Prof.Dr. Saadettin Gömeç
Çin
kaynaklarında, Kök Türk Kağanlığı 630’dan sonraki fetret devrinden çıkarken,
Türklerin liderliğini üstlenen iki aileden bahsederler. Bunlardan birisi
A-shih-na (Aşina) ailesidir ki; Bumin’in dolayısıyla, İl-teriş Kağan’ın mensup
olduğu kabiledir[1].
Bir
diğeri de A-shih-teler (Aşite), yani ünlü devlet adamı, âlim ve komutan
Tunyukuk’un ailesidir.
Kök
Türklerin menşei hakkındaki efsaneler anlatılırken, Çin yıllıklarında onların
Hunların bir kolundan geldiği söyleniyor.
Efsaneye
göre, bunlar Aşina adlı bir aileden türemişlerdir.
Kök
Türklerin ataları düşman bir devlet tarafından topyekûn öldürülürler.
Bu
katliamdan yalnızca bir çocuk kurtulur. Onun da kollarını ve bacaklarını
keserek büyük bir bataklığın içine atarlar.
Yeryüzünde
olup-biten bu işleri Tanrı makamından seyrederken, kendi yaratmış olduğu bu
kutlu ırkın yok olmasına razı olmaz. Onun için bu çocuğun yanına bir dişi kurt
gönderir.
Bu
dişi kurt (börü), çocuğa et ve yiyecek getiriyordu. Bunlarla beslenen çocuk ölümden
kurtulur.
Biraz
büyüyen çocuk, kurtla birleşir ve kurt ondan gebe kalır.
Etrafta
kurt gibi yaşayan bir çocuğun olduğunu duyanlar, onu öldürmeye geldikleri
zaman, kurt Tanrı’dan gelen buyruğu dinleyerek, çocukla birlikte yaşadıkları
göl kıyısının kuzeyinde bulunan bir dağa kaçar.
Bu
dağın içerisinde çok büyük bir mağara vardır. Börü çocuğa yol göstererek
mağaraya girer.
Burası
o kadar güzel bir yerdi ki, Tanrı bu Türk çocuğunu adeta cennetin dünyadaki bir
eşi olan mağaraya özellikle getirmişti.
Onun
burada çoğalmasını, güçlenmesini ve yeniden kendi adaletini uygulamasını
istiyordu.
Börü
burada on erkek çocuk doğurdu. Bu on çocuk büyüyünce, bu dağı binbir güçlükle
geçip, on tane kız kaçırıp buraya getirdiler ve burada çoğaldılar.
Bunlardan
birisi kendine Aşina soy adını alarak, çadırının önünde kurt başlı bir sancak
astı.
Daha
sonra bunların hepsinin başı oldu[2].
Görüleceği
üzere bu efsanede dişi kurtun önemli bir rolü vardır ve Türk soyunun
türeyişiyle de yakından alâkalıdır.
Kök
Türk Kağanlığının fetret zamanından çıkışında yeniden gördüğümüz Aşitelerin
kimliği konusunda ciddi bir araştırma yapılmamıştır.
Belki
buna eski Çince ve yeni Çince kavramların farklı olması sebep olmuştur.
Çin
kaynaklarında Aşitelere ait çeşitli kayıtlar karşımıza çıkmaktadır.
626
senesinde İl-Kagan’ın Çin’e taarruzu başarısızlıkla neticelenmiş ve bu
savaşlarda irkin unvanını taşıyan Aşite Wu-mo-c’ho esir düşmüştü[3].
Yine
bilindiği gibi 679 yılında A-shih-te Feng-chih ve A-shih-te Wen-fu adındaki iki
Türk ileri geleni, kendilerine bağlı kabilelerle birlikte Çin’e karşı
ayaklanmışlar ve Aşina soyundan Ni-shu-fu’yu başlarına geçirmişlerdi.
Ancak
güçlü Çin ordularının karşısında teşkilatlanamamış Türk birliklerinin mağlup
olması ve Aşite Feng-chih’nin talihsiz bir şekilde esir edilmesi, büyük bir
ihtimalle Çinliler tarafından Türkler arasına sokulan anlaşmazlıktan dolayı
Aşina Ni-shu-fu’nun öldürülmesiyle birlikte, Çin’e karşı başlatılan bağımsızlık
hareketleri bir ara kesintiye uğradıysa da; bu kez de Aşina sülalesinden
Fu-nien’in, Aşite Wen-fu ile anlaşarak Çin’e saldırmaları Türkleri yeniden
harekete geçirdi.
Büyük
bir Çin ordusu mağlup edilmesine rağmen, Çinliler tekrar Türklerin arasına
ikilik sokarak, iki başbuğu birbirlerine düşman etti.
Birçok
Türk ileri geleni esir edildi ve Aşina Fu-nien’le birlikte Aşite Wen-fu’da
dahil olmak üzere, kağan soyundan 54 kişi idam edildi[4].
Bunların
ölüm hadisesi ve milletin serzenişi Kök Türk kitabelerinde şöyle dile
getirilmektedir:
Türk
milleti şöyle demiş; “devlet sahibi idim, devletim şimdi hani? Kimin devleti
için kazanıyorum” demiş. “Kağanlık millet idim, kağanım hani? Hangi kağanın
işini-gücünü çeviriyorum” demiş.
