Kur'an'da
''Ye'cuc-Me'cuc''
Hadis'te
''Ye'cuc-Me'cuc''
Eski
Ahit'te ''Ye'cuc-Me'cuc''
İnsanlık
tarihi, bilindiği gibi Adem'in yeryüzüne gönderilmesiyle başlamıştır. İlk insan
ve ilk peygamber Adem, kendisine saygı gösterilmesi emrini tereddütle
karşılayan Azazel'in tuzağına düşmüş ve cennetten çıkarılmıştır. Böylece Adem
ve Havva, tek yeşil gezegen olan Dünya'da; cinlerle ve Sonsuz Yüce'nin
lanetiyle iblisleşen Azazel'le birlikte yaşamaya başlamıştır.
Dünya'da
çok uzun zamandan beri İblis'in de mensubu bulunduğu cinler yaşamaktaydı.
Cinlerin ne zaman yaratıldığını ve Dünya'dan önce nerelerde; hangi gezegenlerde
yaşadıklarını bilmiyoruz. Ancak çağın gelişen ilmi verilerine ve İslam
kaynaklarına dayanarak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Cin toplumlarının da
insan toplumları gibi imtihan edildiklerini, İslam'dan saparak zalimleştikleri
vakit uyarıcı gönderildiğini; uyarıcı Hak Elçilerini öldürmeye kalkışarak,
aynen müşrik-zalim insan kavimleri gibi helak olduklarını biliyoruz.
Bu
nedenledir ki içlerinden iman edenlerin kurtarılarak; Güneş sisteminde başka
bir gezegene yerleştirildiklerini söyleyebiliriz. Bu şekilde "Güneş
sistemi"ndeki birçok gezegenin yaşanmaz hale geldiğini; sonunda muhtemelen
Mars'tan, Dünya gezegenine geçtikleri konusunda yeterli olmasa da işaretler
bulunduğunu söyleyebiliriz.
İşte Güneş
sisteminin bu son ve adeta yaşam için hazırlanmış Dünya gezegeninde, bir
taraftan Ademoğulları çoğalıp-yayılırken; diğer taraftan cinler ve
İblisoğulları ve yandaşları olan cin-şeytanlar çoğalmıştır. Dünya, tüm canlı
yaşamı, bitki örtüsü, yiyecek- içecek su kaynaklarıyla; tüm yer altı-yer üstü
kaynaklarıyla cin ve insanoğlu için yaşam-ölüm yeri ve yurt olarak hazırlanmış
olup; eceline kadar yaşamını sürdürecektir.
KUR'AN'A
GÖRE "İNSANLIK TARİHİ"
İnsanlık
tarihini; yahut kavimler tarihini genel olarak iki döneme(periyoda)
ayırabiliriz. Birincisi Adem'den, Nuh'a kadar; ikincisi Nuh'tan, Dünya'nın
sonuna yahut fiili kıyamete kadar olan dönem. Kur'an'a baktığımızda
insanoğlunun, Nuh'a kadar devam eden serüveninden adeta söz edilmediğini
görürüz. Nuh'tan sonraki insanoğlunun; yani Nuhoğullarının kavimleri,
peygamberlerin bu kavimlerle mücadeleleri ve kavimlerin helakları; açıkça ve
ibretli bir şekilde anlatılmıştır. Ancak Adem- Nuh arası Ademoğlu'nun,
kavimleri, elçileri ve mücadelelerinden söz edilmemiştir. Ayrıca Nuh tufanının,
Dünya ölçeğinde Ademoğullarını yok etmesi oldukça anlamlıdır ve bize bazı
ipuçları sunmaktadır. Nuh tufanının evrensel bir tufan olduğunu, Kur'an'dan ve
Peygamber sünnetinden biliyoruz ve bunun delillerini inşallah "Küresel Yok
Oluş: Nuh Tufanı" konulu çalışmamızda ortaya koyacağız.
Sonsuz
Yüce'nin insanoğluna indirdiği son kitap Kur'an'da; sadece Adem'in iki oğlu
Habil ve Kabil'in mücadelesinden ve peygamber olarak da İdris'ten
bahsedilmektedir. Adem'in diğer bir oğlu Şit'in peygamberliğini ise hadis
kaynaklarından ve Tevrat'tan bilmekteyiz. Bu gerçeği, evrensel Nuh tufanıyla
birlikte göz önüne aldığımızda vardığımız sonuç; Sonsuz Yüce Rabb'imizin
insanoğlunun bu dönemini "sessiz karanlığa" mahkum etmiş olmasıdır.
Ayrıca, Tevrat'ın Tekvin bölümü de bizim bu hükmümüzü teyit etmektedir.
Demek ki;
bu birinci insanlık periyodu içinde ademoğulları öyle yoldan çıkmış; o derece
sapkın hale gelmişler ki; ya peygamberlerini öldürmüşler ya da peygamber
gönderilemeyecek derecede Yüce Rabb'imizin gazabını üzerlerine çekmişler ve
böylece Yüce Rabb'imiz de bu dönemi "sessiz karanlığa" mahkum
etmiştir. Bu sebepledir ki Kur'an'ın bu konudaki sessizliği, bizce oldukça
anlamlıdır ve bu periyodu değerlendirirken bazı sonuçlar tahsil etmemize imkan
vermektedir. Bu çağrışımlar, insanlığın "birinci periyodu"nda ortaya
çıkan ve insanoğlunun "şirk"e; oradan da şeytanlaşma sürecine
girişini bize hatırlatmaktadır. Bu insanlık tarihinin "birinci
periyodu"nda ortaya çıkan sapkınlık, öyle bir sapkınlıktır ki; Sonsuz Yüce
Rabb'imizin gazabını üzerine çekmiş ve bu dönem "karanlığa" mahkum
edilmiştir.
Sünnetullah
şudur: İnsanoğlu önce Sonsuz Yüce Allah'a teslim olur; sonra kısa bir zaman
periyodunda "şirk"e kayar; gönderilmiş uyarıcı-elçileri dinlemez,
öldürmeye kalkar ve giderek adeta şeytanlaşır ve helak çukuruna yuvarlanır.
NUH ÖNCESİ
İNSANLIĞIN SAPKINLAŞMA SÜRECİ: YE'CUC-ME'CUC
Nuh
tufanından önce de Dünya öyle ifsada uğramış; ademoğulları öyle azgınlaşmış;
nesli ve nesebi öyle bozmuştu ki; insanlık tarihi böyle bir olaya bir daha
şahit olmayacaktı. İşte bu insanlık tarihinin en ilginç ve dramatik ve bir daha
şahit olunamayacak olayı; Ye'cuc-Me'cuc'un ortaya çıkması, yeryüzünü baştan
başa fesada uğratması olayıdır. Evet, Yüce Rabb'imizin gazabını Dünya üzerine
çeken olay budur ve Nuh tufanı bu sebeple dünya insanlığını vurmuştur. Evet,
evrensel Nuh tufanını davet eden insanlık tarihinin bu en önemli
"azgınlaşma-şeytanlaşma süreci"ni kısaca özetleyelim ve arkasından da
kanıtlarını verelim.
Azazel,
melek boyutundan düşürülerek iblisleşmiş ve lanetli olarak ademoğullarının
peşine düşmüş; Adem'i cennetten kaydırdığı gibi oğullarını da "Hak
Yol"dan saptırıp, şeytanlaştırmak için elinden geleni arkasına
koymamıştır. Azazel iken kendisine tabi olan cinlerin ileri gelenlerinin
ayağını kaydırarak; onları da kendisi gibi şeytanlaştırmıştır. Arkasından da
İblis, Allah'a olan teslimiyetlerini bozan bu şeytanlaşmış cinlerini,
ademoğlunun kızlarıyla yasak olan ilişkiye teşvik etmiştir ve bu sapkın ilişki
böylece başlamıştır.
Kısacası,
Nuh tufanından önce yeryüzünde bugüne benzer küresel bir hakimiyet kurmuş olan
bir toplumun; muhtemelen "Mu-Atlantis"in, "üstün insan";
yani "cin-insan" arzularını yem olarak kullanan İblis, insanlığı
Ye'cuc-Me'cuc belasına ve arkasından da Tufan felaketine sürüklemiştir. Şimdi
bu konuyu deliller ışığında gözden geçirelim:
İŞTE VAHYE
DAYALI DELİLLER:
KUR'AN:
SÜNNETULLAHI ORTAYA KOYUYOR
1) Kur'an,
Ye'cuc- Me'cuc oluşumuna yol açacak "insan-şeytan ilişkileri"ni bize
şöyle bildiriyor:
Muhakkak
onlar(müşrikler), O'nun(Allah'ın) dışında, dişileri(cinleri-perileri)
çağırıyorlardı. Onlar, (gerçekte) (kovulmuş) asi şeytandan başkasını
çağırmıyorlardı.
Allah, onu
lanetledi ve o(Şeytan) dedi ki: "Elbette, Sen'in kölelerin içinden
belirlenmiş bir zümreyi, kendime (köle) edineceğim."
"Ve
elbette onları saptıracağım, ümitlendireceğim; onlara, hayvanların kulaklarını
kesmelerini emredeceğim. Elbette yine onlara, Allah'ın yarattığını
değiştirmelerini emredeceğim. "Kim, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost
edinirse, muhakkak o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.
(Şeytan),
onlara vaad ediyor, onları ümitlendiriyor. Oysa Şeytan, onlara aldanmadan
başkasını vaad etmez.
[NİSA(4)/117-120]
O gün
(Allah) onların hepsini toplar: "Ey cin topluluğu, siz insanlardan
kendinizi çoğaltmak istediniz." (Bunun üzerine) onların(cinlerin),
insanlardan dostları olan kimse dedi ki: "Rabb'imiz, bazımız, bazımızdan
yararlanıp, bizim için takdir ettiğin süreye ulaştık." (Allah) dedi ki:
"Allah'ın dilediklerinin dışında onların barınağı ateştir, orada
kalıcıdırlar. Muhakak senin Rabb'in Hakim'dir, Alim'dir."
[ENAM(6)/128]
Muhakkak
İblis, onlar(insanlar) üzerindeki zannını doğruladı. Müminlerden bir grup hariç
ona(İblis'e) tabi oldular.
[SEBE(34)/20]
Biz, onlara
yakınlar(cin-şeytanlar) hazırladık. Onlar(cin-şeytanlar), onların önlerinde ve
arkalarında olanları güzel gösterirler. Onlardan önce geçmiş olan ümmetler
içindeki insan ve cinler gibi, onlara da söz(azap) hak oldu. Muhakkak onlar
hüsrana uğrayanlardır.
[FUSSİLET(41)/25]
Şeytan
onları kaplamıştır; böylece onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur. Böyle
olanlar, şeytan hizbidir. Dikkat edin! Muhakkak şeytanın hizbi olanlar, hüsrana
uğrayanlardır.
[MÜCADELE(58)/19]
TORA(TEVRAT):
OLAYI İFŞA EDİYOR
2) Tora'nın
Bereşit(Tekvin) bölümünde, Ye'cuc-Me'cuc'un ortaya çıkışı açık bir şekilde
şöyle özetleniyor:
İnsanoğlu,
toprak üzerinde çoğalmaya başlayıp kızları doğunca,
Tanrı'nın
oğulları, insan kızlarının iyi olduklarını gördüler ve her şeçtiklerinden kendilerine
eş aldılar.
Tanrı:
"Ruhum insanı sonsuza dek yargılamayacak; çünkü o etten başka bir şey
değil. Günleri 120 yıl olacak" dedi. Devler(Nefilim) o günlerde ve daha
sonraları yeryüzündeydiler. Tanrı'nın oğulları, insan kızlarına gelmişler ve
(devlere) baba olmuşlardı. (Devler) ezelden beri en güçlülerdi; şöhretli
kişilerdi.
Tanrı
yeryüzünde insanın kötülüğünün artmakta olduğunu gördü. (İnsanın) en derin
düşüncelerinin yarattığı eğilimler, gün boyunca, sadece kötüyeydi.
Tanrı:
"Yaratmış olduğum insanoğlunu yeryüzünden sileceğim, – insandan evcil
hayvanlara, yer hayvanlarına ve gökyüzündeki kuşlara kadar-" dedi.
Fakat Noah,
Tanrı'nın gözünde beğeni bulmuştu.
Bereşit(Tekvin):
6/1-5, 7-8
"Tanrı'nın
oğulları" yerine Tora tefsircileri "yöneticilerin oğulları" veya
"hakimlerin oğulları" ifadesini kullanmışlardır. Bizce bu
"Tanrı'nın oğulları" ifadesi, ancak mecazi anlamda doğrudur ve
İblis'in "düşmüş melekler" diye yutturmaya çalıştığı; düşmüş cinler;
İblis hizbi olan cinler; yani şeytanlardır. Tüm erkek olan insan ve cinler;
mecazi anlamda Tanrı oğulları gibidir. Sonsuz Yüce Rabb'imiz tüm noksan
sıfatlardan münezzehtir. Yarattığı hiçbir varlığa benzemez, doğmamış,
doğurmamış, bizzat var olan, varlığını hiçbir şeye muhtaç olmayan "Gerçek
ve Tek İlah"tır. Aksini ne Kur'an ne de gerçek Tevrat kabul eder.
Önceden
Azazel'le beraber Yüce Allah'a teslim olan "cinlerin lider
kadrosu"ndan bir grup; Azazel'e tabiydi. Azazel, meleklikten düşüp
iblisleşince, onun yanında yer aldılar; böylece Hak'tan saptılar ve İblis yandaşı
oldular. İşte bunlar, İblis'in teşvikiyle insan kızlarıyla ilişki kurdular ve
Devler(Nefilim); yani Ye'cuc ve Me'cuc böylece ortaya çıktı.
Kur'an'ın
ayetleriyle Tora'daki ifadelerden; Tufan'a muhatap olan insanlığın nasıl
azgınlaşıp-şeytanlaştığı; İblis hizbinin kontrolüne girdiği açıkça
görülmektedir. Kur'an, Enam(6)/128'de; "cinlerin, insanlardan kendilerini
çoğaltmak istediklerini" bize açıkça bildirmiştir.
PEYGAMBERİMİZ:
YE'CUC-ME'CUC'U TAVSİF EDİYOR
3)
Peygamberimiz; Kur'an'ın bu konudaki ayetlerine açıklık getirmiş; özellikle
Ye'cuc-Me'cuc'un nasıl ortaya çıktığına değil; Yaklaşansaat'te, Deccal'e köle
olan insanlığın efendilerini nasıl helak edeceğine şiddetle vurgu yapmıştır.
Ancak aşağıdaki birkaç hadiste de Peygamberimizin, Ye'cuc-Me'cuc'u vasfettiğini
görmekteyiz. Bu yaratıkların Adem soyu olduklarını, insanlığı-dünyayı ifsad
edeceklerini belirtmiş; boylarına, çoğalmalarına-sayılarına ve kavimlerine
atıfta bulunmuştur:
İbn Amr bin
el-As şöyle rivayet etmiştir:
Resulullah(s.a.v.),
buyurdu: "Ye'cuc-Me'cuc, Adem'in neslindendir. Onlar, insanlara
gönderilse, onların yaşantılarını ifsad ederler. Onlardan biri arkasında,
zürriyetinden binden fazla kişi bırakmaksızın ölmeyecek. Onların arkasında üç
ümmet vardır: Tavil, Tarnes ve Mensek."
Rudani, C.5,
H.no: 9930, s.372
Huzeyfe
rivayet etmiştir ki:
Resulullah(s.a.v.),
şöyle buyurdu: "Ye'cuc bir ümmettir. Me'cuc da bir ümmettir. Her bir
ümmet, dört yüz bin ümmettir. Onlardan bir adam, sulbünden eli silahlı tam bin
erkek görmeden ölmez."
Dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü! Onları bize anlatır mısın?"
Dedi ki:
"Onlar üç sınıftır. Onların bir sınıfı 'erz' gibidir." Soruldu ki:
"Erz ne demektir?" Resulullah(s.a.v.) dedi ki: "O, Şam'da bir
ağaçtır ki o ağacın uzunluğu yüz yirmi arşındır(12 arşın mı?). Göğe doğru
yükselir." buyurdu ve ondan sonra Peygamber(s.a.v.), şunu ilave etti:
"İşte bunlara ne dağ dayanır ve ne de demir. Onların ikinci sınıfı da
kulaklarının birini serer, ötekini de kendisine yorgan yapıp öyle yatar. Fil,
yabani hayvan, deve ve domuz ne görürlerse yerler. Onlardan birisi öldüğünde de
onu yerler. Onların bir ucu Şam'da, bir ucu Horasan'da olacaktır. Doğu
nehirlerinin tümünü ve Taberiye gölünü de içeceklerdir."
Rudani,
C.5, H.no: 9931, s.372
ENOK(İDRİS):
YE'CUC-ME'CUC'U İFŞA EDİYOR
Güney
Afrika'da Swaziland-Mpaluzi kasabası yakınlarında bulunan 4 feet(120 cm)
uzunluğunda Dev ayak izi. Bu ayak izine dayanarak "Devler"in boyunu
hesaplarsak yaklaşık 8-9 metre olur.
İş adamı ve
pramit araştırmacısı Gregor Spörri'nin Mısır'da resmini çektiği "kesilmiş
dev parmağı". Mumyalanmış vaziyette saklanmış bu işaret parmağının
uzunluğu 38 cm'dir. Bugün normal bir insanın parmağı ise 7-8 cm civarındadır.
Bu uzunluğa dayanarak parmağın sahibi olan "devin boyu"nu hesaplarsak;
yaklaşık olarak 8-9 metre çıkar.
4)
Ye'cuc-Me'cuc; yani "Devler"in, tarihin hangi döneminde müşahede
edildiği, nasıl ortaya çıktığı ve nasıl Nuh tufanıyla helakın geldiği, en açık
bir şekilde "Enok'un Kitabı"nda açıklanmaktadır. "Enok'un
Kitabı"ndan aşağıya aldığımız metin okunurken parantez içi açıklamaların
bize ait olduğu bilinmelidir:
"1.
İnsanoğulları çoğalınca, güzel ve alımlı kızları oldu.
2.
Gözcüler(cin-şeytanlar); göklerin çocukları, onları(insan kızlarını) görüp
onlara karşı şehvet hissettiler. Birbirlerine dediler ki: ''Gelin insanların
arasından kendimize eşler seçelim ve onlardan çocuklarımız olsun.''
9.
Liderlerinin isimleri şöyleydi: Semyaza, Araklba, Rameel, Kokablel, Tamlel,
Ramlel, Danel, Ezeqeel, Baraqiyal, Asael, Armarel, Batarel, Ananel, Zaqiel,
Samsapeel, Satarel, Turel, Yomyael, Sariel. İki yüz gözcünün liderleri
bunlardı. (Bunlar; 19 kişilik gözcü-cin-şeytan lider grubu. İblis'in yalanıyla,
düşmüş melekler.)
10. Bunlara
tabi olan diğer tüm gözcüler (ki bunların da sayısı 200'dür) birlikte
kendilerine eşler aldılar. Her biri kendine bir eş seçti ve onlarla birleşmeye,
kendilerini onlarla kirletmeye başladılar. Onlara büyüler öğrettiler.
11. Sonra
kadınlar hamile kaldı ve boyları 135 metre(13.5 metre mi?) olan Devler doğurdu.
12. Sonunda
insanlar, onları besleyemeyecek hale gelene kadar, bu devler insanların
ürettiği her şeyi tüketti.
13. Ve
Devler, yemek için insanlara döndü ve onları yediler. Kuşlara, yabani
hayvanlara, sürüngenlere, balıklara karşı günah işlemeye ve sonra birbirlerinin
vücutlarını yemeye, hatta kanını içmeye başladılar.
