Prof. Dr.Abdurrahman KÜÇÜK
(Ermeni ve Yahudi Örneği: Soykırımı
mı, Soykoruma mı?)
Giriş Günümüzde “soykırım” olarak
yorumlanan gelişmeler yaşanmaktadır. Bunun en çarpıcı örnekleri Türkiye’nin
yakın çevresinde gerçekleşmektedir.2003 yılından bu yana Irak’ta Amerika
tarafından uygulanan ve bir milyondan fazla insanın ölümüne, birkaç milyon
insanın yaralanmasına yol açan gelişmeler “soykırım kapsamı”na
sokulabilmektedir. Bunun yanında günümüz dünya kamuoyunun yakından tanık olduğu
Çin’in Doğu Türkistan’da Müslüman Türklere yönelik katliamları da İsrail’in
Filistin/Gazze’de yapılan katliamları da Myanmar(Burma)’da Budistlerin
Müslümanlara yönelik katliamları da bu “soykırım” uygulamalarının tipik
örneklerindendir.
Batı dünyasında Yahudilere, farklı mezheplerdeki
Hristiyanlara, bazı Amerika yerlilerine ve bazı Müslümanlara/Müslüman ülkelere karşı
uygulanan “soykırım” olaylarına tarih şahit olmuştur/olmaktadır. Buna benzer
örnekleri çoğaltmak, dünyanın değişik ülkelerine doğru genişletmek mümkündür.
Taliban, el-Kaide ve IŞİD gibi bazı “Müslüman(!) terör örgütleri”nin inanç
farklılığı dolayısıyla başka Müslüman gruplara yönelik katliamlarını ve
zulümlerini anlamak için geçmişi, tarihi ve “arka planı” bilmek de doğru okumak
da kaçınılmaz olmaktadır.
“Allahuekber” diyerek Müslüman’ın
Müslümanı katletmesi, bizi Hz. Muhammed’den sonra Müslümanlar arasında yaşanan
“makam kavgalarına”, Haricî Hareketlere, Cemel Vakasına(H.36/M.656), Sıffin
Savaşı’na(H.36/M.657) ve “cennetle müjdelenen kimseler”in birbirini öldürmesi
olaylarına geri götürmektedir. Bir tarafta Hz. Aişe’nin ve taraftarlarının,
diğer tarafta Hz. Ali ve taraftarlarının yer aldığı Cemel Vakası, günümüz
olaylarına ışık tutmalıdır. Çünkü İslam dünyasında hemen hemen bütün kanlı
çarpışmalar, bölünmeler ve “fitnenin sonuç alması” Cemel Vakası ile
başlamıştır. Cemel Vakası, İslam tarihinde ilk defa Müslüman’ın Müslüman ile
karşılıklı cephelerde savaşmak üzere saf tutmasıdır ve Müslümanın Müslümanı
düşman olarak görmesidir. Birbiriyle savaşan taraflardan birinin başında Hz.
Muhammed’in eşi Hz. Aişe, diğerinin başında Hz. Muhammed’in amcasının oğlu, damadı
ve ilk Müslümanlardan Hz. Ali vardır. “Bu nasıl olur?” diye sormak normaldir.
Ancak araya fitne/fitneciler, münafıklık/münafıklar, iktidar hırsı ve menfaat
girerse olmaz denilen her şeyin olması kaçınılmazdır. Günümüzde olduğu gibi
geçmişte de bunun birçok örneği görülmüştür
[1].
Cemel Vakası’nda iki tarafın
liderleri, taraftarlarının “iktidar” hırsına karşı duramayıp savaşa tutuşmuş ve
gece olduğunda “Akşamın hayrındansa, sabahın şerri yeğdir.” deyip ara verilmesi
ve aklıselim ile düşünülmesi için zaman kazanmayı istemiştir. Ancak Abullah b.
Sebe ve benzeri münafıklar ile ajanların salim akılla düşünmeye fırsat
vermeden gece karanlığında her iki tarafı, karşı tarafın saldırısına uğradığı taktiği/oyunları ve
ifadeleri ile savaşı kızıştırmış
ve günümüze kadar uzanan bölünmenin, düşmanlığın ve telafisi zor anlayışın
temelini atmışlardır. Münafıklar, iki taraf anlaşırsa Hz.Osman’ın katillerinin
ve fitnenin başlarının ortaya çıkacağı endişesiyle hareket etmişlerdir. Böyle
bir durumun da onların sonunu getireceği kaygısının hâkim olmasına yol
açmıştır. Onlar; birkaç kişinin sonunun gelmesini önlemek için, Müslümanları,
on dört asır devam edecek düşmanlığın ve kamplaşmanın içine çekmekten hayâ
etmemişlerdir.[2]
Türk milleti, bu olaydan yaklaşık
150-200 yıl sonra toplu olarak Müslüman olmasına rağmen, geçmişte yaşanmış bu
olayların etkisinden kurtulamamıştır. O dönemde Hz. Muhammed’in soyunun da
Emevi zulmünden kaçanların da sığınağı henüz Müslüman olmamış Türklerdir ve
Türk yurtlarıdır. Tarihî dönemde Türkler; zalimin karşısında ve mazlumun
yanında olmalarıyla, “soykorumaları” ile bilinmektedir.
