Türklerin
Anayurdunun neresi olduğunu daha yakından ve kesin olarak belirtmek gerekirse
bu hususta birçok nazariyelerin bulunduğunu hatırlatmalıyız.
Klapproth,
Vambery ve daha bazıları Türklerin Anayurdunu Altay Dağlarında, Radloff bunun
doğusunda, hattâ Ramstedt tamamen Doğu Asya’da olduğunu sandılar. Eskiden,
Parker, yeni zamanlarda Gahs ve Koppers mukayeseli kültür morfolojisi metoduna
dayanarak ve Presamoyed-Paleoasya kavimlerinin tesirlerini de gözönünde
bulundurarak, Türklerin anayurdunu yine doğuda, Moğollarla birlikte, Baykal’dan
Gobi Çölüne kadar uzanan sahada aradılar. Poppe’ye göre anayurt Orta Asya’dır
ve bugünkü Çuvaş Türklerinin dedeleri büyük bir ihtimalle milâdın başlarında
batıya göçmüşlerdir. Poppe, Orta Asya sözü ile neyi kastettiğini açıklamaz.
Türklerin anayurdu konusunu etraflıca inceleyen Gyula Nemeth’dir. Şöyle ki: En
eski Türkçe ile Ural dilleri arasında bağ bulunduğu şüphe götürmez bir
gerçektir. Nemeth aynı zamanda bazı eski Hind ve eski Türk sözleri arasındaki
benzerliği de kabul ettikten sonra, şu soruyu ortaya atıyor: Acaba hangi
bölgede en eski Türklerle (Burungu Türkler) bugünkü Urallıların ataları komşu
bulundukları sırada eski Hind sözlerini alabilirler? Nemeth’e göre bu bölge
Batı Asya’da, Aral Gölü çevresi ve belki de Ural ve Altay dağları arasındaki
bozkırlarda, bugünkü Kazakistan’da olabilir. Buradaki ikâmetleri, tarih
sahnesine çıkışları ve dağılışları safhasına doğrudan doğruya takaddüm etmiş
olabilir. Şüphesiz mukayeseli Türk dilbiliminin ilerleyişi, en eski (burungu)
Türk dilinin Moğolcaya olan münasebetlerinin belirtilmesi, özet olarak Altay
dil biliminin zenginleşmesinde; ayrıca Türkoloji alanında hemen hiç başlamamış
olan “Dil Paleontolojisi”, kazılarda çıkması umulan zengin eserlerin ve diğer
tesadüfî buluntuların incelenmesi, Türk anayurdunun belirtilmesinde geniş
ölçüde işe yarayacaktır. Mukayeseli kültür morfolojisi ve eski kültüre ait
sonuçlar da bu hususta, karanlığa ışık tutabilir.
Dil
bilimi belgelerinin yardımı ile tesbit olunan ve Türk anayurdunda gelişen
kültür, oradan benzeri şartları haiz bölgelere de yayılmış ve nomad kültür
çerçevesinin en yüksek kademesini teşkil etmiştir. Kısaca, atlı-hayvan yetiştiren
kültür adı ile anılmaktadır. Türk menşeli fatih kavimlerin, ancak tarih
sahnesinde görüldükleri anda adı geçen kültürün hamili oldukları da iddia
edilemez. Bazı bilginlerin kanaatlerine göre, bu kültürü Türklerin en eski
cedleri yaratmışlardır. Bu kültürün bazı unsurları daha sonraları diğer
kavimlere de geçmiştir. Menghin, Koppers ve diğerlerinin bu konu ile ilgili
görüşleri ilerdeki araştırmaların sonucunda birçok yönden düzeltmelere
uğrayabilir. Ancak, şimdiye kadar, nomad kültürünün teşekkülü ve diğer
kültürlerle olan münasebeti hususunda en esaslı incelemelerin yukarıda adı
geçenler tarafından yapıldığı bir gerçektir.
