Yazan: İsmail Hakkı CENGİZ
Türkçeyi
kılıç gibi keskin ve düzgün kullanmaya çalışıyordu. Bu dilde olağanüstü bir güzellik görüyor, onu
kurallarına uygun kullanmaktan, güzel konuşanları dinlemekten, güzel yazanları
okumaktan tarif edilemez, gizemli bir haz duyuyordu.
Tarih
öğretmenliğinden emekli Balamir Barhan, kendisi de bir kalem erbabıydı.
Anadilini doğru, güzel, akıcı yazmak, onda bir tutku halindeydi. Bunun için
yazım kılavuzu, Türkçe sözlükler, deyimler sözlüğü hatta kocaman bir “Osmanlıca
Lügat” daima elinin altındaydı. Ayrıca, güzel ve akıcı yazmak için en doğru
başvuru kaynakları olarak Türk Edebiyatı’nın zirve yazar ve şairlerini
görüyordu. Onların yazım şekillerine, ifade tarzlarına, noktalama işaretlerini
kullanımlarına son derece dikkat ediyor, eserlerinden uzun parçaları, satır
satır defterine geçiriyordu.
Anadilini
bozanlar, yamuk-yumuk konuşanlar, hoyratça yazanlar tüylerini diken diken
ediyor, yanlış kullanımlar kulağını ve beynini tırmalıyor, bunlara tahammül
edemiyordu.
Her
sabah aynanın karşısında tıraşını olurken, Balamir endişeyle, “Bugün bakalım,
hangi allame yazarlar, çok seyredilen kanallar, sosyal medyanın şöhretleri ne
çamlar devirecek, Türkçenin kanına nasıl girecek? Dilimi, kimler, nasıl dilim
dilim doğrayacak?” diye kendi kendine konuşarak güne başlardı.
Onun
sesini duyan, kendisinden on yaş küçük, iş insanı olan kardeşi Görkbörü,
- Günaydın abi. Sabah sabah derdini aynaya
mı döküyorsun?
- Nereye dökeyim? Derdimi kimseye
anlatamıyorum?
- Bırak abi ya, kafayı yiyeceksin!
Anneleri
Umay Hanım mutfaktan seslendi:
- Hadi, çay hazır!
*
* *
Türk
ve Türkçe başka başka yönlere gidiyordu.
Balamir
dil merdiveninde yukarı doğru tırmanmaya çabalarken, televizyonlar, gazeteler,
sosyal medya ve bazı çok ünlü köşe yazarları aynı merdivenden aşağı doğru
kayıyordu. Hem de elleri ceplerinde, ıslık çalarak.
O
Türkçeyi her geçen gün biraz daha düzgün ve güzel kullanmaya çalışırken,
basının, medyanın ve sosyal medyanın Türkçesi gittikçe bozuluyor, yozlaşıyordu.
En çok seyredilen kanalların sunucu ve konuşmacıları, en çok satan gazetelerin
tecrübeli, “duayen” yazarları feci yanlışlar yapıyordu. Bu fırtınanın en
zararlı, en tehlikeli tarafı, yanlış kullanımların hızla yayılmasıydı.
Meselâ,
“terfi etmek”, ülke sathında en çok satılan gazetenin yazarı Sedat Ergin’in
ağzında, “terfi almak” şekline giriyor, Ergin yazı ve TV programlarında
yanlışında ısrar ediyor, bu yanlış kitlelere, dalga dalga yayılıyordu. Balamir,
bunun yanlış, doğrusunun “terfi etmek” olduğunu söylüyor ama kimse inanmıyordu.
- Yani, koskoca Hürriyet yazarı yanlış,
sen doğrusun öyle mi? diye kendisiyle alay ediliyor, çevresi tarafından gülünç
bulunuyordu.
Bunun
gibi daha pek çok yanlış kullanım ve yoz sokak ağzı ekranlardan başta
“aydınlar”, bütün halka, kurumlara, hanelere yayılıyor, yazı, konuşma, TV
programları çekilmez, seyredilemez bir hale geliyordu
2009-2010 Ergenekon-Balyoz
davaları dönemi:
Subaylar,
generaller, aydınlar yargılanıyor. Hürriyet yazarı Sedat Ergin, her akşam çok
seyredilen kanallarda konuk, neredeyse “bilirkişi” konumunda… Mevzu askerlik
olunca tabii terfiler daima gündemde ve Ergin sürekli olarak,
- O terfi aldı.