(Enok'un
Kitabı 7. Bölüm)
Anlaşıldığına
göre bu cin-şeytanlarla, insan kızlarının birleşmesinden ortaya çıkan
Devler(Ye'cuc-Me'cuc), bir süre sonra insanları ve canlıları yemeye
başlıyorlar. İşte böylece dünya ve insanoğlu büyük bir ifsada uğruyor. Bize
göre devler; yani Ye'cuc-Me'cuc; aralarında bazı kavmi özellikler gösterse de;
esas iki ana gruba ayrılıyorlardı. Birincisi Ye'cuc; Peygamberimiz tarafından
da "Erz ağacı"nın boyuyla tavsif edilen dev adamlar. İkincisi Me'cuc;
yani boyları oldukça kısa olan cücelerdir.
Ye'cuc ve
Me'cuc'un, kontrol edilemez boyutlarda yeryüzünde fesat çıkarması ve
insanoğlunun feryatları üzerine Baş melekler, Rab'lerine yakarırlar ve daha
sonra da Nuh tufanı gelir. İşte Enok'un(İdris'in) kitabından bu duruma işaret
eden ifadeler:
"1.
Sonra Mikail ve Cebrail, Rafael, Suriel, Uriel göklerden aşağı bakıp, dünyada
dökülen hesapsız kanı, işlenen sınırsız kötülükleri gördü. Birbirlerine dediler
ki:
2.
''Boşalan dünyanın çığlıkları göklerin kapısına ulaştı.
3.
İnsanların ruhları bize sesleniyor ve durumlarını En Yüce'ye(Allah'a)
bildirmemizi istiyorlar.'' Onlar da Kral'a(Allah'a) dediler ki...
5.
Azazel'in neler yaptığını, dünyaya nasıl tüm kötülükleri öğrettiğini, göklerin
ebedi sırlarını nasıl ifşa ettiğini gördün." (Enok'un Kitabı 9. Bölüm)
ENOK(İDRİS)
KİMDİR?
Yeryüzünde
Ye'cuc-Me'cuc ifsadına şahit olan Enok kimdir? Burada hemen şunu hatırlatmalıyız
ki; Enok(Hanoh), İdris peygamberdir. Enok; Kur'an'da ve Tora'da ismi geçen bir
peygamberdir ve Nuh'un atasıdır. Yani Nuh'un dedesinin babasıdır. Tora'da;
Hanoh(Enok)'un oğlu Metuşelah, onun oğlu Lemeh, onun oğlu da Noah(Nuh) diye
yazılıdır. Enok'un 365 yıl Dünya'da yaşadıktan sonra yükseltildiği bildirilir.
Esasında, Enok'un ataları ve torunları yaklaşık 1000 sene yaşadığı halde; Enok,
365 yıl yaşamış daha sonra Azazel gibi Baş melekler boyutuna yükseltilmiş ve
zaman zaman meleklerle beraber görevli olarak Dünya'ya gelmiştir. Nitekim
birçok peygambere ve özellikle Musa ve Süleyman'a arkadaşlık ettiğini
Kur'an'dan biliyoruz.
Kur'an'da
İdris olarak geçer. Arapça "drs" kökünden "idris"; ders
görmüş-ilim sahibi anlamına gelir. Aynı zamanda Rabb'ine yükseltilmiş bir
peygamberdir. Allah katından "özel bir ilme"(ilmun ledun) sahiptir.
Hızır; diye halk arasında bilinen ve Musa'yla yolculuk eden, ona ders veren ve
Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar Süleyman'a getiren odur. Ancak
İblis ve cin-şeytanlar, insanların bu "Hızır kültü"nü kullanarak
insanları ve dostlarını rüyalarda yahut gerçek hayatta kandırmışlar ve kendi
mesajlarını bu yolla vermişlerdir. Halen İblis, bu "Enok-İdris-Hızır"
formunu kullanarak; birçok mutasavvıfları, kabalacıları ve çağın cahillerini
kandırmaya devam etmektedir. İşte Kur'an'da İdris peygamberle ilgili ayetler:
(Musa)
kölelerimizden bir köleyi(İdris-Hızır) buldu ki; Biz, ona katımızdan bir rahmet
vermiş ve nezdimizden bir ilim(ilmi ledun) öğretmiştik.
[KEHF(18)/65]
Kitap'ta
İdris'i de hatırla. Muhakkak o, bir sıddıktı ve nebiydi.
Biz onu
yüce bir 'mekan'a(makama) yükseltmiştik.
[MERYEM(19)/56-57]
(Süleyman'ın)
yanında, Kitap'tan ilim verilmiş bir kimse(İdris) dedi ki: "Sen gözünü
açıp kapayıncaya kadar, ben, onu sana getiririm." Derken (Süleyman) tahtı,
yanında dururken gördü, dedi ki: "Bu, Rabb'imin bana fazlıdır(lütfudur).
Rabb'im, kendisine teşekkür edecek miyim, yoksa örtecek miyim diye beni
denemektedir. Her kim, teşekkür ederse, onun teşekkürü kendisi içindir. Her kim
de örterse; muhakkak benim Rabb'im, Gani'dir(ihtiyaçsızdır),
Kerim'dir(üstündür-cömertdir).
[NEML(27)/40]
İNSAN
TOPLUMLARINI BAŞTAN ÇIKARANLAR: CİN-ŞEYTANLAR
Anladığımız
kadarıyla, Azazel melek boyutundayken, "cin toplumu"nun liderlerinden
19 kişi onun yardımcıları idi. Bunlar, kendilerini tamamen Allah'a adamış, O'nu
melekler gibi tespih ve takdis eden önderlerdendi. Bu sebeple de adeta
cennetlere; 2. Sema'ya yolculuk edebiliyorlar; meleklerin konuşmalarını;
Allah'tan gelen talimatları dinleyebiliyorlardı. Azazel, İblis olunca,
aldatıcı-yaldızlı laflarla bunların da ayaklarını kaydırdı. Böylece İblis'in
kölesi ve lanetli şeytanlar oldular. İblis'in; "düşmüş melekler"
dediği işte cinlerin ileri gelenlerinden olan bu 19 kişidir. Bu 19 kişilik
"öncü cinler" de, kendilerine bağlı olan cinleri saptırdılar ki
bunların da sayısı, Enok'a(İdris'e) göre 200'dür.
Arkasından
bütün bu cinlerin reisleri ve tabiinleri, İblis'in emrine girerek; nesli bozmak
için temasta bulundukları zamanın toplumlarını "cin boyutlu üstün insan
olmak" vaadiyle kandırmışlardır. Böylece insan kızlarıyla birleşerek
"Devler"in(Ye'cuc-Me'cuc'un) babaları olmuşlardır. Yüce Allah'ın
yasalarını çiğneyen herkes, sünnetullah gereği lanetlenerek kendilerini ve
çocuklarının geleceklerini tehlikeye atarlar. Enok, insanlığı uyarmak için
kitabında bunları detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak biz konuyu uzatmamak
için bunları aktarmıyoruz. Diğer taraftan "Ölü Deniz Parşömenleri Kumran
Yazıtları"nda benzer anlatımlar vardır. Nitekim Kumran metinlerinden
"devler olayı"nı ve "Nuh tufanı"nı kısaca şöyle
özetleyebiliriz:
"Bütün
bunlar, seçtikleri arasından kendilerine eş seçtiler, onların yanına gitmeye
başladılar ve onlarla kendilerini kirlettiler. Onlara büyücülük ve sihirbazlık
öğretmek için... Onlardan hamile kalıp devleri doğurdular...
"Güçlü
Olan(Allah), onlara haykırdı ve Dünya'nın bütün temelleri sallandı ve dipsiz
kuyulardaki sular fışkırdı. Göğün bütün pencereleri açıldı ve dipsiz kuyulardan
çıkan güçlü sular sele dönüştü. Göğün pencerelerinden yağmurlar boşaldı ve O,
Tufan'la onları yok etti... Bu nedenle kuru toprak üzerindeki her şey helak
oldu; adamlar, hayvanlar, kuşlar ve kanatlı yaratıklar öldü. Devler
kaçmadı..."
Ye'cuc-Me'cuc,
Enok zamanında ortaya çıkmış, torunu Lemeh'in oğlu Nuh zamanında da "Nuh
tufanı"yla Dünya yaşayanları cezalandırılmıştır. Devler, iblislere tabi
olan insanlığı tekrar cezalandırmak için Yaklaşansaat'te tekrar yeryüzüne
çıkarılmak üzere yer altına geçirilmişlerdir. Ne ölmüşler, ne de kaçıp
kurtulmuşlardır, saklı bulundukları yer altı sığınakları batmıştır. Zamanı
geldiğinde bu Devler(Ye'cuc-Me'cuc), serbest bırakılacaklar ve Deccal'e tabi
olanlara her bir tepeden saldıracaklardır. Ye'cuc-Me'cuc'un, Yaklaşansaat'te
Dünya insanlığı için nasıl bir tehdit oluşturduğu; Kur'an'da, "Sahih
Sünnet"te ve "Eski Ahit"te muhkem ve şiddetli bir şekilde ortaya
konmuştur.
Ancak biz
bu noktadan sonra, "Ye'cuc-Me'cuc devlerini ve cüceleri"ni üreten
çağa ve toplumlara ışık tutmaya çalışacağız. Bu konuda başvuracağımız
kaynaklar, doğrudan kutsal kitaplar ve vahiy kaynakları olmayıp; eski kavimlere
ait tarihi-arkeolojik araştırmalar olacaktır. Yani her ne kadar sözünü
ettiğimiz bu çalışmalar, bilimsellik iddiasında olsalar da; alanın kayganlığı
ve belirsizliği dolayısıyla, bizim de varacağımız sonuçlar elbette tartışılır
olacaktır.
Bu
bölümdeki temel yöntemimiz, tüm verileri yine Kur'an'ın ve Vahyin ışığında
analiz etmek ve muhtemel sonuçlara ulaşmaktır. O halde burada temel sorularımız
şunlar olacaktır: dünyayı ifsada ve dehşete düşüren Ye'cuc-Me'cuc; hangi
zamanda ortaya çıktı? Bu fesat yaratıklarını doğuran "eski çağların
hegemon kavimleri" ve bunların Dünya üzerindeki küresel etkileri nasıldı?
Neden böyle evrensel bir felaket ortaya çıktı ve Sonsuz Yüce Rahman'ın Kahhar
sıfatı tecelli etti? Bir benzeri olmayan ve olmayacak olan Nuh Tufanı sonucunda
Ye'cuc-Me'cuc'un akıbeti ne oldu? Evet bu soruları daha da çoğaltabiliriz... Mu
ve Atlantis gibi antik toplumlar bunun neresinde? Bu en eski iki toplumun
ataları, oluşumu ve yurtları hakkında ne biliyoruz? Bu toplumlar, gelişmiş bir
uygarlık mı, yoksa bugün İblis'in ordusunun Dünya'yı ele geçirmek için ürettiği
"galaktik uzaylı-insan uygarlığı" yaldızlı hapının yutturulduğu
"yozlaşmış-şeytanlaşmış toplumlar" mı?
Bu
soruları, insanoğlunun Dünya gezegenine atılma ve orada çoğalıp yayılma
serüvenini ortaya koyarak cevaplamaya çalışacağız. Şu andan itibaren ortaya
atacağımız görüşler; vahyi-dini-bilimsel kanıtlar ışığında "alternatif bir
tez"dir ve elbette tartışmaya açıktır. Ancak biz, bu tezin gerçeklik
ihtimaliyetinin yüksek olduğuna inanmaktayız.
ADEM
"ADEN CENNETİ"NDEN "ADEN BAHÇESİ"NE İNDİRİLDİ
Adem'i,
Sonsuz Yüce Rabb'imiz, Mekke civarından aldığı "Dünya toprağı"ndan
şekillendirdi. Önceden yarattığı "Adem'in Ruhu"nu bu kurumuş
"çamur formu"na üfleyerek hayata getirdi ve "Aden Cenneti"ne
yerleştirdi. Aden Cenneti(cenneti adnin), Kur'an'da 11 ayette aynen
tekrarlanarak müminlere vaad edilmektedir. Adem bir süre Aden Cenneti'nde
kaldı. Daha sonra yaklaşmaması gereken ağaca yaklaştı, yememesi gereken
meyvesinden İblis'in "melek olma-cennette ebedi kalma tuzağı"na
düşerek yedi ve cennetten kovuldu. Ancak "tevbe" ettiği için
affedildi ve Dünya'daki "Aden-Yemen-Mekke" bölgesine yerleştirildi.
Böylece Yüce Allah'ın; "birbirinize düşman olarak oradan(cennetten)
inin!" talimatı gereğince İblis, Adem ve Havva, Dünya gezegenine
gönderilmiş oldular.
Peygamberimizden
gelen haberlere göre; Adem, Hindistan'a; Havva, Cidde-Mekke'ye indirildi. Bir
zaman sonra Mekke'de buluştular. Taberi şöyle ifade eder:
"Adem,
Hint'e, Havva Cidde'ye indirildi. Adem, onu arayarak Arabistan'a geldi, onlar
birbirleriyle buluştular. Havva orada ona yaklaştığı için buluştukları yere
Müzdelife adı verildi. Buluşup tanıştıkları yere Arafat, bir arada
toplandıkları yere Cemi dendi."
Müzdelife;
Mekke'de, Arafat ile Mina arasında bulunan ve Hac'da, Arafat'tan sonra
"vakfe" yapılan yerdir. Müzdelife kelimesi, "yaklaşmak,
yakınlaşmak" anlamındaki Arapca "zlf" kökünden türetilmiş olup,
"yakınlaşılan yer" anlamında, ism-i mekân(mekan ismi)dir. Ayrıca
burası, "buluşma-toplanma" anlamında Cem adıyla da anılmaktadır.
Adem,
Havva'yla buluştuktan sonra yaşamını, Mekke merkezli ve Aden-Yemen bölgesinde
sürdürür. İnsanlığın başlangıcında bu bölge; hatta "Arap
Yarımadası"nın tamamı, adeta bir cennet gibi yaşama elverişliydi. Bu coğrafya;
ırmaklar, ormanlar, bitkiler ve hayvanlarla donatılmış; ılıman bir iklime
sahipti. İnsanoğlunun kökleri, buradan Afrika'ya, Asya'ya ve Arabistan'ın
kuzeyine yayılmışlardır. İnsanlığın başlangıcı ve yaşam serüveni bu merkezden
başlayarak; Nuh tufanına kadar Dünya'nın her bir yanına yayılmıştır. Bunun
kanıtlarını yeri geldiğinde ifade edeceğiz. Şimdi ise burada Adem'in "Aden
cenneti"nden, "Mekke-Aden-Yemen Dünya bahçesi"ne
yerleştirildiğinin Tora'daki kanıtını vereceğiz. İşte Tora(Tevrat)'ın
Bereşit(Tekvin) kitabında yer alan ayetler:
"Tanrı,
içinden alındığı toprağı işlemesi için onu (insanı), Eden
Bahçesi'nden(cennetten) kovdu.
İnsanı
sürdü ve Yaşam Ağacı yolunu korumak için, Eden'in doğusuna Keruvim'i ve
'sürekli dönen kılıcın alevi'ni yerleştirdi." (Bereşit: 3/23-24)
3/23
ayetinde; Adem'in, Dünya toprağından yaratıldığına gönderme var ve ayetin
devamında; bu toprağı(dünya toprağını) işlesin diye Eden(Aden) cennetinden
kovulduğu bildiriliyor. Adem'in, Mekke civarındaki dağlardan alınan topraktan
yaratıldığına dair Peygamberimizden haberler vardır. Hatta bu Mekke-Medine
arasındaki bütün bu dağlara Paran(Faran) dağları denmektedir. İbranice'de de
mevcut olan bu "faran" kelimesinin Arapça'da kökü "frn"dir
ve "fırın-furun" ismiyle de anlamdaştır.
3/24'de
Adem'in(insanın) cennetten sürülüşü tekrar vurgulanıyor. Yaşam Ağacı(Adem'in
nesli)ni korumak için "Aden(Mekke-Yemen) Yurdu"nun; yani "Güney
Arabistan"ın doğusuna Keruvim'in(meleklerin) ve "dönen kılıcın
alevi"nin(cinlerin) yerleştirildiği bize bildiriliyor.
"Dönen
kılıcın alevi" tanımlaması dumansız alevden yaratılmış olan cinleri en
güzel bir şekilde tanımlamaktadır. Cinlerin Doğu'da Pasifik'te "Solomon
adaları merkezli bir bölge"de yerleştirildiğine ileride değineceğiz.
Böylece Adem, "Aden-Yemen"e; cinler Doğu'ya; melekler de "Yaşam
Ağacı"nı korumak için ikisinin arasına yerleştirilmiş olmaktadır. Bir
anlamda Adem'in ve neslinin yaşayacağı "Mekke-Yemen Yurdu",
"cinler"in şerrinden korunmuş bulunmaktadır.
"MEKKE-KABE"NİN
KONUMU VE İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ
"İlk Kabe"nin,
Adem'den önce ya da sonra Mekke'ye, Sema'dan indirildiği; 8. Sema'da Arş'ın
altında "melekler"in toplanıp Sonsuz Yüce Rabb'imizi tespih ve tekbir
ettikleri ve etrafında döndükleri "Sema'daki Kabe"nin bir izdüşümü
olduğu konusunda rivayetler vardır. "Sema'daki Kabe"nin bir
izdüşümü-benzeri olan Kabe, Dünya'nın merkezinde; yani Mekke'de tesis
edilmiştir. Mekke'deki bu "kutsal ev"in; "kadim ev"(Beyti
Atik) olduğu Kur'an'da ve hadislerde beyan edilmektedir. Nitekim Kur'an'da
HAC(22)/33'de Kabe'ye; "Beyti Atik"(eski-antik ev) diye atıf
yapılırken; diğer bir ayette de yeryüzünde insanlar için "ilk
vazedilen(konan) ev"in, Kabe olduğu bildirilir:
Muhakkak
ki, Bekke(Mekke)de insanlar için ilk vazedilen(konan) Ev, mübarek ve alemlere
hidayet olan (Kabe)dir.
[AL-İ
İMRAN(3)/96]
İmam
Suyuti'nin Camiu's-Sağir'inde bir rivayette; "Beytü'l-Ma'mur"un,
Sema'da bir Mescid(Kabe) olduğu ve bu Mescid'in(Sema'daki Kabe'nin) izdüşümünün
de Mekke'deki Kabe olduğu ifade edilir. Aynı rivayette, Sema'daki bu
"Beytü'l Ma'mur"u, "melekler"in sürekli tavaf ederek Yüce
Rabb'imizi tespih ettikleri; onun, Sema'daki hürmetinin, Kabe'nin Arz'daki
hürmeti gibi olduğu bildirilir. Nitekim Kur'an'ın TUR(52)/4 ayetinde
"Beytü'l Ma'mur"a(imar edilmiş Ev'e) Sonsuz Yüce Rabb'imiz yemin eder
ki bu oldukça anlamlı bir yemindir.
Taberani'nin
Mu'cemu'l-Kebir'inde de; İbn Amr bin el-As'tan rivayet edilen bir hadiste şöyle
denir:
Allah,
Adem'i yeryüzüne indirdiği zaman şöyle der: "Ben seninle beraber, Arş'ımın
etrafında dönüldüğü gibi, dönülecek olan bir Ev(Kabe) indireceğim."
İbni
Abbas'tan nakledilen başka bir hadiste de Adem, Kabe'yi tavaf edip hac görevini
bitirdikten sonra, melekler kendisiyle karşılaşır ve kendisine şöyle derler:
"Ey Adem! Haccın kabul olsun!"
Kabe,
Sema'dan indirildiğinde "Hacerül Esved" ışıklı bir cennet taşıydı.
Adem'in, cennet özlemini gidermek için sık sık Kabe'yi ziyaret ettiği, hem
hadislerde hem de saklı metinlerde geçer. "Adem ve Havva" saklı
metninde Adem, Havva ve oğulları Şit'in, Cennet'i görmek ve Sonsuz Yüce Allah'a
yalvarmak için "Cennet bahçesine gittikleri" sık sık ifade edilir ki;
o yer Kabe'dir. Ve adeta görüntülü telefon yahut bir televizyon gibi cennetle
iletişimi sağlayan bu "ışıklı-parlak taş", "Hacerül
Esved"dir. Adem ve soyunun, bu ışıklı cennet yakutu olan "Hacerül
Esved"le cenneti gördüklerini; özellikle Adem'in böylece cennet özlemini
giderdiğini söyleyebiliriz. Ancak sonradan ademoğlunun "şirk
koşması"yla, söz konusu olan taşın karardığı ve bu fonksiyonunu kaybettiği
ifade edilmektedir.