Etnologların
Viyana Okulu’na mensup tarihçi Menghin, beşerin yarattığı üç büyük kültür
çevresinden biri olan nomad kültürünün gelişmesini ve önemini aşağıdaki şekilde
izah eder:
Buz
çağının sona ermesi üzerine Baykal Gölü’nden Baltık Denizi’ne kadar uzanan
geniş sahada yeknesak bir kültür gelişti. Bu kültürün başlıca özelliği:
Kemikten işlenmiş âletler ve yer değiştiren balıkçı-avcı hayat tarzıdır. Buna
“miolitische Knochenkultur” denilmektedir. Ural-Altay dil ailesine mensup
kavimlerin aslî kültürü bu idi; ancak bunun tesiri Amerika ve Güney Asya’da da
görülür.
Bu
kültürün çevresi içinde hayvan besleme, önce köpek ve ren geyiğinin ehlileştirilmesi
ile başlar. Samoyedler ve Laponlar son zamanlara kadar bu kültürün çevresinde
yaşadılar. Fin-Ugorların cedleri de takriben 5-6000 yıl önce aynı seviyede
idiler. Aslında tek tanrıya tapan eski göçebe (altnomadistisch) kültürden diğer
iki büyük kültür çevresi: “Totemistische Klingenkultur” ve ondan
“Rinderhirtenkultur” sığır çoban kültürü gelişti, ayrıca “Pflanzerische
Faustkeilkultur” Totemizm ve Şamanizm’den gelen unsurlarla zenginleşerek
“nomadizm”in yüksek derecesi olan at besleyen atlı göçebe ve ondan savaşçı
çoban bozkır kültürü gelişti. Aynı zamanda bu kültürün bazı esaslı unsurlarını
İndogermenler ve Sami kavimleri de almakla beraber, en tipik şekli Altaylı
kavimler arasında teşekkül etmiştir.
Çuvaş
Türkü
Menghin
ayrıca şunları ekler: “Hülâsa olarak şunu söyleyebiliriz ki, Ural-Altay
kavimlerinin iki sahada cihan tarihi bakımından kesin şekilde önemli rolleri
olmuştur: 1- İktisadî alanda hayvan yetiştirmeyi geliştirme, 2- İçtimaî alanda
ise, olağanüstü devlet kurma kabiliyeti”. Schmidt’in de katıldığı etnoğrafya
araştırmalarına dayanan bu görüşü, arkeoloji de desteklemektedir. Eskiden
çalışkan, fakat devlet kurmaya ehliyetsiz çiftçi kavimlerle meskûn büyük
nehirler çevresinde de yüksek kültürler, ancak muharip çoban kavimlerin akınları
dolayısiyle teşekkül etmiştir. Dünyanın başka yerlerinde de nerede kudretli ve
sürekli devlet kurulmuş ise, orada da muhakkak hayvan yetiştiren unsurlar
vardır. Bunun kökü araştırılırsa neticede Ural-Altaylı kavimlerin tesirleri ile
ilgisi görülür. Yakın çevrelerde bu tesir kan karışmasından ziyade, manevî
sahada olabilir. Devlet kurma kabiliyetinin neden yalnız Ural-Altaylı kavimlere
ait olduğu sorulursa bunun cevabı basittir. Ural-Altaylı kavimlerin zikrolunan
iki büyük başarısı arasında bir irtibat olması gerekir. Büyük sürülerin idaresi
ve bakımı, geniş sahalarda sürekli dolaşma, mer’a ve mülk hukuku bakımından
kaçınılması imkânsız çatışmalar, oymak teşkilâtları, hayvan yetiştirici
göçebelikle ilgili her şey yekdiğeri ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun tabiî
sonucu olarak görüş ufku genişler, cesaret, oymağa bağlılık şuuru, hükmetme
gururu, teşkilâtçılık kabiliyeti hülâsa, devlet kurmak için bütün vasıflar
gelişir. Bu ruhî kabiliyet ve meleke ile yetişen insanlar, çiftçi kavimleri
yendikten sonra, sürülerini barındırma imkânlarına da sahip doğuştan hakim
unsur ve devlet kurucu oluverirler. Büyük topluluklar halinde iken muvakkat
işgal halinde ülkelerin ve kültürlerin tahripçisi olabiliyorlar (Moğollar
gibi). Tarih sayfalarının tanıklığına göre, Ural-Altaylı kavimler bu iki zıt
(yapıcı ve yıkıcı) durum arz etmişlerdir. (Archeológiai ârtesitö, 1928:3538).
