Ahmet Bican Ercilasun,
Oğuz Kağan Kimdir?
Türklerin efsanevi atası sayılan
Oğuz Kağan biri mitolojik, ikisi tarihi olmak üzere en az üç kişiliği
birleştirmiş bir destan kahramanıdır.
Oğuz Kağan destanında anlatılan Oğuz
Han, öte yandan Büyük Hun Türk İmparatorluğunun da kurucusudur.
Türk devlet geleneğinin yapı
taşlarını dizen, Türk Hakanının koyduğu kanunlar, Oğuz (Türk) Töresi olarak ün
yapmış ve 16 Büyük Türk İmparatorluğunun güç kaynağı olmuştur. 24 Oğuz Boyunun
atası olan Oğuz Han, Türk Töresini; adalet, disiplin, ahlak ve millete hizmet
düşüncesiyle oluşturmuştur.
Türk
Milletinin Oğuz Kağanı yüceltmesinde en büyük etken belki de eşsiz bir devlet
adamı ve bilge bir şahsiyet olmasından kaynaklanır.
Ona yüklenen bu bilgelik ileri
zamanlarda onun Veli veya Nebi olacağı konusunda söylemlere yol açmıştır. Daima
Tanrı’ya hizmet etmesi de önemli bir ölçüttür. Sürerliği olan bir ibadet
anlayışından sonra ise en önem verdiği değer millete hizmettir.
Devletin zayıf olduğu bir zamanda,
düşmanları ondan en sevdiği atını istediklerinde atı onlara verir. Sonra eşini
isterler onu da verir. Daha sonra çorak bir toprak parçası istediklerinde Oğuz
Kağan “Atım ve eşim kendi malımdı
verdim, fakat toprak çorak olsa da milletimindir veremem.” der ve
birliklerini toplayarak kendinden emin olan düşmana ani baskın yaparak onları
mağlup eder.
Burada öne çıkan düşünce önce devlet
ve millet menfaatidir ve bu topraklar ayrılamaz parçalardır.
Hakkında birçok araştırma yapılan
Oğuz Kağan, döneminin ilerisinde bir kişilik olarak tarihe geçmiştir. Buna
bağlı olarak Türkmenistan’ın Marguş yerleşim bölgesinde bir takım kazılar
yapılmış M.Ö.2000’li yıllara ait bir (bu dört bin yıllık sürece tekabül ediyor)
mühür olduğu anlaşılan cisim bulunmuştur. Arkeologlar bu mührü ”Gonur-depe”
adlı kral mezarından çıkarmışlardır.
Kalıntılar arasında “leopar, yılan,
akrep, keçi, gelincikler, laleler, kuşların kafaları ve kanatlı aslanlar gibi
motiflerle süslenmiş önemli objeler de bulunmuştur. Uzmanlar söz konusu çalışma ile birlikte
ortaya çıkarılan sanat eserlerinin, Türklerin atalarının dünya görüşü, ibadet
ve hayat tarzlarının ortaya konulması bakımından oldukça önemli olduğunu
belirtiyorlar.
Bu yazıda üzerinde durulacak konu
daha çok mührün sembol olarak neyi ifade ettiği yönünde şekilsel bir yaklaşım
olacaktır.
Mühürde dikkati ilk çeken şey bir
daireden oluşmasıdır. Başka bir şekilden ziyade dairenin tercih edilmesi
tesadüf olmasa gerek, daire mükemmelliğin ve Tanrısallığın simgesidir.
Başlangıç ve bitiş noktası Tanrıya yapılmış bir atıf olabilmekle beraber
kendisindeki kutsallığa da göndermedir. Daire aynı şekilde sonsuzluktur ve
belki de hala Oğuz Kağan ve onun maneviyatından bahsetmemiz onun kalıcılığına,
sonsuz oluşuna işarettir.
Bu düşünceye destek olarak gördüğüm
Platon’un sembolizmi vardır. Platon’a göre gördüğümüz her daire kusursuz daire
fikrinin ve formunun birer yansımasıdır. Her şey başlangıcına döner,
mükemmeliyet olgusuna yerleşir, aynı Tasavvuf anlayışı gibi.
Grekçe’de kurt ve şahin anlamına
gelen kirkos sözcüğü çember anlamına gelirdi ve bu sözcük Latince’de periyodik
devre anlamına gelen circus kelimesine dönüşmüştür. Sonu olmayan hareketin,
devinirliğin sembolü olması nedeniyle kuyruğunu ısıran yılan ve Budizm’deki
yaşam çarkı ile de ilişkilendirilir.