Taberi rivayetine
göre Adem'den sonra oğlu Şit, yeryüzünde halife peygamber oldu. Adem öldüğü
zaman ademoğulları 40.000'e ulaşmıştı. Şit, Mekke'de oturdu ve ömrünü Mekke
merkezli Güney Arabistan'da tamamladı. Kabe'yi tavaf eder, şerefli sayar ve
imar ederdi.
Diğer
taraftan Mekke, coğrafi açıdan; enlem, boylam ve kutuplara olan mesafesi
bakımından, "altın oran"a uygun bir "merkez"dir. Kur'an
EN'AM(6)/92 ayetindeki "ümmül kura"; yani "şehirlerin
anası-merkezi" ifadesi, anlamlı ve önemli bir işarettir. Bu kavramla Kur'an,
"Mekke'nin merkezi konumu"na ve "insanoğlunun başlangıcı"na
atıfta bulunmaktadır. Nitekim Prof. Dr. Zağlul en-Naccar bu konuda şunları
söylüyor:
"Batı,
Mekke'nin, Gezegenimizin merkezinde bulunduğuna dair bilimsel kanıtlardan
hoşlanmıyor. Ancak biz her şeye rağmen araştırmalarımıza devam edeceğiz. Ve
bunun bir gerçek olduğunu ortaya koyacağız. Prof. Dr. Hüseyin Kemaleddin,
Dünya'nın başlıca şehirlerinde kıble yönünü belirlemeye çalışırken; Mekke'nin,
Yerküre'yi oluşturan yedi kıtanın hepsinin etrafından geçen bir dairenin tam
merkezinde olduğunu gösterdi."
Sonuç
olarak Adem'den beri; özellikle de İbrahim'den beri bu "merkez",
korunmuş, haram belde ve şirk koşulmadığı taktirde "melekler"in
kuşattığı "emin belde" olma özelliğini hep korumuştur. Ancak bugünkü
gibi "şirk"in-"cehalet"in at koşturduğu her yer, her toplum
merkezi; ne emindir, ne korunmuştur ve ne de Sonsuz Yüce Allah'ın azabından
uzaktır.
Yukarıdan
beri işaret ettiğimiz deliller, insanoğlunun Dünya gezegenindeki yaşam
serüvenin "başlangıç noktası"nın "Mekke merkezli Güney
Arabistan" olduğu tezimize önemli bir katkı sağlamaktadır.
ADEM'İN İLK
OĞULLARI: KABİL(KAYİN), HABİL(EVEL)'İ ÖLDÜRDÜ!
Adem'in,
yerleşik hale geldiği bu Mekke merkezli "Dünya Yurdu"nda ilk oğlu
Kabil, ikincisi Habil'dir. Adem ve Havva Allah'tan salih bir erkek evlat
isterler. Kabil'e hamile olan ve gittikçe ağırlaşan Havva ve Adem, bu sırada
ikinci büyük hatalarını işlerler; çocuğun doğumuyla Allah'a ortak koşarlar.
Bunun üzerine Yüce Allah da onları şiddetle kınar. İşte Kur'an'da ve Tora'daki
delilleri... Kur'an, Kabil'in(Kayin'in) doğuşunu ve "şirk"
koşulmasını şöyle açıklıyor:
O(Allah)
ki, sizi tek bir nefisten(Adem'den) yarattı. Onda sükun bulması için,
kendisinden zevcesini(eşini) yarattı. O zaman ki, onu örttü, o hafif bir yükle
yüklendi ve onunla(o yükle) dolaştı. Arkasından ağırlaştı. Ve o ikisi, Rableri
olan Allah'ı çağırdı: "Şayet bize bir salih (çocuk) verirsen, elbette biz,
teşekkür edenlerden olacağız."
Ne zaman ki
(Allah), o ikisine salih bir çocuk verdi, o ikisi, onlara verdiği çocuk
konusunda O'na(Allah'a) ortaklar kıldılar. Allah, onların şirk(ortak)
koştuklarından yücedir, münezzehtir.
Onlar
hiçbir şey yaratamayan yaratılmışlar iken, (Allah'a) şirk(ortak) mı koşuyorlar?
Onlar(ortak
koştukları), ne onlara, ne de kendilerine yardım etmeye güç yetiremezler.
[ARAF(7)/189-192]
Tora(Tevrat)
ise nasıl ortak koşulduğunu bildiriyor ve Kur'an ayetlerini adeta tefsir
ediyor:
Adem eşi
Havva'yı bildi. (Havva) hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu ve "Tanrı ile
birlikte bir insan edindim." dedi.
Bir doğum
daha yaptı; (Kayin'in) kardeşi Evel'i (doğurdu). Evel davar çobanı oldu; Kayin
ise toprak işçisiydi. (Bereşit: 4/1-2)
4/1'de
Havva, Kabil(Kayin) doğunca ne diyor: "Tanrı ile birlikte bir insan
edindim." İşte şirk olan bir ifade... Adem'i ve Havva'yı doğrudan Sonsuz
Yüce Allah yarattı. Sanki Allah'ın onlara lütfettiği "bu çocuk";
Adem, Havva ve onların yol göstericileri, yardımcıları olan meleklerin, Tanrı
ile birlikte meydana getirdikleri bir "çocuk-insan". Allah'ın
dışındaki sebeplere bir pay ayırmak, Allah'a ortak koşmaktır,
"şirk"tir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ARAF(7)/190 ayetinde, Yüce
Rabb'imiz bunu açıkça bildiriyor:
"Ne
zaman ki (Allah), o ikisine salih bir çocuk verdi, o ikisi, onlara verdiği
çocuk konusunda, O'na(Allah'a) ortaklar kıldılar. Allah, onların şirk(ortak)
koştuklarından yücedir, münezzehtir."
Evet, işte
Kabil(Kayin)in hikayesi buradan başlıyor ve "Mu-Atlantis"e kadar
uzanıyor. Bu şekilde doğan ve büyüyen Kabil(Kayin), kendisinden sonra doğan
küçük kardeşi Habil(Evel)'i kıskançlıkla öldürür ve lanetli hale gelir. İşte
Tora'nın ifadeleri:
Tanrı;
"Ne yaptın?" dedi. "Kardeşinin kanının sesi, topraktan bana
doğru haykırıyor."
"Şimdi
sen, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açan topraktan daha da
lanetlisin."
"Toprağı
işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek. Dünyada göçebe ve yalnız
olacaksın."
Kayin,
Tanrı'nın huzurundan ayrıldı. Eden'in doğusundaki Nod ülkesinde yerleşti.
Bereşit(Tekvin):
4/10-12,16
Birincisi,
Kabil doğduğu zaman anne ve babası, "şirk" olan ikinci büyük hatayı
işlediler. İkincisi, Kabil, olgunluk çağında Habil'i kıskanarak öldürmeye
teşebbüs etti ve öldürdü. Böylece insanlık tarihinin "taammüden kardeş
öldüren" ilk katili oldu ve kardeş kanının dökülmesinin yolunu açtı.
Sonsuz Yüce Allah, onu lanetledi. Artık işlediği topraktan önceki gibi verim
alamayacağını; yalnız ve göçebe olacağını bildirdi. Yüce Rabb'imizin
Rahmeti'nden mahrum olan Kabil, "Eden yurdu"nu; yani Mekke merkezli
"Güney Arabistan"ı terk etti ve bu yurdun doğusuna; "Nod
Ülkesi"ne gitti. "Nod"; İbranice'de "yalıtılmış" ya da
"göçebelik" anlamına gelir ki; Kabil, böylece Aden'in doğusuna;
göçebelik diyarına; Asya'ya gitmiştir.
Daha sonra
İsrailoğulları'nda sehven adam öldüren kimselerin, öldürülmemesi ve katilin
oraya kaçabilmesi için "vaad edilen toprakların doğu tarafında bir
bölge" oluşturulur. Tora'da bu konuda birçok ayet vardır. Devarim(Tesniye)
4/41 de; " O zaman Moşe, Yarden'in(Erden ırmağının) güneşin doğduğu
(taraftaki) yakasında üç şehir ayırdı." ayeti bu meseleyi özetlemek için
yeterlidir. Ancak kasten(taammüden) adam öldürenler öldürülür, kısas vardır. Kabil,
kasten kardeşini öldürmesine rağmen öldürülmemiş, lanetli olarak Asya'ya
kaçmasına müsaade edilmiştir. Bunun sebebi ise; cinayetin örneksiz olarak
işlenmesi; bu konuda bir bilinç olmamasıdır ki bu zannımızca hafifletici bir
unsurdur. Elbette en iyisini, her yaptığı işte sayısız "hikmetler"
bulunan Sonsuz İlim Sahibi Yüce Rabb'imiz bilir.
İNSANLIK
DÜNYAYA NASIL YAYILDI?
1)
Yemen-Umman'da: "Cebeli Faya" Arkeolojik Çalışması
Bugün
modern araştırmalar, insanlığın, Dünya'ya, Afrika'dan; özellikle Doğu Afrika'dan;
yani "Aden körfezi"ne yakın Rift vadisinden yayıldığını
söylemektedir. Ancak en son yapılan bir arkeolojik çalışmada, Arap
Yarımadası'nın güneyinde; "Aden-Yemen"in doğusunda; Cebeli Faya'da
önemli kanıtlar bulunmuştur. Londra Üniversitesinden Simon Armitage ve
meslektaşlarının 2011 yılında "Science Dergisi"nde yayınladıkları ve
Yaklaşansaat'te haber olarak verdiğimiz bu araştırmada şu tespitler
yapılmaktadır:
"Birleşik
Arap Emirlikleri'ndeki Jebel Faya(Faya dağı); bereketsiz çölleri ve tepeleri,
seyrek yağmurları ve kumlu toprağı ile sadece birkaç göçebe bedevinin
dayanabileceği, tamamen yaşanması zor bir yer olarak görünüyor. Ancak, 125.000
yıl önce her şey çok farklıydı. Çöller, bolca su ve av hayvanını barındıran bir
savanaydı. Yani geniş ova, çayır, küçük ağaçlıklar, yeşilliklerden oluşan
ekosistem.
"Ekip,
bu ilk modern insanların, İran körfezinden bile geçip ilerlemiş, belki de
Hindistan'a, Endonezya'ya, hatta Avustralya'ya gitmiş olabileceklerine
inanmaktadır.
"Son
interglasiyel(buzularası) çağda, Doğu Arabistan'da insan varlığını gösteren
Jebel Faya'da deliller bulunmaktadır. Jebel Faya'da bulunan aletler, Doğu
Afrika'daki Orta Taş Çağının son dönemleri ile benzerlikler göstermektedir.
Diğer
taraftan, buzularası çağda deniz seviyesi yüksekken, (Arabistan'daki) Necd
platosunda bitki yoğunluğu fazlaydı ve daha çok su bulunmaktaydı.
"Güney
Arabistan, insan nüfusun artması için ikinci bir merkez olmuş olabilir... Güney
Arabistan'da yağmurlu dönemlere ilişkin kanıtlar bulunmaktadır. Muhtemelen
insan popülasyonları, kıyı şeridine ilaveten, Arabistan'ın içlerine doğru da
arttı ve ilerledi.
"Sonuç
olarak, muhtemelen İran körfezi bölgesi, avantajlı dönemlerde ilk modern
insanların yayılmış olabileceği diğer bir popülasyon merkezini oluşturdu. Güneydoğu
Arabistan'dan, İran körfezine giriş, muhtemelen Hacar dağlarından İran körfezi
havzasına uzanan çok sayıda vadi kanalları aracılığı ile olmuş olabilir. Bu
kanallar aynı zamanda, körfez öncesi (proto-Gulf) kıyılar boyunca, tatlı su
kaynaklarına erişimi sağlayarak, insan göçünü kolaylaştırmıştır."
2)
Yemen-Umman'da: "Dhofar" Arkeolojik Çalışması
Bu yazımızı
tamamlamak üzereyken Arabistan'da yapılmış çok yeni bir arkeolojik çalışma
elimize geçti. Faya'da yapılan çalışmayı ve bizim tezimizi destekleyen
çalışmanın lideri İngiltere'deki Birmingham Üniversitesinden paleolitik(yontma
taş devri) arkeoloğu Jeffrey Rose'un ekibinin, "LiveScience"da
yayınlanan çalışmasından işte birkaç paragraf daha:
"Umman
Sultanlığı'nda 100'den fazla yeni bulunan bölge, genetik kanıtların işaret
ettiğinden daha uzun süre önce Afrika'dan göçün Arabistan içlerinden olduğunu
doğruluyor. İlginç bir şekilde yeni bulunan bu bölgeler, kıyılardan çok uzak,
iç bölgelerde yer alıyor." Jeffrey Rose şunları söylüyor:
"On
yıldır Güney Arabistan'da ilk insan yayılışını anlamamıza yardımcı olacak
deliller aramamızdan sonra, nihayet Afrika'dan çıkışla ilgili açık deliller
bulduk. Bunu heyecanlı yapan ise, bu senaryonun daha önce hiç düşünülmemiş
olmasıydı."
Uluslararası
ekipteki arkeolog ve jeologlar araştırmalarını Arabistan Yarımadası'nda
bulunan, Güney Umman'ın güneydoğu köşesinde bulunan Dhofar dağlarında yaptı.
Southern Methodist Üniversitesinden araştırmacı Antony Marks, kıyı boyunca
toplu göçe işaret ederek kıyılardan geçen birinin deniz ürünlerini
kullanmasının, çölün içinden geçmesine göre daha fazla anlam ifade edeceğini
belirterek şunları söyledi:
"Kıyıdan
göç hipotezi bir taraftan makul gözükse de bunu doğrulayacak arkeolojik hiçbir
kanıt yok."
Araştırma
ekibi 2010 sezonu bitiminde planladıkları son yer olan, sıcak, rüzgarlı, nehir
kanalının yakınlarında bir çok taş aletin dağınık halde bulunduğu kuru bir
platoya gitti. Bu tarz taş aletler Arabistan'da yaygın olarak bulunuyordu ancak
bu zamana kadar bulunanların hepsi nispeten daha geç zamanlarda yapılmıştı.
Yakın incelemelerden sonra Rose; "Bunlar Nübyelilere(Kuzey Afrika'da
yaşayan etnik bir gruba) ait taşlar. Burada ne işleri var." diyerek
arkadaşlarının dikkatini çekti. Araştırmacılara göre, bu çorak çöllerde bulunan
birçok kanıt, çalışma alanının önemini vurguluyor. Marks:
"Bu
bölgede, teorik modellerle, gerçek kanıtlar arasındaki bağları kopartacak
örneklerimiz var." diyor.
Bu
taşların, birisi tarafından terkedilmek yerine yapıldığı düşünülüyor. Nasılsa
bu taş aletlerin yapıldığı zamanda, Arabistan kuş uçmaz kervan geçmez viran ve
ıssız bir yer değildi. O zamanlarda kıyıya düşen bereketli yağmurlar,
Arabistan'ın çorak arazilerini verimli yapıyordu. Araştırmacıların açıklamalarına
göre, bu otlaklıklarda avlanabilecek birçok hayvan bulunuyordu. Rose:
"Belli
bir süreliğine Güney Arabistan, iri av hayvanları, bolca akan taze sular ve
taştan araçlar yapmaya yarayan yüksek kalitede çakmak taşları gibi zengin
kaynaklara sahip yeşil bir alandı." diyor.
Araştırmacıların
iddia ettiğine göre, modern insanların Afrika'dan ilk göçü, Arabistan'ın
kıyısından değil; günümüzde otoyol olarak kullandığımız nehir bağlantıları
boyunca yapılmıştır. Buralarda ilk modern insanların Afrika savanalarında
avlamaya alıştıkları ceylanlar, antiloplar ve dağ keçileri gibi cazip hediyeler
olduğu düşünülüyor. Rose, LiveScience ekibine şu açıklamada bulundu.
"70.000
yıl önce yapılan toplu göçün genetik işaretlerine baktığımızda, çıkışın
Afrika'dan değil, Arabistan'dan yapılmış olabileceğini gördük."
Arkeologlar,
Güney Arabistan çölleri boyunca "taş kalıntılarının yolları" olarak
adlandırılan kanıtlardan daha fazla bulmak için taramaya devam edecekler."
TEZİMİZ:
İNSANLIK, DÜNYA'YA "GÜNEY ARABİSTAN"DAN YAYILDI
Yukarıdan
beri ortaya koyduğumuz özellikle vahye dayalı deliller; insanlığın
başlangıcının ve yayılma merkezinin Mekke merkezli "Güney Arabistan";
yani Mekke'yi içine alan "Aden-Yemen" bölgesi olduğunu bize açıkça
göstermektedir. Adem, "Aden Cenneti"nden, Dünya'daki "Aden
Bahçesi"ne indirilmiş; ademoğulları buradan dünyaya yayılmışlardır. Güney
Arabistan, tarihler boyunca verimliliği ve her yöne ulaşım kolaylığı
dolayısıyla hep "Saadet Ülkesi" yahut "Bereketli Arabistan"
olarak görülmüştür. Nuh'tan sonra ortaya çıkan, Arapların atası olan ve dillere
destan bağ-bahçelerine ve gücüne Kur'an'da işaret edilen "Ad-İrem
Kavmi"nin yurdu da burası olmuştur.
Bu bölgenin
Doğu Afrika'yla Aden körfezi bağlantısı; Asya ile Umman körfezi bağlantısı, bu
yayılmanın önemli iki yönünü bize göstermektedir. Ademoğullarının üçüncü
yayılma yönü ise Arabistan'ın içinden kuzeye doğrudur. Son yapılan çalışmalarla
da güç kazandığı gibi ademoğlu, Arabistan'ın içinden; bugün kurumuş gözüken,
ancak insanlığın başlangıcında gürül gürül akan nehir yatakları boyunca
Arabistan'ın kuzeyi yönünde ilerlemiş; Orta Doğu'ya ve Mezopotamya'ya
yayılmıştır.
Bugün
özellikle evrim aşığı araştırmacılar, modern insanın başlangıcını Afrika'da
aramaktadır, zira bu arayış onların "evrim felsefesi"ne uygun
düşmektedir. Modern insanlığın evrimleşerek ortaya çıkması için ilkel
aşamalardan geçmesi varsayılmaktadır. Afrika'nın, hatta Doğu Afrika'nın
başlangıç noktası izlenimi vermesi; bir anlamda yanılgıdır, bir anlamda da Aden
körfezinin en yakın komşusu olarak bizim tezimizi desteklemektedir. Afrika'da
yapılan araştırmalar Güney Arabistan'da yapılsa, umuyoruz ki tezimizi
doğrulayan kanıtlar daha da güçlenecektir. Nitekim yukarıda özetlediğimiz
Yemen-Umman bölgesinde Cebeli Faya'da ve Dhofar bölgesinde yapılan arkeolojik
çalışmalar, bizi doğrulamaktadır. Bu çalışmalar arttıkça tezimizin tamamen
doğrulanacağı konusundan hiçbir kuşkumuz yoktur.
Adem'in ilk
oğlu Kabil'in, "Nod Ülkesi"ne; Doğu'ya sürüldüğünü ve Cebeli Faya
yoluyla Umman körfezinden geçerek Asya'ya geçtiğini ifade etmiştik. Kabil'in,
bugünkü İran üzerinden Afganistan-Kabil'e; oradan da "Kabil soyu"nun,
Tibet-Hind-Çin ve Asya'nın tamamına yayıldığını düşünmekteyiz.