Böyle
söyledikten sonra Çin imparatoruna düşman olmuşlar, ancak düşman olduktan sonra
kendini tanzim ve tertip edemediğinden yine teslim olmuşlar[5].
Aşina
ve Aşite ailesinin bu kanla sona eren hareketinden hız alan Türkler, yine bu
iki ailenin önderliğinde ortaya çıkmışlardır. Onların başında bu kez Aşina
Kutlug ve Aşite Yüan-chen, yani Tunyukuk vardır. O da, diğer Aşite ileri gelenleri
gibi, Aşinalara yardımcı olmuş ve devlet kuran aile olarak bu sülale tarihe
geçmiştir.
Biz
daha önceki bir çalışmamızda, Tunyukuk’un adı meselesine kısaca değinmiştik[6].
Tunyukuk’un
adındaki “Tun” veya “Ton” (Tong~Tung) büyük bir ihtimalle A-shih-te’yi ifade
etmektedir.
Hem
Kök Türkler, hem de Uygurlar çağında Tun/Ton/Tung/Tong soyadını taşıyan
kişilere sıkça tesadüf etmek de mümkündür[7]. Bilindiği gibi 779 senesinde,
Yağlakar ailesinden Böğü Kağan’ı öldürerek Uygur tahtına çıkan Tonga Bağa Tarkan
da, büyük bir ihtimalle Tunyukuk’un soyundandır.
Ayrıca
daha sonraki yüzyıllara ait bir kitabede, Tunyukuk’un nesillerinin Uygurlara da
hizmet ettiği[8] söylenmektedir.
Görüleceği
üzere Türk Devletinin kuruluşu sırasında rol oynayan iki aile Aşinalar ve
Aşiteler daima birbirlerine yardımcı olmuşlardır.
Aşinalar
kadar Aşiteler de devletin yönetiminde söz hakkına sahip oldukları halde, 8.
yüzyıla kadar hiçbir zaman kağan biz olalım diyerek ortaya çıkmamışladır.
Bu
sayede devlet her vakit güçlü olmuş ve devletin başındakiler en az kendileri
kadar kudretli bir aileden destek aldıkları için girdikleri her işte arkalarını
güvende hissetmişlerdir.
8.
yüzyılın ilk çeyreğinde (716), bilindiği üzere Kök Türk ülkesinde bir kağan
değişikliği söz konusudur. Meşhur Kapgan Kağan, Bayırku seferinden dönerken bir
suikaste uğramış ve öldürülmüştü.
Onun
yerine geçme konusunda yeğenleri Bilge ve Köl Tigin ile oğlu İni İl Kağan
arasında kıyasıya bir mücadele oldu.
Neticede
bu iktidar savaşını Köl Tigin’in sayesinde Bilge kazandı ise de, bu sırada
devlete karşı birtakım Türk ailelerinin de isyan ettikleri görülmektedir.
Çin
kaynaklarının bildirdiğine göre, bu baş kaldıran aileler arasında A-si-lan
(Arslan) kabilesi de vardır[9].
Şimdi
eski kaynakların ışığı altında, Arslanların Türk tarihinde ve kültüründeki
önemi üzerinde duracağız. Malûm olduğu gibi, Nuh Tufanı ve Nuh’un çocuklarından
dünyaya yayılma hikâyeleri hemen hemen her toplumun inançlarına yer etmiştir.
Tufan’dan
sonra, Nuh’un oğlu Yafes’e de Turan denilen Türk toprakları düşer ki,
efsanelerde Türkler bu Yafes’e bağlanır.
Bize
göre, Oğuz Kağan Destanı’nın bir değişik varyantı da, 17. yüzyılda eserini
yazmış olan (1662-1663) İmamî’nin Han-nâme adlı kitabında anlatılmaktadır. İşte
bu Han-nâme’de, Turan ülkesinde Yafes’in çocuklarının çoğaldığı, onun bir şehir
kurarak, adına da Tohmaş (belki Tokmak?) dediği zikrediliyor.
Yafes’in
payitahtı bu şehirdir. Yafes’in bir de oğlu var, adı Maruh[10] ve lâkabı Türk;
çünkü Türkçeyi ilk ortaya çıkaran bu kişidir ve bundan dolayı kendisine Türk
diyorlar.
Yafes’in
çocuklarının hepsi Arslan ve kurt gibidir. Arslan padişahlara, kurt da
nökerlere (beylere) derler.
Arslanlar
hep hanlar ve sultanlar, kurtlar ise hep Özbekler ve serseriler olur[11].
Bununla beraber, İmamî kendisi de bir Özbek olmasına rağmen neden böyle bir
açıklamada bulundu, pek anlaşılır gibi değildir.
Daha
sonra İmamî, Oğuz Han’ın savaşları bahsine gelmektedir.
Onun
komutanlarından birinin adı Uluğ Arslan’dır ki, çok güçlü ve akıllı bir
insandır.
Pek
çok savaştan önce, düşmanlarla birebir vuruşmalarda o yer almıştır.
Hazar
hanına karşı olan yürüyüş sırasında, Uluğ Arslan, Hazar Han’ı yakalıyor ve
Oğuz’a getiriyor. Oğuz, Hazar’a çok kızdığı için bir kılıç darbesiyle, başını
gövdesinden ayırıyor.