Çağdaş
İngiliz tarihçisi Toynbee’nin göçebe hayat tarzı hakkındaki görüşleri de umumî
olarak aynıdır (A Study of History, III. 8.13.18). Göçebelik birçok bakımlardan
çiftçilikten üstün bir meziyettir. Çünkü, başta hayvanların ehlileştirilmeleri,
yabanî bitkilerin ehlileştirilmesinden şüphesiz ki üstün bir sanattır. İktisadî
bakımdan ise çiftçi, yetiştirdiği ham mahsulü doğrudan doğruya istihlâk ettiği
halde göçebe, aslında yenmesine imkân olmayan otları hayvanlara yedirerek
onları süte, ete ve yapağıya tahvil eder. Bunun için güç fizikî şartlara uymak
gerekir. Bu âmiller çobanlık mahareti yanında askerî kabiliyetlerin de
gelişmesini sağlar. İleriyi görüş, sorumluluk duygusu, fizikî ve ahlâkî
dayanıklılık gibi. Toynbee aynen şunları söyler: “The Nomad’s life is indeed a
triumph of human skill” (göçebenin hayatı, hiç şüphesiz insan maharetinin bir
zaferidir).
Atlı
nomad kavimlerin ve kültürlerinin önemini belirtmek için onların diğer kavim
aileleri ile münasebetlerini de dikkate almamız faydalı olacaktır. İlkin
Koppers’in fikirlerini belirtelim:
“Önce
şu bir gerçektir ki, hayvan yetiştiren nomad kültür İç Asya’da doğmuştur. Diğer
taraftan İndogermenlerin bu kültürün yaratıcısı olmayıp, ancak ilk alıcısı
oldukları da ispat edilmiştir. Son çağların araştırmalarına göre bu kültürü İç
Asya’da Türkler değil, Prototürkler veya Pretürkler geliştirmişlerdir. Bu
husus, netice itibariyle, evvelki hükmü değiştirmez”.
Koppers
“Urtürkentum und Urindogermanentum” adlı eserinde incelemesinin sonucunu
aşağıdaki şekilde özetler:
Atın
ilk ehlileştirilmesini ve bununla ilgili karakteristik atlı çoban kültürünün
yaşatılmasını, kesin olarak İç Asya’da yaşayan eski Türklere kadar dayamak
gerekir. Bu başlıbaşına kendine has tarihî başarı olup, dolayısiyle kavimleri
ve kültürlerin gelişmesinde özel durumlar ve önemli sonuçlar yaratmıştır. Atı
ve umumî olarak çoban kültürünün esas unsurlarını, ilk İndogermenler, eski
Türklere borçludurlar. Bu irtibatın doğrudan doğruya veya vasıta ile olup
olmadığı hususu henüz çözülmüş değildir. Süvarilik, görünüşe göre, henüz ne
eski çoban kültüründe ve ne de İndogermenlik çevresinde umumî ve sistemli bir
seviyeye ulaşmamıştı. Süvariliğin düzenli bir şekil almasında ve gelişmesinde
komşu kültürlerin de tesiri olmuştur. Burungu (eski) Türklük ve burungu
İndogermenlik sosyolojisi pek çok ve esaslı uygunluklar gösterdiğinden her
ikisinin “genetik” bağlantıları hususunda şüphemiz yoktur. İç Asya’da kök salan
dinî unsurlar da bunu teyid etmektedir. (Belleten: V. 522-23).
Müşterek
sosyoloji (mesela: Büyük aile, pederşahî teşkilât, ilk doğanın hukuku, kadın
satın alma vb.), ayrıca eski dinî unsurlar (meselâ: Güneş efsanesi, ateşe
saygı, başlangıçta tek tanrıya tapma ve bunun gelişmesi ile fonksiyonlarına
göre talî tanrıların meydana çıkması ve diğer tabiriyle hypostasis’in teşekkülü
vb.) gibi sahalarda bu mutabakat mevcuttur. Ancak Koppers’e göre Altaylı
kavimlerde zikrolunan hususlar daha aslî ve saf şekli ile bulunur.