Daha çok Doğu Tradisyonlarında
reenkarnasyonu ve biten ve yeniden başlayan döngülü devreleri simgeleyen
sembollerden biridir.
Orhon ve Yenisey yazıtlarında ve
Uygur Türklerinde içi boş ve noktalı daire sembollerinin kullanıldığı
görülmüştür. James Churchward’a göre ise daire sembolünün kökeni yitik Mu
Uygarlığı’dır. Söz konusu araştırmacıya göre daire ve noktalı daire Mu
hiyeratik alfabesinin ilk harfidir ve alfabemizdeki A’ya tekabül eder.
Pisagor’un Croton’daki
insiyasyonunda da noktalı daire kullanılırdı. Taoizmde noktalı daire yüce gücü,
Taoyu temsil eder, ki o aynı zamanda da Değerli İnci’dir. Ortasında nokta olan
daire tamamlanmış bir dairenin tasviridir ve devri mükemmelliğin, varoluşa ait
tüm olasılıkların çözümlenmesinin sembolüdür. Simyada ve astrolojide ortasında
nokta olan daire güneşi, altını sembolize eder. Belki de Oğuz Kağan’ın
eşlerinden birisinin ışıktan geliyor olması da bu olasılığa bağlıdır.
Oğuz Han Destanı
Oğuzların atası Oğuz Han ve
oğullarının destanını anlatan başlıca iki kaynak vardır. Bunlardan birincisi
Paris Milli Kütüphanesi’nde bulunan Uygur yazısıyla yazılmış, eksik tek yazma
nüshadır. Bu nüsha Rıza Nur tarafından keşfedilmiş, ilmi olarak W. Bang ve R.
R. Arat tarafından önce Almanca olarak basılmış (1932), daha sonra bu eser
Türkçe olarak Oğuz Kağan Destanı (İstanbul 1936) adı ile yayınlanmıştır.
Muharrem Ergin aynı eseri Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı 1000 Temel Eser
serisinde yeni bir şekilde neşretmiştir. Biz burada, incelememizde onu esas
alacağız.
İkinci önemli kaynak İlhanlı
sarayında yaşamış olan doktor Reşideddin’in tarihine aktardığı Oğuz Han ve
oğullarına ait rivayetlerdir. Bu kitabın 1317 yılında, yazarın hayatta iken
vücuda getirilmiş minyatürlü bir nüshası İstanbul Topkapı Müzesi’ndedir. Prof.
Dr. Faruk Sümer, Reşideddin’in bu rivayetleri doğrudan doğruya sözlü
kaynaklardan aldığını söylediği halde1 Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan,
Reşideddin’in yazılı kaynaklardan faydalandığını söyler.2 Reşideddin Uygurca
Oğuz Kağan Destanı’ndan istifade etmemiştir. Zira ikisi arasında büyük farklar
vardır. XV. yüzyılda yaşayan Yazıcıoğlu ile XVII. yüzyılda yaşayan Ebülgazi
Bahadır Han, Reşideddin rivayetlerini batı ve doğu Türkçesine aktarmışlardır.
Reşideddin’in Farsça metnini en son Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan Türkçeye
çevirmiş ve tarihi bakımından incelemiştir. Biz burada onun yaptığı tercümeye
dayanacağız.
Yukarıda adı geçen eserler Oğuz
Kağan Destanı’nın teşekkülünden çok sonra yazılmışlardır. Bazı vesikalar
onlardan önce ve onların dışında kaybolmuş veya henüz ele geçirilememiş yazılı
metinler olduğunu kesinlikle gösteriyor. Belli ki Oğuz Kağan Destanı uzun
yıllar sözlü olarak yaşamış, çeşitli bölgelerde bazı kısımları değişik olarak
yazıya geçirilmiştir.
Destanın ilk teşekkül ettiği çağ
hakkında başlıca iki nazariye vardır: Bunlardan birincisine göre, Oğuz Kağan
Destanı, M.Ö. 126-201 yıllar arasında büyük bir göçebe devleti kuran
HiongNularla ilgilidir.3 Oğuz Kağan bu devleti kuran Mete’dir. Ord. Prof. Zeki
Velidi Togan’a göre, Oğuz Kağan Destanı’nın menşei daha eski çağlara kadar
gider:
“Oğuz’un seferleri arasında en
dikkati çekeni ve tafsilatlı olarak zikredileni onun Ön Asya’daki fütuhatıdır.