Türkler ile “soykırım”ı yan yana
getirmek, beraber anmak “güneşi balçıkla
sıvamak” demektir. Çünkü Türk tarihinde
olduğu gibi ciddi dünya tarihlerinde de Türklerin “soykırım” yaptığına dair bir
örnek yoktur. Buna karşılık Türk milletinin “soykırım” yaptığına yönelik
günümüzdeki iddialar bir yalandır ve Türkleri/Türkiye’yi “köşeye sıkıştırma
projesi”nin bir yansımasıdır.
“Soykırım”; genel olarak, planlı, programlı,
bilerek ve kasıtlı olarak bir soyu yok etmek demektir. Böyle bir anlayışa Türk
tarihinde rastlanmamaktadır. Eğer Türklerin böyle bir niyeti olsa idi bugün ne
Yahudi ne Ermeni ne Rum ne Süryani ne Yezidî ne Arap ne de son dönemde devleti
yönetenler/hükûmet edenler tarafından zaman zaman Türkiye’de 24 veya 36
civarında olduğu iddia edilen “etnik kimlikler(!)” olurdu.
Başlık yaptığımız konunun anlaşılması için azınlık, dinî azınlık,
hoşgörü gibi terimlerden ne anladığımızın açıklanması gerekli olmuştur. Yapacağımız
bu tanımlardan sonra genel hatları ile konu hakkında bilgi verilecek ve
üzerinde düşünülmesi gereken hususların altı çizilecektir.
a. Azınlık, Dinî Azınlık ve Hoşgörü
Terimleri “Azınlık” terimi, bakıldığı yere ve bakılan göze göre değişiklik gösteren
bir terimdir. Genel anlayışa, “etnik köken”e ve benimsenen dine göre azınlık
tasnifleri/tanımları yapılmaktadır. Azınlık tanımı tarafımdan şöyle
yapılmıştır/yapılmaktadır: "Hâkim unsurun ortak paydası dışında kalan,
ferdî ve toplumsal haklarda ayrıcalığa uğrayan, toplumun diğer fertleri ile
kaynaşmaktan kaçınan veya çoğunluk tarafından kaynaşılmayan ve farklı bir
kültürü ısrarla yaşatmaya çalışan gruptur".[3]Bu tanımıma göre Türkiye’de
ortak paydası olmayan, birbiri ile evlilik yapmayan, aynı kültür ortak
paydasında buluşmayan ve birbirini anlamayan hemen hemen hiçbir kimse, hiçbir
grup yoktur.
“Etnik” kelimesi, XIX. yüzyıldan
itibaren “ırk” ile ilgili bir anlam kazanmıştır. Günümüzde “etnik”, genel
olarak “farklı bir ırka ve/veya farklı bir kültüre mensup olan grup” olarak
değerlendirilmektedir. Her ne kadar ırk daha çok fiziksel ve biyolojik
özellikleri, etnik ise sosyokültürel özellikleri ifade etse de birbirinin
yerine kullanılmaktadır.
Dinî azınlık; milletin çoğunluğunca
benimsenenin dışındaki dinlerden birine mensup olan ve azınlık durumunda
bulunan dinlerin mensuplarına denilmektedir. Genel kabule göre Türkiye’deki
dinî azınlıklar Lozan Antlaşması’nda belirlenmiştir. Zaten Lozan görüşmeleri
sırasında Türkiye’de azınlık olarak “dinî azınlıklar” söz konusu olmuş ve
antlaşma metnine girmiştir. Bunun dışında gündeme gelen hiçbir azınlık tanımı
kabul görmemiştir.[4] Lozan’da Türkiye’nin karşısında masaya oturanlar,
Türkiye’de Türk milletinin ayrılmaz parçaları olan insanları ayrı bir azınlık
sayma yarışına girişmişlerdir. Batılıların Türkiye’ye yönelik bu yöndeki niyet
ve isteklerini, Türk Delegasyonunda yer alan Rıza Nur’un “Biraz daha gayret
ederlerse Türkiye’deki karıncaları da ekalliyet(azınlık) yapacaklar.”[5]
ifadesi çok güzel ortaya koymaktadır.
Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’de Yahudi,
Rum ve Ermeniler dinî azınlıktır. Ancak bu dinî azınlıklar, Türk milletinin
fertleridir ve eşit hatta “artı ayrıcalıklar”ı olan vatandaşlardır. Dinlerinin
ayrı olması, onların ayrı millet olması demek değildir. Osmanlı Devleti’nde
bunlar bir cemaat ve aynı zamanda bir “millet” statüsündedir.[6] Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, Türk kültürünü ve ortak değerlerini esas aldığı için dinî
inanışlarına, etnik kökenlerine bakmaksızın Türkiye’de bulunan herkesi Türk
milleti çatısı altında toplamıştır. Hristiyan olan Süryaniler, kendilerini Türk
olarak tanımladıkları için Lozan’da dinî azınlık olarak değerlendirilmemiş ve
azınlık grubuna dâhil edilmemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nın(1982) 66. Maddesi, “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan
herkes Türk’tür.” ifadesi ile herkesi kucaklamakta ve hiç kimseyi dışarıda
bırakmamaktadır.