Oğuz
Han’ın beşinci seferinde de Uluğ Arslan karşımıza çıkmaktadır.
Teke
tek döğüşlerde Tibet Han, Türk yiğitlerini birer birer alt ediyor. Sonra Uluğ
Arslan, Oğuz Han’ın yanına gelerek; “yarın meydana gireyim, Tibet Han’la teke
tek döğüşeyim, sere-serpe savaşayım, baş kaldıranların başlarını taşlara
vurayım, meydanda böyle bahadırlık görülmüş olmasın.
Ben
nökerim, benim ortaya çıkıp da padişah yanında laf söylemem uygun ve doğru
olmaz.
Eğer
izin verirsen ve gücüm yeterse Tibet Han’ı, Hazar Han gibi getireyim.
Eğer
buna muvaffak olamazsam, meydanda başını keseyim, başka erlere ibret olsun ve
böyle baş kaldırmasınlar” diyor.
Oğuz
Han, Uluğ Arslan’a; “eğer gücün yeterse onu bana getir de elini, ayağını bağlayayım.
Öğüdümü
tutup, tövbe ederse aman vereyim, öğüdümü tutmaz ve sözümü kabul etmezse
kılıçla başını keseyim” diyor ve ertesi gün Uluğ Arslan ile Tibet hanı erlik
meydanında karşı karşıya geliyorlar. Üçgün üç gece süren bir mücadelenin
sonunda Uluğ Arslan dağ parçası gibi ayağa kalkıyor, hançerini çalıyor ve Tibet
hanı cansız yere düşüyor[12].
Uluğ
Arslan’ın faaliyetleri Oğuz Han’ın oğlu Uluğ Han çağında da devam etmektedir.
Bu
sırada Özbekler de Türk birliğine dahil oluyorlar, fakat İmamî anlayamadığımız
bir şekilde veya zamanın şartlarına uyarak Oğuz Kağan Destanı’nı değiştirmiş
olduğundan Türkmenleri düşman gösteriyor[13] ve Türkmenlerle olan savaşlardan
bahsediyor.
Bu
savaşlardan birinde yine teke tek kavgada Uluğ Arslan’ın başarılarından söz
edilmektedir[14].
Bir
defasında da Uluğ Arslan, Türk illerindeki mücadelelerinde, herkesi öldüren
Kıpçak Han’la vuruşuyor. Onu da yakalayarak hanının karşısına dikiyor. Uluğ Han
buna nasihatta bulunuyor:
“Sen
benim kardeşimsin, babam Oğuz Han’ın oğlusun” diyor[15].
Uluğ
Han’dan sonra, kardeşi Toktamış ve ardından onun oğlu Bekitmiş[16] Han tahta
çıkıyor.
Onun
zamanında bir tufan oluyor. Uluğ Arslan ile Bekitmiş Han, bakıyorlar her taraf
darma-dağınık. Bir gece Bekitmiş Han, bir ejderhaya yakalanıyor. Ejderha onu
yutarken, Uluğ Arslan kılıcını çekip, ejderhanının başına indirerek, Bekitmiş’i
kurtarmak istiyor, fakat ejderha ile Bekitmiş Han da ölüyor. Olup-biteni halka
anlatan Uluğ Arslan’ı halk kendine baş yapıyor.
Ancak
Bekitmiş’in oğlu Telim biraz büyüdükten sonra, yeniden ülkenin idaresini
üstleniyor.
Bu
sırada Uluğ Arslan ile Telim’in arası açılmış olsa gerek ki, o ata
topraklarından uzaklaşıyor.
Fakat
onun Arslan bahadırlığını herkes biliyor. Oğuz Han’dan sonra, Uluğ Han ve
Toktamış zamanlarında iyi işler görmüştür.
Yaşı
bini geçen bu aksakal artık yaşlanmıştır. Tanrı ona da bir oğul veriyor.
Yedi
günlük olunca bütün bilginlerin ve aksakalların katıldığı bir kengeşte oğlan’a
Ejder-i Arslan adı konuyor[17].
Biz
efsanedeki Uluğ Arslan ile tarihteki Tunyukuk’un birbirlerine çok
benzediklerini sanıyoruz.
Her
ikisi de; hem tarihî kaynakları, hem de efsaneleri karşılaştırdığımızda iyi
birer asker, devlet ve millete yol gösteren akıllı birer danışmandırlar. Tunyukuk’un
üç hükümdara hizmet etmesi gibi, Uluğ Arslan’ın da birkaç Türk kağanının
emrinde bulunması enteresan bir noktadır.
Ancak
burada dikkati çeken bir husus da, Uluğ Arslan’ın hükümdarlık sevdasında
olmamasıdır.
İmamî,
Han-nâme’nin başında her ne kadar Arslanları han sınıfına koyuyor, kurtları da
bey addediyorsa da, efsanedeki durum biraz terslik arz etmektedir.
Çünkü
Uluğ Arslan ve onun oğlu Ejder-i Arslan, her zaman devlet hiyerarşisinde ikinci
derecede gözükmektedir.
Tabi
ki arslan motifi Türk destanlarında sadece bununla da sınırlı değildir.