KABİL-YUAN-ÇİN
VE MU TOPLUMU
Kabil ismi,
Afganistan'da anlamlı ve yaygın bir isimdir. Kabil isminin yüklendiği olumsuz
anlam dikkate alındığında; sonradan kullanıma girmesinin anlamlı olmayacağı
açıktır. Ancak tarihsel köklere dayanarak zamanımıza ulaşması, bizce daha
gerçekçi bir tespittir. Kabil, bugün Afganistan'ın başkenti ve en büyük
şehridir. Kabil vilayeti, Hindukuş dağlarının güneyinden Hindistan'a giden yol
üzerinde kurulmuş 1800 metre yüksekliğinde bir merkezdir. Aynı zamanda tarihi
ipek yolu üzerinde, Asya'ya açılan bir kapıdır. Pakistan'a geçit veren Hayber
geçidini de kontrol eden stratejik öneme sahip bir "antik şehir"dir.
Kabil vilayetinin bir de Kabil ilçesi vardır. Ayrıca bölgeye bu ismi veren başkentin
ortasından geçen Kabil nehri bulunmaktadır. Afganistan'ın doğusundan yola çıkar
ve Peşaver'in kuzeydoğusundan geçerek İndus nehrine katılır.
Evet,
Asya'nın Kabil kapısından ilerleyen "Kabil soyu", Çin'e kadar
ilerlemiş; Tufan'dan önceki Uygur-Tibet, Hint ve Çin karasında egemen olan
"Mu İmparatorluğu"nun; yani "Mu Karası"nın atası olmuştur.
Muhtemelen Atlas okyanusunda yer alan "Atlantis Karası"nda
konumlanmış olan "Atlantis toplumu"nun atası ise "Mu toplumu"dur.
Yani batmadan önce Atlas okyanusunda konumlanan Atlantis toplumunun atası
Mu'dur.
Taberi,
Özellikle Çinlilerin atasının Kabil olduğunu bir hadise dayanarak bize
bildirir. "Şarabı, çalgıyı, kopuzu, telli çalgılara kıl takmayı,
defe-davula deri geçirmeyi ve bunun gibi işleri ilk önce kim icad etti?"
şeklindeki bir soruya Peygamber (s.a.v.)'in cevabı özetle şöyledir:
"Bu
sorduğunuz şeyler Kabil oğullarından kaldı. Kabil'in çocukları arasında çok
zaman önce bir kişi vardı ki adına Yuan derlerdi. Yuan, şenliği, şadlığı seven
bir kişiydi. Şeytan onunla arkadaş oldu. Onu bu gibi eğlencelere alıştırdı,
şevklendirdi. Bu gibi çalgıları ona hep İblis öğretti. Öyle ki yaş üzümü sıkıp
şira etti. Birkaç gün ekşiyinceye kadar onu bıraktı. Sonra küplere testilere
koydu. Çengiler düzdü, eğlenceler kurdu. O şaraptan bir miktar ortaya koyar,
herkese içirirdi. Biraz çalgı çalardı, biraz da kalkar oynardı. Onlara bu
şeyler gittikçe hoş gelmeye başladı. Herkes bu Yuan gence yakınlaşıp, onunla
dostluk ettiler. Sonra İblis, insan formunda geldi, onunla arkadaşlık etti,
onunla birlikte yiyip içti. Yuan'ı, güzel sözlerle eğlendirmeye başladı, onun
taşkınlıklarını daha da artırdı. İşte bunların hepsi o Yuan'dan kalmıştır. O
Yuan'a da Şeytan öğretmiştir."
Tarih-i
Taberi, C.1, s.76
Hadis'te
şaşılacak derecede ismi çokça zikredilen kişi, Kabil'in oğullarından birisi ve
üstelik adı da Yuan. Yuan bugün bize hiç de yabancı gelmiyor. Bilindiği gibi
Yuan, Çin'in sadece milli parası değil, çok daha fazlası, Çinlileri ve Çin
tarihini simgeleyen bir "şifre-isim". Çin Halk Cumhuriyeti'nin resmi
para birimi Yuan'dır ve Çin Merkez Bankası tarafından basılır. Yuan Hanedanlığı
(1280-1368) yılları arasında egemen olmuştur. Çin'de bir araştırma yapılacak
olursa en yaygın isimlerden birisinin "Yuan" olduğu görülür. Tipik
bir örnek: Çin tarihindeki en büyük şair, bin yılı aşkın süreden beri
Çinlilerin en çok sevdikleri klasik şairlerinin ismi "Qu Yuan" iken,
bugün için Çin İstişare Komitesi üyesi ve Çin Askeri Akademisi Dünya Askeri
Araştırmalar Enstitüsünün eski başkan yardımcısı Tümgeneralin ismi "Luo
Yuan"dır. "Yuan" adeta Çinlilerin soyadı olmuştur.
Çin tarihi
kadar mitolojisinde de "Yuan" ismi önemli bir yer tutmaktadır.
Chiang-Yuan, Çin mitolojisinde bir tanrıdır. Bixia Yuan-jin, bir Çin tanrıçası
olup, güya çocukların doğumundan ve kaderinden sorumludur. "Taoizm"de
mistik yaratıklar, Yuan-shi tian-zong tarafından yönetilirler ve yılda bir kere
ona raporlarını sunarlar.
Diğer
taraftan Yuan hanedanlığı döneminde eski Lijiang kentindeki köprüler ve bazı
yapılardan söz edilirken; bir yerel yönetici "Mu" ve onun "Mu
konutu"ndan söz edilir ki bu da oldukça anlamlıdır. Metin aynen şöyledir:
"Antik
Lijiang kentinde bulunan Mu konutu, Lijiang yerel yöneticisi Mu'nun çalıştığı
yerdi. Yuan hanedanı döneminde (1271-1368) inşa edilmeye başlayan Mu konutu, 1998
yılında kent müzesi haline getirildi. Üç hektar alanı kapsayan Mu konutu,
küçüklü büyüklü toplam 162 odaya sahiptir. Konut içinde imparatorlar tarafından
hediye edilen 11 tane yazılı levha asılıdır."
Aynı
şekilde "Mu"nun, Çin mitolojisinde yaygın kullanımını görmekteyiz.
Özellikle bu ismin, daha yüksek seviyede tanrı ve tanrıça isimlerinde yer
aldığını görmekteyiz. İşte içinde "Mu" bulunan tanrı ve tanrıça
isimleri: King-Mu, Xi Wang-Mu, Mu-Gong, Mu-King, Mu-Lan, Mu-Cera, Mu-m-Mu,
Mu-t, Nudim-Mu, Tian-Mu...
Çin
efsanelerinde, Uygurların, 17.000 yıl önce gelişmelerinin zirvesinde olduğu
anlatılır. Bu Uygurlar, Tufan'dan önceki Uygurlardır ve "Mu
toplumu"na bağlı koloni imparatorluğudur.
KABİLOĞULLARINA
ELÇİ: ENOK(İDRİS)
Kabil
oğulları kavmini İslam'a çağırmak üzere uyarıcı elçi olarak İdris gönderildi.
Taberi, Kabiloğullarının, İdris peygamberin bu davetine olumlu cevap
vermediklerini "Tarih-i Taberi"de şöyle açıklar:
"Ateşe
tapmayınız, şarap içmeyiniz, zina etmeyiniz!' dedi. Bunlardan onları yasakladı.
Fakat bu kavimden pek az kimse İdris'i tasdik etti. Ateşe tapmayı bırakmadılar.
Çok zaman fısk ve fücur içinde kaldılar. İdris'e tabi olmadılar. Şit'e inen
suhufu(sahifeleri) onlara okudu. Halkı o kitabın hükümlerine uymaları için
uyardı."
Taberi, o
tarihte devler ve cin-şeytanların insanlar tarafından gözle görüldüğünü ve
insan toplumlarıyla devler arasında düşmanlık, cenk ve barış hallerinin Nuh
tufanına kadar sürdüğünü, Tufan'dan sonra ise cin-şeytanların ve devlerin
gözden kaybolduğunu bize nakleder.
MU KARASI,
LEMURYA VE ATLANTİS
Atlantis-Mu-Lemurya
Haritası
Yaklaşık
olarak 12.000 yıl önce meydana gelmiş olan Nuh tufanından önceki zamanlara ait
tahmini Mu, Atlantis ve Lemurya haritası.
Bugün
müthiş bilgi kirliliği ve yanıltma, manipülasyon işlemektedir. Bu kavram ve
bilgi kirliliğini bilinçli olarak kullanan İblis ve adamlarıdır. İnsanlığı
"kadim planları"na alet etmek için sürekli "gerçek"le,
"yalan"ı harmanlayarak, insanlık tarihinin en büyük
"Fitne"sini hazırlamaktadırlar. Bütün vahye dayalı kavramların ve
gerçeklerin altüst edildiği "enigmatik çağ"ın kapısını açmak üzere
durmadan beyin yıkamaktadırlar. Bugünün gerçek vahiyden mahrum insanlık ise
yarasalar gibi maalesef karanlığa doğru koşmaktadır. İşte tam bu zamanda Mu,
Lemurya, Atlantis'le ilgili "bilgi kırıntıları", İblis'in açık ve
gizli medyumlarınca; New Age'ci, ezoterikçi kaynaklarca, "yaldızlı
paketler" halinde piyasaya habire sürülmektedir.
İnsanlığın
Tufan öncesi tarihinde yer alan Mu toplumu yahut imparatorluğunun sınırları;
Tibet-Hint-Çin topraklarına; Doğu Asya'nın güneydoğusunda yer alan Pasifik'teki
tüm adaların da katılmasıyla oluşan geniş bir karayı kaplıyordu. Bu sınırları
şöyle belirleyebiliriz: Burma'nın güneydoğu ucundan, Smith adası, Sumatra,
Java, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın alt ucundan Güney Amerika'ya yönelerek,
yukarıya dönüp Japonya'yla daireyi tamamladığımız zaman;"Mu-Lemurya
karasının batmış olan kısmı"nı da elde etmiş olacağız. Bu dairesel
dönüşle, Doğu Asya'nın güneydoğusuna, yarım daire yahut atnalı içinde kalan
irili-ufaklı adalarla, Pasifik denizinin önemli bir kısmını katmış bulunuyoruz.
Sınırlarını çizmeğe çalıştığımız bu genişletilmiş Asya, Mu ve komşusu Lemurya
karasının toplamıdır. Başka bir ifadeyle; Doğu Asya'nın jeolojik olarak da bir
parçası olan ve "Solomon adaları"nı da içine alan "Pasifik'teki
batmış bölge", Mu'nun komşusu Lemurya'dır. Aynı zamanda bu Kara, Mu'yu,
Nuh tufanı öncesi Güney Amerika'ya-Meksika'ya bağlayan bir köprü görevi
yapmıştır.
Bugün
bakıldığında, çerçevesini çizdiğimiz bu coğrafyanın, Asya'nın devamı olduğu,
ancak bir kuyruklu yıldız darbesiyle karanın bazı kısımlarının batarak bugünkü
şeklini aldığı rahatlıkla söylenebilir. Zira "Mu karası"nın bir kısmının
batışına işaret eden antik tabletler ve yazıtlar bulunmaktadır. Özellikle Mu
karasının devamı olan "batmış kara", cin-şeytanların yurdu Lemurya
olarak adlandırılır. Solomon adalarını da içine alan ve Meksika körfezine doğru
uzanan tamamen batmış "Lemurya karası"nın, "Mu karası"nın
devamı olması sebebiyle Mu insan toplumu ile Lemurya cin-şeytan toplumu aynı
toplum sanılmış yahutta karıştırılmıştır. Esasında bu karışıklığın arkasında
İblis'in manipülasyonu vardır.
Mu
uygarlığı hakkında ilk bilgileri, Hindistan'da bulunan Nakal tabletlerinden
öğrenen Albay James Churchward, "Kayıp Kıta Mu" kitabında şunları
yazar:
"Uygur
uygarlığının kaynağı, bugünkü Moğolistan ve Gobi çölünün dağ yamaçlarına yakın
olan bölgeleridir. Çok nesiller önce insanlar bir kral seçmişler ve isminin
başına da 'Ra' ekini getirmişlerdi. Böylece o 'Ra Mu' adı altında hiyeratik baş
ve imparator olmuştu. İmparatorluk da 'Güneş İmparatorluğu' adını almıştı.
Tufan öncesi dönemde tarih sahnesinde bulunan bu kayıp ülkeye, değişik isimler
verilmiştir. Tibet metinlerinde ondan Ra Mu diye söz edilirken, Amerika'daki
yazıtlarda Mu'nun Anavatanı olarak yer almaktadır."
Mu toplumu;
Kabil'in oğlu Yuan'dan beri Lemuryalılar; yani cin-şeytanlar tarafından
yönlendirilen, adeta yönetilen bir insan toplumudur. Bu nedenledir ki; tüm
kültürlerinin, din anlayışlarının ilham kaynağı Lemuryalı cinlerdir ve onlarla
uygarlıkları adeta bütünleşmiştir. Lemurya; esasında Lemura'dır. Lemura'da;
le-mu-ra açılımından oluşur. Yani "Mu-Ra"; "Ra'nın(İblis'in)
Mu'su" demektir. "Ra", İblis'in, Güneş simgesinin arkasında
saklanmasını sağlayan bir maskedir. Mu insan toplumunun; Mu ismi de Ra'sı da
Lemuryalı cinlerden ödünç alınmıştır ve bu iki ayrı "cin ve insan
toplumu"nun efendileri aynıdır: İblis.
Gerçekte
"Ra", Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatlarının ilk iki hecesidir ve
Allah'ı temsil eder. Allah, Kur'an'da: "Güneş ışıktır, Ay nurdur"
der. Dolayısıyla Güneş(Ra) Allah'ı simgelerken; Ay, Peygamberimizi simgeler.
Ancak tüm şanını ve şerefini kaybeden insanlık düşmanı hırsız İblis, bu simgeyi
de çalarak, arkasına saklanmış; cinleri, insanları ve toplumlarını saptırarak
"şirk"e; oradan da "paganizme-putperestliğe" kaydırmıştır.
Böylece Mu toplumunun tüm şeytanileşmiş dini anlayışları ve kutsal saydığı kavramlar,
Mu'dan sonra gelen Atlantis'e, oradan da arkadan gelen tüm "antik
toplumlar"a, cin-şeytanlar tarafından taşınmıştır.
Bu "Mu
karası"na Lemurya ismini yanıltıcı bir şekilde verenler; cin-şeytanların
varlığını kabul etmeyen ve Mu'ya komşuluğunu gizlemek isteyen kaynaklardır. Bu
sınırlarını çizdiğimiz "kayıp kara"nın bir kısmında cin-şeytanlar
yaşamaktaydı. Evet cin-şeytanlar, Adem'in, Dünya'ya; yani "Güney
Arabistan"a yerleştiği tarihten itibaren "dönen kılıcın alevi"
olarak bu bölgeye yerleştirilmişlerdir. Kabil'in Yuan'ın soyu, Doğu Asya'da
çoğalıp "Mu toplumu"nu oluştururken; önceden beri bu bölgede yaşayan
"cin-şeytanlar"ın komşuluğu ve kılavuzluğunda bir millet haline
gelmiştir.
Burada
cinoğullarının, ademoğulları Dünya'ya gelmeden önce bizim gibi 3-boyutlu kendi
formlarında yaşadıkları; öldükleri zaman da bizim gibi iskelete dönüştükleri
görüşümüzü kaydetmekte fayda vardır. Zira, "yüz binlerce senelik
kafatası" bulan evrimcilerimizin anlamakta zorluk çektikleri "insan
evrimi meselesindeki yanılgıları"nın önemli sebeplerinden birisi bu cin
kafalarıdır, diğeri de cin-insan soyunun karışmasıyla ortaya çıkan
"Ye'cuc-Me'cuc kafaları"dır...
CİN-ŞEYTANLARIN
YURDU: LEMURYA
Solomon
adaları ve Meksika körfezi arasında kalan batmış bölgenin, "Lemurya
cin-şeytan toplumu"nun yurdu olduğunun altını çizmiştik. Bu Lemurya ismi,
özellikle cin-şeytanlar tarafından kullanılmakta ve bu isimde kitaplar
yazdırılmaktadır. Sonuç olarak Mu ve Lemurya, komşu iki toplumdur; biri
Ademoğulları-Kainoğulları, diğeri cinoğullarıdır... Bütün antik toplumları
kandıran cin-şeytanlar, Romalıları da işletmişlerdir. Nitekim kendi atalarının
geceleri dolaşan ruhları(!) için Romalıların kullandıkları "lemures"
kelimesi bir Lemuryalı oyunudur. Bugün de Romalıları kandırdıkları gibi çağdaş
cahilleri de, atalarının ruhları, yahut ölülerin ruhları, yahut da ruh ve melek
olarak kandırmaya devam ediyorlar.
Murry Hope,
"Atlantis Efsane mi Gerçek mi?" isimli eserinde şunları yazar:
"Atlantis,
Pasifik okyanusunda, Güney Amerika'nın batı kıyıları dolaylarında gelişmiş bir
başka tarih öncesi uygarlıktan beslenmiştir. Gerçekte, eski Lemurya kıtasının,
bir zamanlar Güney Amerika ve Asya'ya bağlı olduğuna inanan pek çok kişi
vardır."
Burada
ifade edilen şudur: Atlantis'ten önce, Güney Amerika ile Asya arasında başka
bir toplum-uygarlık vardır ki bu bizim dikkat çektiğimiz "Lemurya
yurdu"dur.
Hope'ye
göre; Hesiodos, bu "eski cin kavmi"nin helakından söz ederken şu
ifadeleri kullanır: "Şimdi yazgı kapandı bu kavmin üzerine, onlar
yeryüzünün kutsal cinleri, kötülükleri doğru yola çeviren, ölümlülerin
koruyucuları."
Bu
ifadelerde anlatılan kavim, bize göre helak olan Lemurya cin-şeytanları, batan
yurt da Lemurya yurdudur. Ayrıca insanlığın yol göstericileri ve koruyucuları
cin-şeytanlar değil, gerçek meleklerdir. Bu cin-şeytanlar ise
saptırıcı-aldatıcı ve helaka hazırlayıcılardır. MÖ 8. yüzyılda yaşamış bir
Yunan şairi Hesiodos'un, şeytani Yunan felsefesinin temsilcilerinden olduğu
hatırlanacak olursa, cinlere yaptığı bu övgülerin boşuna olmadığı anlaşılır.
Lauren O.
Thyme ve Sareya Orion'u medyum olarak kullanarak; yani onlara vahyederek
"Lemurya Yolu" diye kitap yayınlatan cin-şeytanlar; bu kitapta,
"Lemurya yaşamı" diye "şeytan toplumu"nun yaşamını ve
Solomon adaları merkezli yurtlarını, insanlara özendirecek şekilde ve
gerçekleri tahrif ederek anlatırlar. İşte bu kitaptan birkaç satır:
"Bizim
uygarlığımız binlerce yıl önce, bugün Güney Pasifik denen bölgede bulunan büyük
bir kıtada doğup gelişti. Üzerinde ana yurdumuzu kurduğumuz kıta, ayrıca Mu ya
da Mukalia olarak da bilinir, ama biz Lemurya ismini kullanacağız. Lemurya,
Atlantis olarak bildiğiniz uygarlıktan hem önce hem de onunla aynı zamanda var
olmuştur. Ancak, bizim uygarlığımız, Atlantis uygarlığının tamamen
yıkılmasından binlerce(!) yıl önce yok olmuştur."
Burada tam
bir dezenformasyon söz konusudur. İblis yöntemine göre; ya bir meselenin
gerçekliği değiştirilerek batıla dönüştürülür, ya da gerçeklerin üzeri örtülerek
unutturulmaya çalışılır. Burada olduğu gibi cin-şeytanlar, kendilerini,
insanlığın atası, ilk gelişmiş insan toplumu olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Onun için de Mu ile Lemurya(kendi toplumları)nın aynı olduğu yalanını sürekli
tekrarlıyorlar. Ayrıca yukarıdaki Lemurya ile Atlantis'in helakları arasında
binlerce sene olduğu iddiası gerçeği ifade etmiyor.