“Hoşgörü” ise genel olarak
başkalarının farklı düşünmeye ve yaşamaya hakkı olduğunu kabul etme, farklı
eğilimlere ve tavırlara tahammül göstermedir. Dinî anlamda “hoşgörü” de din ve
vicdan hürriyetine, farklı dine, inanca ve düşünceye sahip olanların
“kanaatleri”ne saygı duymaktır.
İnsanların barış içinde ve bir arada
yaşamaları, karşılıklı hoşgörü anlayışı ile yakından ilgilidir. Dinlerin amacı
da insanların barış ve huzur içinde bir arada yaşamasını sağlamaktır. Ancak
dinlerin bu amacına ve “ilkeleri”ne rağmen dinlerin hükümleri, zaman zaman o
dine mensup insanların bir kısmınca hoşgörüsüzlüğe yol açacak şekilde de
anlaşılabilmekte ve anlatılabilmektedir.
Dinlerin hoşgörüyü ön gören
kurallarına rağmen hoş görülmeyecek davranışların/uygulamaların görülmesi,
bilgisizlik ve eğitimsizlikle yakından ilgilidir. Hoşgörü gösterilecek ve
tahammül edilecek konular/alanlar vardır; hoşgörü gösterilmeyecek
konular/alanlar vardır. Bu konuların/alanların sınırlarının belirlenmesi,
gerçek anlamda bir hoşgörünün gerçekleşmesini sağlamaktadır. Kişinin
hürriyetinin sınırı, başkalarının hürriyetiyle sınırlıdır. Bu sınır, kişilerde
olduğundan daha fazla toplumda kendini gösterir. Kişi, kendisi için hoş gördüğü
bir sözü veya davranışı toplum için hoş görmeyebilir. Kimi zaman toplumsal bir
meseleyi hoş görmek, o toplumun huzur ve güvenine zarar vermek, “anarşiye pirim
vermek” demek olur.
Hoşgörü, karşılıklı bir eylemdir.
Ailede de iş yerinde de çevrede de karşılıklı hoşgörü önemlidir. Ancak
hoşgörüye sığınarak başkasının “değerler”ine saldırmak ve o değerleri yok
etmeye çalışmak hoşgörü ile bağdaşır bir durum değildir. İster kişi olarak
ister toplum olarak olsun herkesin önem verdiği “değerler” bulunmaktadır.
Kişinin değerleri, şahsiyetini bulmasının ve var olmasının şartlarındandır.
Millet için de bu değerler, var olmanın ve varlığını devam ettirmenin “olmazsa
olmazları”dır.
İnsanı insan yapan değerlerin yaşatılması,
”güven ortamı” ile yakından ilgilidir. Bu durum, “sevgi anlayışı” ile
bağlantılıdır. Sevgi ise insanın yaşatılmasında ve “hamuru”nda vardır. Allah, “sevgi”yi kendi varlığının
delillerinden saymıştır. Hz.Muhammed, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz ve
birbirinizi de sevmedikçe de gerçek mümin olamazsınız.” buyurarak sevmek ile
iman etmek arasındaki ilişkiye dikkati çekmiştir. Böylece sevgi, insanları bir
arada tutan “temel harçlar”dan olmakta ve dinlerin “Birbirinizi seviniz.”
ilkeleri arasında yerini almaktadır. Bundan dolayı insanların bir arada
yaşamasını sağlayan kurallar, hem aynı dine mensup insanların hem de başka
dinden insanların bir arada yaşamasına yöneliktir. Bu ilkeler, zaman zaman
hoşgörüsüzlüğe/“taassuba” varacak şekilde algılanmıştır. Bunun sebebi de cahillik ve yanlış anlamadır.
Hoşgörüyü kendisine temel ilke edinmiş
Türk milleti, tarih boyunca dini, milliyeti, kökü ve kökeni ne olursa olsun
hâkimiyeti altında bulunan herkese hep hoşgörü göstermiştir. Bazı soyların,
bazı dinî azınlıkların günümüze kadar gelmesi, soylarını korumasının; Türk’ün
hoşgörüsü sayesinde olduğuna yerli ve yabancı gerçek belgeler şahitlik
etmektedir. Çünkü Türk milletinin %97-98’inin din olarak benimsediği İslam’ın
yüce kitabı Kur’an-ı Kerim; “hoşgörü”ye ve birbirini “sevme”ye büyük önem
vermektedir. Kur’an’da Hoşgörü, belirli kurallara bağlanmış ve bir “ölçü”
dahilinde sunulmuştur. Bu ölçü, aşırılığa varmamakla sınırlandırılmıştır.
b. Kur’an’ın Hoşgörü Anlayışından
Örnekler Kur’an’da Allah, belirlediği ilkelere uymayan insanların bulunacağını
da dikkate alarak “dinde zorlama”[7] olmadığını hatırlatmakta ve “Senin dinin
sana, benim dinim bana.”[8] ayetiyle herkesin dininin kendisine ait olduğunu
bildirmektedir. İnsanların birbirine baskı ve zor kullanmasının önünü kesmek
için de Allah, insanların farklı inanış ve davranış içinde bulunabileceğini,
istese “insanları tek bir ümmet…”[9] yapabileceğini açıklamakta ve
peygamberlere düşenin ise sadece “tebliğ”[10] olduğunu vurgulamaktadır.
