…Gök Tanrı Dini…(Hüseyin Nihal ATSIZ)
Gök
Türkler’in dini, Gök Tanrı dinidir. Gök Tanrı düşüncesinin, toprağa yerleşmiş
topluluklardan daha çok avcılık, çobanlık ya da hayvancılıkla geçinen göçebe
topluluklara özgü olduğu bilindiğinden, bu
inancın kökeni, Asya bozkırlarına bağlanmıştır. Türk tarihi ve kültürüyle ilgili araştırmalarıyla tanınmış bilim adamlarına göre Gök Tanrı inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu kült, Kunlar, Tabgaçlar, Gök Türkler, Uygurlar gibi eski Türk boylarında inanç sisteminin başında yer alır.
inancın kökeni, Asya bozkırlarına bağlanmıştır. Türk tarihi ve kültürüyle ilgili araştırmalarıyla tanınmış bilim adamlarına göre Gök Tanrı inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu kült, Kunlar, Tabgaçlar, Gök Türkler, Uygurlar gibi eski Türk boylarında inanç sisteminin başında yer alır.
Orkun
yazıtlarında, Türk Tanrı inancının temelleriyle ilgili bazı bilgilere
rastlanmaktadır. Tonyukuk bengü taşında birçok kez adı geçen Tangri ya da
Tengri, daha çok “milli” bir tanrı niteliği taşır. Gök Türkler’in Çin
esaretinden kurtularak İkinci Göktürk Devleti’ni kurmaları (680-682), Tanrı’nın
isteğiyle gerçekleşmiş kabul edilir; Hakan’ı Türklere Tanrı vermiş, budun
Hakanı terk edince Tanrı tarafından cezalandırılmıştır. Yani Tanrı Türk
Milleti’nin hayatı ve geleceği ile ilgilenen bir ulu varlık durumundadır.
Gök Tanrı
(Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda
daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı
bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün
yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26
devleti ve (Gansu’dan kuzey Tibet ile batı Türkistan’a kadar uzanan bölgede)
bazı halkları yenerek Kun’laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze
kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin
ve insanların yönetimi de Gök’e mal edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan
karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara
bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır.
Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam
verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın iradesine bağlıdır.
Bütün bu
inanışlar, Gök Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren,
onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık
olduğunu” ortaya koymaktadır.
Türk inanç
sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş
atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin
belirtisi sayılmaktadır. Kunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara
kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler’de en büyük kurban, bozkırlı
Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk bölgelerinde
özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla
ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert
şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır : Batı tarihçilerine göre
Attila’nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Kun hükümdar ailesine
ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale)
piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Kunlar’ın büyük bir hakaret
saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek ölüleri
silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla;
kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun
nedeni, Türkler’in, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların
sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı.
Türkçe’de (Gök
Türkçe, Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü kullanılıyordu. Bu
aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp
uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” yerine “uçtu” denir,
ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi
yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme
geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine
bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş
sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar
yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli
olması için tümsek biçimi verilmiştir.
Eski
Türkler’de “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için,
tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna
inandıkları doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli
güçlerin bulunması inancı, Orkun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle
yansıtılmıştır. Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir.
Genellikle bu tür inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal
etkenlerin rol oynadığı kabul edilmektedir. Orkun yazıtlarında, Türkler’in yararına
çalışan manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık
rastlanır. Eski Türkler’de kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş,
özellikle Göktürkler’de sular, dağlar ıduk sayılmıştır. Her boyun her obanın
bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ıduk olarak benimsenmiştir.
Gök
Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada
törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en
kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir
ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar
kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna
inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve
yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir.
Dağların
yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş de
kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına
vardığında, Türkler’in onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ruhlardan
arındırdıklarını belirtmiştir. Kunlar döneminde güneş, ay, yıldız kültleri
(daha sonra 6. – 8. yy. larda Türk toplulukları arasında değerlerini
yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Kun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece
de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük
önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın
kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne
bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk
dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar
tarafından belirtilmektedir.
Orta Asya
Türkleri’nin yaradılış efsanesine göre, tanrıların en yükseği, insanoğlunun
atası olan Tengere Kayra Han (ya da Bay Ülgen), “kişi”yi, onun aracılığı ile de
yeryüzünü, dağları, vadileri yaratmış; “kişi”nin kendisine baş kaldırması
üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltı atmış, yerden dokuz
dallı bir ağaç büyüterek her dalında bir cins insan yaratmıştır. Orkun
yazıtlarında da, Türk evrendoğum inanışı hakkında: “Yukarıda mavi gök, aşağıda
yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” cümlesine
rastlanmaktadır. (Uze Kök Tengırü, asra yağız kılındıkta, ikin ara kişioğlu
kılınmış). Bu cümleden bazı araştırmacılar, Kök Tengri deyimiyle bir tek yüce
Tanrı’nın değil, doğrudan “mavi gök”ün kastedildiğini; Kök Tengri deyimiyle
“Ulu Tanrı” kastedilseydi, “yaratanın da aynı zamanda yaratılmış olması” gibi
çelişkinin söz konusu olacağını belirtmektedirler.
Altaylar’da
dünyanın sonlu olduğu günün birinde yıkılacağı inancı vardır. Bu inanca göre,
yeryüzü yaşamı sürekli değildir; günün birinde sona erecek ve insanlar,
hayvanlar, bitkiler yok olacaktır. Bu sona doğru insan soyunda azalma başlayacak,
suçlar çoğalacak, günahlar alıp yürüyecek, insanlarda tanrı korkusu
kalkacaktır. İyilik simgesi Bay Ülgen’le, kötülük simgesi Erlik arasında
oluşacak büyük savaşın sonunda, Bay Ülgen dışında bütün savaşanlar ölecektir.
Bay Ülgen bütün canlıların öldüğünü, yeryüzünde kendisinden başka kimse
kalmadığını görünce “kalkın ey ölüler” diye bağıracak, bu çağrı üstüne bütün
ölüler yattıkları yerden kalkacaktır. “İnsanların yeniden dirilmesi” anlamına
gelen “kalkancı çağ” (kalıcı çağ) budur.
Kunlar’da
gerçek bir dinle karşılaşılmakta, Gök Türkler’de ise Gök Tanrı bütünüyle manevi
bir “güç” durumuna gelmektedir.
Gök-Tanrı
dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tanrı” (Tengri) sözcüğünden
anlaşılmaktadır: Bu sözcük belirli fonetik farklarla ( Başkurtça dışında )
bütün Türk lehçelerinde yer almasının yanı sıra, birçok Asya topluluğu
dillerine giren ortak bir kültür öğesidir; Türkçe olan “Tanrı” sözcüğü en açık
biçimde Çince yazılmış bir metinde Kun imparatoru Mete’nin unvanları arasında
geçmektedir.