Bu fütuhat, Saka İskitlerin batıda Askelan’dan, doğuda Çin hududuna kadar
uzanan, kuzeyde bu Sakaların enkazı demek olan Abi Yakutlardan (Saka-Sakait),
güneyde Kuzey Hindistan’daki İndo-İskitlerin Taksila’ya kadar uzanan büyük
memlekete sahip oldukları, yani İran’da Ahamenid ve Yunanistan’da Helen
devletlerinin yaşadıkları zamanlarda yaptıkları geniş fütuhatı aksettirmiş
olacaktır.”
“Bu devirde Oğuzlar ve diğer Türk
kabileleri batıda Rum ülkesinden doğuda Çin ve Çüçit’e (Mançurya) kadar uzanan
cihanşümul bir devletin başında gösterilmişlerdir. Bunun coğrafyası
Moğolistan’da, Kafkasya, Baalbek, Kiluye, Demavend ve Hindukuş dağlarına
yayılmış kışlak ve yaylak yerleri tasrih edilmek üzere tespit edilmiştir.”4
Zeki Velidi, tarihte M.Ö. VII.
yüzyılda merkezi Orta Asya’da bulunan Sakalar ile birkaç asır sonraki İndo-İskitlerin
bu kadar geniş bir sahaya yayılmış olduklarını söylüyor. Tabi Oğuz Kağan
Destanı’na daha sonraki tarihi hâdiseler ve rivayetler de karışmıştır.
Oğuz Kağan Destanı’nın tarihin belli
bir anında doğduğu muhakkaktır. Fakat onu izah eden tarihi bir hâdise değil,
tarihi hâdise ile beraber destanı da açıklayan, Türklerin eski çağlarda yaşamış
oldukları hayattır.
Türkler yerleşik köy ve şehir
medeniyeti safhasına geçmeden önce yüzyıllar boyunca “atlıgöçebe medeniyeti”
denilen bir medeniyet tarzı içinde yaşamışlardır.
Bu medeniyete böyle denilmesinin
sebebi, “at”ın bu medeniyet tarzında çok önemli bir rol oynamasıdır. Bazı
bilginlere göre atı ilkin Türkler ehlileştirmişlerdir. Diğer kavimler atı
kullanmasını ve beslemesini Türklerden öğrenmişlerdir.
At ehil hayvanlar arasında en hızlı
gidenidir. Türkler at sayesinde akıncılık yapmışlar, ekincilikle uğraşan
kavimler üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır.
At sürüleri eski Türklerin başlıca
servetlerini teşkil ediyordu. At onlar için sadece bir binit değil, aynı
zamanda yiyecek, içecek ve giyecek kaynağı idi.
Türkleri göçebe yapan da at
sürüleridir. Zira Türkler at sürülerini beslemek için yaylak ve kışlak olmak
üzere iki türlü hayat yaşamışlardır.
Atın Türklerin hayatında oynadığı
rolü, eski Türklerden kalma mezarlarda da görüyoruz. Eski Türk mezarlarında
insan iskeletlerinin yanıbaşında, bir bölme ile ayrılmış olarak, at iskeletleri
de bulunmuştur. Türk ile at arasındaki münasebeti, Divan-ü Lügati’t Türk’de
bulunan şu atasözü çok güzel ifade eder:
Kuş kanadı ile Türk atı ile. Eski
Türkler sadece at sürüleri ile beslenmiyorlar, geçimlerini temin için sık sık
akıncılığa da başvuruyorlardı. Almış oldukları ganimetler, onların akıncılığı
âdeta bir meslek haline getirmelerine sebep olmuştu.
Akınlarda kullanılan başlıca silah
ok ve yaydı. Türkler çok iyi ok ve yay kullanıyorlardı. Günlük hayatlarında kuş
ve vahşi hayvan avlamak suretiyle de bu kabiliyetlerini geliştiriyorlardı.
Hâsılı atçılık, avcılık ve akıncılık
eski Türklerin hayatının temelini teşkil ediyordu. Bu yaşayış tarzı kendisine
göre bir insan tipini gerektiriyordu. Bu insanın kuvvetli ve cesur bir avcı ve
akıncı olması lâzımdı. Oğuz Kağan bu tipin en yüksek örneğini temsil eder. Onun
hayatına hâkim olan ve şahsiyetine şekil veren unsurlar, içinde yaşadığı
toplumun temel unsurlarıdır.
