29
Ekim 1914’te Osmanlı İmparatorluğu, Alman-Avusturya bloku yanında savaşa girdi.
Bütün Türk tarihinde, böylesine çocukça ve hayalperest bir fiil görülmez. Zira
uzun Türk devlet geleneği, gerçekçi davranışlar etrafında var olabilmiştir.
Zaferine inanılan cephe, yani Alman orduları, Marne’da ‘muzaffer Fransa’
tarafından durdurulmuş ve geri çekilmiştir.
Enver
Paşa’nın ordu komutanlığı ile alakasının olmadığı, en seçkin kıtalarımızı
Sarıkamış cephesinde perişan etmesiyle anlaşıldı. Alman Genelkurmayı’nın ikna
ettiği Başkumandan Vekili, ilk anda Rus cephesine saldırmıştı. Ancak ne
askerimizi sevk edecek yol (demiryolu Ankara’da bitiyordu) ne de askeri kış
savaşına hazırlayacak donanım vardı.
DÜŞMANLA
İŞBİRLİĞİ
Seçkin
askerlerimizi, siperlerinde bekleyen Ruslar değil, ağır kış şartları telef
etti. Çekilen kolordumuzun yarattığı boşluğu doldurmak için ilerleyen Rus
ordularına, Ermeni komitaları öncülük ediyordu. Bölgedeki Müslüman halka karşı
çok gaddar davrandılar; katliamda bulundular. Öncü Ermeni komitalarının bu
acımasızlığını bizzat Rus Genelkurmayı belirtmektedir. Olaylar niye böyle
gelişiyordu?
Taa
Selçukilerin Türkiye’yi kurmalarından beri, müttefik Hıristiyan halk,
Ermenilerdi. Ananeleri, mutfakları, musikileri, kaç göç anlayışları, aile
düzenleri itibariyle Ermenilerin Anadolu Türkleri’nden ayırdedilmeleri çok
zordu. Ama tarihte, Habeşistan (Etiopya) halkı gibi, ilk milli kiliseyi
oluşturuyorlar ve dolayısıyla dinleri ve ibadetleriyle dilini koruyan bir halk
sayılıyorlardı.
19.
yüzyılda Ermeniler, özellikle Yunan ayaklanması sonrası, Babıali’de, Tercüme
Odası’ndaki ve Hariciye Nezareti’ndeki görevleri ele geçirdiler. Ticarette
beynelmilel bir konuma yükselmişlerdi; yetişkin gençleri, çalışkanlıkları ve
sanatkâr yetenekleriyle Türk devletinde resmi mimarlık, barutçuluk, Darphane
Nazırlığı gibi stratejik görevleri de Ermeni seçkinleri yani âmira sınıfı
yüklenmişti. Bununla birlikte, Ermeni halkı arasında, farklı bölgelere ve
bilhassa farklı mezheplere mensup olmaktan ileri gelen çekişme ve gerilim,
eksik değildi.
BÖLGENİN
ŞARTLARI
Yunan
bağımsızlığından sonra bütün Osmanlı Hıristiyanlarını harekete geçiren
bağımsızlık isteği, Ermenileri de sardı, bu kaçınılmazdı. Ne var ki Ermeni
siyasi liderleri, aralarında iyi iletişim kuran, siyasi tecrübe bakımından
yetişkin kadrolar değillerdi. Evvela tarihi haklarına dayanarak, nüfusça
azınlıkta oldukları bir bölgede devlet kurmak istediler. Etraflarında Kürtler
ve Türklerden, Arapça konuşanlardan oluşan Müslüman bir nüfus, Süryanîler ve
Kaldanîler gibi dindaş ama ayrı bir dil ve kültür taşıyıcısı milletler vardı.
Böyle
bir ortamda Ermenilerin bağımsızlık mücadelelerine, Balkanlardaki Bulgar
komitalarının örgütlenme biçimine benzer örgüt ve yöntemlerle girişmeleri;
bölgenin Müslümanlarına karşı kanlı bir mücadele yolunu seçmeleri, tepki ve
intikam hissi uyandırmıştır.
HAMİDİYE
ALAYLARI
1896
olayları neticesinde ortaya çıkan Hamidiye Alayları’nı sadece Sultan II.
Abdülhamid’in bir entrikası olarak yorumlamak, doğru değildir.