Arî
tesirlerin gösterilmesinde hiçbir fırsatı kaçırmayan Wiesner ise Koppers’ten
daha ihtiyatlı olmakla beraber, at bahsinde, ancak harp arabaları kullanmanın
Arî buluşu olduğunu söyler. Aynı müellif atlı savaşçılığa intikal safhasını
Turanid ırk karakterli kavimlerden çıkan tabiî bir sonuç olarak
vasıflandırmaktadır. Kanaatine göre bu kavimleri, harp arabası kullanan Arîler,
doğuya akınları sırasında Altaylar çevresine sürmüşlerdir.
Şüphesiz,
Wiesner’in iddiası doğru olmayıp, daha önce söylediklerimizi destekleyen
Nehring, Flor ve Amschler vb.’nin görüşleri doğrudur. Türklüğün anayurdunu
tesbit bakımından önce İndogermenlerin anayurdunun neresi olduğunu tesbit ve bu
hususta yeni araştırıcıların vardıkları sonuçları öğrenmek önemlidir. Koppers’e
göre “kültür unsurlarını incelersek, İndogermenliğin birinci ana kökü savaşçı
çoban kültürünün kaynağı olan Orta Asya’ya, ikinci ana kökü sığır hayvanları
yetiştiren Güney-Batı Asya’ya yönelir. Bu suretle İndogermenlik teşekkülü
tahminimize göre, GüneyBatı Asya’nın iç ve kuzey bölümünde taş ve maden intikal
çağında meydana gelmiştir. Aynı yazar, bu konu ile ilgili diğer bir yeni
eserinde İndogermenlerin ana-yurdunun Hazar Denizi ile Karadeniz’in kuzeyindeki
sahada bulunduğunu sanır. W. Schmidt ve Menghin doğudaki anayurt nazariyesi
üzerinde ısrarla, büyük İndogermenist Schrader gibi, İndogermen anayurdunun
Aral Gölü’ne kadar uzandığını sanırlar.
Diğer
bir ilim sahası olan antropoloji bakımından incelersek, en çok sözü geçen
Eickstedt’e göre, en eski İndogermen ırk tipi Protonordicus olup Turan
Bozkırlarında teşekkül etmiştir. Mukayeseli kültür morfolojisine dayanan ve
yukarıda adı geçen nazariyelere göre de Türk anayurdunun İndogermen anayurdunun
yanında ve açıklanan sebepler dolayısıyla bugünkü Kazakistan’da olması gerekir.
Antropoloji
her ne kadar henüz kökleşmemiş yeni bir ilim şubesi sayılırsa da, yine de bir
Türk ırkı olup olmadığı sorusu varid olabilir. Bilindiği üzere, bugün bilinen
bütün kavimler (budunlar), hattâ tarih boyunca öğrenilen milletler ve akvam
aileleri tarih öncesi binlerce yılın karanlığında, çeşitli ırkların karışmaları
neticesinde meydana gelmişlerdir. Meselâ: Almanlarda altı ırkın karışması
tesbit edilmiştir. Şu halde halk ve ırk kavramı tamamiyle yekdiğerini
karşılamaz. Buna rağmen bir ırk tipinin, bir halk kitlesinin çoğunluğunu teşkil
etmesi mümkündür. Bu ihtiyatî kayıtlar çerçevesi dahilinde ırk konusunu
incelemeye devam edebiliriz.