Oğuz Kağan Destanı tarihi bir
hâdiseden çok, atlıgöçebe medeniyetinin hayat karşısında aldığı tavrı, hayat
felsefesini ve ideal insan tipini temsil eden bir eserdir. Biz onu bu zaviyeden
ele alacağız.
Eksik olmasına rağmen, Uygurca Oğuz
Kağan Destanı’nda, Oğuz’un hayatının başlıca merhaleleri, doğumu, gençliği,
savaşları ve ölümüne yakın anları arka arkaya anlatılmıştır.
Bu hayatın muhtelif anları arasında
sıkı bir münasebet vardır. Onların hepsini birbirine bağlayan temel kavram,
yiğitlik, kahramanlık ve cihangirlik fikridir. Bunların da temelinde “kuvvet”
ve “hareket” fikri vardır. Zaman, kuvvetin hareket haline gelmesidir. Oğuz’un
zaman temposu son derece süratlidir. O âdeta çocukluk diye bir şey tanımaz.
Doğduktan sonra anasının sütünü bir kere emer, bir daha emmez. Çiğ et, çorba ve
şarap ister. Dile gelir, kırk gün sonra büyür, yürür ve oynar, at sürüleri
güder, ata biner, av avlar.
Bu süratin, normal çocukluk zamanını
birdenbire aşmanın sebebi, Oğuz’daki “yiğit olma ideali”dir. Dede Korkut
Kitabı’nda söylendiğine göre, eski Türk toplumunda çocuk, kuvvetli ve cesur
olduğunu ispat ettikten sonra ad alıyor, sosyal bir şahsiyet haline geliyordu.
Oğuz, at sürülerini ve insanları
yiyen gergedanı öldürmek suretiyle kuvvetli ve cesur olduğunu ortaya koyar.
Çocukluk safhasının çok süratli aşılmasına karşılık, Oğuz’un gergedanı
öldürmesi anlatılırken, zaman âdeta yavaşlar. Oğuz’un cesur ve iyi bir avcı
olduğunu gösteren bu hikâye bütün teferruatı ile anlatılır.
Bundan sonra destanda Oğuz’un iki
kızla karşılaşması anlatılmıştır. Dede Korkut kahramanları da azgın veya vahşi
bir hayvanı öldürdükten sonra bir kız elde ederler. Öyle anlaşılıyor ki,
evlenme ile kuvvetli olma arasında da bir bağlantı vardır.
Destanda Oğuz’un kızlarla
karşılaşmasına önem verilmekle beraber, bir düğün merasiminden bahsedilemez.
Oğuz karşılaştığı kızlarla yatar, her birinden üç çocuğu olur. Atlıgöçebe
toplumunda aşk, daha sonra İslâmi devrede olduğu gibi, hayat boyu süren, duygu,
hulyâ ve rüya dolu bir sergüzeşt değildir. Burada insan hayatının esasını “aşk”
değil, “savaş” teşkil eder.
Oğuz kuvvetli olduğunu ispat
ettikten sonra han ilân edilir. Han ilân edilince de kavmini derhal savaşa
çağırır ve durmadan savaşır. Destanda Oğuz’un yaptığı savaşlar arka arkaya
sıralanmıştır. Hiç bir engel Oğuz’u durdurmaz. Oğuz’un yaptığı savaşlar da
destanda büyük bir süratle anlatılır. Oğuz durmaktan hoşlanmaz. Bir savaş
esnasında duvarı altından, pencereleri gümüşten, kapalı bir binaya rastlayan
Oğuz, bu binanın içinde ne olduğunu merak etmez. Askerlerinden birini, Tömürdü Kagul’u
bu işe memur eder: “Sen burada kal ve çatıyı aç. Açtıktan sonra orduya gel”
der. Bunun üzerine ona, hareketi ile ilgili bir ad da verir: Kalaç!
Yaptığı sürekli savaşlar sonunda,
her insan gibi Oğuz da yaşlanır. Bu hakikati gören Oğuz, kazandığı toprakları,
bir merasimle oğulları arasında bölüştürür ve onların savaşa devam etmesini
vasiyet eder.
Hayatının hiç bir anında geçmişe
dönmeyen, bilakis ondan uzaklaşan Oğuz’da, oğullarının gerçekleştireceği bir
ideal, bir gelecek fikri vardır: O da cihanın ele geçirilmesidir.
Oğuz Kağan Destanı’nda zaman bir at
veya bir ok süratiyle geçer. Hiç bir an ebedi değildir. Burada “sürat” ve
“hareket” hayatın esasıdır.
