Renkli bir kişiliği vardı..
Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran
bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran
sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı,
kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi.
Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen,
Lebon’a pasta yemeye,
Rejans’a Borç çorbası,
Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven,
özgür ruhlu bir entelektüeldi. Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve
tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon
adamıydı.
Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın
ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir
dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik
olanaklarıyla bir binayı yerinden 4.80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci,
insan sevgisiyle dolu bir askerdi.
Sık sık Sarayburnuna giderek halkın arasına karışmayı
ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi.
Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok
etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı.
Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye
dayanamadı.
Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas
tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı.
Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle
kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankarayı yeşile dönüştürecek bir
umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen
bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını
söylemişti.
Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları
çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade
vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek
üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar;
Aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar,
erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da
yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı.
Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları
cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı.
Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini
alırdı.
Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul
eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı.
Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize
girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce
kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına
sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi.
Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün
var." deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara
armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla
sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına
karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı.
Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun
kumaşındandı.
Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü.
Çok sık düş görür...
Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve
ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal
üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter
içinde uyanırdı.
Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün,
öleceğine inanırdı.
Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü.
Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü
düşlere üzülürdü.
Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu
üzücü ölüm haberini lmıştı.
Ankara’da, sıkça ve gizlice,
Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye
kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu..
https://www.edebiyatdefteri.com/219056-ataturk-un-kisiligi/
TEŞEKKÜRLER.