Kur’an, Enam suresinin 108.
ayetinde,“müşriklerin Allah’tan başka taptıklarına (putlar) kötü söz
söylememeleri”ni[11] istemiştir. Bu ayette Müslümanlar için en güzel bir “ölçü”
ve “hoşgörü” örneği ortaya konulmuştur. Allah, bizzat Hz. Muhammed’e,
“insanları Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmasını”[12]
emretmektedir. Bunun yanında Allah, ayrıca Peygamber’i Hz. Muhammed’e, “Sen,
kaba ve katı yürekli olsaydın etrafındakiler dağılıp giderdi.”[13] uyarısında
bulunmakta ve onun “hoşgörülü” tavrını olumlu bulduğunu açıklamaktadır.
Kur’an’da Müslümanlar için “orta
ümmet”[14] tanımı yapılmaktadır. Bu “orta ümmet”, aşırılıklardan kaçınan
ümmet/toplum demektir. Zaten Allah, haddi aşmamayı, aşırı gitmemeyi istemekte
ve “aşırı gidenleri sevmediğini”[15] bildirmektedir. Bu ölçü; yiyip içmeden
giyinmeye, inançtan ibadete, sözden davranışa, ikili ilişkilerden toplumsal
ilişkilere kadar uzanmaktadır. Bunun yanında insanın “en güzel şekilde”
yaratılmış[16] olduğu bildirilmekte ve insan canına kıyılması
yasaklanmaktadır.[17] Bu ayetlerden Enam suresi 151. ayetinde “…Allah’ın
muhterem kıldığı canı/nefsi haksız yere öldürmeyin…”[18] denilmektedir.
Kur’an’da sadece “öldürmeme” yasağı ile yetinilmemiş ve öldürmenin “insanlık
suçu” olduğu da şöyle vurgulanmıştır: “Bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı
öldürmek, bir canı kurtarmak da bütün canı kurtarmaktır...”[19].
Kur’an’da bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür ancak bu birkaç ayet bile İslam’ın “barış dini”, “hoşgörü dini”
olduğunu ve “terörün her çeşidini” reddettiğini ortaya koymaktadır. Çünkü
Allah, Hz. Muhammed’e dolayısıyla Müslümanlara, “Rabb’in dileseydi yeryüzündeki
insanların tamamı inanırdı. Bunu bildiğin hâlde sen, insanları inanıncaya kadar
zorlayacak mısın?”[20] ayeti ile bir uyarıda bulunmaktadır. Yukarıda temas
ettiğimiz “Dinde zorlama yoktur.”[21] ayetini de bu konuyla ilişkilendirerek
insanları “hür iradeleri” ile baş başa bıraktığını ve “ …Dileyen inanır,
dileyen inkâr eder. . ”[22] ayetiyle de serbest kıldığını düşünmek mümkündür.
“…Ey insanlar! Bilin ki biz, sizden her toplum
için ayrı bir ‘şeriat’ ve bir yol-yöntem belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi
tek bir ümmet yapardı. Fakat O, gönderdiği farklı ‘şeriatlar’ ile sizi denemek
istedi. Öyleyse ‘hayırlı işlerde’
yarışmaya bakınız…”[23] ayeti, bu konuya en çarpıcı örnek olmalıdır.
c. Türk milletinin Başka Dinden
Toplumlara Hoşgörüsüne Dair Bazı Örnekler
Kur’an’da zorlamanın olmaması ve herkesin dininin kendisine ait
bulunması, her insanın yaptıklarından bizzat sorumlu tutulması, hiçbir cana kıyılmaması
yönündeki “ayetler”; İslam’ın hoşgörüsünün temel taşlarıdır. Müslümanlar, hem
Kur’an’ın hem de İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammed’in ve arkasından gelen devlet
yöneticilerinin diğer din mensuplarına gösterdiği hoşgörüyü kendilerine örnek
almışlardır. Hz. Muhammed, hem müşriklere ve putperestlere hem de Yahudilere ve
Hristiyanlara hoşgörü ile yaklaşmış; darda bulunanlarına yardım elini uzatmış
ve aç olanlarını doyurmuştur.[24] Hz. Muhammed, Ehl-i Kitap(Yahudiler) ile
yaptığı ilk anlaşma olan Medine Anlaşması’na koyduğu maddelerde başka dinden ve
başka milletten olanlara nasıl hoşgörüyle yaklaşılması gerektiği ile “hukukun
üstünlüğü”nün örneğini göstermiştir.[25] Hristiyanlarla ilgili de benzer çok
hoşgörü örnekleri vardır. Medine’de Necran Hristiyanlarıyla görüşmeler yapılmış
ve Hz. Muhammed ile Necran Hristiyan Heyeti arasında dogmatik tartışmalar
olmuştur. Bu sırada Hristiyanların ibadet saati gelmiştir. Hz. Muhammed,
Hristiyanlara “Dilerseniz, burada, camide bile ibadetinizi yapabilirsiniz.”