Bölgenin
Kürt aşiretleri, Ermenilerin savaş isteğine aynı yöntemle cevap vermektedir.
Doğuda Ermeni ve Müslüman gruplar arasındaki çatışma, bir mukateleye
(boğazlaşma) dönüşmektedir.
Mesela
o dönemde ortaya çıkan Siyonist liderlerin rafine (incelikli) propoganda
yöntemleri ve dünya Musevilerini Filistin’e yerleştirme çabaları gibi başarılı
ve olgun bir siyasi çalışma, Ermeni lider ve siyasi örgütlerinde göze
çarpmamaktadır. Ermenilerin o günden bugüne başlıca hataları, Batıdaki
kamuoyunu biçimlendiren iletişim araçlarına (medya) olduğundan çok daha fazla
önem vermeleri ve bu aracın nihai başarıyı tayin edeceğine olan mutlak
inançlarıdır.
NEDEN
TEHCİR?
Birinci
Dünya Savaşı’ndaki ilk yenilginin ardından, istilacı ordulara gösterilen
silahlı Ermeni desteği, Alman Genelkurmayı’nın da ısrarlı önerileriyle tehcir
(zorunlu göç) kararının alınmasına sebep oldu. Yakın zamanlara kadar, Talat
Paşa’nın ‘soykırım’ emrini içeren telgrafının, doğruluğu ispatlanan bir belge
olduğunu söylemek, güçtür. Tehcir kararında ordunun hareket alanını güvenceye
almak ve Müslümanlarla Ermeniler arasındaki çatışmaları önlemek amacı olduğu
açıktır. Kuşkusuz idare bu işlemi uygularken, aktif Ermeni militanlarıyla sivil
halkın çatışmaya karışmayacak unsurlarını ayırdedemezdi. Tehcir işlemini kimi
idareciler oldukça kansız biçimde gerçekleştirdi, bölgelerindeki nüfusu, öbür
bölgeye aktarabildi (Tehcirin hedefi Suriye ve Mezopotamya idi).
Bir
kısım idareci, sürgün edilenlere karşı sorumsuz ve genelde beceriksizce
davrandı; birçok yerde ise intikamcı unsurlar yağma ve katl olaylarına
giriştiler. Ulaşımdaki imkansızlıklar da üste binince, istenmeyen olaylar
zinciri karşılıklı acılar, Mütareke döneminde de sürecek karşılıklı çatışmalar,
boğazlaşmalar devam etti.
TEHCİRİN
ZAMANI
1915
Ermeni Tehciri, olabilecek, yani ihtimal dahilindeki bir Ermeni isyanına karşı
düşünülmüş bir tedbir değildir; bu nokta çok önemlidir. 1915 Tehciri, fiiilen
ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve o günün
şartları içinde kaçınılmaz olan tatsız bir karardır.
Osmanlı
İmparatorluğu savaşa girmeden önce, 1914 yılında büyük devletlerle bir Yeniköy
antlaşması yapmıştır. Buna göre, Doğudaki altı vilayette Ermeni nüfusun yerel
temsil organlarına girmesi ve bölgeyi, maaşı dahi tesbit edilen bir Norveçli
Genel Vali’nin yönetmesi konusunda karara varılmıştır.
Savaşın
çıkması bu antlaşmanın yürürlüğe girmesini önledi ve savaş içindeki olaylar
sonucunda, Doğu Anadolu’da böyle bir antlaşmayı yürürlüğe sokacak unsurlar da
tarihten kalktı…
SOYKIRIM
KAVRAMI
‘Genocide’ (soykırım) kavramı, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra önem kazanması üzerine, Batı’da Ermeni olayları için çok
kullanılıyor. Bunun nedenleri vardır.
Yahudi
soykırımının ağır suçluluğunu taşıyan Alman-Fransız çevreleri ve Macarlar gibi
kavimler, özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihi ortaklar arıyorlar. Ermeniler
ise davalarını Yahudiler ölçüsünde başarıyla kabul ettireceklerini düşünerek de
bu kavrama dört elle sarılıyorlar. Ermeni tehciri ve mukataleyi ‘genocide’
olarak nitelemeyi reddeden Bernard Lewis gibi bilginleri mahkum ettiriyorlar,
aynı fikirde olduğunu söyleyen Gilles Veinstein gibi Fransa’nın tanınmış bir
türkoloğunu protesto ediyorlar, College de France’a seçimini engellemeye çalışıyorlar.
