'Göğün altındaki her yer Türk’ündür'

Ahmet Haldun Terzioğlu ile Röportaj
Trabzon-Beşikdüzü’ne bağlı Takazlı Köyü’nde 1960 yılında doğdu. İlk ve orta öğrenimini öğretmen olan babasının görev yaptığı çeşitli illerde tamamladı. 1981 yılında Atatürk
Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirdi ve ziraat yüksek mühendisi olarak Türkiye’nin hemen her bölgesinde görev yaptı. Bu arada Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni de bitirdi. Evli ve iki çocuk babası olan yazar 2006 yılında kendi isteğiyle emekli oldu ve kendini yazmaya adadı.
İlgi alanını Türk tarihi ve mitolojisi üzerine yoğunlaştırdı. İlk iki kitabı 2004 yılında yayınlanmıştır. 2007 yılı Mustafa Necati Sepetçioğlu Tarihi Roman Yarışması’nda “Alp Er Tunga” isimli romanı ile birincilik ödülüne layık görülmüştür. Bunun dışında daha birçok ödül kazanmıştır. Terzioğlu, araştırmalarına ve eserler vermeye devam etmektedir.
Eserlerinden bazıları: Teoman Han, Mete Han, Kiok Han, Alp Er Tunga, Tomris Han, Hunlar da Çılgındı

Bozkıra bağlı yaşam Türk’ü güçlü kıldı

TÜRKSOLU: Romanlarınızda anlattığınız ortamı dikkate alarak, Türk tarihini, İskitlerden beri Kafkaslara, İran’a ve Anadolu’ya kadar uzanan Türk dünyasını, Türk tarihini konuşmak isteriz sizinle. Sizce Türk tarihinin, Türk kültürünün özü nedir? Sizi okurken farklı bir öz olduğunu hissediyoruz. Komşumuz olan İranlılarla, Çinlilerle, Hintlilerle; karşılaştığımız diğer uluslarla ne farkımız var?

Ahmet Haldun Terzioğlu: Romanlarımda öncelikle bozkırı anlatmaya çalışırım. Bozkır, diğer bütün yeryüzü sistemlerinden farklıdır ve zordur. Fark deyince, ulus olmanın gereğidir farklı olmak. Diğerlerinden ayrılmak. Yaşadığı yer farklı olunca, yaşayan da farklı olur. İnancı da... Türk olmak başlı başına bir fark ve özellikler bütünüdür. Yaratılış inancında fark var zaten. Gök’te doğduğuna inanan başka bir ulus var mı? Şunu bilmeliyiz ki biz Türkler, çevredeki yerleşik milletlere göre sayısal olarak azdık. Bu da göçerliği zorladı bize. Kalsaydık, bir yerde, surlar ardında yaşamayı seçseydik, çokluk yağılarımızın saldırıları ile yok olabilirdik. Bunu deneyenler oldu tarihimizde. Yok olmaktan kurtulamadılar.

Bu yapı, göçerliği, dikkat edin göçebeliği değil, göçerliği zorunlu kıldı bize. Göçerliğin bir sonucu olarak, uruglar, boylar halinde yaşama zorunluluğu doğdu. Bölünmenin yarattığı güçsüzlük, bir zaman çok zorladı bizi. Güçlü yağılarımıza karşı birleşme gereği doğdu. Buna uygun mücadele ve savaş gücü doğdu. Türk’e uygun savaş yöntemleri, taktikleri... Bugün Bozkır savaş taktiği olarak adlandırılan savaş düzeni de yine bu zorunluktan oluştu. Düşünün o günkü boy örgütlenmesinde üç yüz, dört yüz çadırlık bir nüfus çok büyüktü göçerlik açısından. Daha büyüğünün bir arada olması göçmesi, yaşaması zordu. Olmazsa olmaz at ve koyun sürüleri için gereken otlakları bulmak, elde tutmak gerekiyordu. İklime, karşı savaşmak gerekiyordu. O nedenle de yaylak, kışlak yurt tutma anlayışı doğdu. Genelde elli çadır yani yaklaşık beş yüz kişilik uruglar halinde göç ediliyordu.