Şecere-i
Terakime’de; Buğra Han-oğlu Kuzı-Tigin’in oğlu Arslan adını taşımaktadır ve 70
yıl hanlık yaptıktan sonra ölmüştür.
Yine
Ebu’l-gazi adı geçen eserinde, Yoğurmış-oğlu Togrıl’ın 20 yıllık hanlığından
sonra, Yoğurmış’ın küçük oğlu Arslan Korkut Beğ’in han olduğunu ve 10 yıl
idarede bulunduğunu söylüyor[18].
Bize
göre, Ebu’l-gazi’nin anlattığı bu dönem, Selçuklu Kınık boyunun hâkimiyette
kaldığı devirdir ki, yine kaynakların belirttiğine göre, 1040’taki Dandanakan
Savaşının başında, yakalarında bazı “arslan” amblemi bulunan askerler, Gazneli
ordusunu bırakarak, Selçuklu saflarına katılmışlardı[19].
Kırgız
Türklerinin Er Manas’ı da, Talas boyunun arslanına benzetilir[20].
Dede
Korkut hikâyelerinde ise; Basat “dururken, kalkarken yerim senin gibi değil,
gündüz ve aydınlıktır. Karanlık gecede yolumu şaşırırsam, ümidim Allah’dadır!
Büyük bayrağımızı taşıyan hanımız, Bayındır Han’dır. Savaş gününde önden tezip
giden alpımız, Ulaş-oğlu Salur Kazan’dır Atamın adını sorarsan
Kaba-ağaçtır[21]. Anamın adı nedir dersen, Kağan Arslan’dır. Benim adımı
sorarsan Oruz-oğlu Basat’tır” diyor[22]. Fakat burada ilginç olan nokta,
Basat’ın anasının adını Kağan Arslan olarak belirtmesidir.
Biliyoruz
ki Alp¬Arslan’ın kız kardeşinin adı da Arslan Hatun’dur[23]. Demek ki, arslan
unvanını kadınlar da taşıyabilmekteler.
Ayrıca
birtakım maddi kültür unsurları biçiminde de karşımıza arslan motifi
çıkmaktadır.
Büyük
bir ihtimalle 8. veya 9. yüzyıldan kalma mezar kitabelerinde de arslan adını görmemiz
mümkündür.
Mesela
Kızıl-Çıra II Yazıtı[24], 7. satırda “Arslan Külüg Tirig-oglı Külüg Togan”ın
adına rastlıyoruz.
Hun
dönemine ait Pazırık mezarlarında yarı arslan, yarı boğa motifleri görülür[25].
Bununla
beraber arslan ve Türkçe “Arslanlıg Örgin” denilen arslanlı taht gibi
motiflerin İç Asya’ya Hunlar ve Tabgaçların Budizmi kabulüyle girdiği
söyleniyorsa da; biz bu görüşe şimdilik katılmıyoruz. Buna karşılık Asya’da
“tonga” ya da “bars”ın olduğu belirtiliyor.
Budizmin
tesiriyle Kök Türk Kağan soyundan Taspar (Tapar) Kağan’ın da bu arslan unvanını
kullandığına işaret ediliyor[26].
Türk
kültür tarihçisi E. Esin bu iddiasına ilave olarak, daha sonra Türk
hükümdarlarına mahsus, yaygın bir ad veya unvan olmuştur, demektedir.
Moğolistan’daki
Şivet-Ulan harabelerinde insan heykelleri ve geyik tasvirli bir taş, dört
arslan ve dört koç heykelinin bulunduğunu da biliyoruz.
Arslan
heykellerinin sol ayaklarındaki tamgalar, Kök Türk kağan sülalesinin
tamgasıdır.
Ordu-Balık
adlı Uygur başkenti kalıntılarında da epey sayıda arslan heykeli ortaya çıktı.
Bunlar Hun ve Tabgaç arslanlarından daha gerçekçiydi.
Tuva’da,
Uluğ-Kem kıyısında bulunan arslan başlı bir insan tasvir eden mezar
heykeli[27], arslan an’anesinin izlerini taşır.
İslam
tarihçilerine göre de, arslan Türk ikliminin hayvanıdır.
576’da
İstemi Yabgu’yu ziyaret eden Bizans elçisi Zemerkhos, İstemi’nin altın tahtının
dört arslan kaidenin üzerine yerleştirildiğinden bahsediyordu.
Türgiş
paralarında da arslan ongunu görüldüğü gibi, Mısır Türk hükümdarı Bay-bars’ın
arması da arslandı.
Bu
sultan inşa ettirdiği köprünün üzerine taştan yontulmuş arslan heykelleri
koydurmuştu. Bundan dolayı köprünün adı da “Arslan Köprüsü” idi.
Türkistan,
Hazar’ın batısı ve Avrupa’daki Türklere ait arkeolojik malzemelerle, İslam
kaynaklarını da incelediğimizde, özellikle Batı Türklerinin sembolünün “arslan”
olduğu görülecektir[28].
Şimdi
gelelim arslan unvanlı diğer tarihî şahsiyetlere:
Kök
Türklerin batıdaki kardeşleri durumunda olan On-Ok grupları Issık-Köl’ün
doğusundan Kafkaslara kadar uzanan geniş bir coğrafyada yaşıyorlardı. Bu
bölgenin idaresi zaman zaman On-Okların içerisinden çıkan değişik kabileler
tarafından idare olunmuştur.