- Bu terfi alamadı.
- Terfi alırlar, terfi alamazlar gibi
bilgiler veriyor, yorumlar yapıyor.
O
böyle konuştukça Balamir kahroluyor. Ruhu, zihni örseleniyordu. Ben mi yanlış
biliyorum acaba diye tekrar tekrar Türkçe sözlüklere, yazım kılavuzlarına
bakıyordu. Hayır. Hepsi,
- Terfi etmek, terfi etti, terfi edemedi
şeklinde yazıyordu.
Yazıyor
ama onlara kim bakacak? Onlarla kim ilgilenecekti?
Ülkenin
en büyük gazetesinin, en kıdemli yazarı söylüyorsa, hele hele ısrarla, her
akşam söylüyorsa, sütununda tekrarlıyorsa, şüpheye mahal var mıydı?
Yanlış
kullanımı, hiç sorgulamadan doğru kabul eden milyonların dili değişiyor,
yozlaşıyordu.
Balamir,
1500-2000 okurunun takip ettiği haber sitelerinde, bloglarda, sosyal medyada
Ergin’i eleştiren, tamlamanın doğrusunun, “terfi almak” değil, “terfi etmek”
olduğunu anlatan bir yazı yayımladı. Terfi meselesini yakından bilen asker ve
polis okurlarından destek geldi ama büyük çoğunluk şüpheyle yaklaştı!
“Ne
yani?” diyorlardı;
-
Koskoca Hürriyet yazarı yanlış da sen mi doğrusun?
Bir
süre sonra sosyal medyada şu tür paylaşımlar yaygınlaştı:
-
Bugün terfi aldım arkadaşlar!
-
Kanka terfi almak çok kolay, çok ucuz yaa!
-
Hocam terfi almanın püf noktaları nedir?
Balamir’in
yüreğine bir bıçak saplandı.
O
bıçak “değil mi”nin “diilmi”ye dönüşmesi,
-
Ve de…
-
Tabi ki de…
- Hele ki...
-
Eğer ki…
-
Elbette ki…
-
Geldik ki…
-
Aldık ki…
-
Maalesef ki …
-
Yaparaktan, ederekten, tekrardan gibi feci yanlışların yaygın kullanımlarıyla
daha da derine girdi.
Balamir
ağlıyor muydu, yoksa yanaklarından süzülen Türkçenin gözyaşları mıydı, kimse
emin olamadı.
Balamir
çevresine durumu sükûnetle anlattıkça;
Cevap
hep aynıydı:
-
Yani şimdi… Koskoca yazar yanlış biliyor, sen mi doğru biliyorsun?”
Sadece
“koskoca” kelimesinin bile böyle bir tartışmaya alet edilmesine ayrıca
içerledi. Sanki yanlış bilgi büyüklüğün, şöhretin hakkıydı.
Zamanla
Balamir Türkçe kullanımı konusunda aşırı duyarlı bir hale geldi. Farkına
varmadan, elinde olmadan Dil Polisi oldu. Yanlış duyduğu her cümlede sirenleri
çalıyordu:
- Haziran’dan Eylül’e kadar olan süreçte…
- Süreçte değil sürede.
- Şöyle bir atmosfer oluştu…
- Atmosfer değil, hava! Niye cümleye
Fransız havası katıyorsun?
- Sorularınızı cevaplamak adına buradayız.
- Adına değil, için. Sorularınızı
cevaplamak için buradayız.
En
yakınları bile bıkmıştı:
- Yahu Balamir, insanları düzeltmezsen
ölür müsün?”
- Evet ölürüm, benim ölmem bir şey değil,
Türkçe ölüyor!
Bu
cevaptan sonra çevresi sessizliğe büründü.
*
* *
Yazı,
konuşma, medya ve sosyal medya dili öyle çığırından çıkmıştı ki artık
kural-kaide kalmamıştı.
Bir
yandan noktalama işaretleri emekliye ayrılmış, öte yandan, bağlaçların önüne
veya arkasına virgül koyma moda olmuş,
Devrik
cümleler yağmur gibi yağmış,
“Bilmiyorum”
yerine “bildiğimi sanmıyorum ama kesin böyledir”ler türemişti.