Dolayısıyla urugdaki her kişi zorunlu savaşçıydı hem de iyi savaşçı. Kendisini koruyacak, oğuşunu, sürülerini, otlağını, yurdunu koruyacak. Bunun için çok iyi savaşacak. En büyük dayanağı olan atını, zamanın en önemli teknolojisi olan yayını iyi kullanacak. Bulunduğu şartlara adapte olarak yaşamak zorundaydı Türk. Kentler kapalı ve surlarla çevriliydi. Böyle bir yaşayış Türklere uymuyordu. Onun varlığı bozkıra bağlıydı. Böylece güçlü toplum anlayışı oluştu ve bu anlayış devleti doğurdu. Güçlü savaşçıların kurguladığı devlet güçlü oldu. Hem diğer göçerlere hem de yerleşiklere üstünlük sağladı. Böylece taklit edilmeye başlandı. Yakın komşuları savaşçılığı ki burada özellikle asker tanımını kullanmıyorum, Türklerden öğrendi. Bugün hâlâ kullanılan onluk ordu sistemi Türklerin armağanıdır.

“Gök’ün altındaki her yer Türk’ündür”

Ardından güçlü liderler, hanlar yetiştirdi o güç şartlar. Göçerlik, teknik, savaşçılık ve güçlü devlet anlayışı, egemenlik kültürünü geliştirdi. Bir de yurt anlayışını. Sınırsız bir yurt anlayışı doğdu. Gök inancı ile birleşti. Biliyor musunuz Gök’ü ilk Türkler sahiplendi. Gök’e sahip olan onun altını başkasına bırakacak değildi elbet. Türkler için gidilen yerler, alınan yerler yurttu artık. Üzerinde yaşayanlar da yönetilmesi gerekenlerdi. Hatta yönetilmeyi hak edenler. Geri dönme ihtimali yoksa o yer artık yurt kavramı içinde yer almıyordu ki bu ilk başlardaki durumdur. Sonra ise bu sahiplenme daha değişik bir anlam kazanmıştır. Artık Türkler “Her yer bizimdir” demeye başladılar. Bu çok üstün bir öğretidir. Aynı çağda başka bir ulusta görünmeyen... İşgal ya da istila anlayışı yoktur. Sahiplenme vardır. Özellikle Mete’den sonra gelişen bu ruhu “Gök’ün altındaki her yer Türk’ündür” olarak görmekteyiz. Bunun da açıklaması “Güneş bayrağımız, Gök çadırımız” olarak açıklanmıştır. Buna bağlı olarak “Kimse bizim önümüzü kesemez, kimsenin bizi durdurmaya hakkı yoktur” diye düşünmüştür Türkler. Türkleri surlar da engelleyemezdi. Aşılırdı. Çin Seddi’nin kolayca aşılmasının, Çin içlerine akınların ardındaki temel düşünce budur. Çin’in set yapmaya hakkı yoktur. Eğer yaparsa, aşmak da Türk’ün hakkıdır. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel bence bu konuyu en güzel anlatan tarihçidir.

TÜRKSOLU: Yani Türkleri farklı kılan çevredeki yerleşiklerden, tarım toplumlarından farklı olan yaşam biçimleri miydi?

M.Ö 1780 tarihli Çin kayıtları Türklerden bahsediyor

Ahmet Haldun Terzioğlu: Tarihsel veriler ve arkeolojik kazılar Türklerin kuzeyden geldiğini göstermektedir. Sibirya’nın güney kısımlarındaki ormanlardan geldiğimiz bilinmektedir. Bunlar Çin kayıtlarında anlatılır. M.Ö 1780’lerde ilk Çin kayıtları Türklerden söz etmektedir. Bunu belki isteyerek yapmadılar. Kendi tarihlerini anlatırken bizi de anlatmak zorunda kaldılar. Yaşadıkları yerler, nasıl yaşadıklarına dair işaretler kayıtlarda yer aldı. Aradan iki yüz yıl kadar geçtikten sonra bu kez Türklerden ata binen bir topluluk olarak yeniden söz edilir. Türklerin atı kullanmadaki ustalıklarından, giysilerinden, güçlü yaylarından ve iyi savaştıklarından ve en önemlisi güçlü liderlerin yönettiğinden...