demiştir. Onlar da camide Doğu’ya dönerek ibadetlerini yerine
getirmişlerdir.[26]
Kudüs, Mısır, İskenderiye gibi yerler
fethedilince oraların halkına hoşgörü gösterilmiş; din, can ve mal emniyeti
sağlanmıştır.[27] Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethettikten sonra halkla yaptığı
anlaşmaya koyduğu maddeler bu hoşgörüye açık bir örnektir. Bu ölçü, daha
sonraki yöneticiler ve halk için temel olmuştur. Osmanlı Devleti; bu ölçüyü,
yönetimleri altındaki Gayrimüslimlerin inançlarında, yaşayışlarında,
geleneklerinde ve göreneklerinde devam ettirmiş, onlara en geniş hoşgörüyü
göstermiştir.[28]
İslam dininin yegâne koruyucusu durumuna gelmiş Türk milletinin uygulamaları, İslam’ın
“hoşgörü”ye yönelik yüzünü ve uygulanır biçimini ortaya koyacak somut bir
örnektir. Türkler, tarih boyunca din ve milliyet farkı gözetmeksizin hemen
herkese “Hoşgörü”nün en güzel örneklerini göstermiştir. Çünkü Türkler;
İslam’dan kaynaklanan, Hz. Muhammed tarafından uygulanan, Türk milletinin
“dinî/manevi önderleri” Ahmet Yesevi’de olgunlaşan, Mevlana, Hacı Bektaş Veli
ve Yunus Emre ile her tarafa taşınan “hoşgörü”yü kendilerine ilke
edinmişlerdir. Türkler; atalarından miras aldıkları bu hoşgörüyü, tarih boyunca
hem kendi aralarında hem de başka dinlerden ve kültürlerden insanlara karşı
göstermişlerdir. Türk milleti; Anadolu’da Hristiyan, Yahudi ve başka dinlerden
olan insanlara tarihte de günümüzde de “hoşgörü”nün bütün örneklerini göstermiş
ve göstermektedir. “Dinî azınlıklar”ın kendilerine karşı olumsuz tavırlar
sergiledikleri dönemlerde bile Türkler, “hoşgörü”yü elden bırakmamış ve “dinî
azınlıklar”ın yok olmadan günümüze kadar gelmelerini sağlamışlardır.
Türk milleti, yönetimleri altında
yaşayan başka dinden ve başka kültürden olan topluluklara hoşgörüyle yaklaşmış,
dinî azınlık durumundaki bu toplulukları, dinî inanç ve âdetlerini yerine
getirmekte serbest bırakmıştır. Bu hoşgörünün zirvesi, İstanbul’un fethiyle
ortaya çıkmıştır. Hristiyan halk, padişah Fâtih Sultan Mehmet’in nasıl bir
tavır sergileyeceğini; din, can ve mal emniyeti konusunda ne diyeceğini merak
ederken o; “Ben, hepinize söylüyorum ki tebaam sıfatıyla artık ne hayatınız ne
de hürriyetiniz için gazabımdan korkmayınız.”
diyerek onlara güvence vermiştir.
Fatih Sultan Mehmet’ten sonra işbaşına
gelen padişahların dönemlerinde de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu
günden günümüze kadar da dinî azınlıklara inanış ve ibadetlerini yerine getirmelerinde
geniş imkânlar verilmiştir/verilmektedir.[29] Bunlardan Gregoryen Ermeniler ve
Museviler/Yahudiler örneklemlerimizdendir.
Türklerin Anadolu’ya gelmesi,
Gregoryen Ermeniler/Türkler için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Çünkü
Bizanslılar, hâkimiyetleri altındaki Monofizit Hristiyanlığın temsilcisi
Gregoryen Ermenilere baskı uygulamış ve kendi “Ortodoks inanışları”nı kabul
ettirmek istemişlerdir. Bundan dolayı Ermeniler, daha önceden tanıdıkları ve
hoşgörülerini bildikleri Müslüman Türklerin kendilerine hâkim olmasını
arzulamışlardır. Ermenilerin Bursa Metropoliti Hovakim, Fatih Mehmet’in
kılıcını almış ve İstanbul’u alması için kilisede bir hafta dua etmiştir. [30]
Müslüman Türklerin, Hristiyan
Ermenilere hoşgörüsüne dair sayısız eserler yazılmış ve örnekler verilmiştir.