NEDEN
TÜRKİYE?
Batı
Avrupa’daki çevreler, ‘genocide’ suçunun ne olduğunu biliyor ve solcusundan
sağcısına, bu suçu Türkiye’ye yamıyorlar. Amaç; bazı siyasilerimizin temcit
pilavı gibi tekrarladıkları, sadece siyasi, iktisadi kontrol kurmak, bölgeyi
bölmek değildir. Tek başına Ermeni propoganda imkanlarının da bu kadar yaygın
sonuç elde etmesi mümkün değildir.
Bizim
ülkemizde ise ne hükümet çevreleri ne milliyetçi tarihçiler, ne liberal
entelektüeller ‘genocide’ kavramını yeterince tanımıyorlar. Genocide, mürur-u
zamana (zaman aşımına) tabi olmayan bir suçtur. Hukuki sonuçları yanında,
kültürel olarak da bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlar.
Sözün
kısası ‘genocide’, sadece yapanı değil, onun mensup olduğu milleti de bağlar.
Yahudi soykırımından dolayı benzer fikirleri savunan Martin Luther ve
Protestanlık, Hitler kadar suçludur. Her şeye rağmen bugünkü Alman kuşakları da
babalarının fiilini ister istemez üstünde taşımaktadır. Soykırım faaliyetlerine
iştirakten dolayı sadece Vichy Hükümeti suçlu değildir. Fransız kültüründe bu
işin kökleri Voltaire’e kadar gider.
Soykırım
ne devletle ne idare adamlarıyla ne de belirli bir partinin ideoloji ve
fiiliyle sınırlı kalır. Bunlarla aynı kimliği paylaşan herkes ‘bunlardan biri’
olarak tavsif edilir.
1915
olayları, tıpkı müteakip Pontus hadiseleri gibi, yanlış politikaların, gerçekçi
olmayan isteklerin, dış kışkırtmaların da hızlanmasıyla yaratılmış,
geliştirilmiş boğazlaşmalar, acı tarihi sayfalardır. Bunları soğukkanlı biçimde
incelemek ve sağlıklı sonuçlar elde ederek, birbirine çok yakın yönleri olan
iki halkın yakınlaşmalarını temin etmek icab eder. Ermenistan ve Türkiye, bir
arada yaşaması ve karnını doyurması gereken iki devlettir.
SOYKIRIM
NEDİR?
Her
boğazlaşma, her etnik çatışma, ‘genocide’ olarak nitelendirilemez. Reich
Almanya’sının bu özgün suçu, rastgele dönemleri ve kavimleri nitelendirmek için
uygun değildir ve beşeriyetin her kesimini bu suça ortaklıkla itham etmek de,
sağlıklı ve adil bir değerlendirme değildir.
Soykırım
için gerekli olan önyargılar, küçümseyici ifadeler, olumsuz bir ayırımcılık
(negative discrimination) Osmanlı-Türk kültüründe yoktur. Hatta Ermeniler
hakkında bir takım Hıristiyan milletlerin kültüründe var olan bu gibi
önyargıların onda birine, Müslümanlar ve Türkler arasında rastlanmaz. 1914’te
harbe giren İmparatorluğun hükümetinde, Ermeni nazırlar vardı (bunların,
savaşın ilanına karşı çok vatanperverane bir tepki göstererek, istifa
ettiklerini de belirtmeliyiz).
Hayat
görüşlerini ve yaşam biçimlerini paylaşan iki kavmin arasında, ‘genocide’i
uygulatacak bir münâferet (soğukluk) ortamı yoktu. Dahası, bizzat İttihat ve
Terakki çevrelerinde, tehcir kararını tasvip etmeyen kimseler vardı.
Ermenilerin
tarihi gelişimleri ve ulaşacakları hedef, zamansız ve gereksiz bir harple
sapmaya uğramıştır. Çoğunlukta olmadıkları bir bölgedeki gerçekleşmesi zor
siyasi amaçları, diğer grupların tepkisini yaratmıştır. Harbin getirdiği ani
yıkımın yarattığı panik, bu olaylar zincirini ortaya çıkartmıştır. Bunu böyle
bilmeli, olayların tarihini olduğu gibi konuşmalı, yazmalı ve soykırım
suçlamasını devletten önce halk olarak reddetmeliyiz.