Bu andan sonra tarihi bir yere bırakıp romancı muhayyilesi ile düşünürüm. Aradan geçen bu iki yüz yıl içinde ne oldu da Türkler değiştiler? Bu iki yüz yıl içinde Türklerde çok ciddi bir gelişme olduğu yazıldığına göre bunun sebebi de olmalıdır. Çinliler at evcilleştirmeyi bu dönemden sonra Türklerden öğrenmişlerdir. Çok çok sonraları ata binmeyi, atı savaşta kullanmayı yine atalarımız öğretti Çinlilere.

Bu iki yüz yıllık dönem içindeki gelişmeyi sağlayan acaba neydi? Bir peygamber, resul, nebi mi gelmişti Türklere? Ki bu inancımızla uyan bir beklentidir. Gelen peygamber bir hedef mi göstermişti? Bir şeyler mi öğretmişti? Sadece iki yüz yıllık süreç içinde Türkler at üzerinde seyahat eden, güçlü ve yay kullanan insanlara dönüşmüşlerdi. Kaynaklar Türklerin uzun saçlı olduğunu da anlatır. Sahi neden bu farklılığı seçti Türkler? Çevrelerindeki bütün budunlar tersine saçlarını keserken nasıl böyle bir tercih yaptılar? Elbette ben bunu romancılığımla tarih araştırmacılığımı karıştırıp cevaplıyorum. Cevabımın doğru olduğuna inanıyorum çünkü başka cevap yok. Düşünün atının üzerinde dört nala giden bir Türk’ün uzun saçlarının dalgalanması ile atın yelesinin aldığı şeklin birbirine olan uyumunu. Bu rastlantı mı? Hiç sanmam. Kim öğrettiyse bu işe nefis bir güzellik katmış. Türk’ün atın üzerinde etkili ve güzel görünmesini istemiş.

Türklerin düzenli ordusu ve yöneticileri ilk başlarda bile vardı

Yine yapılan tüm araştırmalar Türklerin düzenli olarak, ordu kurarak, başlarında bir yöneten olduğu halde geldiklerini gösterir. Bu da çok büyük bir gelişmedir. Bu yönetimi de birisi öğretti. Çünkü rastlansınlar bir öğreti değil. Sıradanlığın çok üzerinde. Düşünün birlikler halinde at sürme, saldırma, çekilme... Dünyanın hiçbir yerinde insanlar böyle bir gelişme içinde değilken Türkler bu gelişmeyi yayıyorlar acuna. Biliyorsunuz ki Yontma Taş Devrinden, Cilalı Taş Devrine geçmek için insanlığa yaklaşık iki bin yıl gerekmiştir. İlk başta insanlar taşı kırarak yontmada, ağaç kesmede kullanmaktaydılar. Taşın sürterek parlatılabilmesi için iki bin yıla ihtiyaç olmuştur. Yine bu taşa kemikten bir sap takılabilmesi için bir iki bin sene daha beklenmiştir. Türkler ise sadece iki yüz yıl içinde yönetecek ve savaşacak hale gelmişti. O dönem kullandığımız ilk yay bile öylesine güçlüdür ki. Çinliler bu dönemden çok sonra sonra bile o yayı yapamadılar. O yayın sırrını da çözemediler.

TÜRKSOLU: Yani bir güç kıyaslaması yaparsak bugünün kıstaslarına göre bir tarafta atom bombası var diğer tarafta yok gibi bir durum vardı diyebilir miyiz?