Muhtemelen
8. yüzyılda Türgiş ağırlıklı Türkistan bölgesinin Buhara hâkimi Tuğ-Şad, 726
yılında kardeşi Arslan Han’ı Çin’e elçi olarak göndermişti[29]. 739’da ise
Fergana beyi olarak Arslan Tarkan adında biri anılıyor ki, Kara-Hanlıların
cedlerinden olduğu kabul edilir[30]. Bundan başka 8. yüzyılın 40’lı yıllarında
bilindiği üzere Uygurların Kök Türkler ile kıyasıya bir mücadelesi olmuştur.
743
senesinde Kök Türk Kağanlığının başına Özmış Tigin geçince, Uygur lideri Kutluğ
Bilge’nin oğlu ünlü Moyun-Çor onun üzerine yürüyerek ele geçirdi ve ortadan
kaldırdı. Onun arkasından muhtemelen 745’te Peymey Tigin han olmuş, fakat bu
kez de Kutluğ Bilge ile kardeşi Arslan İrkin (A-si-lan Hsien-chin) Peymey
Kağan’ı öldürüp, başını Çin’e yollamışlardı[31].
Mani
metinlerinde, 766 yılında Talas bölgesinin hâkimi olarak Karluk menşeili Çigil
Arslan’ın adını görmekteyiz[32]. 10. yüzyılın sonlarına doğru Turfan
Uygurlarına giden Çin elçisi Wang Yen-te’nin hatıralarında 981’de, Turfan
Uygurlarının başında Arslan Han unvanını taşıyan bir hükümdar zikrediliyor[33].
Bununla birlikte, herhalde 11. asırda Kaşgarlı Mahmud’un Müslüman Türklerle,
Müslüman olmayan Türkler arasında geçen bir savaşta yer alan Bekeç Arslan Tigin
adında bir Türk beyinden de bahsettiğini hatırlamakta fayda vardır[34].
Ayrıca
tasavvuf hayatımızda da Arslan adını taşıyan bir dervişin çok büyük ehemmiyeti
bulunmaktadır. Türk menkıbelerine göre, Oğuz Han’ın payitahtı olan Yesi’de
(Türkistan) bir tarikat kuran Ahmed Yesevî’nin bir tasavvuf şeyhi olan
hocasının adı da Arslan Baba’dır (Arslan Bab/Arıstan Bab)[35].
Yeri
gelmişken Türk tarihinin bir meselesinden daha bahsetmek gerekir. Orkun
Yazıtlarından biri olan Tunyukuk kitabesinde, Oğuzların başına 686 senesinde
Baz Kağan adında birinin geçtiği öğrenilir ve dolayısıyla kitabenin ilgili
yerlerinde bir “Türk Sir Bodun” deyimi geçer[36].
Yalnızca
Tunyukuk yazıtında geçen Türk Sir Bodun deyimindeki Sirin Türkçe bir kelime
olmadığı, P.Aalto’ya göre sogdça “iyi, güzel” manasına gelen[37] Sir’in,
On-Oklara da delalet ettiği söylenmekle[38] beraber, orta Farsçada Sir’in “arslan”
manasına geldiği[39] ve kelimenin etimolojisinin Özbek Türkçesi ve Tacikçede
yaşayan Sir-ob, “bol su” kelimesiyle alâkalı olabileceği[40] söylenmiştir.
Buna
karşılık, B. Ögel: “Türk Sir Bodun herhalde, devletin temelini teşkil eden
Türkler için söylenen bir deyim olsa gerekti. Türk Sir Bodun deyimi, özellikle
vezir Tunyukuk’un yazıtında geçer. Fakat Sir sözünün anlamı, şimdiye kadar
anlaşılmış ve açıklanabilmiş değildir. Kitabımızın her yerinde bu deyimi
Birleşik Türk Milleti şeklinde açıkladık.
Önemli
Türk boylarından biri olan Tarduş Türklerine de, zaman zaman Sir-Tarduş adı
veriliyordu. Tarduşlar da 630 senesinden sonra bir kağanlık kurmuş Türk
boylarından biri idiler. Onların bu kağanlıklarının başkenti de Ötüken idi.
Tarduşlar
da zaman zaman diğer Türk boylarını kendilerine katmışlardı. Bu sebeple,
Sir-Tarduş adının, Birleşik Tarduşlar anlamına geleceği de düşünülebilir”[41]
demiştir. B. Ögel’in açıklamaları mantıklı görünmekle birlikte, Sir kelimesinin
yukarıda belirtildiği gibi, arslan manasına da gelebileceğini gözardı edemeyiz.
Yine
B. Ögel’e göre, Türklerin İslamiyet’e girmesi ve Uygurların büyük bir hanlık
kurmaları üzerine arslan motifi kendini göstermeğe başlar[42]. Belki bunun en
bariz örneğini Kara-Hanlı hükümdarlarının unvanlarında görebiliriz.
Kara-Hanlı
hükümdarlarının kullandığı başlıca iki unvan vardır. Bunlardan biri Arslan,
diğeri de Buğra’dır.