İstanbul Ermeni Patrikliği yapmış Malachia Ormanian’ın 1910 yılında ilk baskısı
yapılan “L’Église arménienne” isimli eserine yazılan Ön Söz’de yer alan
“Türkler, kendi idareleri altında bulundurdukları halkların durumlarında hiçbir
değişikliğe gitmiyordu. Kur’an’ın emirlerini tebliğ etmekle yetiniyordu. Kur’an
ise, Müslümanlardan, mağlup olanlardan, haraç ödemek şartıyla, kendi mülklerine
sahip olarak yaşamalarını istiyordu. Bu müsait ortamdan yararlanan
Hristiyanlar, en iyi şekilde teşkilatlanıyor ve Türk idaresi altında özel
hayatlarını yaşıyorlardı.”[31] şeklindeki ifadeler, Türk Hoşgörüsünün dikkat
çekici örneğidir.
Türk milletinin hoşgörüsünü en iyi
ortaya koyan diğer bir belge de Ermeni terör örgütlerinin Türklere karşı
ayaklandıkları bir sırada yayımlanmış makalelerdeki Ermenilerin görüşleridir.
Bu görüşler, Ermeni “Dadjar Dergisi”nde yayımlanmıştır. Burada yayımlanan
makaleler Fransızca “A Qui la Faute? Aux Partis révolutionnaires
arméniens”(Hata Kimde? Ermeni İhtilalci Partilerinde) adı ile 1917’de
kitaplaştırılmıştır. Bu kitabın sonundaki bir paragrafta şu tespitlerin altı
çizilmektedir: “Ermeni; 600 yıldan beri, hangisi olursa olsun, dünyanın başka
yönetimi altında, başka hiçbir millet tebaasının ne gördüğü ne tanıdığı geniş
bir sosyal ve dinî hürriyetten yararlanarak Türkiye’nin toprağında Türk ile yan
yana yaşadı.”[32] Kitap, baştan sona kadar Türklere karşı yapılan haksızlıklara
karşı Türklerin intikam peşinde koşmadıklarını ve hoşgörüyü elden
bırakmadıklarını ortaya koymaktadır.
Türk milletinin Ermeniler gibi en açık
hoşgörü gösterdiği ve himaye ettiği diğer bir dinî azınlık da Yahudilerdir.
Dünyada Hristiyanların Yahudilere karşı “soykırım” uyguladıkları dönemlerde
Yahudilerin de imdadına koşan yine Türk milleti ve Türk Devleti olmuştur.
İspanya’daki zulümden Yahudileri gemiler gönderip Türkiye’ye getiren de
1941-1943 yılları arasında Almanya’daki “Nazi soykırımı”ndan kurtaran da
Türklerdir/Türk milletidir.
Türk Sultanı II. Bayezid, “Benim
ülkemin kapıları, dünyanın neresinde zulüm gören insanlar varsa onlara
açıktır.” diyerek Yahudileri 1492 yıllarında ülkesine kabul etmiş ve yok
olmalarını önlemiştir.[33] Bu kabul, Yahudi tarihçiler tarafından şöyle takdir
edilmiştir: “Ecdadının izini takip eden Sultan Bayezid, Allah’ın köleleri olan
Hz. İbrahim’in soyuna sahip çıkmıştır. Şayet Bayezid’in bu uygulaması
olmasaydı; İspanya, Aragon, Portekiz ve Sicilya’dan kovulmuş olan Yahudilerin
artığı ve İsrail’in hatırası kaybolacaktı…”.[34] Yahudi Haham Eliya Kapsalı da
Bayezid’in, ülkesine kabul ettiği Yahudilere eziyeti yasakladığını, onlara kötü
davrananlara ve işkence edenlere ölüm cezası verileceğini ilan ettiğini haber
vermektedir.[35] Haham Kapsalı’nın bu durumu şu ifadelerle anlattığı
nakledilmektedir: “Türkiye Padişahı Bayezid, İspanya Yahudilerine yapılan
kötülüğü ve bir sığınak aradıklarını öğrenerek onlara merhamet edip bütün
ülkeye münadiler göndererek Yahudilere eziyet etmeyi ve onları kovmayı
kesinlikle yasaklamıştır. Onlara yumuşak davranmayı ve iyilik yapmayı emretmiştir.
Kim ki göçmenlere kötü muamelede bulunursa veya onlara en ufak bir ceza verirse
cezası idam olacaktır”.[36]
Osmanlı Devleti’ne doğrudan gelen
Yahudiler olduğu gibi izin alarak gelenler de olmuştur. Bu durum Osmanlı arşiv
belgelerinde kadılara yazılan hükümlere derç edilmiştir. Türklerin himayesine
İspanya’dan sonra 1493 yılında Sicilya’dan 1496/1497 yıllarında Portekiz’den ve
dünyanın değişik yerlerinden Yahudiler sığınmışlardır. Türk yönetimi, ülkesine
sığınan bu Yahudilerin büyük çoğunluğunu İstanbul, İzmir ve Selanik gibi
şehirlere yerleştirmiştir[37].
Bu birkaç örnek bile Yahudi soyunun varlığını
açıkça Türklere borçlu olduğunu ortaya koymaktadır.
