünya: gündüz ve gece, yaşam ve
ölüm,
Biri beşik, biri hazır bir mezar.
Çocuk ol da yat sen beşiğinde
Bozkırımın nazlısı Kazak halkım.
Mağcan için Ural Dağı, “gece” ile
“gündüz” arasında bir sınırdır. Öte tarafında gök gözlü cinler, beri tarafında
ise güllü Hun bozkırının nazlıları Türkler ömür sürer. Buradaki gök gözlü cinin
kim olduğunu söylemeye gerek yok diye düşünüyoruz. Gece ölümdür, mezardır;
gündüz ise beşiktir, ömrün ta kendisidir. Öyleyse Hun'un, Gündüz'ün çocukları;
Türkler, yani Kazaklar neden karanlığa, ölüme, gök gözlü cinlere özensinler?
Onlar için tek çare vardır, o da öze dönmek, atalarına layık evlatlar olarak
yaşamak.
I. Dünya Savaşı yıllarında yazıldığı
tahmin edilen “Peygamber” şiirinde, Rus şairi D. S. Merejkovskiy'in “Deti Noçi”
(Gecenin Çocukları) adlı şiirine cevap veren Mağcan, yukarıda kaleme alınan
görüşlerini burada da tekrarlanmaktadır:
…
Bir zamanlar yok var iken, gece
doğmuş.
Kapkaranlık gece içinden Gündüz
doğmuş.
Ateşli Gündüzün ışığından od alıp
Ateş gözlü, ateş canlı Hun doğmuş.
Bir zamanlar ateşli Gündüzden
Hundoğmuş,
Ateşli Hun'dan ateş olup ben
doğmuşum,
Yüzümü ve çekik kara gözümü
Doğar doğmaz alev ile ben yumuşum.
…
Kendi söylediği gibi, “Gündüzün
evladı ateşli Hun'dan od olarak doğan, yüzünü, çekik kara gözünü ateşle yuyan”
bir Doğulu olmakla büyük bir gurur duyan şair; halkını karanlık, hileci,
acımasız ve işgalci düşmandan korumak istemektedir. Aynı duygu, “Od” ve
“Gündoğusu” adlı eserlerinde de aynı şekilde düşmanın yüzüne vuruluyor:
…
Alplere varmışım Altay'dan,
Balkan'a varmışım Hıtay'dan.
Alazlanıp çıkıp gökyüzüne,
Yüce Alplerden aşan
Ateşli Atilla, Balamir, Ben idim.
…
Halkı için yerinde duramayan, asil
kanı kaynayan şair bir şiirinde:
Alevim ben, gelme yakın, yanarsın;
Küheylanım, tozuma bile varamazsın.
derken, bir başka şiirinde:
Kaygılanma, zavallı biçare, çekme
zar,
Ben Güneşin oğlu, gözümde Güneş nuru
var,
Ben geleceğim, ben geleceğim, ben,
Güneşten doğma, Hun'dan olma
peygamber.
diyen şairin alevli sözleri, Türkiye
Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün:
“Türk budur. Yıldırımdır,
kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
ve
“Yarının tarihi, yeni fasıllarını
Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türkün
varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o
zaman görülecek.”
şeklindeki sözleriyle ne kadar çok
benzemektedir. Aslında buna şaşmamak gerek. Çünkü; ikisi de “gözünde Güneş nuru
olan Hun balası” , ikisi de “Türk'ün özgürlüğe atılan bahadır evladı”, ikisi de
“alev”, ikisi de “ateş"…
Mağcan, her zaman Kazak çocuğunun
başının dik olmasını istemiştir. Çünkü Kazak'a kulluk değil, efendilik yakışır.
1922 yılında neşredilen kitabındaki "Aksak Timur Sözü” adlı şiirinde
Türk'ün ulu atası Timur şöyle tarif edilmektedir:
…
Gök tanrısı Tanrı'nın
Soyu yok, maddesi yok.
Yer Tanrısı Timur'un
Soyu Türk, maddesi od!
“Yeryüzüne”, “Tez Varayım”, “Ben
Gençlere İnanıyorum”, “…‘ya”, “Geçmiş Gün”, “Savaşçının Türküsü”, “Turan'ın Bir
Bağında”, “Eski Türkistan” ve tutsak edilen Mircakıp Duvlatov için yazdığı
“Düşmanın Eline Düşen Cana”, “Tutsak”, “M. D. Hapisten Çıktığında” gibi pek çok
şiirinde; bunun yanında “Korkut”, “Okcetpes'in Kıyısında” adındaki uzun
şiirlerinde de “Türklük”, “özgürlük”, “Türk birliği” ve “tarih bilinci”
konularını Kazak Türkçesinin en kudretli sözleriyle defalarca işlemiştir
Mağcan.
Gözü yaşlı ama kahraman şairin 34
yaşında sesi kesildi. 44 yaşında gepgenç bir küheylan iken canına kıyıldı…
Canını korumak için düşmana yalvarmadı. “Vahşi düşman koyar mı şimdi beni
vurmadan?!” derken olacakları başından beri çok iyi biliyordu. Ama başkaları
gibi düşmana yaltaklanmadı. Avazı çıktığı kadar haykırdı, hep ağladı, sonuna
kadar mücadele etti. Korku nedir bilmedi.
Bugün arayıp ziyaret edebileceğimiz
bir kabri bile olmayan kahraman şair, yattığı yerden egemen Kazakistan'ımızdı
görüp hayallerine ulaşmaya yaklaşmış olsa gerektir. Aydınlık geleceğimize doğru
adım atarken her yaştan insanlarımızın ondan öğreneceği, ibret alacağı çok şey
var diye düşünüyoruz. Unutmak yok olmaktır. Onun anlam dolu kısa hayatı ve
bizim için çektiği azap, döktüğü kan, her daim aklımızda olmalıdır.
O ve onun gibi atalarımızın ruhu
bütün Türk dünyasını sonsuza değin koruyacaktır. Buna yürekten inanıyoruz.
Çünkü, bedeni gitse de, kendi söylediği gibi Mağcan da, onun yanında olduğu
millet de ölmedi, ölmeyecek de:
Ben ölmem, bana ait olanlar da
ölmez,
Cahil adam ölümün olmadığını bilmez,
Benim padişah, kendim kadıyım,
Hangi ahmak ne ettin diye sorgular?
Ölmedin Mağcan ağabey,
Can ağabey,
Ölmeyeceksin…“
Dr. Oğuz Doğan