Ahmet Haldun Terzioğlu: Güzel bir benzetme. Çin yayının azami mesafesi 200 adımdır yani yaklaşık olarak 200-250 metredir. Oysa 600-800 metre menzilde atış yapabilen Hun yayları vardı. Karşı tarafın dört-beş katıdır bu da. Savaş sistemimiz de buna göre kurulmuştu. Biz azlıktık ama on katımız fazla olan Çin ordularına saldırabiliyorduk. Düşünün 800 metreden ok atarak karşı tarafı kırmaya başlıyorduk. Onların ok mesafesine girdiğimiz zaman, yani onlar ok atıp bize etki edecekken geri çekiliyorduk. Sonra tekrar tekrar saldırarak düşmanı bitiriyorduk. İnsan mevcudunda bir denge yoktu. Kimi zaman 10 bin kişiye, bin kişi ile saldırıyorduk. Ama bin Hun eri her 100 metrede 10 ok 20 ok atabiliyordu karşıya. Oklar yağmur gibi yağıyordu ve on oktan beş tanesi de isabet ediyordu. Bu karşı taraf açısından korkunç bir şeydi. Yıkıcıydı. Bunu çözmek o kadar uğraştı ki Çinliler.

Ben bir Türk peygamber geldiğini düşünüyorum

Şimdi başa dönelim ve soralım. Bu gelişmişlik iki yüz sene içinde nasıl sağlanmıştır? Bilmiyoruz. Bunu sağlayan kimdir? Bilmiyoruz. Ancak tahmin... İnanca göre değişebilir, ama ben bir Türk peygamber geldiğini düşünüyorum. Çok karışık olan bu bölgeye bir düzen vermek gerekiyordu. Çin’in baskısı yok edici düzeydeydi. Birçok budun vardı ancak Çin bu karmakarışık durumdaki budunları sürekli eziyordu. Belki Türk olmasaydı o budunların hiçbiri kalmayacaktı. Bu durumu düzeltmek için Tanrı bir peygamber gönderdi Türklere. Bu peygamber bize ata binmeyi, güçlü yay yapmayı, isabetli ok atmayı ve savaş düzenini öğretti. Devleti, egemenliği ve yönetmeyi öğretti.

Bu dönemde Kimmerler, Sakalar, Hunlar birbiri ardılı ve bir dönem birlikte varlık gösterdiler. Hatta birbirleri ile savaştılar. Ancak şuna eminim bütün Türk budunların birbirlerinden haberleri ve bağlantıları vardı. İnanç birliğini sağlamanın başka yolu yoktur ki.

TÜRKSOLU: Bu dönemleri birbirinden tam olarak ayırt edebiliyor muyuz?

Ahmet Haldun Terzioğlu: Tam olarak değil de birbirine bağlı olarak bilgiler veriliyor. Çin kaynakları Sakalardan söz eder onlara çok uzak olduğu halde. O sırada ana ticaret yolları varlığını devam ettiği için Sakalarla karşılaşmış olmalılar. Çinliler Batıya mal göndermekteydiler. Kervanlar Saka yurdundan geçmek zorundaydı. Yine Asurlular Sakalardan söz ederler. Herodot’ta değişik budun adları ile Türk budunları tarif edilir. Özellikleri sıralanır. Yaşantıları anlatılır. Kahramanlarından söz edilir. Bunlardan biri Sakaların kadın hakanı Tomris Han’dır. Heredot çok över Tomris’i. Yunanlılar da sık sık anarlar Türk budunları. Elbette değişik adlarla…