Yabancı yazarların ve seyyahların,
XVI. yüzyıldan itibaren, Türkleri tanımak için yazdıkları eserlerde
birleştikleri noktalar şöyle özetlenebilir: Türklerin ülkesinde hiçbir cinayet
vakasına rastlanmamaktadır. Hırsızlık çok enderdir. Hırsızlık insanlığa
yakışmayan kötü bir harekettir, alçaklıktır ve şerefsizliktir. Riyakârlık,
dolandırıcılık, aldatmacılık, inhisarcılık, dilencilik Türkler tarafından
bilinmeyen fiillerdendir.
Batılı yazarlar, Türklerin bu
özelliklerini merak etmiş ve araştırma konusu yapmışlardır. Yüzlerle ifade
edilebilecek bu eserlerden sadece M. D’Ohsson, 1791’lerde yazdığı ve Türkçeye
“18. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Âdetler” adı ile çevrilen eserindeki şu
cümleler güzel bir örnektir: “Türkler, esasları Kur’an’da çok bariz bir şekilde
anlatılan dürüstlük, namusluluk, doğruluk hususunda aynı derecede övülmeye
lâyıktır. Kendi aralarındaki içtimaî düzenin bütün münasebetlerinde iyi niyet
ve dürüstlüğün onlara hâkim olduğu görülür. Meselâ, Türkiye’de, başka yerlerde
olduğu gibi, birbirlerine karşı taahhüde giren vatandaşların durumunu tespit
etmek, konulan şartları garantiye almak konusunda yazılı taahhütlere lüzum
yoktur. Türkleri methetmek için hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz: Onlar,
verdikleri sözün kölesidir. Onların bir tanıdığını aldatması, emniyeti
suiistimal etmesi yahut karşısındakinin saflığından faydalanması asla düşünülemez...”.[38]
ç. Soykırım mı, Soykoruma mı? *
Avrupa Birliği süreci ile birlikte
yeniden dünya gündemine gelen konulardan biri de; geçmişte olduğu gibi
günümüzde de, “Ermeni Meselesi” olarak adlandırılan konu olmuştur. Bu konu,
Türkiye sıkıntıya girdiği her dönemde, Batılı bazı devletlerin ısrarla gündemde
tuttuğu ve Türkiye’nin aleyhine kullandığı konuların başında gelmektedir.
Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) ile ortaya çıkarılan, I. Dünya Harbi ile zirveye
taşınan ve Kurtuluş Savaşı ile noktalanan bu konu; 1970’li yıllarda farklı bir
noktaya çekilmiş ve “Ermeni Soykırımı” şekline dönüştürülmüştür. Türkiye’nin
Avrupa Birliği(AB)’ne üye olmasının gündeme gelmesiyle özellikle 2003 yılından
sonra “Sözde Ermeni Soykırımı” iddiaları sıkça duyulur olmuştur. Bu konuda,
takip edilen resmî “siyaset anlayışı” yanında bazı “araştırmacı-yazar”lar ve
bazı “akademisyenler” ile “diaspora Ermeni örgütleri”nin konuya “ideolojik
yaklaşımları”; Batılı devletlerin konunun üzerine daha fazla gitmesine ve
Türkiye’yi “köşeye sıkıştırması”na yol açmıştır.
Yazıda yer yer temas ettiğimiz ve alt
başlık yaptığımız “soykırım” kelimesi, Türkçeye “jenosit” kelimesiyle
girmiştir. Jenosit, Fransızca génocide(jenosit) kelimesinin Türkçe söyleniş
biçimidir. Jenosit(soykırım), etnik bir grubun planlı bir şekilde yok edilmesi
anlamına gelmektedir. Bu terim de bu terimin ihtiva ettiği anlam da Türk
milletine yabancıdır ve Türk milletinin lügatinde yeri yoktur. Türk’e yabancı
olan bu “terim”, Batı dünyasında çok iyi bilinmektedir. Çünkü Türk milleti;
adı, soyu, dini, dili ve milliyeti ne olursa olsun herkesi “Allah’ın kutsal
emaneti” kabul etmiş, yok etmeyi değil yaşatmayı, bitirmeyi değil “koruma”yı
temel esas bilmiştir. Bunun için Türk milleti, Ermenileri “soykırım”a tabi
tutmadığı gibi tam aksine “Ermeni soyunu ve inancını yok olmaktan korumuştur.”
Bugün dünyada bir “Ermeni Meselesi” varsa daha genişleterek söylersek dünyada
“Yahudi Meselesi” varsa, Yahudi varsa bunu Türk milletine borçlu olduğu gibi
“Ermeni soyu”ndan bahsediliyorsa Türk milletinin hoşgörüsü ve himayesi
sayesindedir.
Bu yazıda iki din(Hristiyanlık ve
Yahudilik) ve iki farklı topluluk/“millet”(Ermeni ve Yahudi) ele alınarak Türklerin “soykırım değil
soykoruma” yaptıkları bazı örneklerle ortaya konulmaktadır. Bu örneklerden biri
Hristiyan olan Gregoryen Ermeniler, diğeri de Yahudilerdir.
Yazımızın gelecek sayıdaki ikinci
bölümünde, ayrı iki din mensubuna ve iki topluluğa/millete Türklerin
yaklaşımına, hoşgörüsüne göz atacağız. Önce Ermeni diye adlandırılan
topluluğun/milletin kim olduğu ve nasıl bir Hristiyanlığı temsil ettiği,
Türklerin “Ermeni soyunu ve inancını”, sonra da “Yahudi soyunu ve inancını”
nasıl koruduğunu ele alacağız.