FARKLI
ERMENİ CEMAATLERİ VE AMERİKAN MİSYONERLERİ
Bir
kısım Ermeni, Haçlı seferlerinden beri Katolik inanca girmiştir. Özellikle
Çukurova ve Ankara Ermenileri bu zümredendir. Katolik Ermeniler dünya görüşleri
ve kültürel seçimleri itibarıyla kendilerini asıl Ermeni gruptan ayırmayı
tercih etmişlerdir. Her ne kadar 19. yüzyılda bazı Katolik Ermeniler laik
ulusçu bir tavırla asıl Ermeni grupla bağdaşma yolunu seçmişlerse de iki grup
arasında her zaman için derin bir münâferet (soğukluk) vardı. 19. yüzyılda
aslen bir Katolik rahip olan Ormanyan’ın Ortodoks gruba geçmesi ve imparatorluk
tarihinde en uzun süre görev yapan Ermeni ruhani lideri olması gibi bir olay
dahi istisnaidir.
Katolikler,
Milli Ermeni Kilisesi’ne yanaşmamışlardır. Cizvitlerin propogandası, hatta 18.
yüzyıl sonunda Katolik propogandasına karşı çıkan Patrik Avedik’i buradan
Paris’e, Bastille’e kaçıracak kadar cüretkâr davranmaları, Katolik Ermenilerin
kuvvetlenmesine neden olmuştur. İmparatorlukta bilhassa 17. yüzyıl sonunda,
Sivaslı Mehitar gibi bir Katolik rahibin ortaya çıkmasıyla Katolik Ermeniler,
Batı kültürü ve siyasetiyle daha çok bütünleşmiştir. Belirtmek gerekir ki, Batı
medeniyetini Ermenilere tanıtmakta, Ermenileri de Batıya kabul ettirmekte çok
etkili olmuşlardır. Mehitarist cemaat Venedik, Viyana ve Paris gibi merkezlerde
matbaa, okul ve manastırlar teşkil etmiş; Ermeniliği Batıyla bütünleştirmekte
hizmet etmiş, Osmanlı Ermenileri arasında da bu gibi okulların açılmasına
öncülük etmiştir. Ama Doğu’daki Ermenilerin hayatını ve siyasetini asıl
etkileyen akım, Boston’dan kaynaklanan Amerikan misyoner faaliyetidir.
Kısa
zamanda Doğu bölgesinde ve Mezopotamya’da sayıları 400’ü geçen okul, yetimhane
ve sanayi mektebiyle Amerikalı misyonerler; Ermeni cemaatı arasında çatışmalara
da neden olan üçüncü bir mezhebin, Protestanlığın doğuşuna neden oldular.
Ermeni halkının en fakir ve en eğitimsiz kesimini, yüksek eğitime hazırlamak
yanında, zenaatkâr olarak da eğiten misyonerlerin yeni militan bir grubun
doğuşunu hazırladıklarına hiç şüphe yoktur.
Galiba
çağdaş Ermeni diasporasını (yurt dışında yaşayan Ermeni cemaatler) yönlendiren
dünya görüşü ve siyaset, bugün de bu eğitimin sonucu olarak devam etmektedir.
Bu Ermeni ulusçuluğunun Osmanlı yönetimine karşı yöneliminden çok, asıl buhran,
Ermeni uyruklar arasındaki mezhep ve parti çatışmalarıydı. Hınçaklar, Daşnaklar
gibi sosyalizan ve milliyetçi militan gruplar dışında, Ramgavar gibi anayasacı
liberal burjuvazinin yükselişini temsil eden partiler de vardı. Ama her şeye
rağmen, kültürü, yaşam biçimi, siyasi meşruiyetçilik anlayışıyla, Osmanlı
devletine ve İmparatorluk sistemine sadık ve bütünleşmiş Ermeni unsuru da göz
önünde tutmak gerekir. İşte bu sonuncu grupla milliyetçiler arasındaki çatışma
ve gerilim, Ermeni hayatını ve yakın tarihini şekillendiren bir başka unsurdur.
Prof.
Dr. İlber Ortaylı