Irk
antropolojisinin en yeni sonuçlarını kısaca ve imkân nisbetinde basitleştirerek
özetlemek gerekirse şunları söyleyebiliriz: Türklük, üç büyük ırk ailesi
(Europid, Mongolid ve Negrid) içinde Europid ırkına bağlıdır. Europid gurubunun
kuzey bölümünde pigment’i az olan açık saçlı ve açık tenli teuto-nordicus,
dalo-nordicus ve Doğu Baltık ırkları; ortada, Orta Asya içlerine kadar uzanan
bölümde esmer alpin, dinarid ve turanid ıkları; güney bölümünde siyah saçlı,
koyu esmer tenli ve kara gözlü mediterran, taurid ve indid ırkları
bulunmaktadır. Baltıklı, alpin, dinarid ve turanid ırklar brahikefal, diğerleri
ise dolihokefaldırlar. Ayrıca bunların da karışmalarından özel bazı çeşitler
meydana gelmiştir. Konumuz bakımından en önemlisi turanid ırkıdır. Deniker buna
açık olarak Turko-tatar, Haddon ise Turkî adını vermektedir. Bu ırkın tavsifini
Bartucz aşağıdaki şekilde yapar:
Turanid
ırkın pek çok somatik hususları, bunu Ön Asya ırklarına, bilhassa onun incelmiş
zümrelerine bağlar. Bu incelmiş zümre sözü ile europid zümreden Kafkasyalı
Avarlar, Gürcüler ve Lezgiler kastolunmaktadır. Türklerde mongoloid ırkın ancak
silik izleri sezilmektedir. Ortalama boy, erkeklerde 166-167 cm.’dir. Nadir
olarak daha yüksek boylulara rastlanırsa da umumî olarak orta boyludurlar.
Vücut yapısı güzel ve hareketli, yaşlandıkça şişmanlamaya müsaittir. Kafatası
yuvarlar, 84-85 cm.’dir. Alın oldukça yüksek, yumru ve geniştir; ense kısa
olmakla beraber, dinarid ve Ön Asya ırklarında olduğu gibi yassı olmayıp hafif
yuvarlaktır. Kafatası da mutedil şekilde yüksek olup, tepesi hafif yuvarlaklık
gösterir. Kafatasına nazaran yüz büyük olmayıp, aşağıya doğru daralmaktadır.
Elmacık kemiklerinin fazla gelişmesi ve çıkık olması sebebiyle aşağı yukarı,
çok defa, biraz daralmış görünür. Yüz, umumî olarak geniş ve yassı olmakla
beraber mongoloidlerdekine benzemez. Zira bunun iki tarafı şişkin olmasına
rağmen, kesin olarak europid karakterde ve yüz sathından hayli çıkık
durumdadır. Diğer taraftan burun nisbeten küçük, düz veya kısa gaga burnu
biçimindedir. Binaenaleyh ne dinarid ırkın çengel burun kabalığına ne de
armenid burnun etliliğine, mongoloid burun yassılığına ve ne de Doğu Baltık
burun basıklığına rastlanmaz. Kaş kemerini teşkil eden kemik hafifçe gelişmiş
olup, kaşlar düzgündür. Göz yarığı nisbeten dar ve küçük olmakla beraber, mongoloid
perde yoktur. Gözün iç köşesi dış köşeye nazaran daha içeri kaymıştır. Küçük
siyah gözler, bilhassa kadınlarda canlı ve parlaktır. Yanak kemiğinin yağ
yastığı gelişmiş ve bu yüzden burun-dudak çizgisi (sulcus nasolabialis)
derindir. Ağız nisbeten küçük, dudaklar şişkin olmayıp dar ve düzgündürler.
Çene küçük, kuvvetli, dinarid ırkında olduğu gibi yüksek değildir. Kulak küçük
ve yatıktır. Vücuttaki kıllar, Ön Asya ırklarında olduğu kadar gelişmemiş
olmakla beraber, kesin olarak europid vasfındadır, mongoloid değildir. Koyu
esmer ve siyah saç sık ve dalgalıdır. Bıyık ve sakal siyah ve hafif seyrektir.