Doğu
kısmının hâkimi olan büyük kağan, Arslan Kara Hakan unvanını taşıyordu; batı
tarafının idarecisi de yabgu durumunda idi ve Buğra Kara Hakan diye
adlandırılıyordu. Her iki hayvan ismi Arslan ve Buğra aslında Karluk ittifakına
dahil büyük grupların ongunuydu.
Çigillerinki
arslan ve Yağmalarınki ise buğraydı. Şad yerine de Kara-Hanlılar “İllig Han”
deyimini kullanmışlardır[43]. Bu eski Türk devletinin adeta 10. yüzyılda, bir
Müslüman Türk sülalesinde tezahür etmiş şeklinden başka bir şey değildir.
Kara-Hanlıların arslan unvanını kullanmalarının belki de bir sebebi, onların
Türgiş-Karluk bakiyeleri olmalarındandır. Bilindiği üzere Karluklar 766’da
çöken Türgiş iktidarının yerine Balasagun, Talas havalisine yerleşmek suretiyle
Kök Türk Kağanlığının batı sahasında hakimiyet tesis etmişlerdi. Bu Karlukların
başında Arslan İl-Tirgüg adında bir Beğ bulunuyordu[44].
Herhalde
Türgiş ve Karluklardan sirayet eden bu gelenek Kara-Hanlılar ile beraber
Selçuklulara da intikal etti. Mesela 1007 yılında Selçuk Beğ ölünce, yerine
Arslan Yabgu geçmişti.
Onun
gerçekte adı İsrail olarak bilinir[45]. Arslan Yabgu suretiyle şu sonucu da
çıkarmak mümkündür. Eski Türk devlet teşkilatında yukarıda belirttiğimiz üzere
kağandan sonra yabgular ve şadlar geliyordu. Kök Türk ve Uygur çağında yabgular
batıdaki Tarduş boylarına, ilk şad da doğudaki Tölöslere tayin
ediliyorlardı[46]. Dolayısıyla hem Kara-Hanlılarda, hem de Selçuklularda arslan
unvanlı kişilerin yabgu oldukları ortadadır.
Ancak
belirli bir zamandan sonra yabgu kelimesi anlam kaybetmiştir.
Başlangıçta
hükümdardan sonra ikinci dereceyi alan yabgu, büyük bir ihtimalle 8. yüzyıldan
sonra, özellikle batıda han manasına da kullanılmıştır. Bunun gibi Selçuklu
sülalesinde arslan unvanlı hükümdarlara çok sıkça tesadüf edebiliriz.
Selçukluların bu yöneticilerinin adlarını saymaya gerek duymuyoruz.
1103’te
Ruslarla yaptıkları savaşta ölen Kuman-Kıpçak komutanlarından birisi de
Arslan-Apa adını taşıyordu. Moğol istilası başladığı sırada, merkezi İli
Nehrinin doğu taraflarında bulunan Karlukların liderinin unvanı Arslan Han idi.
O, Uygur İdi-Kut’u Barçuk ile beraber Çingiz Han’ın hâkimiyetini tanımıştı ve
ilginçtir ki, Moğollar da emirleri altındaki beylere arslan başlı payzalar (bir
nev’i berat) veriyorlardı[47].
Netice
olarak, Türk kültüründe ve tarihinde arslan için şunları söyleyebiliriz.
Gerçekten tarihî kaynaklardan öğrendiğimize göre, arslanın bizim kültürümüzde
yeri son derece büyüktür. Çünkü onun izlerini milattan önceki çağlardan
itibaren takip edebiliyoruz.
Biz
öyle sanıyoruz ki, 5. yüzyıldan sonra Türk toplulukları pek çok sınıflandırmaya
tabi tutuldukları gibi (Tölös-Tarduş/ Tulu-Nuşipi vs), bir de arslanlar ve börüler
diye adlandırıldılar.
Doğu
Türkleri kendilerini börüler, batı Türkleri de arslanlar olarak andılar ve
doğuda Kök Türk Kağanlığı yıkıldıktan sonra ortaya çıkan Türgiş, Karluk,
Kara-Hanlı, Gazneli, Selçuklu gibi Türk sülaleleri buna bağlı olarak arslan
motifini ön plana çıkardılar ve bunun yaygınlaşmasına aracı oldular.
*
“Kök
Börüler ve Arslanlar”, Göktürk Devleti’nin 1450. Kuruluş Yıldönümü, Sempozyum
Bildirileri, Ankara 2001
Dipnotlar:
Bazı
araştırmacılar Aşina adının sogçadan veya hotancadan geldiğini, manasının da
“mavi” (kök) olduğunu söylüyorlarsa da (Bakınız, S.G.Klyaştornıy, “Orhon
Anıtlarında Türklerin Krallık Soyunun Adı”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
(Belleten), 1990, Ankara 1994, s.139), bu varsayıma şimdilik tereddütle bakmak
lazımdır. Aşina’nın kurt ile alâkasını aşağı-yukarı bugün herkes kabul
etmektedir. A-shih-na= Eski Türkçe-Moğolca Çinga~Şınga>Çına “kurt”. Bakınız,
O.Pritsak, “Kara-hanlılar”, İslam Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1955, s.252.
S.
Gömeç, “Ergenekun Yurdun Adı”, Meslek Hayatının 25. Yılında Prof. Dr.