Kıyıcı, yok edici anlayış Türklerde asla olmadı

Türklerde yönetme ve egemen olma arzusu ortaya çıkmıştır. Fakat amaç “her yer benim olsun, diğerlerine yaşama hakkı tanımayayım” mantığında değildir. Amaç “benim dediğim olsun” cümlesiyle özetlenebilir. Kıyımcı, kırıcı, yok edici bir anlayış asla Türk düşünce sistemine uymaz. Öyle olsaydı inanın başka hiç kimse kalmazdı. En güçlü olduğumuz, devlet kurduğumuz çağlarda bile benimsemeyi, yönetmeyi tercih etti atalarımız. Bu çok üstün bir anlayıştır. Bu çağda bile bakın etkin devletlere. Bu yüceliği göremezsiniz. Bizdeki yapı bu nedenle bir Alman ırkçılığına asla benzemez. Alman; “Ben hepsinden büyüğüm, benden başka herkesi ezeyim, ezemediklerimi de yok edeyim” der. Ya köleleştirecektir ya öldürecektir. Bizde ise adil yönetme, benimseme vardır. Bu belki de zaman zaman bize zarar bile vermiştir, ama böyledir. Mete, Çin Huang-di’sine (bizim imparator dediğimiz yönetici) gönderdiği mektuplarında söylediği sözler vardır bu konuda. Çinliler, Hunları yöneten urugla kendi Huang-di’lerini akraba göstermeye çalışmışlardır. Bir destansı geçmiş uydurmuşlar, burada Türklerin yöneten uruğu ile akrabalıklarını kanıtlamaya çalışmışlardır. Mete; “26 budun aldım hepsini Hun yaptım” demiştir. Bir başka seferinde “Bütün yay kullanan budunları Hun yaptım” diye övünmüştür. Bizim Türkleştirme sistemimiz de budur. Dikkat edin. O zaman soykırım tanımı yoktu. Mete Tanhu’yu durduracak bir güç de yoktu ki Çin Huang-di’sini ordusu ile kuşatmış, tamamen yok etmesi mümkünken bunu yapmamıştır. Çünkü egemenlik anlayışına uymaz böyle bir davranış. Bağışlamış, geri göndermiş ve kendisine bağlamıştır. Türk tarihi bu anlayışın örnekleri ile doludur. Bu müthiş, enfes bir yapıdır. En iyi, en adil ben yönetirim üstünlüğü ile yapılır ancak. Kendine güveni gösterir. Yok ediciler, kıyıcılar acizlerdir. Kendisine, kültürüne güvenmeyenlerdir.

Mete’nin mektupları

TÜRKSOLU: Mete’in mektupları konusunu biraz açarsanız…

Bir dönem Mete Tanhu ile Çin’i yöneten Huang-di, sonrasında onun dul kalan hatunu mektuplaşarak haberleştiler. Bu mektuplar Çin kaynaklarına girmiş. Olduğu gibi yazılmış. Mete Han’ın mektuplarını hangi dilde yazdığını bilmiyoruz. Ama Çinli tarihçiler bunu Mete’den gelen mektup olarak Çince kaydettiklerine göre bu bir gerçek. Mektup Çince mi yazılmıştır, yoksa Hun dilinde bir yazı mı vardı, bunları bilemiyoruz. Çinliler bu mektuplarda geçen iyi şeyleri olduğu gibi Mete’nin hakaretleri, küçümsemelerini, tehditlerini bile kaydetmişlerdir. Mete’nin bahsettiği 26 budunun adları da vardır kaynaklarda. Bunların içinde Yüeçiler, Tunghular hatta Toharlar, Tibetliler gibi uzak budunlar bile geçmektedir. Burada yine kaynaklardan çok ilginç bir konuyu aktarayım.

Çin kaynakları Mete’den söz ettiler. Hunları anlattılar bir dönem. Bu çağlar M.Ö. 200-M.S. 200 yıllarına denk geldi diyelim. Çok sonraları, M.S. 700 dolaylarında da Göktürkleri daha geniş olarak kaydetti Çin kaynağı. Bir yerde yazanlar çok ilginç, şimdi tam yerini söylemem mümkün değil ama kayıt aklımda. Göktürkler için diyor ki Çinliler, “Biz bunlara önceden Hun derdik. Şimdi kendilerine Türk diyorlar”.

TÜRKSOLU: O zaman bu söyledikleriniz Hunların Türk olup olmadığı ile ilgili yapılan tartışmaları bitirir mi?

Ahmet Haldun Terzioğlu: Evet bitirmektedir. Ama eğer siz bu araştırmalara el koymaz, kendiniz incelemez ve çok yayın yapmazsanız, her yerde bu gerçekleri açıklayıp anlatmazsanız, birileri yok sayacak ve başka birileri de sahiplenecektir. Kim Mete Tanhu gibi bir atası olsun istemez ki? Kim Çiçi Tanhu gibi bir kahramana hayır diyebilir?

TÜRKSOLU: Peki İskitler ve Sakalar?

İskitler ve Sakalar kim?