Yayılma
bakımından turanid ırk, diğer bütün ırklarla yarışabilir. Sibirya’dan itibaren
Rusya’yı katederek Orta Avrupa’ya, hattâ Fransa’ya kadar sokulur. Kuzeyden
başlayarak Hindistan’a, İran’a ve Balkanlar’a kadar az veya çok nispette her
yerde bu ırka rastlayabiliriz. Atlı nomad kavimlerden tarih boyunca
barındıkları sahalarda; eski Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Uygurlar, Macarlar,
Peçenekler, Kumanlar ve daha sonra katılan diğer çeşitli Türk-Tatar kavimleri
içinde, gerek sayı ve gerekse faaliyet bakımından en büyük kitleyi turanid
ırkının mensupları teşkil ediyordu. Bugün de güney-batı bozkırlarında, bilhassa
Sibirya’nın güney bölümünde; Türkistan’da, Kırgız bozkırlarında, Altay’da,
Pamir yaylasında ayrıca Güney Rusya’da, Kafkasya’da, Karadeniz çevresinde
Moldavya’da, Dobruca’da, Anadolu’da, Bulgaristan’da, hattâ Avusturya’da sözü
edilen ırkı oldukça büyük topluluklar temsil ederler (Bartucz, A magyar ember Bp.
1938. 414-17).
Macarlar
da oldukça karışmış unsurlardan mürekkep olmakla beraber, en kalabalık ve en
önemli unsurunu, mevcut nüfusun hemen hemen üçte birini, turanid ırkın bir kolu
olan “Homo pannonicus: Alföld Ovası ırkı” teşkil eder. Bartucz’ın tahminine
göre yurt işgali çağında bu nisbet daha da fazla idi. Finn-Ugor asıllı kavimle
zaman zaman ve büyük ölçüde karışan Türk kavimlerinin kanlarını göz önüne
getirirsek, bu sonucu tabiî bulmamız gerekir. Diğer taraftan Finn-Ugor asıllı
unsurlar ve onlarla birlikte Baltık ırkının kanı, Ural çevresindeki Türklüğe
karıştığı için, onlar Macarların en yakın akrabaları sayılabilirler.
Anadolu
Türkleri de turanid ırkının daha ziyade “taurid”, diğer bir tabirle Ön Asya
unsurları ile karışmışlardır. Bazı nazariyelere göre münferit Türk oymaklarına
da Moğol kanı karışmıştır. Moğollar ise europid ırktan olmayıp “sinid” ve diğer
Doğu Asya grupları ile birlikte “mongoloid” ırkındandırlar.
Türklerin
arasında, batıdan doğuya doğru gidildikçe, bu ırkın vasıflarını gösteren
gruplara rastlanır.
Tekrar
şunu ısrarla belirtmeliyiz ki, ırk tipinin kendisi, hiçbir kimsenin nereye
bağlı olduğunu çözemez. Milyonlarca baltıklı veya turanid tipindeki insanlar,
bugün kendilerini Rus saymaktadırlar. Buna mukabil taurid, dinarid, mediterran
ırk tipinde olan Türkler de vardır. Bu bakımdan ırkî vasfa fazla değer vermek
doğru değildir. Irk ve kavim aynı anlama gelmediği gibi, ırk ve dil mefhumları
da birbirine bağlı değildir. Çeşitli ırklara mensup kimseler aynı dili
konuşabilirler. Dillerin vasıflandırılmasında Türk kavimlerinin dillerini ve
lehçelerini Altay dil ailesine bağlarlar.
W.
Schott’ın 1836’daki sınıflandırmasından beri, Türk ve Fin dillerini bilen
bilginler ve diğerleri Ural dil ailesi ile birlikte, Türkçeyi de Ural-Altay dil
ailesinden sayarlar.
Onlara
göre bu dil ailesi şeması şöyledir:
Bütün
bu diller iltisakî (Agglutinasyonlu) dillerden oldukları için yekdiğerine
yakındırlar. Günter’in 1925’te yaptığı bir düzenlemesine göre, Ural-Altay
dilleri muslak (yapışık) diller arasında talî (sobordinatif) bir grup teşkil
ederler. Ayrıca Ural-Altay dillerini, komşu İndogermen, Sami ve Tibet-Çin dil
ailelerinden büyük ölçüde ayıran hususlardan biri de, kelime anlamlarının cümle
münasebetlerine, rollerine göre, kelimelerin köklerine ekler katmak suretiyle
değiştirilebilmeleridir. Sesli harflerin ahengi de (bir kelimede ancak yüksek
veya derin sesli harflerin bulunması) sözü edilen dillerin bir özelliğidir. Her
ne kadar telâffuz ahengi kaidesinden, bugün hayli çözülme olmuşsa da, eski Türkçede
ve Setâlâ’ye göre Finn-Ugor temel dilinde bu hususiyet mevcuttu.