ATLANTİS
TOPLUMU VE YURDU
Churchward,
"Kayıp Kıta Mu" kitabında Atlantis'le ilgili şunları yazar:
"Mu
Uygarlığı'nın en büyük evladı Atlantis'tir. Atlantis, Grönland'a yakın
bölgelerden İrlanda'yı içine alacak şekilde bütün Kuzey-Doğu Amerika'nın doğu
kıyılarından aşağıya doğru Güney Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayacak şekilde
bir bölgede yer almaktadır. Schliemann, yalnızca iki belgeye; Troano el yazması
ve Lhasa belgesine dayanarak; Atlantis'in Mu ülkesi olduğunu iddia etmektedir.
Oysa bu kayıtlarda, Mu ve Atlantis'in aynı yer olduğuna dair bir beyan yoktur,
bu sadece Schliemann'ın düşüncesidir. Eğer başka kayıtları da inceleseydi, Mu
topraklarının, Amerika'nın doğusunda yani Atlantis'in bulunduğu yerde değil,
Amerika'nın batısında olduğunu görecekti. Buna karşın hem Atlantis ve hem de Mu
toprakları, volkanik patlamalarla helak olmuş ve batmışlardır. Bilim bunu kesin
bir şekilde kanıtlamıştır.
"Atlantik
okyanusunun kuzeyinde, Avrupa'yla birleşen bir "kara yolu" vardı. Bu
yol, Amerika, Grönland ve Norveç arasında yer alıyor ve batı çizgisi
İzlanda'dan Fransa'nın kuzeybatı köşesindeki Cape Finisterre'ye uzanan büyük
bir üçgen çizen bir parçayla birbirine bağlanıyordu."
Murry Hope
ise "Atlantis Efsane mi, Gerçek mi?" isimli kitabında şunları söyler:
"Fenikeliler,
Antilla dedikleri çok zengin gizli bir adadan söz etmekteydiler. Hindistan'ın
kutsal yazıları Puranalar'da ve Mahabharata'da, kendi alt kıtalarının yarım
dünya uzağındaki okyanusta yer alan Attala adlı bir kıtaya gönderme
yapmaktadırlar. İgnatius Donnelly, Atlantik okyanusundaki Kıta'nın(Atlantis'in)
batışı sırasında; her iki yanından yeni kıtaların yükseldiği bir dizi devasa
değişimin son halkası olduğunu ileri sürer.
"Sulara
gömüldüğü söylenen efsanevi ada Atlantis'in ismi; 'Atalantis' ya da
'Atalantica' olarak da yazılır. Atlantis efsanesine ilk kez Platon, Timaio adlı
diyalogunda değinir ve Atlantis konusundaki bilgilere kaynak olarak da Solon'u
gösterir. Platon, yine Kritias adlı diyalogunda da Atlantis'le ilgili olarak
daha başka ayrıntılar verir ve burayı bir yeryüzü cenneti olarak tanımlar. Ada
halkının atalarının, Poseidon tanrısı(şeytanı) ile insan anneden doğan nesil
olduğunu ileri sürer. Efsane, Ortaçağda Yunanlılardan, Arap coğrafyacılara,
onlardan da Avrupalı yazarlara geçer. 17 ve 18. yüzyıllarda da efsanenin
gerçekliği konusunda tartışmalar devam eder. Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi
ünlü yazarlar bile bu efsaneye inanırlar."
Atlantis
efsanesi, birçok Avrupalı yazara da ilham kaynağı olur. F. Bacon'ın fizik
bilimlerinin ideal devletini resmeden romanı "Yeni Atlantis"(New
Atlantis); İsveçli Rudbeck'in (1679-1702) "Atland Eller Mahneim" adlı
eseri; Kristof Kolomb'u yitik eski kıtaları aramaya çıkan biri olarak
tasarlayan Katalan yazar Verdaguer'in, "I'Atlântida" (1877) adlı
şiiri; G. Hauptmann'ın, aynı efsaneyi simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya aşık
olan bir bilim adamının psikolojisine uyguladığı romanı "Atlantis"
(1912) ve P Benoit'nin, "l'Atlantide"(1919) adlı eseri bunlardan
bazılarıdır.
Bu
yazarlara göre Yunanlılar, çok eskiden, Atlas okyanusunda Herkül
sütunları(Cebelitarık boğazı)'nın karşısındaki bir kıta adadan gelen
Atlantislileri püskürtürler. Platon'a göre bu olay, Solon'un yaşadığı dönemden
9.000 yıl önce, yaklaşık MÖ 9600'lerde geçmiştir.
Kemal
Menemencioğlu, Solon'la görüşen Mısırlı rahibin; Atlantis'in hakimiyetiyle
ilgili görüşünü; Platon'a dayanarak şöyle aktarır:
"Atlantis
adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın
(Amerika?) bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet
kurmuşlardı. Bundan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır'a kadar
Libya'nın, Tyrhenia(Batı İtalya)'ya kadar da Avrupa'nın hakimi idiler. Birgün
bu devlet, bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini,
boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi... Ancak
bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir korkunç yağmurlu gün
ve bir gecenin içinde, bütün savaşçılarınız birden, bir vuruşta toprağa gömülüp
yutuldular. Atlantis adası da aynı şekilde denize gömülerek yok oldu. İşte
bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden, o
deniz bugün bile geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."
TUFAN'IN
BAŞLANGICINDA: MU VE ATLANTİS HELAK OLDU
Amerikan
senatörü ve önemli Atlantis araştırmacısı olan Ignatus Donnelly (1831-1902)
"Atlantis"i, "Tufan Öncesi Diyar" olarak niteler ve
Atlantis'in korkunç bir felaketle yok olduğunu, çok az kişinin sallarla kaçıp
kurtulabildiğini ileri sürer.
Donelly,
yaptığı araştırmalara dayanarak 500 sayfalık kitabında; eski ve yeni dünya
arasındaki etnik, mitolojik, dini, dil, sanat, mimari, tarım, evcil hayvan
benzerliklere işaret eden 650 kanıtı toplar ve bunların ortak bir kaynaktan
geldiğini belirtir. Ayrıca, jeoloji, deniz coğrafyası, bitki ve hayvan
türlerindeki kanıtlara yer verir. 1883'de "Ragnarok, the Age of Fire and
Gravel" adındaki eserini yayınlar. Bu kitabında Nuh tufanından önce
Dünya'ya bir "kuyruklu yıldız"ın çarptığını iddia eder.
Churchward,
"Kayıp Kıta Mu"da; Mu ve Atlantis'in, nasıl ve ne zaman helak
olduğunu açıklar. İşte bu açıklamaların bir özeti:
"Kara
parçasının, kadim zamanlarda, biri hiyeratik diğeri ise coğrafi olmak üzere iki
ismi vardı. Hiyeratik isim Mu'ydu; coğrafi ismi ise Batı ülkeleriydi. Atlantis
ve hem de Mu toprakları, volkanik patlamalarla helak olmuş ve batmıştı. Bilim,
bunu kesin bir şekilde kanıtlamıştır. Aşağılara, daha aşağılara cehennemin
ağzına "ateşten bir gölge"ye doğru indi. Koskoca kıta, parçalar
halinde ateşten ibaret bir uçurumun içine düştü "her taraftan saldıran
alevler tarafından yutuldu."
"Sais
mabedinin baş rahibi Suçis, Solon'a; Atlantis'in, 11.500 sene önce battığını ve
bu büyük karanın batışına bağlı olarak Batı ülkelerine(Mu'ya) gidişin önünün
kesildiğini ve Atlantis'in ötesinde bulunan "aradaki
ülke"nin(Lemurya'nın) da büyük bir afete kurban giderek yok oluşundan
dolayı, artık oraya geçmenin imkânsız olduğunu anlatmıştır."
Aşağıda
Lhasa belgesinden ilginç bir alıntı bulacaksınız:
"Şimdi
deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Bal yıldızı düştüğü zaman; altından giriş
kapıları, transparan mabetleri olan yedi şehir, fırtınaya tutulmuş yapraklar
gibi sarsılmaya, savrulmaya başladılar.
"Bu
Uygarlık(Mu), 11.500 ve 11.750 yıl önce, Atlantis'in batışından kısa bir süre
evvel bu bölgenin altındaki ve civarındaki gaz kuşaklarının yukarı doğru
zorlanması ve aynı paralelde dağların yükselmesi sırasında sulara gömülmüştür.
Uygur İmparatorluğu, Mu'nun en başta gelen koloni imparatorluğuydu ve Doğu
yarısı Tevrat'ta geçen "Tufan" sırasında mahvolmuştu.
Taiwan'ın
40 km açıklarında, Japonya'nın güneyinde Yonaguni adasının açıklarında; 1986 ve
daha sonra da 1998 yıllarında; 200 m uzunluğunda, 25 m yüksekliğinde bir pramit
yapı ve bazı kalıntılar keşfedilmiştir. 10 bin yıldan beri su altında bulunan
bu yapılar, Mu imparatorluğunun Tufan sırasında Lemurya ile beraber batmış
kısmında bulunmaktadır ve büyük bir ihtimalle Mu uygarlığına aittir. Batık
kentle ilgili deniz altı görüntünün üstündeki haritada bu antik kalıntının yeri
işaretlenmiştir.
"Mısırlı
rahip-tarihçi Manetho, papürüslerden birisine şöyle yazmıştı: "Atlantisli
bilgelerin hükümranlığı 13.900 yıl sürdü." Atlantis, 11.500 yıl önce
batmıştır. Büyük merkezi gaz kuşağı, Mu ve Atlantis'i batırmıştı. Pasifiği
çevreleyen kuşak Bering kara köprüsünü batırmıştı; Apalaş-İzlanda-İskandinavya
kuşağı, Avrupa kara yolunu batırmıştı."
Hope ise,
Mu ve Atlantis'in batışını şöyle özetler:
"Plato'nun
anlatımıyla, kuyruklu yıldızın yaklaşmasıyla hızlanan şiddetli doğal felaketler
ortaya çıktı. Zac ayının on birinci Muluk'unda, Çan'ın altıncı günü, Chuen'in
on üçüne kadar süren korkunç depremler oldu. Kil tepeler ülkesi Mu ve
Moud(Lemurya?) bu felaketin kurbanıydılar. İki kez sarsıldılar ve bir gecede
yok oldular. Yer kabuğu, basınca dayanamaz hale gelip derin yarıklarla
birbirinden ayrılana dek yükseltip alçaldı. Bu olay, MÖ 8060 yıl önce
gerçekleşti. Efsaneye göre Atlantis kıtası bir zamanlar Pasifik okyanusu
boyunca uzanan ve Mu adı verilen daha büyük bir kara kütlesinin bir parçasıydı;
bu kıtaya sonradan bilim adamı Sclater, Lemurya adını vermiştir. Pasifik
okyanusunda batık ada, hatta kıtalar bulunduğuna dair efsaneler vardır; eski
bir Havai efsanesi, "Anavatanımız... krallar, okyanusun dibinde
yatıyor" der.
"Atlantis'in
yok oluşuna, dev bir göktaşı neden oldu. Yeryüzü dışından gelen nesnenin
asteroit değil de bir kuyruklu yıldız olduğu görüşü de pek çok ünlü destekçi
bulmuştur. Muck'ın, Atlantis'in sular altında kalışı konusunda hesapladığı MÖ
8498 tarihini, ya da, daha iyisi Mooney, Ivimy, Spence ve diğerlerinin verdiği
daha sonraki tarihleri düşünecek olursak, sarkacın savruluşuna insanı tedirgin
edecek kertede yakın olduğumuz ortaya çıkar."
MU VE
ATLANTİS'TEN ÖNCE DE "LEMURYA" HELAK OLDU
"Enok'un
Kitabı"nda Bölüm 66 ve 67'de "cin-şeytanlar"ın ve yurtları
Lemurya'nın helak oluşu Nuh'a vahyediliyor ve aynı zamanda ona gösteriliyor.
İşte Nuh'un bu vahye dayalı anlatımları:
"Bölüm
66:
4. Ve
Tanrı, adaletsizlik gösteren o gözcüleri(cin-şeytanları), büyük babam Enok'un
daha önce bana 'Batı'da gösterdiği altından, gümüşten, demirden, kurşun ve
kalaydan dağlar arasındaki yanan vadiye tıkayacak.
5. O vadiyi
gördüm. Karalarda ve denizlerde büyük bir sarsıntı vardı.
6. Tüm
bunlar olurken, o ateşli, metalden ve onun hareketinden bir sülfür kokusu çıktı
ve koku sularla birleşti. İnsanlığı yoldan çıkaran gözcülerin vadisi o toprak
altında yandı.
7. O
vadide, dünyada yaşayanları saptıranların cezalandırılacağı ateşten ırmaklarda
akıyordu.
10.
Vücutları yandıkça, ruhlarında ebediyen bir değişiklik meydana gelecek.
12.
Vücutların şehvetine inandıkları ve Tanrı'nın (yarattığı) ruhu inkar ettikleri
için onlara yargılama gelecek.
13. Ve o
sularda, o günlerde bir değişiklik olacak. O gözcüler, o sularda
cezalandırıldığında, o suların sıcaklığı değişecek."
"Bölüm
67:
2. O gün
Yüce Mikail, Rafael'e(Azrael'e) dedi ki: "Gözcülerin yargılanmasının
şiddetinden dolayı ruhun gücü beni sersemletiyor, titretiyor. Onları titreten
bu şiddetli yargılamaya kim dayanabilir?" Yüce Mikail tekrar Rafael'e dedi
ki: "Liderleri yüzünden onlara uygulanan bu yargılama karşısında kimin
kalbi yumuşamaz, kimin içi titremez?"
4. Ruhların
Tanrısı'nın önünde yüce Rafael, Rakael'e dedi ki: "Tanrı'nın gözü önünde
olmayacaklar. Ruhların Tanrısı onlara kızdı, çünkü onlar, Tanrı kendileriymiş
gibi davranıyorlar. O yüzden gizli bir yargı ebediyen buldu onları şimdi."
Nuh'un bize
aktardığı yukarıdaki vahye dayalı bu ifadelerde, tüm sorularımızın cevapları
saklıdır. Bunları maddeler halinde şöyle ifade edebiliriz:
1) Helak
olanlar gözcüler; yani cin-şeytanlardır ki; bugün kendilerini "tanrı,
melek, ruh yahut uzaylı" diye insanlığa pazarlıyorlar.
2)
Yaşadıkları yer, yani yurtları; Enok tarafından kendisine "Batı"da
gösterilmiş. Burada "Mu ve Lemurya Karası"nın bir adının da
"Batı ülkeleri" olduğu hatırlanmalıdır.
3) Bugün bu
bölgede; Solomon adaları ve bölgeye komşu; Papua Yeni Gine, Avustralya, Yeni
Zelanda gibi adalarda 4. ayette ifade edilen madenler önemli bir yer
tutmaktadır.
4)
"Karalarda ve denizlerde büyük bir sarsıntı vardı" ifadesinde,
kuyruklu yıldız darbesi ve volkanik patlamalara açıkça işaret ediliyor ki;
bugünkü bilimle ve kanıtlarla örtüşüyor.
5)
"Sülfür kokusu çıktı ve sularla birleşti" ifadesi, volkanlara işaret
ettiği gibi, cin-şeytanların yapısındaki sülfür kokusuna da bir göndermedir.
6)
"Dünya'da yaşayanları saptıranların cezalandırılacağı ateşten
ırmaklar", "vücutları yandıkça", "o gözcüler, o sularda
cezalandırıldığında, o suların sıcaklığı değişecek" ifadeleri bizce
anlamlı bilgiler içeriyor.
7) Allah'ın
azabı karşısında Baş melek Mikail bile ürperdiğini söylüyor ki, bu helakın
şiddetini bize göstermektedir.
8) Yukarıda
"Enok Ye'cuc-Me'cuc'u İfşa Ediyor" başlığı altında cinlerin
liderlerinden bir grubun, "nesli bozma, Ye'cuc-Me'cuc üretme" suçunu
işlediğini ifade etmiştik. Ayrıca Mikail'in "liderleri yüzünden onlara
uygulanan bu yargılama" ifadesi bu tespiti bir kere daha doğruluyor.
9)
"Tanrı kendileriymiş gibi davranıyorlar" ayeti, cin-şeytanların temel
sapkınlığını net bir şekilde tanımlıyor. Bugün de "kendilerinin ve hatta
tüm insanların tanrı olduğu" şeytani yalanları, zehirli ve süfli
propagandalarının temeline ışık tutuyor. Unutmayalım ki; Adem'i ve Havva'yı da
cennette "Tanrı olma" zehirli yalanıyla kandırmışlardı.
Lemuryalı
olduklarını söyleyen "cin-şeytanlar", Atlantis'ten önce adalarının ve
toplumlarının helak olduğunu tevil etmeye çalışsalar da; bu gerçeği inkar
edemiyorlar. İşte Lemuryalı olduklarını söyleyen cin-şeytanların, medyumları
aracılığıyla yaptıkları konuşmalar:
"Lemurya,
Atlantis olarak bildiğiniz uygarlıktan hem önce, hem de onunla aynı zamanda var
olmuştur. Ancak, bizim uygarlığımız, Atlantis uygarlığının tamamen
yıkılmasından binlerce(!) yıl önce yok olmuştur.
"Yerküre'nin
çekirdeğindeki büyük patlamalardan ötürü, Lemurya'yı oluşturan kara kütlesinin
parçalanıp dağılmaya başladığını büyük bir üzüntü ve korkuyla gördük.
Depremler, dev dalgalar ve volkanik patlamalar kıtamızı paramparça etti.
Yerkabuğu kayarken Lemurya kıtasının birçok parçası suya gömüldü. Okyanus suları
boşlukları kapladı ve bir çok Lemuryalı öldü.
"Uygarlığımızın
ölümüne birkaç etken yol açmıştı. Genç Gaia(toprak-yer) giderek şiddetlenen
sancılar çekiyordu. Ana yurdumuzun tektonik tabakaları kayıyor ve birbirinin
altına gömülüyor, Yerkabuğu'nun eğilip bükülmesine, kabarmasına; ve çatlayıp
yarılmasına yol açıyordu. Bunun sonucunda daha güçlü depremler, dev dalgalar ve
volkanik patlamalar meydana geldi ve bunlar giderek sıklaştı. Çok geçmeden ana
yurdumuzun(Lemurya'nın) tamamen yok olacağını sezdik."
Allah'ın
helakını gizlemeye çalışan cin-şeytanlar, bugün de tüm olayları, insanlara ve
dünyanın hakim güçlerine fatura ederek, Yüce Allah'ın uyarısını ve tehdidini
ellerinden geldikçe unutturmaya çalışıyorlar. Böylece "Allah
korkusu"nu tamamen yeryüzünden; insalardan silmek istiyorlar. Maalesef
bugün bu amaçlarına da ulaşmışlardır.
LEMURYA,
MU, ATLANTİS ÜÇLÜSÜ: YE'CUC-ME'CUC(DEVLER) ÜRETTİ VE HELAK OLDU
Araştırmamızda
geldiğimiz noktayı kısaca tespit etmeliyiz ki; bu iki insan, bir de cin-şeytan
toplumunun neden helak olduklarını anlayabilelim. "Güney Arabistan"da
Dünya yaşamına başlayan Ademoğlu'nun Kabil kolunun, Asya'ya geçmesiyle başlayan
doğuya yayılma serüveni, Nuh tufanına kadar Mu ve Atlantis toplumlarını
oluşturmuştur. Kabil soyu toplumlarının, "kadim dini-kültürel
felsefeleri"nin oluşumunda ve gelişiminde en büyük pay; bu iki insan
toplumunun arasında yaşayan "Lemurya cin-şeytan toplumu"na aittir.
Lemurya, cin-şeytan toplumu, en eski toplum olan Mu ve onun devamı olan
Atlantis'in arasında Pasifik'te yer almaktaydı. Lemuryalı şeytanlar, bir üst
boyutta olmaktan kaynaklanan görünmezlik yeteneklerini kullanarak, bu
toplumları sinsice yönlendirmiş; insan neslini bozmakla kalmamış, insanlık
tarihini adeta "paganizme-putperestliğe-panteizme" mahkum etmiştir.