*İlahiyatçı/Dinler Tarihi Uzmanı. Eski MHP
Genel Sekreteri (1999-2000). 21. Dönem MHP Ankara Milletvekili ve TBMM Millî
Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor
Komisyonu Başkanı (1999-2002).
[1] Bk. Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İlmî
Müşavir ve Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları, İstanbul, 1986,
II/233-260; Philip H. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ,
İstanbul, 1980, I/276.
[2] Abdullah b. Sebe’nin Cemel
Vakası’nda ve İslam dünyasında sebep
olduğu olaylar için Bk. . Abdurrahman
Küçük, Dönmeler(Sabatayistler) Tarihi,
Gözden Geçirilmiş İlaveli 9. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara
2013,35-47.
[3] Abdurrahman Küçük, Misyonerlikten Diyaloğa Türkiye, Ankara 2008,
322; Abdurrahman Küçük, Türkiye
Meselelerine Dair, Ankara 2011, 224.
[4] Bk. E. Semih Yalçın, Atatürk’ün
Millî Dış Siyaseti, Berikan Yayınları,
Ankara, 2010, s. 199-212.
[5] Yalçın, Atatürk’ün Millî Dış
Siyaseti, s. 208.
[6] Osmanlı Devleti’nde Dinî
Azınlıkların Durumu ve “Millet
Sistemi” için Bk. Ahmet Hikmet
Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler (XIX. Yüzyılın Sonuna Kadar), Ankara, 1997, 7-22,65-88; Yalçın, Atatürk’ün
Millî Dış Siyaseti, s. 199-201; Ali
Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar, Berikan Yayınları, Ankara, 2009, s. 17-19.
[7]
Kur’an, Bakara 256.
[8]
Kur’an, Kafirûn 6.
[9]
Kur’an, Nahl 93.
[10]
Kur’an, Nur 54.
[11]
Kur’an, Enam 108.
[12]
Kur’an, Nahl 125.
[13]
Kur’an, Âl-i İmran 159.
[14]
Kur’an, Bakara 143.
[15]
Kur’an, Maide 87.
[16]
Kur’an, Tin 4.
[17]
Kur’an, Maide 32, Enam 151, İsra 33, Furkan 68.
[18]
Kur’an, Enam 151.
[19]
Kur’an, Maide 32.
[20]
Kur’an, Yunus 99.
[21]
Kur’an, Bakara 256.
[22]
Kur’an, Kehf 29.
[23]
Kur’an, Maide 48.
[24]
Bk. Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet(İslam Tarihi), çev. Ömer Rıza Doğrul,
İstanbul, 1978, II/114-120.
[25]
Bk. Başlangıçtan Günümüze Büyük İslam Tarihi, I/263-279.
[26]
Bk. Muhammed Hamidullah, Resûlullah Muhammed, Çev. Salih Tuğ, İstanbul
1973, s. 189.
[27]
Bk. Başlangıcından Günümüze Büyük İslam Tarihi, II/93-100.
[28]
Bk. Eroğlu, Osmanlı Devletinde Yahudiler,s. 6-22; Güler, Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Azınlıklar, s. 41-52.
[29] Bir örnek olarak bk. Edmondo de
Amicis, İstanbul(1874), çev. Beynun Akyavaş, Ankara, 2006, s. 145-158.
[30]Bk. Abdurrahman Küçük, “Türklerin
Anadolu’da Azınlıklara Dinî Hoşgörüsü”, Asya’dan Anadolu’ya Taşınanlar, Atatürk
Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s. 31-42.
[31] Malachia Ormanian, L’Eglise
arménienne, Antelias-Liban ,1954, VI.
[32] A Qui la Faute? Aux Partis
révolutionnaires arméniens, İstanbul, 1917, s. 70.
[33] Avram Galanti, Türkler ve
Yahudiler, İstanbul 1947, s. 35; Küçük, “Türklerin Anadolu’da Azınlıklara. . .
”, s. 56.
[34]
Abdurrahman Küçük, Dönmeler(Sabatayistler) Tarihi, (Gözden Geçirilmiş
İlaveli 9.Baskı), Ankara, 2013, s. 88.
[35] Bk. Moshe Sevilla-Sharon,
Türkiye Yahudileri, Jerusalem, 1982, s.
26-28.
[36] Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde
Yahudiler, s. 62.
[37] Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde
Yahudiler, s. 62-64.
[38] M. D’Ohsson, 18. Yüzyıl
Türkiye’sinde Örf ve Âdetler, çev. Zehran Yüksel, 189.
* “Soykırım mı, Soykoruma mı?” kısmı hazırlanırken TÜRKAV Dergisi,
Ankara-Eylül-Ekim 2005, sayı 16, sayfa 20-23’de yayınlanmış ve Türkiye
Meselelerine Dair isimli eserimde aynı adla yer almış yazılarımdan da yararlanılmıştır.
.