2022
yılında, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Sosyoloji Bölümüne
kaydolmuştu. Bir akşam, internet aracılığıyla yapılan canlı ders esnasında,
soru-cevap çalışması yapılıyordu. Doktor unvanlı kadın hoca soruyu sordu. Cevap
tercihleri arasında, A şıkkında,
- Terfi almak istiyorum, şeklinde bir seçenek
vardı!
Balamir
onu görünce gözlerine inanamadı, büyük bir hayal kırıklığına uğradı, moral
olarak çöktü.
- Demek artık üniversite kalesi bile düştü,
diye mırıldandı.
Bunu
düzeltmek için defalarca başvuruda bulundu. Balamir’i anlamak, dinlemek dahi
istemiyorlardı. Kimse sorumluluk almıyor, boyuna topu taca atıyorlardı.
*
* *
Bir
gün, uzun süredir görmediği, kırk yaşlarındaki bir yakınıyla çay içiyorlardı.
Sohbet esnasında yakını;
- Geçen ay terfi aldım, dedi.
Balamir’in
canı fena halde sıkıldı, göğsü sıkıştı. Umutsuzluk, öfke ve hüzünle gözlerini
yakınının gözlerine dikti, kara mizah damarı kabardı;
-
Kaça aldın? 250 gram da bana alsana!
Yakını
şaşkınlıkla bakakaldı. O günden sonra bir daha buluşmak istemedi.
Balamir,
Türkçenin geldiği noktayı tahammül edilmez buluyor fakat bu durumdan,
kendisinden başka şikayetçi yokmuş gibi görünüyordu. Sanki kimse yozlaşmanın
bilincinde değildi. Türkçenin büyüleyici güzelliğinin duyarsız ellerde,
ağızlarda çirkinleştirildiğini fark eden yoktu.
Dayanamadığı
yanlışları düzeltmeye kalkınca; kötü, sorunlu, huysuz, ukala birine dönüşüyor,
çevresi hızla tenhalaşıyordu. Bir toplantıya, etkinliğe onun da katılacağı
biliniyorsa, arkadaşları, “Ne konuşacaksanız, Balamir gelmeden konuşun, sonra
her yanlışı düzeltiyor” diye birbirini uyarıyordu.
* * *
Televizyonu
açmaya korkuyordu. Haberleri, haber programlarını, dizileri izlemeyi çoktan
bırakmıştı. Ekonomi haberlerini, sesi kısıp, sadece rakamlara bakarak
seyrediyordu. Spor programlarını ve maçları da ancak kanalın sesi kısılmış
olarak seyredebiliyordu. Dildeki yozlaşma her alandaydı. Sunucuların,
muhabirlerin, uzmanların dili akıl-mantık almaz, akla durgunluk verecek
derecede bozulmuştu.
Feci
yozlaşmadan kaçınamıyordu. Her gün, her ortamda, ekranlarda, sayfalarda,
çarşıda, pazarda, alışverişte, en yakın dostlarıyla sohbette… Bozulma her an,
her yerdeydi! Bu feci yozlaşma dalgası Balamir’i gittikçe bunaltıyordu.
Bunalımdan kaçabileceği tek sığınak vardı: Eski ustaların sinesi… Onların
ölümsüz eserleri… Türkçenin olağanüstü
güzelliğini ortaya koyan, okurken büyülendiği, onu büyülü âlemlere götüren,
Türkçenin güzelliğine sevdalandıran yazarlar, şairler…
O
üstatların eserlerini eline alınca içi huzurla dolar, ferahlar, göğsü taptaze
bir oksijenle şişer, bütün vücudu zevkle ürperir, zihninin, ruhunun bayram
ettiğini hissederdi.
Balamir
derinden bir iç geçirdi:
“Ustaların
cümleleri şelale gibi akıyor…
Zamane
yazarlarının cümleleri bozuk musluk gibi tıp tıp damlarken insanın sinirlerini
bozuyor. Bozuk musluğu kapatmaya kalkınca, daha fazla bozulurcasına, sinir
edici damlalar sel oluyor. İnsanı boğuyor.”
Anadilini
savunma, Türkçenin güzelliğini ortaya çıkarma, inadına güzel konuşma ve yazma
çabalarıyla geçen yıllar sonunda, Balamir bir gün Gökbörü’ye;
- Sanırım, bu ülkede, Türkçeye en saygılı…
Onun değerini en iyi bilen… Türkçeyi en doğru kullanan kişiyim.” dedi.