Ahmet Haldun Terzioğlu: İskitlerin bir konfederasyon olduğu biliniyor. Sakalar, yani Türkler İskitlerin içinde bir dönem onları yönetmiş bir budun. Bunu açıklayan kaynakların yanı sıra reddedilemez arkeolojik kanıtlar var. Dünyada mezarlar hep aynı yerlere yapılmış. İnsanlar mezarlıklardan ruhların dolaştığı yer olarak gördükleri için uzak durmuşlardır. Ancak eski mezarlık yerlerine kendi ölülerini de gömmeye devam etmişlerdir. Dolayısıyla Sarmatlar, Massagetler, Sakalar, Alanlar ölülerini hep aynı ya da yakın yerlere gömmüşlerdir. Bunlara önemli kişilerin, yönetenlerin soyluların anıtmezarlarını ekleyin. Savaşılan bölgelerdeki kalıntıları da... Dolayısıyla İranî özellikler taşıyan bir mezarın bir alt katmanı Saka çıkabilir. Bu da araştırmacıyı yanıltıp ya da kasıtlı olarak o mezarlıkta yatanların tümünün İranî olduğu iddiasını doğurmaktadır. Dediğim gibi bir medeniyet var ve bu medeniyeti hiç kimse Türklere bırakmak istemiyor.

Okunmadan önce Yenisey anıtları, Orhun kitabeleri de asla Türklere yakıştırılmadı. Bu eşsiz anıtları, tarihçiler hep başka uluslara yakıştırdı. Ne zaman ki okundu, ortaya Türk sözü çıktı, ancak kabul ettiler. Sakalar büyük bir medeniyettiler. Bölgeye hatta Anadolu’ya egemen oldular. Maden işçiliğinde benzersiz eserler bıraktılar geride. Ata binmeleri, yay kullanmaları kıyafetleri Türk olduklarının kanıtı olsa da özellikle Sovyetler Birliği döneminde bunu reddetme yarışı dürdü. Neden? Çünkü oradaki mezar Türk mezarıysa, yurt da Türk yurdudur. Bunu göze alamadılar. Biz de gidip araştırmayınca, sahip çıkmayınca... Bugün bir başka tehlike var karşımızda. Sovyetlerin dağılması ile ortaya çıkan devlet ve devletçiklerin halkları tarihsiz, köksüz kalmanın sıkıntısını yaşıyorlar. Sovyet rejimi ile unutturulan kimliklerini ararken, onlar da bir şeylere sahip çıkarak kendilerine tarih kurmaya çalışıyorlar. Ama uğraşlar boşuna. At varsa, eyer varsa, güçlü, kemikli yay varsa, uzun saçlar varsa, kıyafetler bizim savaşçı kıyafetlerimiz ise bu uğraş boşa gider, gidecektir.

Okuyucularımı tarihle buluşturma çabamdır romanlarım

TÜRKSOLU: Biraz da romanlarınızdan bahsedebilir misiniz?

Ahmet Haldun Terzioğlu: Romanlarım... Okuyucularımı tarihle buluşturma çabamdır romanlarım. Onlara geçmişi yaşatma uğraşımdır. Özellikle Kadim Türk Tarihinin inceliklerini anlatma, unutturmama emeğimdir. Hem tarih hem roman karması bir yapı kurmaya çalışıyorum romanlarımda. Tarihle birebir örtüşen, kaynaklarda yazanlara asla ters düşmeyen, yalan katılmadan gerçekleri anlatmak istiyorum. Çok eskiden başlayıp, yakınlara doğru gelmek amacındayım. Arada eksik, kopukluk kalmasın diye çabalıyorum. Bilinmeyen Türk kahramanlarını, unutuldukları yerden alıp çıkarmak, anlatmak ne büyük mutluluk benim için. Hem roman hem tarih... Mete Han romanımı okuyan kişi onun hakkında her şeyi öğrenmiş oluyor çünkü ben her şeyi olduğu gibi yazmaya çalıştım.

TÜRKSOLU: Peki sizi Atsız’la karşılaştırırsak...