İndogermen
ve Sami dillerinin gramerlerindeki cins, Ural-Altay dillerinde olmadığı gibi,
bunlar kelime önünde sessiz harf yığıntısını da sevmezler. Bu ve diğer
vasıflar, yukarıdaki şemada gösterilen diller arasında bir ortaklık yaratmakla
beraber, bu tasnif yine de bir nazariye olmaktan ileri gidemez. Moğol-Türk
dilleri arasındaki bağların mahiyeti sorusu da henüz lâyıkiyle çözülmüş
değildir. Sayısız benzerlikler, acaba eski (burungu) akrabalık, yahut sürekli
temasların bir sonucu mudur? Her ne kadar iki dil arasında pek çok ses, kelime
ve eklerin benzerliği var ise de, bu benzerliklerin birçok tabakası olduğu
dikkati çekmiştir. Ayrıca temel bazı anlamlar, meselâ: Sayı adlarının birbirinden
tamamiyle ayrı olduğu da tesbit edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı bazı
bilginler ve bunlar meyanında Trubetsko, ancak uzun müdder beraber yaşamanın
doğurduğu dil yakınlığı “Sprachbund”dan bahsederler (I. Congrès Int. des
Linguistes, Leiden, 1930). Buna karşılık Mongolistik sahasında ön plânda sözü
geçen ve aynı zamanda salâhiyetli Türkolog olarak tanılan bilginlerden
Ramstedt, Poppe,
Ligeti’ye
göre bir Altay ana dili mevcuttur. Bundan, eski (burungu) Türk ve burungu Moğol
gelişmiş olup aralarındaki müşterek birçok hususlar bugüne kadar kalmıştır.
Ligeti birçok güzel ve değerli Türkoloji araştırmaları alanındaki başarısını,
Moğolcayı gözönünde bulundurmasına borçludur. Eskiden Gombocz’ın ve son
zamanlarda Ligeti’nin çalışmaları şu gerçeği ortaya koymuştur: Türk dillerinin
mukayesesi ve tarihi ile meşgul olan bir bilgin, Moğol lehçelerinin de ele
alınmasını ihmal edemez. Tekrar şunu da hatırlatmalıyız ki, dil akrabalığı ırk
akrabalığını gerektirmez.
Türk
dillerinin ve dolayısıyla Altay dillerinin Ural ve bilhassa Finn-Ugor dilleri
ile olan yakınlık derecesine gelince, Sauvageot nazariye olarak serdettiği bazı
ses tekabülü kanunlarına ve 214 kelimenin etimolojisine dayanarak, “Langue
Ouraloataique Commune”, diğer tabirle Ural-Altay dili bulunduğunu isbaat
çalıştı. Nemeth de, daha ihtiyatlı olmakla beraber, Ural dilleri ile Türkçe
arasında bazı kelime ve hattâ morfoloji uygunlukları da gösterdi.
Bunlardan
birkaçını gözden geçirelim:
Olmak
fiilinin kökü: ol.
Eski
Türkçe, Çağatayca: bol; Osmanlı: ol; Finn: ole; Vogul: ol; Votyak: val;
Macarca: val-vol; Eski Türkçe: boltım; Macarca: voltam.
Unutmak
(unut): Votyak: vunet; Finn: unohtaa.
Uygur,
Kazan Tatarca: tap; Finn: tapaa; Macarca: tap (ondan: tapos, tapad)
Uyumak
(uyu):
Eski
Türkçede: udı; Uygurca: udu; Mordvin: udo.
Kapmak
(kap):
Finn:
kaappaa (okunuşu: kâpâ); Votyak: kab; Macarca: kap.
Sihirli
değnek kelimesi:
Çağatay,
Kırgızca vb.: arba (böğülemek); Finn: arpa.