Gökbörü,
abisinin Türkçe hassasiyetini, anadilini doğru kullandığını, güzel yazdığını
kabul ediyordu. Kendisi de bunu abisine sık sık söylerdi. Fakat yine de
şaşırdı:
- Seksen beş milyonluk ülkede, “en iyi”
olduğunu söylemek, fazla iddialı değil mi? bu biraz böbürlenmek, büyüklenmek
olmuyor mu?
- Valla kardeşim, böyle düşünmenin
büyüklenmek, kendini beğenmek gibi olacağını ben de düşündüm. Koca memlekette
mutlaka Türkçe duyarlılığı benden daha fazla olan, dilimizi benden daha güzel
kullanan kişiler vardır. Kendimi gündemde olanlarla, güncel yazarlarla,
sunucularla, sanatçılarla, yorumcularla kıyaslıyorum. Bunlar içinde Türkçeyi
benden daha doğru kullanan, anadilimize benden daha fazla sahip çıkan, onun
için titizlenen birini göster, bütün sözlerimi geri alayım.
Gökbörü
düşündü. Çok beğendiği, takip ettiği yazarlar, seyrettiği diziler vardı.
- Şimdi aklıma gelmiyor, dedi.
*
* *
Umay
Hanım, günün büyük bölümünü televizyon seyretmekle geçirirdi. Gündüz
programları, haberler, tartışmalar, dinî kanallar, diziler… Vs.
Bir
akşam Balamir’le birlikte oturuyorlar, Umay Hanım elinde kumanda, kanalları
geziyordu. Düzinelerce kanalı gezdikten sonra, Kemal Sunal’ın filmini veren
kanalda durdu.
- Şunu seyredelim bari! Balamir çok
şaşırdı. Umay Hanım devam etti:
- Televizyonlarda hiçbir şey yok, dedi.
- Doğru, ne varsa eskilerde var.
- Şimdi, kimse böyle filmler çekemiyor,
eskiler gibi yapamıyor, dedi.
Filmi
seyretmeye başladılar. Mizah gereği yapılan abartmalar dışında, filmin Türkçesi
şahaneydi. Köylüler, ağalar, eşkıyalar, esnaf, kadınlar Türkçeyi tam
kurallarına göre; doğru, düzgün konuşuyorlardı.
Bu
yarın asırlık bir Anadolu filmiydi. Yozlaşma öncesi dönemlerin yadigarıydı.
Balamir mutlulukla fark etti; o yıllardan günümüze ulaşan ve artık yaşlanan
Anadolu insanı hâlâ o günün güzel Türkçesiyle konuşuyordu. Bozulma medyada,
medyacılarda ve onlardan etkilenen gençlerdeydi.
*
* *
Balamir,
annesinin diline daha fazla dikkat etmeye başladı. Eskiden, çok konuştuğundan
şikâyet ettiği Umay Hanım’ı, şimdi kendisi konuşmaya teşvik ediyordu.
Günler
ve geceler boyu, en bozuk Türkçeyle yayın yapan kadın programlarını, haberleri,
tartışmaları seyreden Umay Hanım’ın dilinde zerrece bozulma yoktu. Balamir onu
uzun uzun konuşturuyordu. Annesi iç Ege şivesiyle ama arı-duru bir Türkçeyle,
çok zengin bir kelime haznesiyle, açık seçik, teklemeden, oldukça akıcı bir
biçimde kendini ifade ediyor, meramını anlatıyordu. Konuşmasına,
- Kul azdı, Hak yazdı,
Her
akıl bir olsa, sığıra çoban bulunmaz,
O
(kadın/adam) bir atçalık,
Yayan
yörümez, yavan yemez,
Davulun
dom dediği yerde biter,
Çıkdı
gızı gibi ortaya çıkar,
Bi’nöbet
(devir) de böyle gidicek gibi pek yaygın olmayan, kimisi kafiyeli deyişler
katıyor, sözleri daha akılda kalıcı, ibret verici, neredeyse bilgece bir sanat
eseri haline geliyordu.