Ahmet Haldun Terzioğlu: İşte onu yapmayın. Bunun bana büyük katkısı olur, ama Atsız Hoca’ya karşı biraz ayıp olur. Benzemek, benzetilmek güzel bir yere kadar. Sonrası hem kendimi hem de Atsız’ın o muhteşem anlatısını inkar etmek olur. Maalesef bütün uğraşıma ve farkları gösterme çabama rağmen, benim romanlarımı Atsız’la karşılaştırıyorlar. Benzerlikler ve farklar buluyorlar. Sevenler de sevmeyenlerde onun bambaşka bir adam olduğunu kabul ederler. Ben severim Atsız’ı. Işığından yararlandım. Bütün fikirlerini yüzde yüz benimser miyim? Hayır. O zaman fikri bir gelişme olmamış olur. İş yalnızca taklide girer. Farklılıklar zenginliklerdir. Fakat çoğu fikrine de katılırım. En başta Türkçü olması yeter bana. Atsız’ın yaptıkları, Türk tarihine son çağlarda yapılan en büyük katkılar arasındadır. Atsız o umutsuz devirlerde karşımıza birden bire Kürşad’ı çıkarmıştır. Bu büyük bir cesaret ve bilgeliktir.

Bir kahramanın adını değiştirmiş, çağrışımlarla Kürşad yapmayı uygun görmüştür. Ona adını vermiştir. Atsız kendisini tarihi kurgulamaya ve yeniden yazmaya yetkili görmüştür. Bu onun bilgisinin fazlalığındandır. Ad vermek de Türk töresidir bu yetkiyi kendinde görüp ad vermiştir Atsız. Kırk kahramanın adı da onun verdiği adlardır. Kimi noktaları birbirine ulama yetkisini hatta değerleri değiştirme yetkisini kendisinde görmüştür. O Atsız’dır. Yapar.

Ben bunu yapamam.

Tarihi roman yazmak başkadır, tarihi romanlaştırmak başka

Ben bu kurgu, ad verme, değiştirme hakkını kendimde görmüyorum. Bazen “neden romanlarında çok hareket yok?” diye soruyorlar. Ben fazla kurgu katmıyorum tarihe. Tarihi roman yazmak başkadır, tarihi romanlaştırmak başka. Benim tercihim ikincisi. Tarihte ne olduysa onu anlatmaya çalışıyorum. Eksik olan kısımlara kurgu katıyorum. Bunu da kahramanlar sayesinde yapıyorum. Yaşamış bir kahraman yerine bir kurgu kahraman üzerinden tarih anlatımı daha kolay oluyor. İnsanlar Türk tarihini romanlardan öğrenip, romanlarda yazan her şeyi doğru kabul ediyorlar. Ben de kimse “bakın yanlış yazmış” diyemesin, gelecekte yazdıklarım yargılanmasın diye böyle davranıyorum. Benim romanlarımda tarihi olarak yanlış yoktur. Öykü açısından, kişiler açısından kurgu ise çok azdır ve tarihi gerçekleri tamamlamaya dönüktür. Zaten o devirde yaşamış olması mümkün olan insanlar vardır. Ama genel çizgi tarihle birebir aynıdır. Kahramanlar da yaşayan kahramanlar olarak kalırlar.

Göktürk devrinden altı yüz sayfa kadar Kutlug ile başlayan ve Bilge Kağan dönemini anlatan bir roman yazdım. Henüz basılmadı. Yazarken bazen çok fazla tarih olduğunu düşündüğüm kısımlar oldu. Yani romandan çıkıp tarih yazmaya başladım ki bu biraz sıkıcılık yaratabilir. Ama buna rağmen değiştirmedim. Kutlug Kağan, Tonyukuk, Bilge Kağan, Kültigin gibi isimlerin tümünü tarihe uygun anlattım. Zor oldu ama benim sistemim bu. Benim romanlarımı okuyan bazen sıkılmak pahasına da olsa tarih okumuş gibi de olacaktır. O da tarihin sıkıcılığıdır benim değil… Ancak, bazı konuları anlatmak, açıklık getirmek için kurgu romanlarda yazıyorum. Bir tarihi dilim içinde geçen, ama kurgu bir kahraman... Burada da asıl amaç o kişiliğe bağlı yapıya açıklık kazandırmak. Bunun da örneğini çok yakında göreceğiz.