Abdülhaluk M. Çay Armağanı, C. I, Ankara 1998, s.451-452; S. Gömeç, Kök Türk
Tarihi, 2. baskı, Ankara 1999, s.7. Ayrıca, S. Barutçu Özönder bir makalesinde
Türklerin etnik kökeni meselesi üzerinde durmuş, kurtun mahiyetini ve önemini
açıklamaya çalışmıştır. Bakınız, S. Barutcu Özönder, “Türkler Ne Zaman Bir
Millet İdi?”, Kök Araştırmalar, 1/2, Ankara 1999, s.65-89.
J.T.Chang,,
T’ang Devrindeki Doğu Göktürkleri Hakkında Yeni Belgeler, Doktora Tezi, Taipei
1968, s.42. 725 yılında Çin imparatoru ülkesinin doğu kesimlerinde bir gezi
yapmayı planlıyordu, fakat bunu fırsat bilen Türklerin de ülkesini istila
edeceğinden korkuyordu. Bu maksatla bir elçisini Kök Türk ülkesine gönderdi.
Büyük bir ihtimalle ilteber unvanını taşıyan bir Aşite beyi Çin imparatorunun maiyetinde
olarak doğu gezisine katıldı. Bakınız, M.T.Liu, Die Chinesischen Nachrichten
zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-Küe), Cilt I, Wiesbaden 1958, s.176-177
Gömeç,
a.g.e., s.39-40.
Bakınız,
Köl Tigin Yazıtı, Doğu tarafı, 9-10; Bilge Kağan Yazıtı, Doğu tarafı, 8-9.
S.
Gömeç, Kök Türkçe Yazılı Metinlerin Türk Tarihi ve Kültürü Açısından
Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1992, s.46-47.
Aynı
zamanda bu adın Tonga ile de irtibatlı olabileceğini gözden ırak tutmamak
gerekir. Kaşgarlı Mahmut, “Tonga” kelimesi hususunda “kaplan cinsinden bir
hayvandır. Çok kere kişi adı olarak kullanılır. Tonga Han, Tonga Tigin denir.
Türklerin büyük hakanı Afrasyab’ın asıl Türk adı Tonga Alp Er’dir” der.
Bakınız, Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, C. III, Çev. B. Atalay, Ankara
1988, s.368.
B.Ögel,
Sino-Turcica, Taipei 1964, s.30-35.
Liu,
a.g.e., s.171, 275; S. Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı,
Ankara 2000, s.65-66.
B.
Ögel, bu adın sanskritçeden İran mitolojisine girdiğini söylüyor. Bakınız, B.
Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1971, s.381.
O.
Ş. Gökyay, “Han-nâme”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s.286.
Gökyay,
a.g.m., s.287-290.
Malûm
olduğu üzere 17. yüzyılda Türkmenler ile Özbekler arasında çok kanlı savaşlar
cereyan etmiştir. Ebu’l-gazi Bahadır Han tarafından yapılan Türkmen katliamları
halâ meşhurdur. Bakınız, S. Gömeç, Türk Cumhuriyetleri ve Toplulukları Tarihi,
Ankara 1999, s.184-185.
Gökyay,
a.g.m., s.292.
Ebu’l-gazi
Bahadır Han’ın 17. asırda, Türkmenlerin elinde bulunan Oguz-nâmelere dayanarak
yazdığı Şecere-i Terakime’de; “Oğuz Kağan, İt-Barak Han ile yaptığı ilk savaşta
mağlup olunca, iki büyük ırmağın yanına geldi. Burada konakladığı sırada,
kocası savaşlarda ölen kadınlardan biri hamile olduğu için sancılandı. Doğum
yapacak ev yoktu. Çürük bir ağaç içerisinde çocuğunu dünyaya getirdi. Bunu
kağana bildirdiler. Oğuz onun babasının kendi gözü önünde öldüğünü bildiğinden,
kendi çocukları gibi gördü. Bu oğlan ağaç içerisinde doğmuş olduğu için de
adını Kıpçak koydular” demektedir.
Bu
adı O. Ş. Gökyay, Bektemiş olarak okumasına karşılık, B. Ögel Bekitmiş şeklinde
okunması gerektiğine işaret etmektedir. Bakınız, Ögel, a.g.e., s.398.
Gökyay,
a.g.m., s.296-302.
Ebu’l-gazi
Bahadır Han, Şecere-i Terakime, Haz. M. Ergin, İstanbul (tarihsiz), s.71-73.
S.
G. Agacanov, Oğuzlar, Çev. E. Necef-A. Annaberdiyev, 2. baskı, İstanbul 2003,
s.306.
Ögel,
a.g.e., s.304.
Buradaki
Kaba-ağaç sözünden “Kıpçak”a bir gönderme olduğunu sezinlemekteyiz.
Ögel,
a.g.e., s.89.
A.
Afet İnan, Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, 4. baskı, İstanbul
1982, s.40.
Kızıl-Çıra
II Yazıtı: 1916’da Adrianov tarafından Bayan-Köl ırmağı kıyısındaki Kızıl-Çıra
mıntıkasında keşfedildi. Altı satır olan bu yazıtı da Malov ilim âlemine
tanıtmıştır. Bu yazıt için bakınız, S. E. Malov, Yeniseyskaya Pismennosti
Tyurkov, Moskva-Leningrad 1952, s.79-81.
S.