Demek,
süreç/ ve de/ tabi ki de/ adına/ eğer ki/ hele ki/ maalesef ki/ tekrardan/
yaparaktan/ ederekten …ve bunlar gibi yoz, gecekondu, ucube sokak ağzını
kullanmadan da konuşmak mümkündü. Umay Hanım, gün boyu izlediği bozuk dilden,
yozlaşmış sunum ve konuşmalardan hiç etkilenmiyordu.
Kaynak
Balamir’in yanındaydı, yanı başındaydı. Annesiydi. Boşuna, “anadil”, “anadili”
demiyorlardı. Anadili, annesinin arı-duru dili, zengin Türkçesiydi. Anadolu
Türkçesiydi. İstanbul Türkçesi bozulurken Anadolu Türkçesi kaya gibi ayaktaydı.
Bunu
fark edince Balamir’in içi cesaretle doldu. Hayır, kesinlikle yalnız değildi.
Türkçenin yozlaşmasına karşı mücadelesinde bütün Anadolu yanındaydı. Daha
doğrusu, o, asil Anadolu’nun bir ferdi, bir neferiydi. Kendisiyle birlikte
bütün Anadolu yozlaşmayla mücadele ediyordu. Bütün Anadolu’nun gücünü içinde,
kaslarında, beyin hücrelerinde, damarlarında hissetti. Nefsinde yenilmez, yok
edilemez bir kuvvet buldu. Ümitle, cesaretle, moralle doldu. Bütün dünyaya
meydan okurcasına haykırdı:
- Türkçe benim. Ben Türkçenin ta
kendisiyim. Anadolu’yum, ana doluyum. Yenilemez, yok edilemez Anadolu!
Akşam,
Gökbörü işten dönünce, Balamir, bir müjde verecekmiş gibi onu sevinçle kapıda
karşıladı.
-
Gökkbörü, Ben Türkçeyi annem kadar, bir Anadolu insanı kadar iyi kullanıyorum.
Benim yozlaşan entellerden üstünlüğüm annemin Türkçesi kadar. Ben
büyüklenmiyorum. Anadolu insanının Türkçesinin büyük. Bizimki normal ama
bozulanlarla kıyaslanınca en iyi, en doğru, en güzel Türkçe oluyor.
Gökbörü
güldü;
-
Bu önemli bir tespit, bak bu benim de dikkatimden kaçmış, dedi.
Yemeklerini
neşeyle yediler.
*
* *
O
gece rüyasında Atatürk’ü gördü. Ankara kalesinin burçlarında bir güneş gibi
parlıyor, bütün yurdu aydınlatıyordu. Sanki,
- Geldikleri gibi giderler, diyordu.
Balamir
heyecandan, sevinçten titriyordu. Koşarak Atatürk’ün önüne geldi. Beş adım kala
durdu. Çakı gibi bir selâm verdi. Atatürk, Balamir’in elini sımsıkı tuttu.
Alnından öptü.
- Endişelenme çocuk, dedi. Anadolu
insanında bu sağduyu, şuuraltına işlemiş bu Türkçe sevdası, bu bilgelik, sende
de bu Türkçe duyarlılığı, anadilini korumak için gösterdiğin bu azim ve
kararlılık varken hiç korkma! Geldikleri gibi giderler!
Uyandı.
Atatürk hakikati ve başarı yolunu göstermişti. Bu bir Kurtuluş Savaşı’ydı.
Bütün kaleleri zapt edilen, bütün tersanelerine girilen, bütün orduları
dağıtılan Türkçenin kurtuluş savaşı. Enteller, ünlüler, tatlı su balıkları
teslim olmuş, İstanbul Türkçesi yozlaşmış fakat Anadolu direniyordu. Direnecek,
mutlaka kazanacak, Türkçeyi kurtaracaktı.
x
x x
İLGİLİ YAZILAR
Büyüleyen
TÜRKÇEYİ Yozlaştırma, Fakirleştirme Girişimleri
Büyüleyen
TÜRKÇE ve TÜRKİYE’nin Büyüleyici İstikbali
‘Süreç’
‘Adına’ ‘TERFİ Aldık’ ‘İzliyor Olacağız’ da ‘Lüksümüz Yok'
Güzel
TÜRKÇEMİZİ Yozlaştıran Amansız Bir SÜREÇ!
x x x
TAVSİYE,
Video
BÜYÜLEYEN
TÜRKÇE-YOZLAŞTIRILAN TÜRKÇE - YouTube
hacengiz@gmail.com