Tarihte Türkler arasında mücadele var mıydı?

TÜRKSOLU: Tarihimizde Türkler arasında kavgalar oldu mu? Türkler kendi arasında savaştı mı? Bunun gerekçesi ne sizce?

Ahmet Haldun Terzioğlu: Bu konuya benim yaklaşımım şu: Sakalar, Hunlar, Göktürkler, Türgişler, Karluklar, Uygurlar, bir zaman birbirleri ile savaştılar. Bunun nedeni yönetenlerin egemenlik arzusu. Şöyle açıklayayım. İki ayrı ulusun savaşı ulusların savaşıdır. Aynı ulusun budunlarının savaşı, hakanların yani yönetenlerin savaşıdır. Bu Türk budunlarında hep bir yönetici soy vardı. Bu soyların tümünün öyküsü birbirine benzerdi ve başlangıcı Gök’e bağlıydı. Tümünün kağanları da köken olarak Gök’ten geldiklerini söylerlerdi. Bu ortak fikir neyle açıklanır. Belki hepsi akrabaydı, belki de aynı soydan çoğalıp budunların başına gönderildiler. Eğer Teoman Tanhu “Yönetici boy, Hu-yen boyudur” diyorsa, Mete Tanhu “Bütün Hunları ancak benim boyum yönetir” diyorsa, ama bu boy içinde bir güçten düşme, gerileme varsa iş değişir. Başka bir budunun yönetici uruğu işi ele almak ister.

En küçük aile birimi oğuştur. Baba, oğulları, kızları ve yakınlarından oluşur. Bunlar bir aynı ata çadırından çıkıp çoğalmışlardır. Akraba toplulukların birleşmesiyle urug yani büyük aile oluşur. Aynı boylamda göçen, aynı otlakta hayvan otlatan uruglar ise birleşir boy olur. Bunun üstü ise budundur. Budun boylar topluluğu... Genellikle budun “ulus” yerine kullanılır fakat aslında budun, ulus değildir. Ulusun bir alt sosyal birliğidir. Ulus ya da millet, hepsinin üzerindeki, bugün Türk adını verdiğimiz birliktir. Mesela Göktürkler, Türgişler, Uygurlar, Hunlar vs. budundur. Karluk ve Oğuz da budundur. Onların da boyları vardır. Bütün Türkleri yönetmek öncelikli ise yönetenler arasında budunların birbiri ile savaştığı hanlar savaşı çıkacaktır.

Eğer Mete’nin uruğu Hunlarda yönetici urugsa, Aşinalar da Göktürklerdeki yönetici urugdur. Çinlilerse bu iki yönetici uruğun akraba olduğunu söylemektedir. Türgişlerin yönetici uruğu da dâhil olmak üzere bence hepsi aynı destanla anlatılan gelen, gökten geldiğine inanılan urugdur. Bunlar zamanla kendi budunlarının çoğalması ile güç kavgasına girmişlerdir zaman zaman. Gücünü kaybeden yöneten geri çekilmek zorunda bırakılmış, diğeri gelip yöneten olmuştur.

Doğan Avcıoğlu’nun açıklamaları en iyilerden biridir

Doğan Avcıoğlu ki aynı budun içindeki boyları dahi üçe ayırmıştır: Yöneten boylar, savaşçı boylar ve köle boylar. Bunlara değişik ad vermiştir. Bence bu konuya en iyi açıklamalardan birini o yapmıştır. Örnek vermek gerekirse Türgişlerin kağanı, son Göktürk kağanına; “Yönetmek benim de hakkım” diyebilmiştir yönetici boydan olduğu için.Türk budunlar arasındaki kavganın sebebi budur. Yöneticiler adaletli olmazsa, üleşi tam yapmazsa “kut bitti” denilir ve kutu üstün olanın ardından gidilir. Böylece sürekli güçlü ve etkin kalınır.

(Devam edecek )