Oğuz Kağan Destanı’nda, süratli
hareketin yarattığı ve kuvvetin hâkim olduğu geniş bir mekân tasavvuru vardır.
Oğuz’un ideali, bütün dünyayı, hattâ kâinatı ele geçirmektir; savaşlarının
gayesi budur. Oğuz’un kağan olduktan sonra söylediği türkü, idealini çok güzel
aksettirir. Bu türkü şöyledir:
Ben sizlere oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun (bize) uran,
Demir kargı olsun orman,
Av yerinde yürüsün kulan,
Daha deniz, daha müren,
Güneş bayrak, gök kurıkan (s. 5)
Son iki mısra Oğuz Kağan’ın ruhuna
hâkim olan cihangirlik idealinin en veciz ifadesidir.
Oğuz Kağan cihana hâkim olma
idealini dört yana yolladığı tebliğlerde açıkça belirtir: “Ben Uygurların
kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerektir” (s. 5) der.
Destanda Oğuz’un savaştığı kavimler
ve aldığı yerler şunlardır:
Sağ yanda Altun Kağan, sol yanda
Urum Kağan, Urum Kağan’ın kardeşi Uruz, Çürçet Kağan, Hint, Tangut, Suriye,
Masar Kağan…
Oğuz aldığı bu yerlerden hiç birinde
durmaz. Onun için önemli olan, sahip olmak değil, ele geçirmek, daha doğrusu
“yenmek” ve “zafer kazanmak”tır.
Destanda bu yerlerden hiç birisi
tasvir edilmemiştir. Tasvir için durmak lâzımdır. Oğuz durmaz, geçer gider.
Oğuz Kağan Destanı’nda mekân “durulan”, “oturulan” değil, “aşılan” bir yerdir.
Uluğ Kağan’ın rüyasında bu “aşma”
fikri, doğudan batıya uzanan altın yay ve kuzeye giden üç gümüş ok
sembolleriyle ifade edilmiştir. Uluğ Kağan bu rüyayı Oğuz Kağan’a anlatırken
şöyle der:
“Ey kağanım! Senin hayatın hoş
olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin
uruğuna bağışlasın!” (s. 13).
Oğuz Kağan Destanı’nda görülen zaman
ve mekân tasavvurları ile Oğuz’un şahsiyeti ve içinde yaşadığı toplum arasında
sıkı bir münasebet vardır. Oğuz bir yerde ve bir anda durmayan zamanı ve mekânı
süratle aşan “insan”dır. O, ekinci medeniyetlerde görülen “durgun”, “içe dönük”
insan tipinin tam zıddıdır. Oğuz tamamıyla “dışa dönük” bir tiptir. Bütün
varlığından taşan kuvvet, onu dışa iter. Dışı, kâinatı ele geçirmek onun en
büyük idealidir. Destanda Oğuz’un vücudu hayvanlar âleminden alınma
benzetmelerle tasvir edilmiştir: “Ayakları öküz ayağı gibi; beli kurt beli
gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı göğsü gibi idi. Vücudu baştan aşağı
tüylü idi” (s. 1).
Burada vücuda, dışa, kuvvete önem
verilmiştir. Oğuz’un daha sonra Türklerin benimsedikleri Budist, Maniheist veya
İslâm dinlerinin yücelttikleri, maddi varlığını ve dış âlemi inkâr eden, sadece
ruh olmak isteyen mistik tiple en küçük ilgisi yoktur. Oğuz onların tam
zıddıdır.
Hayvan sürüleri güden, avcılık yapan
Oğuz’da çok meşgul olduğu hayvanlara yakın bir taraf vardır. Savaşlarında ona
“gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yol gösterir” (s. 6). Eski
Türkler cedlerinin kurttan türediğine inanıyorlardır. Oğuz’a yol gösteren belki
de cedlerinin ruhudur.
Oğuz, çocuklarına ülkesini teslim
ederken, sembolik mânâlar taşıyan gümüş oklar verir ve onlara “ok gibi olun”
der (s. 14). Burada başka medeniyetlerde de kendisini gösteren “kullandığı
vasıta ve âletle aynileşme” adı verilen bir hâdise ile karşılaşıyoruz. Bunun
sosyolojik mânâsı, insanoğlunun hayatına, düşüncesine, hattâ rüyasına bile
içinde yaşadığı hayatın, kullandığı âlet ve vasıtaların şekil vermesidir.