Bu iki
topluma başlangıçtan itibaren rehberlik eden, onları manipüle eden; her türlü
doğal olayların arkasındaymış süsünü vererek, onları korkutan ve
"Mu-Atlantis çok tanrıcı kadim Ra(Güneş) dini"ni oluşturan işte bu
"Lemurya cin-şeytanları"dır. Mu ve Atlantis'in felsefi takipçisi olan
Mısır, Sümer, Babil, Çin, Hint, Yunan ve Roma toplumları da aynı "Güneş
dini"nin zamana ve şartlara bağlı çeşitli versiyonlarını
yansıtmaktadırlar.
Mu ve
Atlantis'in "şeytani felsefesi", bu toplumlarda egemen olunca, insanlık
tarihinde o güne kadar görülmemiş bir şekilde Allah'ın koyduğu sınırlar
zorlanmış, insan fıtratı ve nesli bozularak büyük bir suç işlenmiştir. İlk ve
belki de son defa cin-şeytanlar, insan soyu ile birleşerek lanetli bir neslin
ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Kimdir bu lanetli nesil? Elbette
"devler" yahut diğer ismiyle Ye'cuc-Me'cuc... Evet, yukarıda
delilleriyle ortaya koyduğumuz gibi Ye'cuc-Me'cuc;yani "devler",
baştan çıkarılmış Mu ve Atlantis toplumlarının, cin-şeytanlarla olan
ilişkisinin bir ürünüdür. Bu "üçlü kadim toplumun helakı"nın asıl
sebebi; Sonsuz Yüce Rabb'imizi ve O'nun tüm yasalarını örterek, İblis'e köle
olmalarıdır.
Taberi,
"Milletler ve Hükümdarlar Tarihi" kitabında, Ye'cuc-Me'cuc'un, Mu'nun
oğulları olduğunu; Hazar ve Türk topraklarının doğusunda ortaya çıktıklarını
söyler. Ve yine Saklep, Burcan ve Uşpan'ların da Yuvan(Yuan)'ın oğulları
olduğunu ifade eder ki; bu kavimlerin, Mu'yu meydana getirdiği kanısındayız.
"Ölü
Deniz Parşömenleri Kumran Yazıtları"nın "Yaratılış Çağları
(4QI80)" bölümünde; İblis ve onun meleklerinin(!); yani gözcüler denen
cin-şeytanların, insan kızlarına yaklaştığı, onların da "devler"i
doğurduğu ve böylece yeryüzünde fesadın ve kaosun yayıldığı vurgulanır.
Ye'cuc-Me'cuc'ların
kimler olduklarını; yeryüzünü nasıl fesada, zulme boğduklarını ve arkasından
Allah'ın azabının nasıl kaçınılmaz hale geldiğini, Enok(İdris) peygamber, en
çıplak bir şekilde özetliyor:
"Bölüm
15:
8. Şimdi bu
ruhtan ve etten olma devlere, dünyada kötü ruhlar denecek ve mekanları dünya
olacak. İnsanlardan ve gözcülerden doğdukları için onların bedenleri kötü
ruhlara hizmet edecek. Göğün ruhlarının mekanı gökler, dünyada doğan dünya
ruhlarının mekanı, dünyadır.
9. Devlerin
ruhları, dünyaya zulüm, yozlaşma, savaş ve bela getirecek.
10.
Feryatlara neden olacaklar. Onların yemeğe ihtiyacı yoktur, ama yine de
acıkırlar, susarlar. Ve suç işlerler. Bu ruhlar, insanoğullarına, özellikle
kadınlara zulmedecek, çünkü onlardan çıktılar."
"Bölüm
9:
1. Sonra
Mikail ve Cebrail, Rafael, Suryal, Uriel; göklerden aşağı bakıp dünyada dökülen
hesapsız kanı, işlenen sonsuz kötülükleri gördü. Birbirlerine dediler ki:
2.
''Boşalan dünyanın çığlıkları, göklerin kapısına ulaştı...
8.
Kadınlardan devler doğdu.
9. Sonra da
tüm dünya kan ve günahla doldu.
10. Bak
şimdi ölenlerin ruhları ağlıyor.
11. Ve
çığlıkları cennetin kapılarına ulaşıyor."
İşte
helakın gerçek sebep budur. Nuh tufanı gibi "evrensel bir helak"ın
gerçek sebebi budur. Bu sapkın "cin-insan ilişkisi"nin vahiy kaynaklı
delillerini, son olarak vereceğimiz mitolojik kanıtlarla zenginleştireceğiz.
İnsan-cin toplumlarının ürettiği "devler"in; yani
"Ye'cuc-Me'cuc"un varlığının ve insanlığın başına nasıl bela olduğunun
bir başka kanıtı olan "devler mitolojisi"ne bir göz atacağız:
"DEV
MİTOLOJİLERİ": "YE'CUC-ME'CUC BELASI"NIN BİR BAŞKA KANITIDIR
Nevada'daki
"Humbolt Müzesi"nde, Lovelock mağarasında bulunan Dev iskeletlerinden
birine ait bir kafatası.
Hemen hemen
tüm toplumların efsanelerinde, masallarında "devler"den söz edilir.
"Devler", tüm insanlığın ortak hafızasında silinmez, derin izler
bırakmıştır. Kimdir bu "devler?" Neden tüm milletlerin efsanelerinde
"devler" denen bu acaib yaratıklar yer alır? Mu, Atlantis, Yunan,
İskandinav, Güney Amerika, Avrupa, Kafkas, Türk, Pers, Moğol, Hint vs. eski
toplumların kendilerine has "devler mitolojisi" ve bu
"devler"le mücadele eden kahramanları vardır. Bu ortak ve adeta
mütevatir bir mertebeye ulaşan "devler"in varlığıyla ilgili metinler,
mitoloji olsa da bir gerçeği yansıtmıyor mu? Kaldı ki Kur'an, Tevrat, İncil ve
tüm vahye dayalı açık-saklı metinlerde bu gerçeğe ışık tutulmaktadır. Kur'an'da
"Ye'cuc-Me'cuc", Tevrat'da "Yegog-Megog", Enok(İdris)'de
"Devler" gibi... Bakalım Wikipedia'da devler nasıl tanımlanıyor:
"Dev,
birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde yer alan bir doğaüstü
yaratık. Genellikle insan görünümünde fakat anormal büyüklükte ve çok kuvvetli
tasvir edilmiştir. Kadın veya erkek olabilir. Farklı bölgelerin mitolojilerinde,
kökenlerine dair farklı inanışlar vardır. Örneğin Hint-Avrupa mitolojilerinin
çoğunda, kaos ile ilişkilendirilmiş lanetli bir ırktır ve yabani bir doğası
vardır."
Taberi,
"Milletler ve Hükümdarlar Tarihi"nde, Kaf dağında yaşayan ve
kendilerine zarar veren "devler"den şikayet eden bir kavmin diliyle,
bu "devler"i; yani Ye'cuc-Me'cuc'u bize şöyle anlatır:
"Ey
Şah! Bu dağın ardında bir taife insan vardır ki onlara Ye'cuc ve Me'cuc derler.
Kimisinin boyu bir karıştır. Kimisinin ise uzundur. Yüzleri adama benzer.
Dişleri domuz dişi gibi ağızlarının dışındadır. Kulakları ise boyları kadardır.
Başlarından ayaklarına kadar vücutlarını kıl tutmuştur. Yedikleri yazları
yılan, kışları ise ottur. Daima yurtlarından çıkarlar, gelirler bizi
incitirler. Burada ne görürlerse alırlar."
Taberi,
"Tarih-i Taberi"de; Kaynan'ın oğlu yahut torunu Keyumers'in,
"devler"le savaşından ve onları nasıl etkisiz hale getirdiğinden
bahseder. Bu anlatımlardan bir bölüm aşağıda verilmiştir:
"(Keyumers),
devlere saldırdı. Devler de Keyumers'in heybetinden korkup kaçtılar. Onun
oğulları nicesini esir etti. Keyumers, o tutulan devleri, Allah'u Teala'nın adı
ile bağladı. İşinde kullandı. Oğulları, devlere ne iş buyursalar yaparlardı.
Bir yere gidilse üstlerine binilirdi. Devler, oradan bir türlü kurtuluş yolu
bulamamışlardı. Allah'u Teala'nın adından dolayı da bu halka ziyan ve zararda
bulunamazlardı."
"Tarih-i
Taberi"de, Mu ve Atlantis döneminde "devler"in ve
"cinler"in gözle görüldüğü, ancak Nuh tufanından sonra kayboldukları
ifade edilir:
"O
tarihte devler ve periler gözle görülebilirdi. Öyle ki insanlarla, onlar
arasında dostluk, düşmanlık, cenk ve barış halleri olurdu. Bu hal, ta Nuh
zamanına kadar sürdü. Tufan'dan sonra periler ve devler gözden kayboldu."
"Mitoloji
Sözlüğü" Tibet maddesinde şunları yazar:
"14.
yüzyıldan kalma bir metin olan 'Kralın Sözlerinin Kitabı'nda; çok daha eski
geleneklerin varlığı dile getirilmektedir. Bölümlerden birinde ilk kralın
iktidarından önce Tibet'e hakim olan şeytansı mitik yaratıklar anlatılır. Önce
siyah bir şeytan hüküm sürdü ve ülke, şeytanlar ülkesi diye tanındı. Bundan
sonar Niyen-po ve Cin-po isimli cinler çıktı. Sonra bir şeytan ve bir Dev anası
hüküm sürdü. Ve ülke iki kutsal öcü ülkesi diye tanındı. Buradan et yiyen
kırmızı yüzlü yaratıklar ortaya çıktı. Sonra yılanlar ve güçler hüküm sürdüler
ve ülkenin tamamı Tibet adını aldı.
"Çin'in
Seu-çuan eyaletinin batısında yaşayan Kiangların mitolojisi, onların önce başka
yerlerde yaşadıklarını, daha sonra bölgelerine göç etmek zorunda kaldıklarında
'Qa' adı verilen yaratıklarla mücadele etmek ve onları burdan kovmak zorunda
kaldıklarını anlatır. Bu 'Qa'lar, güçlü ama aptal yaratıklar olarak
gösterilmiştir. Geniş ve sağlam yapıları,uzun dişleri vardı, mağaralarda
yaşarlardı."
İskandinav
topluluklarından olan ve antropoloji yönünden Moğol sayılan Finlilerin milli
destanı "Kalevala"dan; Vipunen devi'yle savaşan kahraman ozan
Vainamöinen'le ilgili şiirsel deyişlerinden bazı ifadeler aşağıya alınmıştır:
"Duydum
ki Dev Vipunen, haftalık uykusuna yattı, yok ortada kapanları, ağları, Dev
görünmez oldu. Yer altında dinlenir. Vipunen'in yanına vardı, (dedi ki): 'Sözü
bol bunak dev'... Sıyırdı kılıcını; demir, sağlam kargısıyla ejderhaya yüklendi
dedi ki: 'Köle oldun insanoğluna, son ver artık uykuna, çık haftalık uykundan,
toprakların altından.'... Zavallı adamı yuttu dev, dedi ki: 'Yüzlerce insan
yuttum, bin yiğiti yok ettim, böylesini görmedim.'"
Yunan
mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözleri olan "kikloplar"dan;
yani "devler"den bahsedilir. Onlar, insanlardan ve cinlerden
korkmayan, zalim, insan etiyle beslenen yaratıklardır ve mağaralarda yaşarlar.
Türk mitolojisinde bunların karşılığı "Tepegöz"dür.
Dr. Ufuk
Tavkul, "Kırım Dergisi"nde, Nart destanları ve
"emegenler"(devler) konusunu şöyle açıklar:
"Kafkas
halklarının mitolojisi olarak da adlandırabileceğimiz Nart destanları,
Karaçay-Malkar folklorunun en önemli bölümlerinden birini oluşturmaktadır.
Kafkas mitolojisine göre bugünkü Kafkasya halklarının ataları sayılan efsanevi
bir halk olan Nartlar, destanlarda anlatılanlara göre atı evcilleştirmişler,
demiri bulmuşlardır. Nartlar, mertliğin, cesaretin, iyiliğin ve Kafkas
kültürünün sembolüdürler. Son derece akıllı ve usta savaşçılar olan Nartlar,
insanüstü varlıklar olan düşmanlarını kaba kuvvetle değil, ince zekâları ve
kurnazlıkları ile yenmektedirler. Dağıstan halkları 'Kafkas kültürü'nü meydana getiren
Kafkas halklarıdırlar. Nartlar, 'dev yaratıklar' olan amansız düşmanları
'emegenler' karşısında savaşta başarısızlığa uğradıklarında, Nart yaşlıları,
Demirci Debet'i bulup, ona 'emegenleri' yenebilecekleri bir kılıç yaptırmaları
için genç Nartlar'ı Debet'in yaşadığı Elbruz dağına gönderirlerdi."
Kafkas
efsanelerinde anlatılan çirkin, insanüstü güce sahip devlere; emegen yahut
imegen denir. Kafkas Nart efsanelerinde "emegenler" çok çabuk
çoğalırlar. Nart kahramanları, sürekli "emegenler"le savaş halindedirler.
Nart kahramanları, üstün zekalarıyla emegenleri her zaman yenmeyi başarsalar
da, emegenlerden çok çekinmektedirler. Çünkü emegenler, yakaladıkları zaman
Nartları yemektedirler.
Kafkasya,
kafkas halkları ve Abhazlarla-devler mücadelesi konularında; Ömer Büyüka'nın
"Abhaz Mitolojisi Anaç mı?" çalışması, kaynak bir çalışmadır ve bu
dev efsanelerine yeterince ışık tutmaktadır. "Ateşi çalan Promete"
olayının da esasen bir Kafkas efsanesi olduğunu; Tufan'dan sonra ateşsiz kalan "artık
toplumlar"ın, "devler"den ateşi çalarak; hem yaşamlarını
kolaylaştırdıklarını, hem de ateşle-demircilikle devlerden kendilerini daha iyi
koruyabildiklerini bu çalışmadan öğreniyoruz. Bu çalışmadan çok özet bir
anlatım aşağıya alınmıştır:
"Daw=Dağ
adlı halkın anayurdu olan Kafkas=Kaf dağı ve arkası, Doğu efsanelerinde
devlerin yurdu olarak gösterilir.
Nitekim
Nordik mitolojisinde insan öncesi yaratığı olarak inanılan Ymer'lere, Dev ırkı
diyorlar ve Ymer sözcüğü, Daw gibi Kafkas sözcüğüdür. 'Dağ' ve 'büyük'
anlamlarındaki adın böylece devlere de verilmesi, devlerin de zamanla dağ gibi
büyük olarak tasarlanması sonucunu vermiştir. Gerek Abhazların ve gerek Eski
Doğu medeniyetlerinin genelinde, bu devlerin fizik yapısının ve fizik gücünün
insanüstü büyük olduğu, ancak kafa gücünün; yani aklının az olmasından, insan
zekâsına çok kez yenildiği görülür. Devler, fizikçe kendilerinden çok ufak ve
güçsüz olduklarından insanları horlayarak onlara 'Apsuwan Ççiye=miskin Abhaz'
derlerken; Abhazlar da devlere; 'Daw xıda=kafasız Daw(Dev)' derlermiş.
"Ateş
ise Kafkas'ın volkanik yüksek dağlarında barınan devlerin tekelindeydi. Onlar
Apsıwa Ççiye= Miskin Abhaz dedikleri halkı, zaman zaman basıp öldürürler,
hayvanlarını sürüp götürürlerdi ve öte-berilerini de alırlardı. Miskin
Abhazlar, kendilerinden fizik güççe hiçtirler, ancak akıl ve zekaca üstün
olduklarından, ateşi kapmaları halinde, kıllı devlere yenilmeyeceklerdir. Bu
nedenle devler, uyurken de, uyanıkken de ateşlerinin etrafını kuşatarak onu
korurlardı."
Turgut
Gürsan'ın "Yeraltındaki Gizli Dünyalar" kitabında şu ifadeler yer
alır:
"Peru'nun
efsanevi 'devler'i, ülkedeki megalitik yapıların ustalarıydı. Tiahuanaco'nun
esrarengiz insanlarının bu devler olduğu sanılmaktadır. Eski Avrupa'nın da
devleri vardı. Homer'in Lestrygonları devlerdi. Bu devlerin eski Norveç'te
yerleştikleri sanılmaktadır. Norveç'teki bazı mağaralarda devasa boyutlarda kol
ve bacak kemikleri bulunmuştur. Bazı iddialara göre, Tufan'dan önce ve sonra
ortaya çıkan bu devler, Atlantis'teki aşağı bir kastın lideri idiler.
Atlantis'teki egemen kasta karşı isyan etmişlerdi."
Beowulf
destanı bir Anglosakson destanıdır. Ancak Anglosaksonlardan değil,
İskandinavyalılardan bahseder. İskandinavya, Anglosaksonların anayurdudur. Bu
destan, İngilizlerin en eski destanı olarak bilinir. Beowulf adındaki güçlü bir
İskandinav, gürültüye tahammül edemediğinden insanları öldüren Grendel adında
bir canavarı(devi) öldürür. Beowulf destanında, "Grendel devi"nin
annesinin Kabil soyundan geldiği anlatılır.
1930'lu
yıllarda İngiliz edebiyat tarihi Profesörü J.R.R. Tolkien, Beowulf'tan
esinlenerek "Hobbit"i yazar. Tolkien'in "Hobbit" romanında
"orklar"; "daima aç" olarak resmedilir. "Orklar",
atlar ve insanlar da dahil her türlü eti yerler. "Orklar"ın kendi
türlerini de yediklerine dair kesin bir ifade geçmese de, orkların kendi
türlerini de yiyebileceklerine dair üstü kapalı ifadeler vardır.
"Yüzüklerin Efendisi" filmi, gerçekleri alt üst eden saptırmalarıyla
İblis'in planına hizmet etse de; orklar(devler) gerçeğini yansıtmıştır.
Cin-şeytanlar,
insanlardan kendilerini çoğaltmak isterken, nasıl Ye'cuc-Me'cuc ürettikleri
gerçeğini gizlemek isteseler de; medyumları aracılığıyla zaman zaman gerçek
kırıntılarını yumurtlayarak kendilerini ele veriyorlar. İşte "Lemuryalı
bir cin-şeytan taifesi"nin, dostlarına açıktan fısıldadıkları gerçek
kırıntılarından bir demet:
"Atlantislilerin,
Lemuryalılarla yakın ilişki kurmaları yarı Lemuryalı, yarı Atlantisli
bebeklerin doğumuyla sonuçlandı. İki toplumun birbirine karışması tüm Lemurya
titreşimini düşürdü ve bu durum daha sonra uygarlığımızın çöküşüne katkıda
bulundu.
"Ayrıca
insanlarımız, birçoğu Atlantislilerle ve kıtamıza gelen diğer ziyaretçilerle
evleniyorlardı. Bu evlilikler çoğaldıkça, Lemurya titreşimimiz daha da düştü.
Ancak, meydana gelen şiddetli Yerküre değişiklikleriyle birlikte, hiçbir
Lemuryalı dışarıdan biriyle evlendiği için yargılanmıyor, ya da
eleştirilmiyordu.
"MÖ
10.000 yıllarında Lemuryalılar ve Atlantisliler birbirlerini ziyaret etmeye
başlamışlardır. Görünen o ki aralarında bulunan bazı temel sorunlara rağmen her
iki ülkenin de insanları birbirlerinden etkilenmişlerdir; hatta aralarında
evlilikler bile gerçekleşmiştir.
"Bu
yaratıklar ilk başta üzerinizde insan görünümündeymişler gibi bir izlenim
uyandırabilirler ancak genelde pençe, kuyruk, kanat veya ayak yerine toynak
gibi hayvanlara has uzuvlara sahiplerdi. Bazılarının kalın kürkleri vardı,
bazıları ise cüceydi."