I. Rudenko, Frozen Tombs of Siberia, Berkeley 1970, s.235.
L.
N. Gumilev, Drevniye Tyurki, Moskva 1967, s.82.
Esin,
a.g.e., s.93; E. Esin, “M.V.VII nci Asırlardan Tarihi ve Arkeolojik Malzeme
Işığında Taspar Kağan’ın (M. 572-81) Kültür Çevresi”. Türk Kültürü
Araştırmaları, Prof. Dr. İ. Kafesoğlu’nun Hatırasına Armağan, Ankara 1985, 239;
E. Esin, “İlteriş Kağan’ın Mezarı Sanılan Şivet-Ulan Külliyesi”, 9. Türk Tarih
Kongresi Bildirileri, C. 2, Ankara 1988, s.570-571.
İbn
Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Alaiye, Çev. M. Öztürk, C. II, Ankara
1996, s.154; G. Feher, “Türko-Bulgar, Macar ve Bunlara Akraba Olan Milletlerin
Kültürü”, II. Türk Tarih Kongresi Tebliğleri, İstanbul 1943, s.297, 307; Esin,
a.g.e., s.140; E. Buharalı, “İslam Kaynaklarındaki Türklerin Nesebi İle Alâkalı
Bilgilerin Göktürk Türeyiş Efsaneleri İle İrtibatlandırılması”, Türk Kültürü,
31/357, Ankara 1993, s.30.
E.
Chavannes, Documents sur les Tou-kiue [Turcs] Occidentaux, Paris 1903, s.1388.
E.
Esin, “Farhar-ı Halluh (Karluk Budist Sanatı)”, Türkiyat Mecmuası, C. 18,
İstanbul 1976, s.89, 93; Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, 3. baskı,
İstanbul 1981, s.431.
Gömeç,
Uygur Türkleri…, s.23; Chang, a.g.t., s.205).
Esin,
a.g.e., s.138.
J.
R. Hamilton, Les Ouighours. A L’epoque des Cinq Dynasties, Paris 1955, s.143;
Ö. İzgi, “Kao-Ch’ang Uygurları Hakkında”, İÜEF. Tarih Dergisi, Ord. Prof. İ. H.
Uzunçarşılı Hatıra Sayısı, Sayı 32, İstanbul 1979, s.7; Togan, a.g.e., s.99; Ö.
İzgi, Çin Elçisi Wang Yen-te’nin Uygur Seyahatnamesi, Ankara 1989, s.39.
Kaşgarlı
Mahmut, Divanü Lügat-it-Türk, C. IV, Haz. B. Atalay, Ankara 1985, s.53.
W.
Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Haz. F. Köprülü, 6. baskı, Ankara 1984,
s.188.
Bakınız,
Tunyukuk Yazıtı, I. Taş, Güney tarafı, 2-5: Oguz Begi; Çinlilere doğru Kunı
Sengün adlı elçisini, Kıtanlara doğru Tongra Esemi göndererek, şöyle demiştir:
“Azıcık Türk milleti yürüyormuş, kağanı yiğit, aygucısı (icracı müşavir) bilge
imiş. O ikisi var olduğu müddetçe Çin’i ve Oğuz’u da öldürecektir. Çin
güneyden, Kıtan doğudan, ben kuzeyden hücum edeyim. Türk Sir Bodun ülkesinde
hiç (kalkınmasın). Mümkünse onu yok edelim”
S.
G. Clauson-E. Tryjarski, “The Inscription at Ikhe Khushotu”, Rocznik
Orientalistyczny, 34/1, Warszava 1971, s.19.
B.
Spuler, “Geschichte Mittelasiens seit dem Auftreten der Türken”, Handbuch der
Orientalistik, V/V, Leiden/Köln 1966, s.129.
A.
Von Gabain, “Von Ötüken Nach Idıqut-Şehri Studie zur Akkulturation der
Alt-Türken”, Acta Orientalia, Tom. 35/1-3, Budapest 1982, s.190.
S.
G. Klyaştornıy, “Sır-Darya”, Central Asiatic Journal, Vol. 6, Wiesbaden 1961,
s.26.
B.
Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı, Ankara 1982, s.27. Ayrıca bakınız, O. N. Tuna,
“Bazı İmlâ Gelenekleri, Bunların Metin İncelemelerindeki Önemi ve Orhon
Yazıtlarında Geçen Birkaç Açıklama”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Ankara
1957, s.64.
Ögel,
Türk Mitolojisi, s.45.
İ.
Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 2. baskı, Ankara 1983, s.343; Pritsak, a.g.m.,
s.253.
Kafesoğlu,
a.g.e., s.138.
M.
A. Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, 2. baskı, Ankara 1982, s.30; İ.
Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1992, s.8.
S.
Gömeç, “Türklerde İdari Yapının Hususiyetleri”, Gök, 2/13, Ankara 1996, s.
10-11.
L.
Rasonyi, Türk Devletinin Batıdaki Varisleri ve İlk Müslüman Türkler, Haz. Ş. K.
Seferoğlu A. Müderrisoğlu, Ankara 1983, 31; Kafesoğlu, Türk Milli…, s.140; S.
Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, 2. baskı, Ankara 2000, s.69; M. D’ohsson,
Moğol Tarihi, Haz. E. Kalan-Q. Şükürov, İstanbul 2006, s.224