Oğuz’un şahsiyetine, kendi ehlileştirdiği at, yaptığı ve kullandığı ok şekil
vermiştir.
Oğuz yalnız değildir. Çevresinde
sımsıkı bağlı olduğu bir toplum vardır. Oğuz onlarla beraber, onlar uğruna,
onlar için yaşar. Oğuzlarda sık sık görülen ziyafetin, İslâmi devirde ibadet
gibi sosyal bir mânâsı ve fonksiyonu vardır. Oğuz, vahşi gergedanı öldürdükten
ve rastladığı iki kızla yattıktan sonra kavmini büyük bir ziyafete çağırır.
Onlara türlü yemekler, şaraplar, tatlılar, kımızlar ikram eder. Oğuz bu ziyafet
esnasında kağan seçilir. Oğuz’un yanında kendisine akıl veren ak saçlı,
tecrübeli Uluğ Türk vardır. Oğuz’un ordusunda seferler esnasında karşılaşılan
güçlükleri yenen teknisyenler de mevcuttur. Bir sefer esnasında Oğuz, İtil
nehri ile karşılaşır. “İtil büyük bir ırmaktır” (s. 8). Oğuz onu görünce
“İtil’in suyunu nasıl geçeriz?” diye sorar. Uluğ Ordu adlı bir er, ağaçlardan
kestiği dal ve yapraklarla bir sal yapar. Su bu salla geçirilir. Oğuz bu
becerikli ere “Kıpçak Bey” adını verir (s. 9).
Çürçek Kağan’la yapılan savaşta o
kadar fazla ganimet ele geçirilir ki, onları taşımak için at, katır ve öküz az
gelir. Bunun üzerine Oğuz’un askerleri arasında bulunan tecrübeli ve akıllı bir
er, Barmaklığ Çosun Billig bir araba yapar. Cansız ganimetleri koşarlar.
Böylece ele geçirilen canlı ve cansız ganimet taşınmış olur. Oğuz bu arabayı
icat eden ere de iltifat eder, bey yapar ve Kangaluğ (Kağnılı) adını verir (s.
11).
Bu anekdotlar bazı kavim isimlerini
izah etmek için uydurulsa bile, hikâyenin mantığına uygundur. Savaş bir tekniği
ve teknisyenleri zaruri kılar. Başarı kazanmak isteyen kumandanlar böylelerini
daima takdir ederler. Kaldı ki, şahıs adlarına büyük önem verilen eski Türk
toplumunda şahıs ve zümre adlarının yapılan iş ve değerlere göre konulması pekâlâ
mümkündür.
Oğuz’un ölümüne yakın kazandığı
toprakları bölüştürürken yapılan merasim de sosyal çevresi hakkında bir fikir
verir. Burada Oğuz’a bağlı olan aşiretler, Bozoklar ve Üçoklar yer alırlar.
Eski Türklerde din, tabiat ve
hayvanlar âlemi ile yakından ilgili idi. Oğuz’un annesi Ay Kağan adını taşır.
Oğuz’un evlendiği ilk kız da kozmik âlemle ilgilidir. Oğuz bir yerde Tanrı’ya
yalvarırken karanlık basar. Gökten bir gök ışık iner. Bu ışık güneşten ve aydan
daha parlaktır. Oğuz oraya yürüyünce o ışığın içinde çok güzel bir kız görür.
Bu kızın başında ateşli ve kırmızı, kutup yıldızı gibi bir ışık vardır. Oğuz bu
kızdan doğan çocuklarına Gün, Ay ve Yıldız adlarını koyar.
İkinci kız bir göl ortasında, bir
ağaç içinde gözükür. Bu kızın gözü gökten daha gök idi; saçı ırmak gibi dalgalı
idi (s. 4). Bu kızdan doğan oğlanlara Gök, Dağ ve Deniz adları verilir.
Oğuz’a yol gösteren kurt “gök tüylü
ve gök yeleli” dir (s. 67). Sabah Oğuz’un çadırına güneş ışığı içinde girer (s.
6).
Oğuz’un ölümüne yakın yaptığı
merasimin dini bir mana taşıdığı muhakkak ise de burada bahis konusu olan
şeylerin neyi temsil ettiklerini anlamak güçtür.