SONUÇLAR
Sonuç
olarak bu kapsamlı çalışmamızdan çıkaracağımız sonuçlar, elbette tartışılabilir
sonuçlar olacaktır. Ancak insanlık tarihi, Kabil soyu Mu-Atlantis, ortaya çıkan
Ye'cuc-Me'cuc ve Yaklaşansaat'le ilişkisi konularında ulaştığımız bu
"sonuçlar yahut tezler sistemi" tartışılır olsa da; bizim için
gerçeğe en yakın sonuçlardır. Ayrıca giderek artan bilimsel, arkeolojik
araştırmalar ve Yaklaşansaat'in alametlerinin bu çalışmamızı doğrulayacağı
kanaatini taşımaktayız. İşte vardığımız sonuçların bir özeti:
1)
İnsanlığın kökeni, yaşadığı ilk Dünya bahçesi; "Mekke merkezli
Aden-Yemen-Umman bölgesi"dir, yani "Güney Arabistan"dır.
İnsanlık buradan Dünya'ya yayılmıştır ve üç yayılma yönü vardır: Birinci yön;
Aden körfezinden Güneydoğu Afrika yönündedir. İkinci yön; Arabistan'ın
ortasından Mekke-Medine istikametindedir ve buradan da Ortadoğu ve
Mezopotamya'ya ya yayılmıştır. Üçüncü yön ki bu araştırmamızın temel konusunu
teşkil eder; Umman körfezinden Doğu'ya; Kabil kapısından Asya yönünedir.
2) Kabil
soyu, Asya'da yoğunlaşarak "Mu toplumu"nu ve daha sonra da
"Atlantis toplumu"nu oluşturmuştur. Bu toplumlar, Adem- Nuh tufanı
zaman aralığında yaşamış "kadim toplumlar"dır. Bu toplumlara,
ikisinin ortasında Pasifik'te batmış olan "Lemurya kıtası"nda yaşayan
"cin-şeytan toplumu" komşuluk ve rehberlik etmiş ve "İblis
merkezli Güneş(Ra) dini ve kültürü" egemen olmuştur.
3) Bu kadim
Mu-Atlantis toplumlarındaki tüm gizemli-şeytani semboller, törenler, dini
ritüeller ve çok tanrıcılık; bu toplumlar, Tufan'la yok olmasına rağmen; Nuh
tufanından sonraki toplumları; özellikle Eski Mısır, Eski Yunan, Sümer-Babil,
Moğol, Çin, Hint, Japon toplumlarını da etkilemiştir. Bu etkilemenin iki yolu
vardır: Birincisi; Nuh tufanından kurtulan yüksekte yaşayan az sayıda
topluluklar, bu dini-kültürel aktarımı yapmışlardır. İkincisi; cinlerin, hatta
cin-şeytanların hepsi ve tabii ki İblis, tufanda helak olmamışlardır ve bu
"şeytani dini", Tufan sonrası Nuhoğullarına aktarma görevini
hakkıyla(!) yerine getirmişlerdir.
Lemurya
şeytanlarının dostlarına yazdırdıkları "Lemurya Yolu" kitabında bu
gerçeği bakın nasıl itiraf ediyorlar:
"Ama
bizim fikirlerimiz, yaşam tarzımız ve bilgimiz, Dünya'nın birçok bölgesinde,
özellikle yerli halkların kültürlerinde, bazılarımızın yaklaşan felaketten
kurtulmak için kaçtığımız topraklarda varlığını sürdürürler. Biz Amerikan
yerlilerinin, Aborjinlerin, Peru yerlilerinin, Hawaililerin, Tahitililerin,
Samoalıların, Tibetlilerin ve daha birçoklarının bizim soyumuzdan geldiklerine
inanıyoruz."
Aslında
burada, bu topluluklarla, özellikle yerlilerle bütünleştikleri, Nuh sonrası
Mısır gibi antik toplumları manipüle ettiklerini itiraf etmiş oluyorlar.
Bugünkü
masonluğun köklerini ve gizemli ritüellerinin kaynağını Mu-Atlantis'te ve
elbette Lusifer(İblis)'de aramak gerekir. Bugün masonlar, bu bağlantıyı
eserlerinde ilan etmekten şeref duyuyorlar. Masonluğun kurucusu Lusifer'dir.
Masonluk, Süleyman Peygamberden ve müminlerden rövanş almak için organize
edilmiş olsa da, masonik tarikatın sembolleri-ritüelleri ve kutsalları,
köklerini Mısır'a, oradan da Mu ve Atlantis'e dayandırmaktadır.
"Yüzüklerin Efendisi" filmi, bu rövanşın en açık belgesidir.
Sitemizde bu filmin analizi yapılmıştır, dileyen bu analizi okuyabilir.
4)
Kabil'den itibaren cin-şeytanların etkisine giren bu Mu-Atlantis toplumlarının,
bugün İblis'in medyumları ve ışık işçileri(!) tarafından açık ve gizli
propagandası yapılmaktadır. Öyleki bu kadim toplumların, çok gelişmiş, bu çağın
da ilerisinde; Güneş enerjisiyle gemiler işleten, ses enerjisini kullanan, DNA
üzerinde çalışmalar yapan "altın çağ toplumları" olduğu yalanı,
maalesef birçok yazarların kitaplarında flaş iddialardır. Bütün bunlar, aldatma
aldanma sonucu ortaya çıkmış, birtakım Mu-Atlantis araştırmacılarını da
etkilemiş yaldızlı palavralardır.
Mu-Atlantis
toplumları, bu çağ teknolojisiyle hiçbir ilgisi olmayan, ilkel sayılabilecek ve
elbette kendi çağlarına göre organize toplumlardır. Kaydettikleri en büyük
gelişme; her türlü sihir-büyü tabanlı karanlık işler, şeytanlarla dostluklar
kurmak ve onların manipülasyonunda; nesebi ve nesli bozarak Sonsuz Yüce
Allah'ın azabını davet etmektir.
Bugün
Yaklaşan Saat'te dünya insanlığını tamamen ele geçirme peşinde koşan İblis,
melek postuna bürünerek, önce Atlantis edebiyatıyla Atlantis'i göklere
çıkarıyor; sonra da: "Ey insanlar sizler Atlantis çocuklarısınız, tekrar
Dünya'da yeni Atlantis'i kurmak istiyorsanız, kalbinizi ve beyninizi bize
teslim edin." diye her ay ışık işçilerine(!) mesajlar yayınlıyor.
5)
Mitolojilerde "devler" olarak geçen Ye'cuc-Me'cuc, insanlık tarihinin
birinci periyodunda; yani Adem-Nuh arasındaki dönemde; muhtemelen Enok(İdris)
Peygamberin babası Yeret zamanında ortaya çıkmıştır. Mu-Atlantis toplumlarının
kızlarıyla, Lemurya cin-şeytan toplumunun öncülerinin birleşmesinden
Ye'cuc-Me'cuc devleri ve cüceleri ortaya çıkmıştır. Devler, oldukça boylu ve
güçlü oldukları için insanlara büyük zararlar vermiş; Dünya'da kaos
oluşturmuşlar ve mitolojilere geçmişlerdir.
"Texas'daki
Mt Blanco Fosil Müzesi"nde bir Dev iskeletinin uyluk kemiği uzunluğu
47inç(120 cm). 1950'nin sonlarında, Türkiye'nin güneydoğusunda Fırat Nehri
vadisinde yapılan çalışmalarda Devlere ait birçok mezar ve kemik bulunmuştur.
Bu Dev ayakta iken uzunluğu 14-16 feet (427 cm-488 cm) dir. Devlerin soyları da
zamanla insanlar gibi kısalmıştır. Bu kemik muhtemelen Dev soyundan birisine
ait olmalı.
Bu
insan-cin ilişkisinden ortaya çıkan insan benzeri yaratıkların, insanların ve
cinlerin üstün özelliklerini toplayan "üstün insan" beklentisi,
insanların da, cin-şeytanların da bir beklentisiydi. Böylece İblis, bu ara
üretimle, insanlığı tamamen kontrol altına almayı ve kendisinin kölesi yapmayı
planlamıştı. Ancak tüm planlar, "Allah'ın Planı"nın içindedir, Allah
neyi dilerse o gerçekleşir; Allah'a köle olanlar kurtuluşa, İblis'e tabi
olanlar ise yok oluşa sürüklenir. Böylece şeytani beklentiler suya düşmüş; akli
melekeleri zayıf, bedensel yapıları anormal büyüklükte yahut küçüklükte; hem
insanlara ve hem de cinlere düşman lanetli yaratıklar ortaya çıkmıştır. İşte "Ye'cuc-Me'cuc
milleti"nin aslı budur.
Bugün de
"üstün insan" yaratma hevesinde olan evrimci-bilimciler, nasıl bir
ateşle oynadıklarının farkında değillerdir. Şayet bu bilimciler; az bilgiyle,
bazı deneysel başarılarla, evrimin kerametine(!) inanarak bu yolda hırsla ve
hevesle çabalarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa aynı akıbete
uğrayacaklardır, bundan şüpheniz olmasın!
6) O halde
Ye'cuc-Me'cuc'un iki ana üretim merkezi vardır. Birincisi; Asya'da Mu toplumu,
ikincisi; Atlas okyanusunda batmış bulunan Atlantis toplumu. Üçüncü bir merkez
gibi gözüken Kafkasya'nın durumu bizce tartışmalıdır. Kafkasya'da
cin-şeytanlarla böyle bir ilişkiye giren bir toplumun varlığı konusunda hiçbir
kayıt, delil yahut işaret yoktur. Üstelikte burada ortaya çıkan ve Kafkasya'da
yaşayan topluluklara zarar veren devler; Ye'cuc-Me'cuc, Nuh tufanından daha
sonra ortaya çıkmıştır ve çıkış kapıları da Zu'l-Karneyn tarafından
kapatılmıştır. Biz bu devlerin, Tufan'dan kaçıp Kafkas dağlarında saklanan
"artık devler" olduğu kanaatindeyiz.
7) Nuh
Tufanı, sadece Dünya'nın sular altında kalması değildir. Bu bir sonuçtur ve bu
sonuç, Nuh öncesi uygarlıkların silinmesi ve örtülmesini sağlamıştır. Böyle
evrensel bir Tufan'ın olması için; "çok sayıda kuyruklu yıldızın, Dünya'ya
çarpması, atmosferde sürekli su buharı bırakması, magmanın hararetinin ve
basıncının artması sonucu şiddetli depremler ve volkanik patlamaların oluşması;
bazı karaların batması ve bazı karaların yahut dağların ortaya çıkması"
gerekir. İşte Dünya sular altında kalmadan önce bu müthiş doğal felaketler
gerçekleşmiştir. Bugün Karadeniz gibi bazı iç denizlerin de Nuh tufanı
sürecinde oluştuğu, konunun uzmanlarınca ifade edilmektedir.
Evet,
Dünya, küresel çapta sular altında kalmadan önce Lemurya kıtası battı, Mu
toplumu ve karasının bir kısmı helak oldu, arkasından da Atlantis kıtası battı.
Kuyruklu yıldız darbeleriyle, hem Lemurya-Mu-Atlantis toplumları ve hem de
yeryüzündeki "devler"in bir kısmı helak oldu. Diğer bir kısmı da
yaşadıkları yer altı mağaralarıyla birlikte battı yahut da dağlara hapsedildi.
Allah'ın
vaad ettiği gün gelinceye kadar çoğalacaklar ve Yaklaşansaat'in sonuna doğru,
Nuh tufanı öncesine benzer şekilde; "şiddetli depremler-volkanik
patlamalar, yarılan dağlar, yere batan yahut denizden yükselen karalar"
süreciyle tekrar ortaya çıkacaklar ve her bir tepeden saldıracaklardır.
8) Devlerin
ortaya çıktığı iki ana toplum merkezi yahut bölgeden birisi yukarıda
belirttiğimiz gibi Asya, diğeri de Atlas okyanusuydu. O halde devlerden bir
kısmı helak olurken, bir kısmının bu iki bölgede saklandığını düşündürecek
işaretler mevcuttur. Böylece Ye'cuc-Me'cuc'un saklandığı üç muhtemel yerden söz
edebiliriz: Birincisi; Dünya'nın çatısı olarak bilinen ve yüksek dağlardan
oluşan Tibet platosu; özellikle Tibet'in güneyindeki Himalayalar serisi, yahut
da Asya'nın doğusunda Pasifik denizidir. İkincisi; Atlas okyanusunun kuzeyi;
İzlanda-İskandinav-İngiltere üçgeni. Üçüncüsü ise; Derbent'e yakın
Dağıstan-Azerbaycan sınırında; Şah-Tufan-Kızılkaya Kafkas dağları bölgesidir.
Ye'cuc-Me'cuc'un,
"yeraltı"nda saklı olduğu Kur'an ifadelerinden anlaşılsa da;
yerlerini tam olarak tahmin etmek oldukça zordur. Bu konuda bizim yaptığımız
da, bazı işaretlere dayanarak kabaca tahminde bulunmaktır. Bu üçüncü merkez
Kafkasya yahut "Kaf dağı" konusunda yazacağımız çok şey var, ancak bu
konu, başka bir çalışmanın konusu olabilecek kapsamdadır. Biz burada kısaca
bazı işaretlere dikkat çekeceğiz.
Nitekim KAF
suresindeki 36. ayet oldukça anlamlıdır. Hem surenin ismi KAF'tır, hem de 36.
ayette Ye'cuc-Me'cuc'un yer altı sığınaklarına bir işaret vardır. İşte ayetin
ifadesi:
Biz,
onlardan önce yakalayış bakımından daha şiddetli nice nesilleri helak ettik.
(Onlar), kurtuluş-kaçış var mı diye sığınaklı beldeler oydular.
[KAF(50)/36]
Burada
"Kaf" harfini-kelimesini incelediğimizde; "devler"
kavramıyla bağlantılı ilginç bir durum karşımıza çıkmaktadır.
"Kaf/Kof/Kuf" harfi; Arapça, Aramice, Suryanice ve İbranice de
benzerlik arzetmektedir. Özellikle Arapça ve İbranice'de kök anlamı ortak olup;
şu kök anlamlara haizdir: "İğne deliği", "delik",
"boş", "baş-ense", "kof" gibi. Ayrıca
"Kaf"tan, Arapça'da "peşine düşmek", "izlemek"
anlamına gelen kelimeler türetilirken; İbranice "maymun" anlamına da
geldiği ifade edilir.
Özetle,
"kof-kafasız-boş", "maymun" ve "delik" anlamları;
"devler"e, onların açtıkları "yeraltı tunelleri"ne ve
"mağaralar"ına doğrudan bir işarettir. Ayrıca, özellikle Kafkasya'ya
devler, muhtemelen "yeraltı boşluklarını-tünelleri izleyerek-açarak"
gelmişlerdir. Kafkas dağları; yani "Kaf" dağı bu bakımdan anlamlı bir
isimdir ve "devler"in özellikleriyle ilgili mesajları kapsamında
barındırmaktadır. Kafkasya'da, Rus bilim adamlarınca, yakın zamanda böyle
"yeraltı tünelleri şebekesi"nin keşfedilmesi de bizce oldukça
manidardır.
9) Nitekim
Zu'l-Karneyn'in Batı'dan, Doğu'ya ve sonra da tekrar Batı'ya; muhtemelen
Kafkasya'ya yolculuğunda bazı ima ve işaretler mevcuttur. Bu yolculukla ilgili
ayetlerin bize verdiği haberlerin zamanı, amacı ve işaretleri nedir? İşte
yorumumuz:
Bu
yolculuk, Nuh tufanından sonra Dünya'dan sular çekilip, yaşam normalleştiği bir
sırada, Ye'cuc-Me'cuc artıklarından az bir kısmının muhtemelen Kafkasya'da
ortaya çıktığı bir zamanda yapılmıştır. Bu yolculuğu anlatan ayetlerin bize
verdiği mesaj; Nuh tufanından arta kalan kavimleri, yurtlarını, durumlarını ve
de Ye'cuc-Me'cuc'un saklı olduğu coğrafi bölgeleri ifşa etmektir. Nitekim biz
8. maddede; "Asya yahut Doğusu Pasifik ve Atlas okyanusunun
kuzeyi"ndeki iki bölgeden söz ederken delillerimizin en önemlilerinden
birisi, aşağıdaki ayetlerin verdiği mesajlar olmuştur. İşte Zu'l-Karneyn'in
Kur'an'daki anlamlı yolculuğu:
(Ey
Muhammed), sana Zu'l-Karneyn'den sorarlar. De ki: "Size, ondan bir
hatırlatma ve açıklama yapacağım."
Gerçekten,
Biz ona yeryüzünde imkan- güç ve her şeyden bir sebep verdik.
Ve
arkasından o bir sebebe(yola) tabi oldu.
Güneş'in
battığı yere ulaşıncaya kadar. Onu(Güneş'i) sıcak bir balçıkta batıyor buldu ve
onun yanında bir kavim gördü. Dedik ki: "Ey Zu'l-Karneyn, istersen onlara
azap et; istersen onlara güzel davran."
(Zu'l-Karneyn)
dedi ki: "Kim zulmederse onu biz ileride azaplandıracağız; sonra Rabb'ine
döndürülür; O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır."
"Kim
iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır.
Ona yakında emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz."
Sonra o
(yine) bir yol tuttu.
Sonunda
Güneş'in doğduğu yere kadar ulaştı; onu (Güneş'i), o kavmin üzerine doğarken
buldu. Öyleki kendilerini Güneş'ten koruyan bir örtü(perde) kılmadığımız bir
kavim.
[KEHF(18)/83-90]
Sonra bir
yol (daha) tuttu.
Ne zaman ki
iki seddin arasına ulaştı, onun(iki seddin) dışında bir kavim buldu. Öyleki
neredeyse bir sözü anlayamıyorlardı.
[KEHF(18)/92-93]
Yukarıdaki
KEHF(18)/83-90, 92-93 ayetlerinin verdiği mesajlar ve surenin ismi olan
"Kehf" kelimesinin "mağara" anlamına gelmesi oldukça
manidardır. İşte bu ayetlerin tefsiri ve bize verdiği mesajlar:
a)
Zu'l-Karneyn, önce Batı'ya gidiyor, gittiği yer Atlas okyanusudur. Nuh
tufanından önce kuyruklu yıldız vurması ve volkanik patlamalarla buradaki
Atlantis kıtası batmıştır. Özellikle Atlas okyanusunun kuzeyi adeta çamurdan
sıcak bir balçıktır. Platon'un ifade ettiği gibi "sığ bataklıklar"
söz konusudur. Okyanusun yanında bulduğu kavim, Tufan'dan kurtulmuş ademoğlu
"artık bir kavim"dir. Allah, Enok'a(İdris-Hızır) verdiği gibi Zu'l-Karneyn'e
yetki veriyor; "ister azab et, ister güzel davran." Ancak
Zu'l-Karneyn, azab etmiyor ve uzun bir gelecekte azaba uğrayacaklarını
söylüyor, adeta bu azabı Yaklaşansaat'e havale ediyor. Elbette Yaklaşansaat'e
ulaşacak olan bu gibi artık zalim kavimlerin nesilleridir, kendileri değil. Bu
yolculuğun Batı'ya; Atlas okyanusuna yapılmasında önemli bir işarette; Atlantis
çocukları olan Ye'cuc-Me'cuc'un "yeraltı merkezi"ne yapılmıştır.
b) Sonra
Batı'dan Doğu'ya gidiyor, Güneş'in doğduğu yere; yani Asya'nın doğusuna;
Pasifik denizine. Öyleki orada da Güneş'in üzerine doğduğu bir kavim buluyor.
Bu kavim de, Nuhoğlu değil Ademoğlu, Tufan artığı bir kavimdir. Bu kavmi de,
Batı'daki kavim gibi ne uyarıyor, ne azab ediyor ve ne de salih bir kavim
olarak nitelendiriyor. Ancak burada verilen mesaj, bu kavmi Güneş'ten koruyacak
bir sütre; tepe ve dağın olmayışıdır. Burası Gobi çölünün doğu sınırıdır. Gobi
çölü ile Pasifik okyanusu arasında; Gobi çölünden Pasifik'e doğru gidildikçe
alçalır, denize ulaşır; bu arada Güneş'i engelleyecek hiçbir dağ-tepe yoktur.