Gelin
kelimesi:
Şor
Türkçe: keli; Ostyak: Kili; Mordvin: kel; Finn: kely (okunuşu: kelü).
Ekin
demeti:
Şor
T.: kobu; Başkurt: kübe; Finn: kupo, kubu; Macarca: keve.
Türkçe
(mış, miş) Meselâ: yetmiş: 70.
Züryence,
Votyak: mysz; eski Macarca: misz. Meselâ: Züryence vetymysz: 50; eski Macarca:
harmisz: 30.
Ta
ve ga “ablativus ve lovativus” ekleri ile bazı fiillerden yapılmış isimlerin ve
fiil çekimlerinin de Finn dillerinde tam karşılıkları vardır. Cümle
kuruluşlarında bilhassa “Lativus” ile yapılan tamlamalarda mutabakat çoktur.
Nemeth “Netice itibariyle, Ural ve Türk dilleri arasındaki dil münasebeti eski
akrabalığı andırmaktadır” diye ihtiyatlı bir mütalâa yürütmektedir.
Şimdi,
bir de, Ural-Altay dil ailesi diye anılan dil gurubunun diğer dil grupları ile
olan münasebetini tetkik edersek görülür ki, birbirleri arasındaki kesin
farklara rağmen bunlardan İndogermen dilleri diğerlerine nazaran en yakın
sayılabilir.
İsveçli
Collinder, eskiden büyük önem verilen “agglutinasyonlu ve fleksiyonlu” diller
arasındaki farkın, aslında çok önemli olmadığına işaret etmektedir.
Ural
ve Altay dil ailesi içinde Türk lehçelerini ele alacak olursak, Türkçenin
tarihini, Göktürk yazıtlarından beri, yani VII. yüzyıldan itibaren biliyoruz.
Ondan önceki çağlardan ancak has isimlerle, Çin kaynaklarında görülen Hun çağına
ait bazı kelimeler kalmıştır. Meselâ: kız, katun (hatun), bügü (sihir), tengri
(gök), kırsa (karsak: tilki), tinglig (tiyin: sincap), tok (kalın, kuvvetli)
gibi. En eski özel isimler fonetik bakımından pek az, morfolojik bakımından
daha da az değerlidirler. Türkçe izahı mümkün en eski has isimlerden biri
Abaris’dir; eski Yunan kaynaklarında geçer. Efsaneye göre Apollo’nun rahibi
idi. İsa’nın doğumundan önce VII. yüzyıl başlarında Altay dağlarının kuzeyine
düşen bozkırlardan Apollo’nun kutsal kuşları, şarkı söyleyen kuğuların
ülkesinden uçan bir oka binerek Yunanistan’a geldi. Şarkı söyleyen kuğular ve
ok üstüne binerek uçmak tabirleri Türk şamanlığında geçer. Yunan efsanesinde
Altay Dağlarına delâlet ettiğini sandığımız “Riphaei Dağları” tabiri de ilgi çekicidir.
Abaris adının sonundaki -is, Yunanca ek olduğu için iştikak bakımından güçlük
arz etmez. Bu özel isim üzerinde inceleme yapan Moravcsik, Abaris’i isabetli
bir görüşle 2600 yıl önceki Avar kavim adı ile birleştirmektedir. (Abaris
Avarların tarihte büyük rol oynamalarından 1200 yıl önceye aittir). Avar
kavminin eski adı Abar idi, ‘karşı koyan’ anlamına gelen bu isim tipik
Türkçedir. Daha ileride de görüleceği üzere, bu tarz kavim adları Türkçede pek
çoktur. Titiz bir tenkidçi, Abaris ile Avarların tarih sahnesine çıkışları
arasında bin yıllık bir farkın olduğunu söyleyebilir. Türkoloğun buna cevabı şu
olacaktır: Türk kabile adları arasında 1200, hattâ 1500 yıldan beri kalan ve
bugün de kullanılan kelimeler de vardır. Meselâ: Sabar, Töliş, Türgiş gibi.
Bilge
Kağan Yazıtı
Prof. Dr. László Rásonyi