Bu merasimde Oğuz’un ordugâhının sağ
yanına kırk kulaç uzunluğunda bir direk dikilir, üstüne bir altın tavuk
konulur, altına bir ak koyun bağlanır. Sol yanına da kırk kulaç uzunluğunda bir
direk dikilerek, üstüne bir gümüş ok, altına bir kara koyun bağlanır. Sağ yana
Boz Oklar, sol yana Üç Oklar oturur. Bu merasim esnasında söylediği kısa
nutukta Oğuz, hayatında yapığı savaşları “Gök Tanrı’ya ödenmiş bir borç” olarak
gösterir (s. 14).
Daha başka kaynaklardan da biliyoruz
ki, Türk hükümdarları ve beyleri, kendilerinin gökte, Tanrı katında
doğduklarına inanıyorlardı. Şamanlar, ölenlerin ruhlarını tekrar gökyüzüne
ulaştırıyorlardı. Oğuz Kağan’ın savaş türküsünde söylediği Güneş bayrak,
gökkurıkan (çadır) mısrası belki de bugün anlaşılan mecazi manadan farklı, dini
bir mana taşıyordu.
Kırk kulaç uzunluğunda göklere
yükselen direklerin üzerine konulan ve sembolik bir mana taşıdıkları muhakkak
olan altın ve gümüş tavuklar, eski Türklerde dine bağlı bir sanat olduğunu
gösteriyor. Orta Asya’da eski Türk mezarlarında altın ve gümüşten çeşitli hayvan
şekillerini ihtiva eden pek çok eser bulunmuştur.5 Yakın zamanlara kadar Orta
Asya Türk kavimlerinde devam eden Şamanlıkta da hayvanların önemli bir yer
tuttuğuna işaret edelim.6
Oğuz Kağan Destanı’nın üslûbu,
burada tasvir edilen yaşayış tarzına ve hayat görünüşüne uygundur. Cümleler,
son derece kısadır ve umumiyetle hareket ifade eder. İsimler umumiyetle
çıplaktır. Sıfatlar çok azdır. Destanda sadece Oğuz ile kızların çehreleri ve
vücut yapıları tasvir edilmiştir. Bu tasvirlerde benzetme unsurları Oğuz’un
içinde yaşadığı kozmik alemle hayvanlar aleminden alınmıştır. Bu tasvirler,
süsleyici değil, değerlendirici bir mana taşırlar.
Destana, lüzumsuz bütün teferruatı
silen, basitleştiren, öze önem veren bir anlayış tarzı hakimdir. Eski Türklere
ait plastik sanat eserlerinde de aynı özellikleri görürüz. Bu üslûp, zaman ve
mekanı süratle aşan, hiç bir şey üzerinde durmayan akıncı yaşayış tarzının
ifadesidir.
Reşideddin, Oğuz Han ve oğullarına
ait rivayetleri Camiü’ttevârih adlı kitabında bu başlık altında bir bölümde
toplar. Bölümün içinde bulunduğu kitap ve bölüme verilen ad, Reşdideddin’in bu
rivayetlere “tarih” gözüyle baktığını gösteriyor. Reşideddin’in yazılı ve sözlü
kaynaklardan aldığı bu rivayetler ne derece tarihi hakikatlere uygundur? Bunun
tayini bize düşmez.
Prof. Dr. Faruk Sümer ile Prof. Dr.
Zeki Velidi Togan, daha önce adları geçen makale ve kitaplarında bu noktayı
araştırmışlardır. Biz bu rivayetleri, Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda olduğu
gibi, edebiyat bakımından inceleyeceğiz. Onlarda kendisini gösteren “hayata
bakış tarzı”nı, bu bakış tarzı ile tasvir edilen “yaşayış tarzı” arasındaki
münasebeti ortaya koymaya çalışacağız.
Tarihi Oğuzan ve Türkân sadece Oğuz
Han’ın hayatını değil, Oğuz’un Nuh peygambere kadar uzanan ecdadı ile Tuğrul
Bey zamanına kadar gelen uzun bir devreyi içine alır. Burada en geniş yer bin
yıl yaşadığı söylenilen Oğuz’a ayrılmıştır.
Tarihi Oğuzan ve Türkân’a göre
Oğuz’un ilk ceddi Nuh’un oğlu Yafes’tir. Nuh, yeryüzünü oğulları arasında
bölüştürdüğü zaman, Türkistan’ı büyük oğlu Yafes’e vermiştir. Yafes’in Türkçe
adı Olcay Han’dır. Olcay Han göçebedir. Yaylak ve kışlağı Türkistan’dadır.
Olcay’ın oğlu Ohib Yavku Han’dır. Onun dört oğlu vardır. Oğuz, bunlardan Kara
Han’ın oğludur.