Bu yolculukta da ikinci bir işaret ise yine bu bölgede saklı Ye'cuc-Me'cuc'e
bir göndermedir. Böylece biri Batı'da, biri Doğu'da olmak üzere; "yer
altında iki Ye'cuc-Me'cuc saklanma merkezi"nden söz edebiliriz.
c) Neden
"Güneş'in battığı", "Güneş'in doğduğu" diye sürekli Güneş'e
vurgu yapılmıştır acaba? Elbette burada bir yön bildirimi olmakla beraber başka
bir mesaj da vardır bizce. O da, bu iki "artık kavm"in ataları
Atlantis-Mu ve dinleri de "Güneş(Ra) dini"dir. Güneş'in sürekli vurgulanması
bizde Mu-Atlantis ve "Güneş dini" çağrışımı yapmakta ve adeta
Ye'cuc-Me'cuc'un kordinatlarını vermektedir.
d) Doğu'dan
sonra Zu'l-Karneyn, tekrar bir yol tutup, Kafkasya'ya gelmiştir. İki dağ
arasına; yani iki sedde ulaşmış, bu seddin dışında bir kavimle karşılaşmıştır
ki; neredeyse bu kavim, derdini anlatacak ve sözü anlayacak bir dilden
mahrumdur. Yani dili gelişmemiş Tufan artığı bir kavim. Ancak bu kavim, diğer
Batı'daki ve Doğu'daki kavimlere göre muhtemelen daha iyi ve yardımı hak
ediyorlar. Zu'l-Karneyn'den, kendilerine zarar veren Ye'cuc-Me'cuc şerrinden
koruyacak bir set yapmasını taleb ediyorlar, Zu'l-Karneyn de bu seddi yapıyor.
Evet, söz
konusu olan bu bölge neresidir? "Büyük Hadis Külliyatı"nda yer alan
bir hadiste anlatılan; demir ve demirciliğin eski zamanlardan beri yaygın
olduğu yer, bizce Kafkasya; Kafdağı'dır. İşte bir sahabenin anlatımı:
"O,
Ebu Bekre'ye, ahalisi sadece demir ile uğraşan bir ülkeye gittiğinden söz etti.
Bir eve girmiş. Güneş batarken o güne kadar duymadığı bir ses duymuş. Adam
korktum derken, ev sahibi korkma! Bu sana zarar vermez. Çünkü bu, şu anki
Seddin yanından ayrılan Kavmin(Ye'cuc-Me'cuc'un) sesidir. Onu görmekten
hoşlanır mısın, deyince; 'evet' dedim. Hemen ona gidip baktım ki; yapısındaki
demir kerpici kocaman bir kaya gibi duruyor. Sanki mürekkep renginde bir buz
gibiydi. Çivileri ise büyük kalasları andırıyordu. Peygamber(s.a.v.)i gördüm ve
bunu ona bildirdim. Bana: 'Onu anlat'
buyurdu: O'na dedim ki: 'Sanki o
mürekkep renginde bir buz gibiydi.' Şöyle buyurdu: 'Seddi gören birini kim
görmek isterse bu adama baksın.'" (Rudani, C.5, Hno: 9191)
10)
Zu'l-Karneyn'in Doğu'dan dönüp geldiği yer Kafkasya'dır. Ye'cuc-Me'cuc'un, bir
setle, muhtemelen Kaf dağında bir setle kapatılması, dağlarda-mağaralarda saklı
olduklarının başka bir kanıtıdır. "Kafkas", esasında
"Kaf-kas" gibi iki heceden oluşmaktadır. Birincisi yani
"Kaf", dağların adıdır ki mitolojilerde "Kafdağı",
"Kaf dağının arkası" olarak geçer. "Kas" ise orada yaşayan
halklardır. Etimolojik olarak da "ketş, ketiş, kedş, kedoş"
kelimeleriyle bağlantılı olduğu ileri sürülmüştür. "Kedoş" ise
İbranice kutsal anlamına gelmektedir. Ayrıca "kas" kelimesi;
İbranicede "taht, saltanat, şah" anlamına gelir ki, Kafkas dağlarının
en meşhurlarından biri olan Şah dağıyla bağlantılıdır. Hatta bugün
Azerbaycan'da; Şah dağının yakınında "7 köy" vardır ki; her birinin
dili-geleneği kendine hastır, benzeri yoktur ve tarihsel köklerine de ulaşmak
mümkün değildir. Bu oldukça kadim olan köylere Şahdağı halkları denmektedir. Bu
"7 köy"den özellikle Şah-Tufan-Kızılkaya dağları üçlüsünün yakınında
bulunan "Kınalık" köyü incelendiğinde, tarihlerinin Nuh tufanından
önceye gittiği izlenimi doğar. Azeri kaynaklarının tamamında, Şah halkından
olan "Kınalık köyü" şöyle anlatılır:
"Nuh
tufanının devrinde Ketş halkı, Ketş dağlarında yaşardı. Allah tarafından
başveren zelzele zamanı orada hiçbir ev salamat kalmamıştır, bütün evler yıkılmıştır.
Sağ kalanlar ise çayı geçerek küçük bir tepeye sığınmışlardır, böylece Kınalık
ortaya çıkmıştır."
İşte
Zu'l-Karneyn'nin, geldiği bu "iki sed"din yakınında "bulduğu
kavm"in isteğini yerine getirirken Kur'an diliyle verdiği mesajlar:
Dediler ki:
"Ey Zu'l-Karneyn, şüphesiz Ye'cuc ve Me'cuc, Arz'da(Yer'de) fesat
çıkarıyor. Bizimle, onlar arasında bir set yapman için, sana bir haraç verelim
mi?"
(Zu'l-Karneyn)
dedi ki: "Rabb'imin bana verdiği imkan(güç) daha hayırlıdır. Siz bana
kuvvetinizle yardım edin, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel
yapayım."
"Bana,
demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki yamacı arasını, bir seviyeye
kadar (demirle) doldurunca. "Bu (kütleler) kor haline gelinceye kadar
üfleyin(körükleyin)! Bana getirin, üzerine erimiş bakır dökeyim" dedi.
(Artık
bundan sonra Ye'cuc-Me'cuc) onun üzerinden aşmaya ve onu delmeye güç
yetiremezler.
(Zu'l-Karneyn)
dedi ki: "Bu Rabb'imden bir rahmettir. Ne zaman ki; Rabb'imin vaadi gelir,
o engeli(seti) yerle bir eder. Rabb'imin (Ye'cuc-Me'cuc) vaadi
gerçekleşir."
O gün,
bazısını(Ye'cuc-Me'cuc'u), bazısının(o Hakk'ı örtenlerin) üzerine dalga dalga
bırakırız. Arkasından Sur'a üfürülür ve onları, bir toplayışla toplarız.
[KEHF(18)/94-99]
Kaf dağında
ortaya çıkan ve Zu'l-Karneyn tarafından çıkış yerleri yahut mağaraları
kapatılan Ye'cuc-Me'cuc olayı, doğru sonuçlara ulaşmamız için bize ışık
tutmaktadır. Özetle insanlıktan kaçıp kuzeye dağlara; dağlardaki dev mağaralara
sığınan Ye'cuc-Me'cuc'un(devlerin) bir kısmı, Tufan öncesi felaketlerle ve
Tufan'la helak olurken; diğer bir kısmının, saklandıkları "yeraltı mağara
şehirleri"yle birlikte battıklarını söyleyebiliriz.
Kaf
dağındaki "devler"in ise buraya Tufan'dan kaçarak sığındıklarını ve
Tufan'dan kurtulduklarını düşünebiliriz. İkinci bir durum ise 8. maddede
açıkladığımız "Kaf/Kof/Kuf" kök harfinden; "izlemek",
"ardına düşmek" anlamına gelen türemiş kelimeler; bize
"devler"in, Kuzey Doğu'dan veya Kuzey Batı'dan; ancak
"yeraltından boşlukları-tünelleri izleyerek-açarak" Kaf dağındaki
çıkış mağaralarına gelmiş olmalarıdır. Sonuç olarak Kaf dağında Tufan'dan sonra
ortaya çıkan "devler"in, bu bölgede üremediklerini ve burada
"saklanan artık devler" olduğuna inanmaktayız.
11)
"Zu'l-Karneyn" kimdir? Zu'l-Karneyn iki çağın adamıdır. Nuh öncesi
Nuh sonrası çağın birleştiği yerde bulunuyor. Zu'l-Karneyn, Arapça bir
kelimedir ve "Zu" ve "Karneyn" kelimelerinin birleşmesinden
meydana gelmiş bir sıfattır. "Zu", bir şeyin sahibi demektir.
"Karneyn" ise tekil olan "Karn" kelimesinin
tesniye(ikili)sidir. "Karn"; "boynuz, nesil, asır, çağ,
zaman" anlamlarına gelir. Dolayısıyla "Karneyn"; iki boynuzlu,
iki nesilli, iki zamanlı demektir. Biz bu karşılıklardan "iki
zamanlı" anlamını tercih ediyoruz ve "Zu'l-Karneyn"e, Sonsuz
Yüce'nin ilim verdiği "iki zamanlı bir nebi" diyoruz.
Batı'ya ve
Doğu'ya gidiyor; adeta zamanda ileri ve geri gidiyor. Ancak esas anlamı, iki
zamanı yaşamış, iki zamanlı birisi ki; bize göre Enok'tur(İdris). Yazımızın
başında da ifade ettiğimiz gibi Kur'an, insanlık tarihini ikiye ayırıyor.
Birinci zaman Adem'den-Nuh'a; ikincisi Nuh'tan-Yaklaşansaat'edir. İdris, bu iki
zaman periyodunda bulunan ve "melek boyutuna yükseltilmiş bir
nebi"dir. Yukarıda 10. maddede de zikrettiğimiz KEHF(18)/83-90 ayetleri
dikkatle okunacak olursa; Zu'l-Karneyn'in konuşma tarzı ve kendisine verilen
yetkiler, Enok'la(İdris) tamamen örtüşmektedir. Kendisine Allah katından bir
ilim, imkan-güç verilen ve her bir sebebi işletebilen Enok'tur(İdris-Hızır).
İdris(Hızır)-Musa kıssası incelenecek olursa; yetkinlik ve konuşma tarzı;
"biz şöyle yaptık" gibi ifadeler, bizi İdris'e götürmektedir. Ayrıca,
Zu'l-Karneyn bir isim değil sıfattır ve bu sıfat, en güzel şekilde İdris'i
tarif etmektedir.
Zu'l-Karneyn'in,
İskender olduğunu söyleyen müfessirler, külliyen hata etmişlerdir. Hem de
yaptıkları azim bir hatadır. İskender ile Zu'l-Karneyn, Doğu ve Batı kadar
birbirine uzaktır. İskender'in, bırakın peygamberliğini, "İslam
Milleti"yle uzak-yakın bir ilgisi yoktur. Bu yaygın aldanış, Eski Yunan'ın
ve şeytani felsefesinin, İslam bilginlerini nasıl etkilediğinin bir kanıtıdır.
Yine Moğollar, Çinliler, Türklerin; yani Nuh oğlu Yafesoğullarının
Ye'cuc-Me'cuc sanılması da büyük bir yanılgıdır ve tarihsel bir hatadır.
Aynı
şekilde diğer din mensupları; özellikle Yahudiler-Hıristiyanlar, kendilerini
Yaklaşanssaat'te kurtarılmışlar olarak gördükleri gibi; kalplerindeki kinle
orantılı olarak da düşmanlarını Ye'gog-Me'gog ilan etmekten geri durmuyorlar.
Bunların hepsi bir aldanma ve aldatmadır ve gerçekte "O Gün"ün bir
adı da unutmayalım ki "Aldanma Günü"dür.
12) Son
olarak deriz ki, Yaklaşansaat'te Sonsuz Yüce Allah'ın takdir ettiği vakit-aşama
geldiğinde; kuyruklu yıldız darbeleriyle arz yarılır, dağlar batar, dağlar yükselir
ve Ye'cu-Mecuc ortaya çıkar. Adeta geometrik olarak çoğalan, "O Gün"
için hırsla bilenen bu insanlık düşmanı yaratıklar ortaya çıkacaklar ve herbir
tepeden saldıracaklardır. İşte "O Gün" gelmeden bizi şiddetle uyaran
konuyla ilgili Kur'an ayetlerinin az bir kısmı:
(Zu'l-Karneyn)
dedi ki: "Bu Rabb'imden bir rahmettir. Ne zaman ki; Rabb'imin vaadi gelir,
o engeli(seti) yerle bir eder. Rabb'imin (Ye'cuc-Me'cuc) vaadi
gerçekleşir."
O gün,
bazısını(Ye'cuc-Me'cuc'u), bazısının(o Hakk'ı örtenlerin) üzerine dalga dalga
bırakırız. Arkasından Sur'a üfürülür ve onları, bir toplayışla toplarız.
[KEHF(18)/98-99]
Bir
'Karyete'(İsrailoğulları) ki, onları helak etmeyi haram (kıldık). Şüphesiz
onlar, (Hakk'a) dönmezler.
Ta ki
Ye'cuc, Me'cuc çıkıncaya ve her bir tepeden akın edinceye kadar!
Hak
'vaad'(helak) yaklaşmıştır. O zaman, Hakk'ı örtenlerin gözleri, bir noktaya
dikilecek ve: "Vay başımıza, biz bu şeyden(helaktan), gaflet içindeydik.
Bilakis bizler, zalimleriz" (diyeceklerdir).
[ENBİYA(21)/95-97]
Evet, Yaklaşan
Saat'te ortaya çıkacak olan "Ye'cuc-Me'cuc saldırısı"nın ne derece
muhkem ve şiddetli bir hak tehdit olduğunu bilmek isteyenler; Sitemiz'in
"YE'CUC-ME'CUC" bölümündeki "KUR'AN'DA YE'CUC-ME'CUC",
"HADİS'TE YE'CUC-ME'CUC" ve "TEVRAT'TA YE'CUC-ME'CUC";
"ayet, hadis ve haberler"ini bu yazıdan sonra tekrar okuyabilirler.
Sonuç
olarak şunu da herkes bilmelidir ki; sözünü ettiğimiz; Kur'an'da ve hatta
Tevrat'ta sıkça bahsedilen "O Gün"; "Fiili kıyamet olan 2.
Saat" değildir, "1. Saat"tir ve Ye'cuc-Me'cuc saldırısından
sonra da elbette Dünya'da hayat devam edecektir. Ve elbette bu zalim
yaratıklar, helak ettikleri zalim kafirler gibi helak olacaklardır.
Ey! Her
şeyin en doğrusunu bilen ve yarattığı her varlığa layıkı vechiyle muamele eden
Rabb'imiz, "Sen Sonsuz Yüce"sin! Ey Latif sıfatıyla her şeye nüfuz
eden, tüm varlıkların hayatı-ölümü ve cezalandırılması elinde olan Sonsuz Yüce,
yaklaşmakta olan "O Gün'ün azabın"dan ve "Deccal
Fitnesi"nden, Sen'in Rahmet'ine sığınır, Sen'den yardım dileriz!
08/01/2012 Dr. Halil Bayraktar
yaklasansaat.com
Kaynaklar:
1) Kur'an-ı
Kerim
2) Kütübü
Sitte
3) Rudani,
Büyük Hadis Külliyatı, C.5, çev. Naim Erdoğan, İz Yy.
4) Tora ve
Aftara, Bereşit(Tekvin), Türkiye Hahambaşılığı, Gözlem Yy, İstanbul, 2010.
5) Tora ve
Aftara, Devarim(Tesniye), Türkiye Hahambaşılığı, Gözlem Yy, İstanbul, 2010.
6)
Peygamber Enok'un Kitabı, çev. Günyüz Keskin, Hermes Yayınları, İstanbul, 2011.
7) Taberi,
Tarih-i Taberi, C.I,II, çev. M. Faruk Güntunca, Sağlam Yy. İst.
8) Taberi,
Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. I, II, çev. Zakir Kadir Ugan, Ahmet Temir,
Meb Yy. İstanbul, 1991.
9) Geza
Vermes, Ölü Deniz Parşömenleri Kumran Yazıtları, çev. Nurfer Çelebioğlu, Nokta
Kitap, İstanbul, 2005
10) Michael
Balter, "Tracing Humanity's Path", ScienceNow Daily News, çev. Erkam
Bayrakçı, 23/5/2008.
11) Andrew
Lawler, Science Dergisi, Sayı: 331, çev. Kader Demirpehlivan, yaklasansaat.com,
28701/2011.
12) Simon
J. Armitage, "The Southern Route 'Out of Africa': Evidence for an Early
Expansion of Modern Humans into Arabia", Science Dergisi, çev. Kader
Demirpehlivan, yaklasansaat.com, 28/01/2011.
13) Charles
Choi, "Arabian Artifacts May Rewrite 'Out of Africa' Theory",
LiveScience, çev. Ayşegül Kesmez, yaklasansaat.com, 30/11/2011.
14) James
Churchward, Kayıp Uygarlıklar-ll, Batık Kıta Mu'nun Çocukları, çev. Ercan
Arısoy, Ege Meta Yy. İzmir, 2000.
15) James
Churchward, Kayıp Uygarlıklar-ll, Kayıp Kıta Mu, çev. Rengin Ekiz, Ege Meta Yy.
İzmir, 2000.
16) Murry
Hope, Atlantis Efsane mi Gerçek mi? çev. Sibel Özbudun, Milliyet Yy. İstanbul,
1991.
17) Robert
Sarmast, Kayıp Cennet Atlantis, çev. Sedat Türe, Neden Kitap, İstanbul, 2011.
18) Shirley
Andrews, Lemurya ve Atlantis, çev. Şenay Tufan, Kozmik Kitaplar, İstanbul,
2004.
19) Lauren
O.Thyme, Sareya Orion, Lemurya Yolu, çev. Semra Ayanbaşı, Akaşa Yy. İstanbul,
2004.
20) Meena
Hartenstein, "Lost City of Atlantis Found in Marshlands of Southern Spain,
Researchers Claim", nydailynews, çev. Ayşegül Kesmez, yaklasansaat.com,
13/03/2011.
21) Nour
Abuzant, "Mecca should Become Core to Measure Time Zones", gulf-time,
çev. Gökben Coşkun, yaklasansaat.com, 21/04/2008.
22) A.
Salim Adiloğlu, İşte Zu'l-Karneyn İşte Kıyamet, 2011.
23) Turgut
Gürsan, Yeraltındaki Gizli Dünyalar, Haziran, 2003.
24) B. Ömer
Büyüka, Ahbaz Mitolojisi Anaç mı? 1971.
25) İsmail
Raci el-Faruki, Luis Lamia el-Faruki, İslam Kültür Atlası, çev. M. Okan
Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yy. İstanbul.
26) Yves
Bonnefoy, Mitolojiler Sözlüğü, Yayına Hazırlayan: Levent Yılmaz, Dost Kitabevi
Yy. Ankara, 2000.
27) Dr.
Ufuk Tavkul, "Karaçay-Malkar Nart Destan Kahramanlarından 'Demirci
Debet'", Kırım Dergisi, 8 (33), 2000.
28)
Kalevala (Fin Destanı), çev. Lale Obuz, Muammer Obuz, Balkanoğlu Matbaacılık,
Ankara, 1965.
29)
"Basalt rock wall found in ocean near Taiwan", reuters.com, Çev.
Gökben Coşkun, yaklasansaat.com, 05/01/2009.
30) İslam
Ansiklopedisi
31)
ethnologue.com
32)
wikipedia.org
33) Büyük
Larousse, C.2
34) Ana
Biritannica, C
35)
turkish.cri.cn/chinaabc
36)
hermetics.org
37)FaktXaber.com
38)
azeribalası.com
39)
morien-institute.org