Tarihi Oğuzan ve Türkân da buraya
kadar şahısların sadece adları zikredilmiş, yaşayış tarzları (göçebe) ve
yaşadıkları yer, kışlak ve yaylakları belirtilmiştir. Bundan sonra gelen
kısımda Oğuz’un doğuşu, babası ile olan çatışması, evlenmesi ve savaşları
sırasıyla anlatılmıştır. Efsanevi bir mahiyet taşıyan savaşlara mümkün olduğu
kadar tarihi bir karakter verilmeye çalışılmıştır.
Oğuz öldükten sonra onun yerine
geçen Kün Han zamanında, Irkıl Hoca, Oğuz’un sayısı gittikçe artan torunlarının
hayatına bir çeki düzen vermiştir. Bu münasebetle Reşideddin, Oğuzların 24
boyunu, bunların boy adı, damga, ongun, ülüşü ve otlak ve kışlaklarını
bildirir. Bu kısım sosyal bakımdan çok dikkate şayandır.
Kün Han’dan sonra gelen Oğuz
yavguları kısaca zikredilir. Bunlardan Ala Atlı Kişi Derneklü Kayı İnal Han, Hazreti
Muhammed Mustafa S. A. zamanında yaşar gösterilmiştir. Bu han, Bayat boyundan
Dede Korkut’u, peygambere elçi gönderir. Dede Korkut üzerinde kısaca durulur.
Buraya kadar özetleme kısmında da
anlaşılacağı üzere, Reşideddin’in bu rivayetleri naklettiği XIV. asır başında
Oğuz Türkleri, İslâmlıktan önce uzun bir kavmi tarihleri olduğuna
inanıyorlardı. Kitapta verilen rakamlara göre, bu tarih aşağı yukarı 1400
yıllıktır.
Kayı İnal Han’dan sonra oğlu Tuman
küçük olduğu için tahta Köl Erki Han adında bir naip geçirilir. Tuman Han bütün
hayvanların dilini bilir. Bir masal kahramanını andıran Tuman Han ile Köl Erki
arasındaki çatışmalara oldukça geniş yer verilmiştir. Onlardan sonra gelen
hanların hayatına ait anekdotlar da anlatılmıştır.
Tarihi Oğuzan ve Türkân’da mekana
ait kayıtlar daha geniş bir yer tutar ve gerçeklik intibaını verir. Başta
Oğuz’un anayurdu, Türkistan’da Ipanç şehri yakınlarında bulunan Ortak ve Kürtak
yaylak, Karakurum’daki Borsuk ise kışlak olarak gösterilmiştir.
“Burada iki şehir vardı: Birisi
Talaş, birisi Karı Sayran ki, bu son şehrin kırk kapısı vardı (Bugün orada
Müslüman Türkler yaşıyorlar. Kunç’un memleketine yakındır ve Kaydu’ya aittir).
Olcay Han’ın payitahtı bu yerde idi” (s. 17).
Oğuz uzak seferler yaptıktan sonra,
kazandığı ganimetleri arabalara yükleyerek bu şehre gönderir. Hayatının sonunda
kendisi de Kürtak ve Ortak’a döner (s. 41).
Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda
Oğuz’un anayurdu sayılabilecek bir yer yoktur. Geçmiş ile hâlihazır arasında
bağlantılar kuran Reşideddin, sadece Oğuz’un değil, diğer şahısların kondukları
ve göçtükleri yeri belirtir. Kün Han’ın veziri Irkıl Hoca Yeni Kentlidir.
Rivayete göre bu şehri Oğuz yaptırmıştır (s. 49).
Tarihi Oğuzan ve Türkân’da göçebe ve
akıncı Oğuz’un belli bir yere bağlanması ve şehir kurması çok dikkate değer.
Irkıl Hoca, Oğuz boylarına çeki düzen verirken sağ kol olan Bozoklara Sayram
sınırları ile Başgurd dağlarını, sol kol olan Üçoklara ise Oğuz’un anayurdu
olan Ortak, Kürtak ile Yeryurt, Tuğluk, Almalık ve Akdağ’ı yaylak olarak verir.
Bozoklar Borsuz, Akdağ, Namalıs ve Basarkum’da, Üçoklar ise Kayıdere, Asamaş,
Kur Sengri, Kayı Durdu, Yar Sengri’de kışlarlar (s. 53).
Kaynakça: Ahmet Bican Ercilasun,
Oğuz Kağan Kimdir
.